Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Türk Dil Birliği



Türk Dil Tarih Kültür Birliği İstanbul İl Başkanı Yasin Hakan Karagözlü'den bir mesaj aldım.

Diyor ki:

"Sevgili yazarımız Davut Şahin, önemli bir husus olan güzel Türkçemiz üzerinde durmak istiyorum. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesin, Oktay Sinanoğlu'nun dediği gibi 'Ne Sağ Ne Sol, İlk Önce Bağımsız Türkçe' bilincinde olması gerektiğini düşünüyorum. Ne yazık ki, ülkemizde bir yabancı dil özentiliği almış başını gidiyor. Bunun en basit örneğini, etrafımıza baktığımızda görebiliyoruz. Dükkânların, mağazaların, alışveriş merkezlerinin vs. isimleri genellikle yabancı kelimelerle örülü. Acaba yabancı isim daha çok mu iş yapıyor? Yoksa anlamını bilmediğimiz kelimeler daha çekici mi geliyor? Eğer durum böyle ise gerçekten çok üzücü."

Dilinin yok olmasını istemediğini belirten Karagözlü, yaptıkları çalışmalara katılabileceğini belirtiyor. Bu konuyla ilgili "bilinçlendirme" vazifesini üstlendikleri şuurunda olarak.

Ancak "Türkçeyi doğru kullanmak" konusunda Türk Dil Kurumu ayrı telden, Tarih Kültür Birliği ayrı telden. Hatta, TRT ayrı telden, bu konuda uzmanlaşmış "ders" veren dil bilimcileri ayrı telden çalıyor.

Bu çok mühim meselede her şeyden önce "dil birliği" şart.

BEYAZ'DA AKMAN ŞOV

RTÜK Başkanı Zahid Akman'ı Beyazıt Öztürk'ün ev sahipliğini yaptığı şov programında izlemek hayli ilginçti (Kanal D).

Magazinci Can Tanrıyar ve şarkıcı Petek Dinçöz'ün evliliğine ön ayak olduğunu da programı izlerken anladık. Hayırlı ve kısmetli bir işe öncülük yapmak Zahid Akman'a düşmüş... Yanı sıra Beşiktaş Belediye Başkanı'na. Kanal yönetimi Beyaz'ın programını erken saate çekince, bir de canlı yayında evlilik gerçekleşince şovmene gün doğdu: rating tavan yaptı.

Programı gerçekleştirirken "Biz tarafsız yayıncılık yapıyoruz" diyerek mesaj vermekten geri durmadı.

SİCİL KAYDI

RTÜK demişken, bundan böyle televizyon kuruluşlarının "sicil kaydı" tutulacak haberini aldık. RTÜK'un yeni yasa taslağında yer alan düzenlemede sicil kaydı bozuk olan kanallara ağır ceza geliyormuş.

İsabet.

Artık Avrupa Birliği mevzuatlarına uygun olarak getirilen müeyyideler sonucu televizyonlar, tüm gün yayınladıkları programların muhtevasına dikkat etmek zorunda.

Eh, hal böyle olunca tepkiler de geldi.

Medya Clup Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Çınar "En önemli ceza, reklam gelirinin kesilmesi..." diyerek tasarıya destek veriyor.

Sektör yöneticileri ise "temkinli" konuşuyor ve düzenlemeden yana endişelerini belirtiyor.

Burada sonuç önemli. Eğer uygulamada başarısızlık varsa, değiştirilir. Ancak televizyon kanalları başka nasıl düzeltilebilir ki?

15.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Geziden kalan



Cumhurbaşkanı Gül'ün, Başbakan Erdoğan'dan sadece iki ay sonra çıktığı ABD seferi sona erdi. "Rol çalma ve geride kalmama" eleştirilerinin gölgesinde tamamlanan gezi için Gül'ün gösterdiği en önemli gerekçe, "Ben seçilir seçilmez ilk arayıp tebrik eden o idi" dediği Bush'un aynı görüşmede yaptığı davetti.

Ancak Başbakan oradan yeni gelmişken ve Bush'un da Beyaz Saray'daki sekiz senelik ikametinin sonuna yaklaştığı, yani "topal ördek" konumuna çok yakın olduğu bir zamanda yapılan gezinin zamanlaması da hâlâ eleştiriliyor.

"Bu gezi, ABD'de yıl sonunda yapılacak başkanlık seçimleri sonuçlandıktan ve yeni Başkan Beyaz Saray'a yerleştikten sonra gerçekleşseydi çok daha isabetli olurdu" diyenler var.

Gül'ün Bush'a, "Bu sene görevdeki son yılınız, özellikle Ortadoğu'ya olumlu anlamda damga vurabilirseniz tarihe geçersiniz" anlamında sözler söylediğini açıklaması, muhtemelen bu eleştirileri cevaplama niyetinin ifadesi.

Yine Gül, gezisinin "önem"ini vurgulama babında, gerek yoldayken, gerekse orada verdiği mesajlarda ABD için ilginç ifadeler kullandı.

Meselâ, PKK terörü meselesinde Türkiye'nin ısrarlı taleplerini şimdiye kadar hep gözardı etmiş olan ABD'nin tavrına şu yorumu getirdi:

"ABD gibi büyük bir makina dünyanın her yeriyle uğraşmak durumunda. Dikkatini sizin istediğiniz konuya çekip ona angaje etmek kolay olmuyor."

Beyaz Saray'daki Bush-Gül görüşmesinde bunun başarılıp başarılamadığını görmek için herhalde fazla beklemek gerekmeyecek.

Bunun test edileceği üç örnek önümüzde.

Bunların başında PKK terörü geliyor. 5 Kasım'daki Bush-Erdoğan görüşmesinden sonra Washington, Türk ordusunun sınırötesi operasyonlarına sınırlı bir çerçevede kapıyı araladıysa da, şu âna kadar onun ötesinde birşey yapmış değil. Meselâ, hani PKK'nın elebaşılarından hiç değilse birkaçı "paketlenip" teslim edilecekti?

Görünen o ki, ne PKK'yı Kuzey Irak'tan kovma, ne de yakalayıp teslim etme noktasında bir hareket var. Buna karşılık Türkiye, PKK sorununu halledebilmek için, siyasî çözümü de içeren uzun dönemli sosyal çözümlere yönelmesi telkinlerine muhatap oluyor. Üstelik Beyaz Saray'daki görüşmenin hemen akabinde.

İkinci örnek, İsrail-Filistin barışı. Hamas'ı dışlayıp sadece Abbas'ı muhatap alarak yürütülen dayatmalarla kalıcı bir barış sağlanabilir mi?

Ve üçüncüsü İran. Ki, Bush'un Ortadoğu gezisinin en önemli hedefi İran'a yönelik baskı ve kuşatmayı arttırmak olarak ifade edilirken, Tahran Türkiye'yi kendisine karşı tavır almaya zorlayan ABD baskısına, tam da bugünlerde doğalgaz akışını kesmek suretiyle katkı sağlıyor!

Gül'ün "ABD en önemli müttefikimiz. Bütün sıkıntıları aştık. Yeni ve pozitif bir döneme girdik. Bu gidişatın ekonomiye de çok etkisi olur" söylemleri bir diğer noktayı daha akla getiriyor.

Önce Erdoğan'ın, sonra Gül'ün ABD ziyaretleriyle oluşan fotoğraf, "Türkiye AB'den uzaklaşıp ABD'ye mi yanaşıyor?" sualini sorduruyor. Gül'ün ABD gezisi, seçildikten hemen sonra Strazbourg'a giderek verdiği mesaja ve "AB sürecinin takipçisi benim" sözüne gölge düşürüyor. Umarız, bu gölge bir an önce kaldırılır...

15.01.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

İman, Rabbimizin ikramıdır



Biz insanlar bazen açık bir şekilde gördüğümüz hakikatlere değer vermede zorluk çekeriz. Bazen inanmak için her delili gözlerimiz önünde olan gerçekleri kabullenmekte çok zorlanıyoruz. Bütün bu durumlar, aslında inanmanın sadece gücümüz dahilinde bir mesele olmadığı gerçeğini ortaya koymaktadır. Demek ki kendimize güvenerek inançsızlık anaforundan kurtulmamız mümkün değildir.

Her meselede olduğu gibi, inanmada da muvaffak olabilmemiz için Rabbimizin yardımına ihtiyacımız bulunmaktadır. Çünkü inanmak bir nimettir ve bütün nimetlerin olduğu gibi bu nimetin de tek sahibi Allah'tır. Bu durum gösteriyor ki, en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün ihtiyaçlarımızın giderilmesi için Rabb-i Rahîm'e her an yalvarmamız gerekmektedir.

Bizler hem nefsimizi sorumlu tutacağız, hem de bize hidayet ve doğru yolu nasip edecek tek gücün Rabbimiz olduğuna itikat edeceğiz. Bu yol böyle ince bir yoldur. Düşünen ve şuurlu olan insanlar ancak bu tür gerçekleri anlayabilmektedir. Sorumluluk ve güç konusunu iyi anlayan insanlar hem nefsinin arzularına gem vurabilecek, hem de doğrulara kendi gücüyle ulaşamayacağını anlayacaktır.

Kader-i İlâhî, bizlere hayatımızdaki her şeyin Cenâb-ı Hakk'ın takdiri gereğince işlediğini, bizim müdahelemizin bir hiç mesabesinde olduğunu hatırlatırken, cüz'î irade gerçeği de bize sorumluluğumuzu hatırlatmaktadır. Gücümüz yoktur, ama tercihlerimizden dolayı hesaba çekileceğiz. Böylece "Zaten her şey bizim irademiz dışında meydana gelmektedir, o halde yapabileceğimiz bir şey yoktur ve sorumlu değiliz" deyip kendimizi masum görme hakkımız olmamaktadır.

Bizim cüz'î olan irademizle tercihte bulunmamız, sorumlu olmamız için yeterlidir. Elbette güç ve kudret, tamamen Allah'ın elindedir. Bizi hayra koşturan da, şerden uzaklaştıran da Odur. Bu noktada aciziz. Tamamen kendi güç ve kuvvetimize dayanarak hayırlı işlerde muvaffak olmamız mümkün değildir. Nefsimiz de şeytanlara uyarak tercih yapmakta, ancak şerri icat etmede hiçbir güce sahip olmamaktadır.

İman meselesinde en kestirme ve selâmetli yol, Allah'a büyük bir teslimiyetle iman etmek ve emirlerine uyup nehyettiklerinden uzak durmaktır. Bizim görevimiz, insanı mükemmelliklere ulaştırabilen Kur'ân'ı okuyup, o hakikat hazinesinden istifade etmek ve onu en güzel bir şekilde hayatına geçiren örnek insan Efendimiz Hz. Muhammed'in (asm) yolundan gitmektir. Rabbimiz, hayatını ve insanlığını eşsiz güzelliklerle bezediği Resûlullâh'ı (asm) kâmil bir insan olarak dünyaya göndermiştir. Hayatımızın her alanındaki karanlıkları o Resûlün rehberliğiyle aşabiliriz.

Bizi, Kur'ân ve müfessiri Resûl-i Ekrem'le tanıştıran Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Duâ edelim ki en çok istifade edenlerden olalım. Bunun için her zaman Rabbimizin yardımına ihtiyacımız bulunmaktadır. Her an uyanık olmak zorundayız. Böyle olmadığımız takdirde şeytanlar her an bizleri iman hazinelerimizden uzaklaştırabileceklerdir.

Bütün duygularımızla müteyakkız olmamız gereken bir asırda yaşamaktayız. İmanımızı zaafa uğratacak haletlerden kaçınmak için büyük bir çaba içinde olmamız gerekmektedir. Rabbimizin bizleri tanıştırma lütfunda bulunduğu iman hakikatlerini hâvî Risâle-i Nur gibi eserleri okuyup istifade etmeden bu zamanda kurtuluşa ermek oldukça zor görünmektedir. Zira insanları cezbeden fitneler etrafımızı sarmış bir durumdadır.

Bilmeliyiz ki, fitnenin her zamankinden fazla ve çekici olduğu bu zamanın ilâcı iman hakikatlerini ikna edici bir şekilde izah eden eserlerdir. Doğrudan doğruya Kur'ân hazinesinden alınıp, asrımızın mütehayyir insanlarının imdadına yetiştirilen Risâle-i Nurlar bütün parlaklığıyla ve haşmetiyle elimizde bulunmaktadır. Bu eserler bizlere Rabbimizin bir ikramıdır. Bu ikrama karşılık vermek için, bu eserlerin değerini iyi bilmek ve her şeyden çok onlara zaman ayırmak gerekmektedir. Bunlardan yeterince istifade etmezsek kendimizi bu zamanın korkunç fitnelerinden kurtarmamız çok zor olacaktır şüphesiz. Rabbim bizleri, Kur'ân ve Sünnet-i Seniyyenin değerini gerçek mânâda bilenlerden etsin...

15.01.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Hayatın hatırını kırmak



Hatır, hatıralarda mı kaldı? Bir kahvenin kırk yıl hatırı olur da, bir hatır sormanın kaç kırk yıl hatırı olur? Bunun cevabını kırk katır taşıyabilir mi? Çok mu zor sadırdan hâl ü hatır sormak; iyi günde, iyi olmayan günde dinleyerek de olsa yanında olmak?

Yakın uzaklarda bu kadar oluyor hâlleşmek, iki kelâm etmek; insan kokmayan, hayat akmayan sözüm ona sohbetlerde. Her şeyin hazırı çıktı da ortada hatır yok, uzak hasretlere gitmiş. Nisyan yalnızlıklar okunuyor isyan yüzlerde. Yüreği ile yüzleşmeye cesareti yok esaret duygularına kapılmışların.

Kapı komşusundan habersiz ve hatırsız uzak yaşantılar; hayat adına hatırı sayılır bir kayıp.

Kazanç peşinde koşmak uğruna hayatın hatırını terk etmek, ne acı bir kopuş.

Eşin, çocukların hatırını hafife almak; ne ağır bir sorumluluk. İlgiyi, sevgiyi yeterince onlara vermemek; başka bir şeylerin dolduramayacağı büyük bir boşluk. Nerede o hürmet ve merhamet? Tozlu hatıralara mı saklandı?

Bugünkü yaşantımız hatıralarda saklanılacak bir yaşantı mı? Hatırlıyor musunuz en son hangi büyüğünüzü işiniz olmadan ziyaret ettiniz de sevginizi, saygınızı dile getirdiniz? Bayramı mı bekliyorsunuz, ömür bekler mi ki? Bayramları bile bayağılaştıran boş vermişlikle tatil beldelerini doldurmamız; ne onulmaz ve onarılmaz bir yalnızlık.

Sanal hatır sormalar; gerçek olmayan görüşmeler. Elini tutmaya, gözünü gözle buluşturmaya, karşılıklı yüzleşmeye, yürek fısıltılarıyla konuşmaya benzer mi? Sözün sustuğu, kelimelerin konuşmadığı, duyguların karşılıklı kaynaştığı ve birlikte aktığı bir beraberliği hangi sanal ortam sağlayabilir?

Hatırlar mısınız TV'nin olmadığı, sohbetin koyu olduğu uzun geceleri? Hatıralar denizine dönsek ne tatlı manzaralar dalgalanır gönül ufkunda. Selâmsız sabahlar değildi o günler; herkes birbirini tanır ve herkes herkesin hatırını sorardı. İletişimin adı yoktu o zamanlar çünkü öyle bir eksiklik yoktu; yüzlerdeki aydınlık belli ediyordu kişiliği ve kimliği.

Silik yüzlerdeki karmaşıklıktan kimse kimseyi tanıyamaz ve hatır soramaz oldu. Kalabalıklaştıkça yalnızlaştık, yalnızlaştıkça kaçar olduk birbirimizden. "Hatır" hatırlanamaz oldu, selâm sözler sustu, kibar kelâmlar unutuldu. Lâubalî ifadesizlikler doldurdu sanal ortamları; gerçekten kaçıyorduk çünkü.

Kahve de içmiyoruz artık, hazır üçü bir arada çıkmışlar varken ne diye uğraşalım? Bir yudumluk buluşmalar, ayaküstü lâkırdılar, anlaşmadan ve kaynaşmadan ayrılmalar. Ne hatırı? Kim tanır onu, nerde görülmüş en son? Bilen ve gören var mı ki?

Tanıdığım bir beyefendi vefat etti yakınlarda. Çok yakınım değildi, uzak diyara gittiğinde bende bıraktığı hatırayı hatırladım; hatırımı sorardı, hatırşinas bir kişiliği vardı. Hafızamı yokladım; hatıralar denizinde "hatır"ı aradım. Bulduklarımı kelime kayıklarına bindirdim, hazır zaman sahillerine taşıdım, çok şeyi de taşıyamadım.

Düşünüyorum öldüğümde ne ile anılırım? Hatırlanmak için iyi bir hatıra bırakabilecek miyim? Bırakamıyorsam hayatın hatırını kırmış olurum, kırk katır kırk yıl kahve de taşısa o hatırı geri getiremez. İyisi mi içtiğimiz kahveler bizde kalsın, "hatır" sormanın hatırını unutmayalım, unutturmayalım.

Altı üstü bir fincan kahve içimlik kadar süren hayat, iyi hatıralarla köpürmeli değil mi?

15.01.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Şuurlu Çinli, gafil Müslüman!



Bu başlık, bir ilim adamımızın şu hatırasına dayanıyor: "Amerika'da master yaptığı yıllarda, üniversitenin yemek salonu açık büfe. Herkes istediği kadar alabiliyordu. Yemekhanenin kapısında 'Take what you need. Eat what you take' (Yiyeceğin kadar al, aldığını da ye) diye yazıyordu.

"Bir gün aynı masada yemek yediğimiz Çinli bir arkadaşı, tabağında kalan son pirinç tanesini almaya çalışırken görünce dayanamadım; denemek için dedim ki:

'Bir pirinç tanesi için neden bu kadar uğraşıyorsun? Bırak tabakta kalsın.' Çinli arkadaşın verdiği cevap çok düşündürücüydü:

'Her Çinli bir pirinç tanesi israf etse, Çin nüfusu ile çarp bakalım, kaç ton pirinç yapar? Biz kalabalık bir ülkeyiz, israf etme lüksümüz yoktur' dedi.

"Yine denemek için dedim ki:

"'Şu anda Çin'de değil, Amerika'dasın.Tabağında bırakacağın pirinç tanesi Çin'i değil, Amerika'yı zarara uğratacaktır'. Bu sözlerim karşısında güldü ve şöyle dedi:

"'Yaşadığım ülke olan Amerika'yı bu şekilde zarara uğratmak onurlu bir davranış olmaz.'

"Çinli arkadaşı bu onurlu davranışından dolayı tebrik ettim ve düşüncesini paylaştığımı söyledim. İslâm dininin bu konudaki, 'Yiyiniz içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez' buyruğunu açıkladım.

"Çok hoşuna gitti. Tam o sırada Ürdünlü Müslüman bir arkadaş tabağındaki yemek artıklarını çöp sepetine boşalttı. Bunu gören Çinli arkadaş Ürdünlü'yü göstererek:

"'O Müslüman değil mi?' dedi.

"O kadar üzüldüm ki, ne diyeceğimi bilemedim." (Prof. Dr. Saffet Solak)

İsraf ve iktisat mevzularında Çinli'nin duyarlılığı ile Müslüman'ın gafleti nasıl izah edilebilir? Şüphesiz İslâmiyetin güzellikleri, Müslüman pazarında revaç bulmadığından küsüp, müşteri olan onların çarşılarında sergileniyor!

İsraf, saçıp-savurmak, ihtiyaç olmadığı halde rastgele harcamaktır. Nimeti hafife almaktır. Siz, hangi şeyleri çöpe atarsınız? Beğenmediklerinizi! İşte israf, ni'meti hafife almaktır! Size hergün yemek veren cömert biri veya aşçının gözü önünde yemeği dökseniz durumunuz nedir? İsraf, Basîr olan Yaratıcının nazarı önünde nimetleri çöpe atmaktır! İsrafın dehşetine binâendir ki, müsrifler Kur'ân'da, "İsraf edenler, şeytanların kardeşleridir"1 diye tanımlanırlar. Müslümanın haline bakınız ki, israfıyla ne hallere düşüyor!

Kanaat ve iktisadın zirvesinden insanlığa seslenen yüce Peygamberimiz (asm) maksatsız ve faydasız harcamalar için, "Her israf edilen haramdır "2 buyurmuştur.

"Evinizin önünden bir nehir aksa, abdest bile alacak olsanız, suyu ihtiyaçtan fazla kullanmayınız" tavsiyesi de Resûlullahın (asm).

Bu, suyun zayi olmasından değil, iktisat eğitimini vermek içindir. Hakim-i mutlak (cc), bir âyette, "Yiyiniz içiniz israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez"3 emrini verir. Bir diğerinde de, "Elini büsbütün açıp malını harcama ki, kınanıp açıkta kalmayasın"4 îkazında bulunuyor.

İslâmın reddettiği israf sadece yeme, içme ve maddî şeylerde değildir. Konuşmaktan gezmeye, eğlenmekten diğer fiil ve hareketlere kadar, hayatın bütün safhalarını içine alır.

Kâinatta zerre miskal israf ve abesiyete yer yoktur. Bugünkü medeniyet anlayışı insanlığı, iktisat ve kanaat esasını bozarak israf, hırs ve tamaa teşvik ediyor; sefâhet ve sefâlet kapısını açıyor. İsraf, ferdi mahveder, aileyi batırır, toplumu çökertir. Onun için Şeriat, israftan men eder.

Ne yazık ki, adı Müslüman bazı Müslümanlar, değil Şeriatın bu yönünü bilmesi, eğitim ve terbiyesini alması, "Şeriat" kelimesinden ürküyor!

Dipnotlar:

1- Kur'ân, İsrâ, 27.

2- Keşfü'l-Hafâ, 2:125.

3- Kur'ân, A'râf, 31.

4- A.g.e., İsrâ, 29.

15.01.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

"Tek dişi kalmış canavar"



Bilhassa yüzyılın başlarında işlediği vahşetleri gören Mehmet Âkif'in günümüz medeniyeti için verdiği hüküm bu.

Bu medeniyet dünyanın başına belâ kesilmekle kalmamış, ferdi de perişan etmiştir. Öyle ki insana başlangıçta bir şey yeterken yüz şeye muhtaç etmiş, onu fakir hâle getirmiştir. İnsan, "Falanın şuyu var da benim niye yok!" gibi görenek belâsıyla çok şeyleri arzu eder olmuş, fakat ne kadar çalışsa da ihtiyaçlarını karşılayamamış, başkaları gibi olmayı kafasına koyduğu için hileye, harama girmekte tereddüt etmemiş, ahlâken bozulmuştur.

Bu medeniyet, insanları nefsin arzularına zebun etmiş, zevk ve lezzetler peşinde koşturmuş, tembelliğe sevk etmiş, çalışma şevkini kırmıştır.

Tabiî ki medeniyetin iyi yönlerine sözümüz yok. Ne var ki kötülükleri iyiliklerine galip gelmiş, hep böyle hükmedegelmiştir.

Sözünü ettiğimiz medeniyet, Batı medeniyetidir.

Bediüzzaman'ın tesbitiyle Batı medeniyeti insanlığın yüzde seksenini meşakkate, sıkıntılara atmış, yüzde onunu aldatıcı bir mutluluğa sevk ederken diğer onunu da ikisi arasında bırakmıştır.1

Maneviyattan yoksun, ruhsuz bir medeniyettir bu medeniyet. Medeniyet elbisesi giymiş, korkunç bir vahşettir. Dışı parlamakta, içi ise yakmaktadır. Dışı süs, içi pistir. Sûreti canayakın, sîreti, iç yapısı ise bir şeytandır.2

Batı medeniyetinin dayandığı temeller de hep olumsuz olagelmiştir. Şöyle bir göz atacak olursak şunları söyleyebiliriz:

Batı medeniyetinin dayanak noktası kuvvettir. Kuvvetin hükmettiği yerde tecavüz vardır. Zayıflar ezilir.

Gayesi menfaattir. Menfaatin olduğu yerde de boğuşma vardır. Birbirlerine sıkıntı verir insanlar.

Hayat prensibi mücadeledir. Bundan çekişmeler doğar, kavgalar başlar. Zayıfın hayat hakkı yoktur. Güçlü zayıfı ya yok etmeye veya etkisiz hâle getirmeye çalışır.

İnsanları birbirine bağlayan bağ ise başkalarını yutmakla beslenen ırkçılık ve menfî milliyettir. Bu da müthiş çarpışmalara sebep olur.

Çekici hizmeti, nefsin arzu ve isteklerini tahrik ve tatmin etmektir. Bu da insanı insanlıktan çıkarır.

Bu medenîlerin çoğu içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayâle gelir.3

İyilikleri zayıf kalan böyle bir medeniyet insanlığa ne verebilir ki?

Dipnotlar:

1- Tarihçe-i Hayat, s. 90.

2- Mesnevî-i Nuriye, s. 77.

3- Mektûbât, s. 458; Tarihçe-i Hayat, s. 118.

15.01.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Sarıkamış gerçeği



Sarıkamış Fâciası...

Kafkas Cephesinin Sarıkamış ve çevresindeki yüksek dağlarda Rus kuvvetleriyle savaşa hazırlanan Osmanlı ordusunda bulunan 90 bin civarındaki askerin, açlık, salgın hastalık ve dondurucu soğuklar sebebiyle, çok büyük kayıplar verdiği ve düşman birlikleriyle savaşamayacak bir duruma düştüğü anlaşıldı. (15 Ocak 1915)

Hiç muharebe dahi etmeden kırılan ve şehit düşen askerlerin mevcudu ve yekûnu hakkında, tam 93 yıldır birbirinden hayli farklı rakamlar belirtiliyor.

Yaşanan fâcia ile ilgili nakledilen muhtelif rivâyetlere bakıldığında, şehit sayısının 18 bin ile 100 bin arasında değiştiği görülüyor.

Oysa, bu rakamlar arasında âdeta uçurum kadar fark var.

Şimdiye kadar yapılan araştırmalar neticesinde tesbit edilen en sahih rakamın 36 bin olduğu anlaşılıyor. Bu ise, abartılı rakamların üçte birini teşkil ediyor.

Esasında, şehit sayısı ne olursa olsun, orada yaşananlar meselenin ehemmiyetini azaltmıyor.

Aynı hakikat, Çanakkale Savaşı için de geçerli.

Mühim olan, vakıayı olduğu gibi dosdoğru bir şekilde yansıtmaktır.

Hadise, şu veya bu gerekçeyle çarpıtıldığı takdirde, doğruluk gizleniyor; yalan-yanlış şeyler meydan almaya başlıyor.

Tarihî bir hadisenin kasıtlı bir şekilde çarpıtılması ise, doğruyu, sadece doğruyu ifade edecek olan şahidin reddi, yahut bertaraf edilmesi anlamına gelir.

Ne yazık ki, hem Sarıkamış Fâciası, hem de Çanakkale Savaşı hakkında yayılan, yahut topluma yansıtılan bilgilerin çoğu sağlıksızdır.

Bunun sebebi ise, kasıtlı yaklaşımlardır. Kasdî yaklaşımların başında ise, İttihatçılar ve özellikle Enver Paşa hakkındaki peşin hükümlü fikirler ve kanaatlerdir. Kimisi kökten hain ilân etmiş bunları, kimisi de düşmana karşı merdane şekilde çarpışan birer kahraman olarak görmüş...

Abartılı rakamların ve ifrat ile tefrit arasındaki yaklaşımların asıl sebebi budur. Oysa, dahilde çok kötü ve tarafgir bir politika izleyen İttihatçılar'ın çoğu, hariçteki düşmana karşı canla, başla çalıştı. Dönme ve masonik kesimin dışında kalanların, herhangi bir ihaneti söz konusu dahi değil.

Kaldı ki, o hengâmede düşman kuvvete taraf olurcasına İttihat-Terakki hükümetine karşı takınılan yıpratıcı bir muhalef hareketi vardı ki, bu da yine saldırgan ve istilâcı kuvvetlerin hesabına geçiyordu. Üstad Bediüzzaman tâbiriyle bunlar "sefil" takımından kimselerdi.

İşte bu sefiller, Said Halim Paşaya saldıran Venizelos'un (Yunan) ve Enver Paşanın baş düşmanı Atranik Paşanın (Ermeni çete reisi) elini güçlendiriyordu.

* * *

Bu tarihi hadise hakkında yaşanan zihnî kargaşanın bir başka sebebi ise, Enver Paşa hakkındaki tutum ve telâkkiden kaynaklanıyor.

Zira, gerek Sarıkamış ve gerekse Çanakkale hadiselerinin yaşandığı dönemde, fiilen Başkomutan mevkiinde olan kişi Enver Paşadır.

Onunla aynı yaşta ve aynı meslekte olup, hayatları boyunca rekabet halinde bulunmuş olan M. Kemal ile araları hiç iyi olmamış; dahası, ikisi daima çekişegelmişlerdir.

Bu rekabetkârane çekişme haline, hemen bütün kaynaklarda rastlamak mümkün.

İşte, bu rekabet ve çekişme sebebiyledir ki, Sarıkamış'ın bütün günahı, üstelik abartıla abartıla Enver Paşaya yüklenmeye çalışılırken, aynı hadiseden bir ay kadar sonra kazanılan Çanakkale Zaferinde ise, Enver Paşa adeta yok sayılıyor.

Halbuki, Enver Paşa her iki hadise esnasında da aynı kişidir ve aynı mevkinin, aynı yetki ve sorumluluğun sahibidir.

* * *

Sarıkamış Fâciası hakkındaki bilgi ve kanaatleri kasten saptırmanın şimdiye kadar karanlıkta bıraktığı, hatta karartmaya çalıştığı bir başka gerçek de şudur: Kış şartlarına göre yeterince hazırlanamadan cepheye giden Osmanlı askerleri, özellikle o sene çok şiddetli geçen soğuklar kırılırken, mevcut şartlara hazırlıklı şekilde gelen Rus ordusu da büyük telefat verdi. Soğuk ve karlı havaya nisbeten alışık olan Rus askerlerinden de yaklaşık 30 bin kadar insan aynı bölgede donarak öldü.

Ne var ki, bu önemli husus da çoğu zaman es geçiliyor, yahut hiç nazara verilmeden hadise hakkında ahkâm kesiliyor.

Anlaşılıyor ki, peşin hükümlü yaklaşımlar sebebiyle, Sarıkamış Fâciası hakkındaki bilgi karmaşası bir müddet daha devam edecek.

15.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Cevşen'de ve Kur'ân'da Sultan ismi



Burdur'dan Tahsin Bey:

*"Allah'ın esmâsı içinde Sultan ismi var mıdır?"

Allah'ın güzel isimleri içinde Sultan ismi vardır. Sultanlık, saltanat sahibi olmak; saltanat ise, güç, kuvvet, iktidar ve hâkimiyet demektir. Kâinat saltanatının Sahibi ve kâinatın Sultan'ı Yüce Allah'tır. Her şeyde tek galip ve üstün Cenâb-ı Hak'tır. O her şeyin Sultan'ıdır. O, Kendisi üstün ve güçlü olan; dilediğine de üstünlük, güç ve kudret Verendir.

Cevşen'de ismen geçen1 Sultan ismi, Kur'ân'a fiil türevleri ile girmiştir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: "Allah peygamberlerine dilediği kimselere karşı üstünlük ve güç (taslît) verir."2 Bir diğer âyette; "Allah dileseydi onları üzerinize taslît ederdi (musallat ederdi) de sizinle savaşırlardı."3 Diğer bir âyette: "De ki: Rabb'im! Beni dâhil edeceğin yere hoşnutluk ve esenlikle dâhil et. Çıkaracağın yerden de hoşnutluk ve esenlikle çıkar. Katından beni destekleyecek bir sultanlık (güç ve kuvvet) ver."4

Risâle-i Nur'da geçiyor ki, her yaratığın yüzüne ve herkesin cephesine öyle bir mühür vurulmuştur ki, Ezel ve Ebed Sultan'ı olan Cenâb-ı Hak'tan başka hiç kimsenin o mührü vurmasına imkân yoktur.5 Bediüzzaman'a göre, şu muhteşem kâinat, perde arkasında muhteşem bir saltanatın hükmettiğine delâlet etmektedir. Yeryüzü meydanında melekler, cinler, insanlar, hayvanlar ve şuursuz bitkiler taifesinden her birisi, muntazam bir ordu gibi Sultan-ı Ezelî'nin sonsuz şefkatiyle ve Rahmetiyle hayatlarını sürdürmektedirler. Böyle bir saltanat, elbette Kendisine lâyık raiyet istemektedir. Bütün raiyetin bu her gün dolup boşalan misafirhanede toplanmış olmaları, raiyetin bir manevra için burada bulunduklarını; bunu, Sultan-ı Ezelî'nin harika san'atlarını temaşa ettikten sonra pek fazla durmayarak gitmelerinden, ardından serginin de her dakika değişmesinden anlamak mümkündür! Bu durum gösteriyor ki, şu misafirhane, şu meydan ve şu sergilerin arkasında daimî saraylar ve sürekli meskenler, şu sergide gösterilen harika san'atların, numunelerin ve sûretlerin yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler içinde vardır. Burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırıyor, orada ücret veriyor.6 Şu bekasız misafirhanede ve şu devamsız imtihan meydanında çok geniş merhamet eserleri gösteren7; misafirlerini ve misafirhanelerini sürekli değiştiren Sultan-ı Sermedi, diğer memleketinde daimî menziller, yüksek mekânlar, sabit makamlar, baki meskenler, mukim ahali ve mesut kulları bulunduğunu binlerce sadık elçileriyle zaten haber vermiştir.8

İçinde bulunduğumuz fani âlemdeki her şeyin suretlerinin, âhiret âleminde bâkî meyveler vereceğini belirten Bedîüzzaman, Sultan-ı Ebedî'nin şu yıkılmaya meyyal menzillerde ve zevale mahkûm meydanlarda bile yüksek hikmet, geniş inayet, ulvî adalet ve büyük merhamet eserleri gösterdiğini; binaenaleyh, O Sultan-ı Sermedî'nin ebedî âhiret âleminde daimî mekânları, sabit meskenleri ve daimî ve mukim sakinlerinin bulunduğunda asla şüphe duyulmaması gerektiğini; aksi takdirde şu görünen hikmet, inayet, adalet ve merhameti de inkâr etmek lâzım geleceğini kaydeder.9

Saîd Nursî'ye göre, küçükten büyüğe bütün kâinatta, mikro plândan makro plâna bütün mevcudatta öyle eksiksiz bir intizam ve öyle muazzam bir birlik vardır ki, bu varlıkların Sânii ve Müdebbirinin, bu memleketin Sultanı ve Mürebbisinin, bu sarayın Sahibi ve Banisinin bir, tek, Vâhid ve Ehad olduğunu; misli, naziri, veziri, muini, yardımcısı, şeriki, ortağı, zıddı, aczi ve kusuru asla olmadığını göstermektedir. Evet, intizam tam bir vahdettir. Tek bir düzenleyici ister. Münakaşa getiren şirki ve ortaklığı asla kaldırmaz.10 Keza, hiçbir saltanat yoktur ki, o saltanata itaat edenlere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın. Elbette Rubûbiyet-i mutlaka mertebesinde bir saltanat-ı sermediyenin, o saltanata iman ile intisap ve itaat ile fermanlarına teslim olanlara mükâfatı ve o izzetli saltanatı küfür ve isyanla inkâr edenlere de mücazatı, o Rahmet ve Cemale, o İzzet ve Celâle lâyık bir tarzda bulunacaktır! Sultanu'd-Deyyân ismi bunu haber veriyor!11

Bediüzzaman'a göre, insanlar Sultan-ı Ezelî'nin kudretiyle yokluk karanlıklarından aydınlık varlık âlemine çıkarılan mahlûklardır. Sultan-ı Ezelî bütün mahlûklar arasından emanet-i kübrâ için biz insanları seçmiştir. İnsanlar, haşir yoluyla ebedî saadete müteveccihen hareket etmektedirler. Hazret-i Muhammed (asm) bu büyük insan kervanına Sultan-ı Ezelî'den aldığı risâlet göreviyle başkanlık etmektedir. Kur'ân-ı Azîmüşşân da, Sultan-ı Ezelî'nin Peygamber Efendimiz'e (asm) verdiği peygamberlik beratıdır.12 İnsan ise Ezelî Sultan'ının ihsanlarının san'atlı cevherleriyle süslenmekte, O'nun nazar-ı şuhûduna kendini îmânî bir şuurla arz etmektedir. Bu vazife, insanın yaratılmasına yeterli bir sebeptir.13

Dipnotlar:

1- A. Z. Gümüşhânevî, M. Ahzab, 2/232, 2- Haşr Sûresi, 59/6, 3- Nisâ Sûresi, 4/90, 4- İsrâ Sûresi, 17/80, 5- Mesnevî-i Nûriye, s. 14, 6- Sözler, s. 56, 7- Sözler, s. 80, 8- Sözler, s. 77, 82, 9- Mesnevî-i Nûriye, s. 42, 10- Şuâlar, s. 149, 11- Şuâlar, s. 192, 12- İşârâtü'l-İ'câz, s. 18, 13- Şuâlar, s. 84

15.01.2008

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Birinci Söz'e giriş -2



"Çünkü, ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum."

Bediüzzaman, neden nasihatleri önce nefsine yapıyor ve "nefsimle beraber dinle" demektedir? sorusuna cevap aramamız gerekir.

Gerçi cevap, cümlenin içinde verilmektedir. Şöyle açıklanabilir:

1- Herkesten ziyade kendi nefsini nasihate muhtaç görüyor.

2- Nefsine nasihat etmeyen, başkasına nasıl nasihat edebilir? Ettiğinde ne kadar etkili olabilir?

3- Herkesten fazla muhtaç olmak, herkesten fazla çalışmayı, gayreti ve öğrenmeyi de beraberinde getiriyor. Sürekli kendini ıslâha çalışan hummalı bir durum var. Nasihat ederken, kendine ediyor ve kendini düzeltiyor. Bunu gören, dinleyen üçüncü kişiler de bu örnek davranışa uyum gösteriyor. Gerçek eğitim böylece ortaya çıkıyor.

4- Nasihat zemininin dışına kendini çekmek, bir başkasını sorgulamak, itham etmek, emrederek nasihat etmek, bu kategoriye uymamaktadır. Çünkü söyleme öznesi kadar dinleme öznesi de önce kendisi olmak zorundadır.

5- Nasihat ihtiyacını görebilmek, yani kendinin farkında olmak var. Biri nasihat talep ettiğinde, kendisinin daha çok ihtiyacı olduğunu düşündüğünde, muhatabını da anlama imkânı doğuyor. Empati oluşuyor. Kendi nefsi üzerinden kıyas yapma fırsatını yakalıyor.

"Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim 'Sekiz sözü', biraz uzunca, nefsime demiştim."

1- Bediüzzaman'ın, ders vereceği konu; önceden bildiği, hazmettiği, hatta uzunca öğrendiği bir konudur. "Vaktiyle" hazırlanmıştır.

2- Daha önceki konu hazırlığı nefsi için olmuştur. Bir başkası için öğrenmemiştir.

3- Daha önce nefsine dediği konuyu anlatmaktadır.

4- Konularının dayanağı âyet olmuştur. Kur'ân merkezli bir konu tercihi yapmıştır.

5- Yararlandığı, istifade ettiği konuyu takdim etmektedir. Yani, sadece nefsine söylüyor olmak veya bunu iddia etmek yetmiyor. Yarar seviyesine bağlı olarak, bir anlamda nefsinde test ettiğini anlatmıştır.

"Şimdi, kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim."

Burada dikkat çeken birkaç çarpıcı noktayı nazarlara sunmak istiyorum.

1- "Şimdi" diye başlayarak, "vaktiyle" çalışılmış, öğrenilmiş ve yararlanılmış konuyu şu ana getiriyor. O anın gereklerine uygun değerlendiriyor.

2- Daha önce uzunca nefsine söylediğini, "şimdi" zaman diliminde yine nefsiyle beraber kardeşine kısaca söylüyor.

3- Kendindeki bilgi ve malûmatı, "avam lisanıyla" dile getirmektedir. Halk dilini kullanmaktadır. Anlaşılır, sade bir üslûp seçmektedir. Hikâyelerin kolay kavranıyor olması, bu iddianın delilidir.

4- Cümlede, kendine dönük bir söyleyiş var. Daha önce "nefsime demiştim" dediği konuyu, burada "nefsime diyeceğim" diyerek, konuyu işleyiş şeklini ortaya koymaktadır.

5- Dört temel yaklaşım ortaya çıkmaktadır: Durum/zaman, süre, seviye ve muhatap belirlenmektedir. Dersin metodolojisi verilmektedir. Nasihatten önce, yaklaşım ve kurallar ortaya konulmaktadır.

"Kim isterse beraber dinlesin."

Küçük Sözler Risâlesinin başında, birinci sözden önce yazılan bu paragrafın son cümlesi, böyle bitmektedir. Bunu biraz açalım:

1- İsteğe bağlı bir öğrenme açılımı vermektedir.

2- Nasihat istemeye, ders talep etmeye bir tahdit, sınırlama getirmemektedir.

3- "Kim isterse" ile dâveti genelleştirmektedir.

4- Beraber dinlemeyi yine hatırlatmaktadır. Kendisiyle beraber dinlenebileceğini belirtmektedir. Böylece dinleyici kendini yalnız hissetmeyecektir. Kendisiyle beraber olmanız, ona güven verecektir. Sonra dönüp ona ders vermeniz rahatsız etmeyecektir.

5- Açık dâvet ve ders dinleme cihetiyle her kim olursa kapısını açık bırakmaktadır.

15.01.2008

E-Posta: [email protected].




Cevher İLHAN

Skandal.



Ankara'daki gündem karmaşasında doğrularla yanlışlar karışık ve içiçe.

Cumhurbaşkanının son Amerika ziyaretinde, Beyaz Saray yetkililerinin "Bush'la baş başa PKK'ya siyasî çözümün ele alındığı" skandalına Gül'ün gösterdiği tepki bunlardan biri.

Ne var ki, Gül'ü "onaylamak" adına beraberindeki Dışişleri Bakanı Babacan'ın, Başbakan'ın "yalanlaması"na rağmen, "Gül'le değil, daha önce Erdoğan-Bush görüşmesinde bu konu ele alındı" düzeltmesi, "özrü kabahatinden büyük" bir hal aldı.

Kamuoyunda bunlar tartışıladursun, bu kez Gül'ün New York'taki Yahudi lobisi kuruluşlarını kabulünde konuşulanlar tartışma konusu oldu.

Gül'le bütün Musevî dernekleri olarak önce genel bir görüşme yaptıklarını, daha sonra da tek tek görüştüklerini anlatan kısa adı ADL olan Amerikan Yahudi kuruluşu Başkanı Abraham Foxman'ın söyledikleri, "merd-i kıptî sirkatini söyler"in garip bir tecellisi.

Türkiye'nin ABD, İsrail ve Amerika'daki Yahudi toplumuyla iyi ilişkiler sürdürdüğünü, en geç yaz aylarında Ankara ve İstanbul'a geleceklerini bildiren Foxman'ın açıklamaları, bir başka hususu gündeme getirdi.

* * *

Asıl meselenin püf noktasını oluşturan, Foxman'ın diğer çarpıcı ifâdeleri oldu. Gül'le görüşmesi sonrasında, "Biz Türkiye'nin İsrail'in dostu olduğunu bir defa daha anladık; Türkiye İsrail'in ihtiyaçlarını, endişelerini, güvenliğini anlıyor" dedi; peşinden de "Türkiye, Suriye ve İran'a yaklaştığında bizim dostumuz olarak yaklaştığını biliyoruz" diye konuştu.

Foxman'ın, Yahudi lobisini temsilen Ankara'ya duyduğu bu "güven", öteden beri AKP iktidarının Irak, İran, Suriye, Lübnan, Filistin ve bölge ülkeleriyle "ilişkileri"nin ve "arabuluculuğu"nun, "İsrail'in ihtiyaçları" ve "Amerika'daki Yahudi lobisi dostluğu" hesabına yapıldığı iddiasının açık bir başka belgesi olmakta.

Peki "İsrail'in ihtiyaçları" nedir? Ankara'daki AKP hükûmeti Foxman'ın tesbitiyle Türkiye, "dostu İsrail ve ABD"ye ne sağlıyor? Foxman'ın sözleri hangi anlama geliyor?

Bu soruların cevabı, AKP hükûmetleri döneminde Türkiye'nin Müslüman komşu ülkelere karşı "savaşa ortak ve taraf olma pahası"na ABD'nin Afganistan ve Irak işgaline verdiği destek hamûlesinde ve İsrail'le ilerletilen "savunma sanayii işbirliğinde" yatıyor.

NATO şemsiyesi altında Afganistan işgaline resmen askerî destek veren Ankara, 1 Eylül 2004 tarihli Resmî Gazete'de yayınlanan "ABD'ye ait destek hamûlesinin ithal/ihraç ve Türkiye içi nakil ve tevziine dair tebliğ"iyle altı deniz ve yedi havaalanının Amerikan gemi ve uçaklarınca kullanılmasını kararlaştırmış. Bu üsleri, ABD'ye ait gizli mahiyetteki silâh, askerî teçhizat, mühimmat, askerî personel ile sivil unsurlarla her türlü savaş malzemesinin ithal, ihraç ve bunların ülke içi nakil ve dağıtımına açmış.

Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün Mart 2006'da Amerika'da Los Angeles World Affairs Council'de düzenlenen bir konferansta, 1 Mart tezkeresini nasıl telâfî ettiklerine Amerikalıları iknaya çalışırken, Türk - ABD askerî stratejik ortaklığının bütün boyutları kapsadığını, savunma sanayii işbirliğinin 13 milyar dolara ulaştığını belirttikten sora, "ABD İncirlik'i kullandı ve buradan 4990 sorti gerçekleştirdi. Irak'a asker gönderilmesi için parlamento kararı çıkarıldı. Bakanlararası ilişkiler ve askerî personel ilişkileri en üst düzeyinde" demesi, bunun açık bir ikrarı.

Keza Enerji Bakanı Hilmi Güler'in, Amerika ile bir "partner" olarak enerji projelerinde işbirliği için mutâbakata vardıklarını ve Irak petrollerini ABD ile ortak işleteceklerini, Irak'ın diğer işgal ve savaş ortağı İngiltere'nin de buna katılacağını belirtmesi, Başbakan'ın "BOP'un eşbaşkanlığı"yla "ABD dostluğu" ve "stratejik müttefikliği"nin son delili.

* * *

Ankara, Annapolis öncesinde "Ankara forumu" ile Bush'un "Ortadoğu plânı"na tam destek verdi. İsrail'in yüzyıllarca Osmanlı idaresinde kalan komşu Suriye'yi bombalayıp yakıt tanklarını Türkiye topraklarına atmasına Dışişleri bir "nota" dahi vermedi..

Yine âlây-ı vâlâ ile ilân edilen son "barış süreci"nde dahi İsrail'in hergün Gazze'yi bombalayıp Filistinlileri katletmesine Ankara ses çıkarmadı.

Bütün bunlar bir yana. Bir tek, Ankara'ya gelen şimdiki İsrail Başbakanı Ehud Olmert'le imzalanıp 15 Temmuz 2004'deki Resmî Gazete'de yayınlanan Bakanlar Kurulu kararıyla, GAP'ı, KOP'u (Konya Ovası Sulama Projesi) ve Tuz Gölünü içine alan, tarımdan tohumculuğa, sulamadan hayvancılığa, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerinden pazarlama ve danışmanlığa kadar oldukça geniş bir alanı kapsayan işbirliği ve ticaretin geliştirilmesine dair "Türkiye - İsrail II. mutâbakat zaptı", Foxman'ın "dostluk" iddiasına yetiyor.

Ve buna, İsrail'in işgal edip "başkent" saydığı Kudüs'te 5-7 Mart 2007'de imzalanan "Türkiye-İsrail III. mutâbakat zaptı" ekleniyor. Ankara'nın savunma sanayiin yanısıra ticarî ve ekonomik işbirliğini daha da derinleştirmesi, Yahudi lobisini cür'etlendiriyor.

Demek, Foxman'ın sözünü ettiği, Ankara'nın "İsrail'in ihtiyaçları endişeleri ve güvenliğini anladığı"nın anlamı bu.

Amerika'daki Yahudi kuruluşların yoğun ilgisi, Ankara'nın kara kaşı ve kara gözü için değil. Türkiye'nin "İsrail ve Yahudi lobisinin dostu' olarak Suriye ve İran'a yaklaşması"ndan.

Asıl skandal bu.

15.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri