Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şükrü BULUT

Yeni Asya olmadan olur mu?



Yeni Asya olmadan olur mu? Bediüzzaman Hazretlerinin Risâle-i Nur Medreselerini tesis tarihçesini lâhika mektuplarında takip edenler, 1950'den itibaren evlâd-ı manevîyeleri olarak onu gölge gibi izleyenler, cemaatin tesanüdü, şahs-ı manevînin devamı ve her gün medya lisanıyla insaniyete, İslâmiyete, semavî dinlere ve Risâle-i Nur’a hücum eden emansız ve amansız düşmanlara karşı, Nur’un o güne ve o zamana ait sesini, yorumunu ve dalgalanışını ifade ve ilân edecek bir gazete olmaksızın olamayacağını anladıklarından Yeni Asya’yı çıkarma kararı almışlardır. Yeni Asya’nın neşir icazetinin altında Bediüzzaman Hazretlerinin tüm talebelerinin imzasının olması, onun yalnızca Kur’ân’ı ve Kur’ân’ın zamanımıza yansıyan tefsirinin mânâsını neşirle vazifeli olduğunu gösterir. Java’dan Toronto’ya kadar Kur’ân aleyhine yapılacak taarruzlara cevap ve Efendiler Efendisinin getirdiği İslâmiyeti sünnet-i seniyyesiyle birlikte ihya ve tebliğ için çıktığını, bu güne kadarki hayatıyla Yeni Asya ispat etmiştir.

Pek çok ehl-i iman her sabah gözlerini Yeni Asya’ya çevirir. Bediüzzaman’ın o günkü yorumunu merak ederler. Bediüzzaman’ın hadiselere yorumunu Yeni Asya’dan daha samimi, dünyevî menfaat beklemeden doğruca ve asliyetine sadık kalarak, Risâle-i Nura hüve hüvesine bağlı, hiçbir fırtına önünde eğilmeden ve küresel cereyanlara Risâle-i Nur’dan alacağı kuvvetle karşı koyarak yapacak ikinci bir gazete olsaydı, onu da en az Yeni Asya kadar kucaklarlardı, Nur Talebeleri…

Yeni Asya, Üstadı gibi gariptir. Düşmanları onu güya küçümserken, bir takım dostları da dünya nimetlerinden mahrum olmamak için onunla aynı karede görünmekten hazer ediyorlar. Birçok dehşetli cephede mücadelesi, ahirzamandaki dehşetli tahripkâr şahsın karşısında, boyu o dehşetli şahsın atının üzengisine bile kavuşamayan Hz. İsa'nın (a.s) mücadelesini tedavî ettiriyor, kanaatindeyiz.

Bediüzzaman Hazretleri talebelerini “dünyevîleşme” cihetinden sökün edecek imtihanlara karşı şiddetle uyarıyor. Pratiğini hayatıyla ortaya koyduğu “dini dünyaya tercih” düsturunu lâhika mektuplarıyla her gün neşrediyor. Vefatından önceki son dersinin dibacesine de mualla bir vasiyet olarak koyuyor. Kolay değil. Bu yönüyle Bediüzzaman’ın takipçisi olmak hakikaten zor. Osman Yüksel’in tabiriyle yaşadığı dört devrin zelzeleleri arasında, imanı, şehameti, takvası ve celâdetiyle ayakta kalabilen Said Nursî’nin zamanımıza göre en mühim bir düsturu da “nastan İstiğna”, insanların minnetine müsaade etmeme düsturudur. Yeni Asya’nın okuyucusu Risâleye talebe olduğundan, Yeni Asya’nın da başka şansı olmamıştır.

Sultan Abdülhamid’in altın kesesini, Mısır Hidivi’nin yalı, konak ve emvalini, M. Kemal’in meşhur cazip tekliflerini, İsmet Paşa hükümetinin rüşvetlerini ve hatta kendisini canlarından da fazla seven talebelerinin aldıkları otomobili reddeden bir Bediüzzaman’ın talebeleri, haricî ve dahilî münafıklarca kendilerine uzatılan makam ve mansıpları, ihaleleri, mebusluk ve bakanlıkları, şan ve şöhretleri dâvâları için reddederken, tıpkı Üstadları gibi lisan-ı halleriyle şu mısraları terennüm ederler:

Maülhayatî bizilletî kecehennem.

Ve cehennemu bil-izzî fahr u menzilî

Antere’nin bu dörtlüğünü Türkçemizde ifade eden Dadaloğlu’nun:

Geçme namert köprüsünden

Koy sel aparsın seni.

Yatma tilki gölgesinde

Koy aslan yesin seni.

dörtlüğünü Yeni Asya yaşayarak geldi.

Risâle-i Nur denilen üniversitenin altıbin küsür sayfalık Kur’ânî ders notları vardır. Bir cümlesi bazen seleflerinin bir kitabını ihtiva eden bu eseri ihata mümkün değildir. Nur talebeleri, istidat ve kabiliyetlerine göre geceli-gündüzlü bu eserleri mütalâa ederler. İstidatları o kadar inkişaf eder ki, bazıları bilgide, bazıları kalp âleminde, bazıları takvada, bazıları hitabet ve diğer sahalarda deha derecesine çıkarlar. İşte bu dehaların istikamet üzere, şahs-ı manevî içinde, hem Nurlardan istifadelerini ve hem de başkalarının bunlardan istifadesini Yeni Asya sağlar. Dahilî ve haricî saiklerin bu istidatları yaban çöllerine ve suristana uçurmalarına engel olur.

Risâle-i Nurun orijinalinin muhafazası kadar, Bediüzzaman’ın talebeleriyle yaşadığı Isparta, İnebolu, Kastamonu, Denizli, Ankara ve İstanbul Risâle-i Nur medreselerinin aslî hüviyetlerini koruma vazifelerini de Yeni Asya yüklene geldi. Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebini hem Batıdan hücum eden dinsiz felsefenin sihirlerinden ve hem de Doğudan müdahale eden geleneksel hastalıklardan muhafazaya çalıştı. Efkâr-ı ammeye Bediüzzaman’ın Kur’ânî mesajını her gün duyuracak, âlem-i İslâm’ı teyakkuz ve ümide sevk edecek ve iman ve küfür mücahedesinin cephelerinden her sabah bize müjdeli haberler getirecek Yeni Asya’ya ihtiyacımızın elbette ki farkındayız. Nur Talebeleri Yeni Asya’sız yapamazlar…

25.02.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ateşe karşı



Hiçbir insan göz göre göre kendini ateşe atmak istemez. Ama ne gariptir ki Cehennem ateşine atmaktan çekinmez.

Niçin?

Günahların, haramların sonucunun ateş olduğunu bilmez mi? Tevbe edip dönüş yapmadığı müddetçe bu yanlışlıkların onu Cehennem ateşine götüreceğinden haberi yok mudur?

Bilir, haberi vardır. Ama öylesine gaflet sarmıştır ki âdetâ göz göre göre ateşe atar kendini.

Veya imanı o kadar zayıftır ki umursamaz. Bu ise gafletin daha büyüğüdür. “Şu yolda teröristler var. Kuş uçurtmuyor, tuttuklarını kurşuna diziyorlar” denilse kimse o yoldan gitmez. Bu nasıl bir gaflettir ki, en doğru sözlü Allah ve Resûlü (a.s.m.) haramların ve isyanların insanı ateşe götüreceğini bildirdikleri halde delicesine kendini ateşe atmaktadır.

Resûl-i Ekrem (a.s.m.) “Yarım hurma tanesiyle de olsa ateşten korunun” buyurarak ateşe karşı tedbir almamızı öğütlüyor.

Hiçbir iyilik küçümsenmemeli. Bazan bizim küçük gördüğümüz bir iyilik ihtiyaç sahibinin o kadar işine yarar ki, makbul duâsını kabule vesile ve ateşe karşı set olur.

Evet, sadakalar, iyilikler ateşe karşı birer settir. İnsan birşeyler vererek mutlaka ateşten korunmalıdır. Ya verecek birşey bulamazsa ne yapacaktır? Sahabe de merak etmiş bunu. Sormuşlar: “Verecek bir sadaka bulamazsa?”

“Çalışır hem kendi istifade eder, hem de başkalarına verir.”

“Ya onu da yapamazsa?”

“Sıkıntıya düşmüş birine yardım eder.”

“Onu da yapamazsa?”

“İyiliği emreder.”

“Onu da yapamazsa?”

“Kötülükten uzaklaşır.”

Demek sadaka illâ maddeten olmuyor. Herkes gücü ölçüsünde maddeten veya manen ne yapabiliyorsa onu yapmalı.

Bunlar bizim asıl sermayelerimiz aynı zamanda, mal ve evlâtların dünya hayatının süsü olduğunu bildiren Rabbimiz, “Baki kalan salih işler ise, Rabbinin katında sevapça daha hayırlıdır, ümit bağlamaya da daha lâyıktır”1 buyuruyor. Şu iki âyet-I kerime de hep orası için hazırlık yapmaya teşvik ediyor bizleri.

“ Ey iman edenler, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakının. Herkes yarın için ne yaptığına baksın. Allahtan korkun. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” 2

“Namazı dos doğru kılın ve zekâtı verin. Kendiniz için ne hayır işlerseniz, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı hakkıyla görür.”3

Demek maddeten ve manen yapılan iyilikler ateşe karşı birer kalkandır.

Dipnotlar:

1. Kehf Sûresi : 46.

2. Haşir Sûresi: 18.

3. Bakara Sûresi : 110.

25.02.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Unutma sevgili; korkarım zehirli



Adnan Menderes ve dâvâ arkadaşlarının yürek yakan dramlarını ekrana yansıtarak şöhrete kavuşan (reyting rekoru kıran) tv dizisi "Hatırla Sevgili", özellikle son bölümlerde makas değiştirerek bambaşka bir mânâ ve mahiyete bürünmeye başladı.

Meselâ, kànun ve hukuk dışı her yola başvuran, her türlü eylemi mübah gören, banka soyan, insanları rehin alan, mevcut nizamı silâh zoruyla yıkarak komünist bir rejim kurma uğrunda sivil, asker, polis demeden her mâsumun canına kıymayı marifet bilen bir terörist grup, neredeyse alkışlanacak kahramanlar olarak lanse ediliyor. (Bu arada, DP ve AP gibi demokratlara yapılan onca hakaret ve aşağılamalar da, işin cabası.)

Keza, ilk bölümlerde, intihara sevk edecek kadar son derece ayıp ve günah gösterilen "evlilik dışı hamilelikler", son bölümlerde ise, sıradanlaştırılmaya, gayet mâsum bir durum gibi gösterilmeye, hatta ölüm ve işkence kokan hapishanede bu iğrenç günâh, adeta avantaja döndürülmeye lâyık bir başarı gibi gösterilmeye başlandı. Hatta, kutlaması bile yapıldı.

Anlaşılıyor ki, gayet derecede zehirli olan bir günâhkârlık hali, insanlarımıza ürkütmeden, çaktırmadan, alıştıra alıştıra ve dahi sindirile sindirile enjekte edilmeye çalışılıyor.

Evet, hapishanedeki işkenceler, elbette ki insanlık dışı bir muameledir. Ancak, unutulmasın ki, gayet mâsum ve neredeyse yüzde yüz haklı gibi gösterilen o teröristler ve onların takipçisi olan devrimciler, sayısız insanın kanına girmiş, canını yakmış, malına zarar vermiştir.

Keza, Müslüman Türk toplumunda, gayrı müslimle evlilik gibi, evlilik dışı hamilelik durumu da, dizide yansıtıldığı gibi değildir, asla değildir.

Ha, denilse ki, bu diziyi yapanlar ve yönlendirenlerin en etkili kişileri gayrı müslim olduğu için bu iş böyle oluyor, dönüyor, bitiyor; buna karşı da elbette diyecek sözümüz vardır. Ancak, ilgililer tarafından bu yönde henüz herhangi bir açıklama yapılmadan, bizim herhangi bir iddiada, yahut bir ithamda bulunmamız söz konusu olamaz.

Şayet, bir açıklamada bulunacak olurlarsa, biz de onu esas alarak yeni bir değerlendirme yapmaya çalışırız. Yalnız şunu rica ediyoruz ki, sakın ha "Biz, yaşanmış gerçekleri olduğu gibi yansıtıyoruz" demesinler. Böylesi yalan–yanlış bir beyanda bulunmasınlar.

Son nokta: Bizim şahıslar bazında hiç kimseyle bir meselemiz yok; meselemiz, topluma yansıtılan fikriyat ve neşriyat iledir.

Tarihin Yorumu 25 Şubat 1954

Mısır'da "Nasırcılık" dönemi

Mısır'da iki sene kadar önce (1952) bir darbe sonucu işbaşına gelen General M. Necib, aynı ekipten arkadaşı Nasır'ın organize ettiği bir başka darbe ile yönetimden uzaklaştırıldı.

Darbe sonrasında (önce başbakan, ardından cumhurbaşkanı olarak) yönetimin başına geçen Cemal Abdünnasır, ölüm tarihi olan 1970 senesine kadar bu makamda kaldı.

Bu 16 senelik süre zarfında başta "Müslüman Kardeşler" olmak üzere siyasî muhaliflerine kan kusturan Nasır, Mısır'ı tam bir "sosyalist dikta" rejimi ile yönetmeye çalıştı.

Biraz Arap milliyetçiliği, biraz sosyalistlik, biraz komitacılık, biraz diktacılıktan ibaret olan bu Nasırcılık hareketi, yönetim tarzı olarak tam bir "arabesk"e bürünmüş oldu.

Gelişmelerin seyri

Süveyş Kanalı'nın hizmete geçtiği 1869'dan sonra Mısır üzerindeki emelleri artan ve iştahı kabaran İngiltere hükümeti, her fırsattan istifade ile bu güzelim coğrafyaya nüfuz etmeye çalıştı.

Bölgeye kademeli olarak takviye birlikleri gönderen İngiltere, 1882'de Mısır'ı işgal etti. Birinci Dünya Savaşının başladığı sene ise, burayı sömürge bir ülke haline getirdi.

Türkiye ile kaderi benzeşen Mısır, İngilizlere karşı başlatmış olduğu bağımsızlık savaşını 1922'de—kısmen de olsa— başardı. I. Fuad Mısır kralı oldu.

1928'de, Hasan el–Bennâ tarafından "Müslüman Kardeşler Teşkilâtı" kuruldu. (Bu zat, 1949'da düzenlenen bir sûikast sonucu şehid edildi. 1966'da da teşkilâtın mühim bir diğer şahsiyeti olan Seyyid Kutup idam edildi.)

Kral Fuad'ın 1936'da vefat etmesi üzerine, yerine oğlu Faruk geçti.

1949'da, bizdeki İttihatçı Komitesine benzer bir komite kuruldu. İsmi "Hür Subaylar Hareketi Komitesi."

İşte, bu komitenin tertibi ile, Ocak 1952'de Kahire'de pekçok insanın ölümüne yol açan İngiliz aleyhtarı gösteriler yapıldı.

Gösterilerin şiddetlenmesi üzerine, Kral Faruk tahttan çekilerek yerine oğlunu getirtmek istediyse de, buna muvaffak olamadı.

Hür Subaylar, daha baskın davrandı ve kraliyet sistemine son vererek, idareyi ele geçirdi. Hemen ardından cumhuriyet ilân edildi.

Aradan henüz iki yıllık bir süre geçmemişti ki, darbe üstüne bir darbe daha yapıldı ve Mısır'da uzun yıllar sürecek bir "Nasırcılık" dönemi başlamış oldu.

Mısır, sözde cumhuriyet olmuştu; ancak, krallıktan beter bir diktatörlükle idare ediliyordu.

Ne yazık ki, bu dikta alışkanlığı hâlen de sona ermiş değil. Zira, aradan elli küsûrluk bir zaman dilimi geçmiş olmasına rağmen, seçimler hiçbir dönemde hür ve tam demokratik bir vasatta yapılabilmiş değil.

Dileriz, mukadderatı Türkiye ile çok yönlü benzeşen kardeş Mısır ülkesi, tez zamanda tam demokratik bir cumhuriyete dönüşme şansını elde eder.

25.02.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Onuncu Söz'de haşir



Ahmet Bey:

*“Onuncu Söz’ün On Birinci Hakîkatında belirtilen; insanın, mahlûkatın tarz-ı tesbîhât ve ibadetine müdahalesi ne demektir?”

Bilindiği gibi Onuncu Söz, Haşr’e dairdir. Haşir; yediden yetmişe, kadın-erkek, beyaz-siyah, mü’min- kâfir ayırt etmeksizin bütün insanları çok yakından, tâ can damarından ilgilendiren bir Ebediyet bâdiresidir. En çetin hesap, en girift sorgulama, en ince muhasebe, en âdil muhakeme oradadır! Günahkârlar için rahmetten yana tercih kullanan şefaat-i Resul (asm) oradadır! Allah’ın adaleti, hâkimiyeti, mağfireti ve merhameti orada kâmilen tecelli edecek; Peygamber Efendimiz’in (asm) şefaati-–inşaallah—orada vaki olacak; insanların ebediyet yolculuklarına nerede devam edecekleri-–dünyevî amellerine göre—orada belli olacaktır.

Bu insan ne talihsizdir ki, böyle bir çetin muhakemenin vukuuna inanıp inanmamayı sadece “tartışmakla” bir ömür tüketiyor! Oysa aslında Kur’ân’a ve Kur’ân Peygamberine (asm) itimatsızlığın faturasını çok ağır ödüyor! Çünkü yarın, haşir hakîkatına başını vurunca her şey geçmiş oluyor. Halbuki Kur’ân ne kadar açık bir habercidir! Resûlullah (asm) ne kadar net bir uyarıcı ve müjdecidir!

Bediüzzaman Hazretleri, Haşrin vukuunu iki kere iki dört eder derecede ispat ettiği ve Mahkeme-i Kübra için On İki basamaklı burhan gösterdiği Onuncu Söz’ü, yalnızca bir tek âyetin tefsiri olarak kaleme alır. Âyet, Rum Sûresi 50. âyetidir ve meali şudur: “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine. Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir!” Âyet, ehl-i aklı, ehl-i fikri, ehl-i tefekkürü, ehl-i şuuru düşünmeye ve akıl yürütmeye dâvet ediyor. Her kışta ölen yeryüzü canlılarının, her baharda nasıl diriltildiğini ısrarla nazara veren Kur’ân âyeti, bunu yapan Kudret için insanları diriltmenin hiç de zor olmayacağını, insanların dirilmeye daha lâyık bulunduklarını kaydediyor.

Fakat esefle görüyoruz ki, en çok akıllarına güvenen felsefeciler de dâhil ulema, ekseriyetle bu konuda akıl yürütmekten kaçınmışlar; haşrin bir nakil meselesi olduğu, aklın bu yolda yürüyemeyeceği ve sadece iman etmekle iktifa edilmesi gerektiği kanaatini izhar etmişlerdir.1 Oysa sormak lâzım: Kur’ân, “Allah, ölüleri nasıl diriltiyor; rahmet eserlerine bir bakınız!”2 Âyetiyle, öldükten sonraki dirilişi “anlamayı” akıldan neden istiyor? Demek, “bu bir nakil meselesidir” diyerek “taklidî imana” razı olmak, Kur’ân’ın akıldan ve kalpten istediği şeyi anlamamak demektir! Sırtını ilk çağ Hıristiyan felsefesine dayayarak, maddenin ezelî olup olmadığı, Allah’ın cüz’iyâtı bilip bilmediği, Allah’a sıfat izafe etmenin caiz olup olmadığı gibi, kahir ekseriyeti hiç ilgilendirmeyen nazarî meseleleri tartışanların; “Haşir” gibi herkesi çok yakından alâkadar eden ehemmiyetli bir meseleyi nakle havale ederek yetinmeleri ve haşrin vukuunu “akıl” gündemine almamaları ne kadar garip değil mi?

İşte Risâle-i Nur, bin yıllık bir boşluğu doldurarak, Onuncu Söz’le Kur’ân’ın bu âyetine cevap vermekte; Öldükten Sonra Dirilmek, Haşir ve Mahkeme-i Kübra konularında Kur’ân’ın işaret ettiği veçhile, aklın ve kalbin de kavraması gereken ipuçları, deliller, burhanlar ve hakîkatlar olduğunu dünyaya ilân ve ispat etmektedir. Onuncu Söz; On İki Suret ve On İki Hakikat ile dünyadan kabre, kabirden dirilişe, dirilişten Haşir Meydanına ve Mahkeme-i Kübra’ya, oradan da Cennet ve Cehenneme giden virajlı ve düz yolları akıl, mantık, idrak ve şuur sahiplerine çok net biçimde ispat etmektedir.

Bu ispattan sonra, Haşir Müellifi der ki: “Eğer, haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi, kat’î bir surette anlamak istersen; haşre dair “Onuncu Söz” ile “Yirmi Dokuzuncu Söz”e dikkat ile bak; gör! Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok!”3

Onuncu Söz’ün On Birinci hakîkatı, “İnsaniyet bâb”ı ve “Hak” isminin cilvesidir. Her ismin ism-i azamlık mertebesine mazhar bir ahsen-i takvimde yaratılan, yer ile gökler ve dağların yüklenmekten çekindiği Emanet-i Kübrâyı uhdesine alan, yeryüzündeki bütün bitkiler ve hayvanların düzen ve tanzimleri hakkında söz sahibi olan ve onların tesbîhat tarzlarına ve ibadetlerine müdahale eden, meleklere tercih edilerek hilâfet rütbesini giyen insana, saadet-i ebediyenin verilmemesinin hiçbir şekilde kabil ve mümkün olmadığını4 ispat ediyor. Burada geçen müdâhale ile; insanın, hilâfet rütbesi gereği, sâir mahlûkât üzerindeki tasarruf yetkisi vurgulanmıştır. Yani ekseriyetle insan nerede isterse, bitki ve hayvan orada sergisini açmakta, orada zikrine devam etmektedir.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 89,

2- Rûm Sûresi, 30/50,

3- Sözler, s. 106,

4- Sözler, s. 83, 84.

25.02.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

39. yıl mesajları



39. hizmet yılımıza girişimiz vesilesiyle çeşitli kuruluşlardan bize ulaşan kutlama mesajları ile okurlarımızın verdikleri tebrik ilânları geçtiğimiz günlerde gazetemizde yayınlandı.

Takip eden günlerde aldığımız mesajları da bu köşede okurlarımızla paylaşırken, 39. yıl sevincimizde bizimle ortak olan bütün okuyucu ve dostlarımıza tekrar teşekkürlerimizi sunuyoruz.

***

Kahraman Alpak: Risale-i Nur’u yeni yeni tanıyordum. TRT reklamlarında “Risale-i Nur Külliyatı Yeni Asya’dan herkese bedava” anonsunu duyunca Yeni Asya’yı aramaya başladım. Bedava’ya takılmıştım. Daha sonra gazeteye abone oldum. Okuduğum hiçbir yazıyı diğerine tercih edemiyor, gazeteyi bütün olarak saklıyordum.

Şırnak-Cizre’de er olarak askerlik yaptığım karakolda gazeteye abone olmuştum. Hatta komutanım gazeteyi görünce “Sen de mi bunlardansın?” deyince cevabım gecikmemişti. “Evet, komutanım, özellikle Lâhika sayfası nöbetime daha huzurlu gitmemi sağlıyor” deyince “Biz de Müslümanız” demişti.

Aynı kaynaktan beslenmenin verdiği heyecanla gazetecilik mutfağına arada bir girsem de, esas itibarıyla okuyucu olarak gazetemden çok istifade ediyor, hangi meslek grubunda olursak olalım, birey olarak herkesin olaylara Yeni Asya’nın gözüyle bakmasını arzu ediyorum.

Gerçek’ten ya da gerçeklerden haber veren, Hakkın hatırını hiçbir şeye değişmeyen Yeni Asya’yı okuyucuları aynı heyecanla her gün bekleyecek. Yeni Asya ailesine çalışmalarında başarılar dilerim.

***

Atilla Palangalı (DP Kütahya İl Başkanı): Yeni Asya gazetesinin 39. kuruluş yıldönümünü Kütahya teşkilâtları adına kutlarım. Dünden bugüne demokrat misyonun her zaman yanında olan Yeni Asya ailesinin verdiği feyizden yararlanmaktayız. Bundan sonra da Yeni Asya gazetesinin geniş kitlelere ulaşmasını diler, en içten samimî dileklerimle başarılara ulaşmanızı temennî ederim.

***

Salih Aytemur: Kurulduğu günden beri doğru, isabetli yayınlarıyla şaşırtmayan, deniz feneri gibi yol gösteren, istikrarlı, ülkemizin ve milletimizin menfaatlerini her zaman herşeyin üstünde tutan, 21 yıldır takip ettiğim Yeni Asya gazetesinin 39. yıldönümünü en güzel duygularla kutlar, nice 39. yıllar dileğiyle tüm Yeni Asya çalışanlarına bizlere böylesi bir gazeteyi ulaştırmak için verdikleri emekten dolayı en kalbî şükranlarımı sunar, hepsini tebrik ederim.

***

M. Veysi Durmaz: Hakikatin savunucusu gazetemiz Yeni Asya’nın 39. yılını tebrik ederim. Aynı doğrultuda, Risale-i Nur çizgisinde devam diyoruz. Allah muvaffak etsin.

***

Emin Adsaz: Yeni Asya’nın 39. yılını tebrik eder, Kur’ân’a, imana ve İslâma olan hizmetlerinin artarak devam etmesini dilerim.

***

Nurgül Seçgin: Gözümüzün nuru gazetemizin 39. hizmet yılını tebrik eder, başarılarınızın devamını dilerim. Rabbim hizmetinizi daim eylesin inşaallah..

***

M. Said Çakır: 38 yıldır medyada `Hakkın hatırı âlîdir, hiçbir hatıra feda edilmez’ düsturunu destanlaştıran Yeni Asya’nın kıymetli yazar ve okurlarını tebrik ediyor, kıyamete kadar sürecek olan mücadelesinde, Rıza-yı İlâhîden baska maksat edinmemesini niyaz ediyorum.

***

Eğitim Merkezi 8. dönem öğrencileri: Gazetemizin 39. yılının hayırlara vesile olmasını dileriz. Allah hizmetinize, kaleminize kuvvet versin. Dualarımız sizinle.

25.02.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

İlim adamı dediğin



İnsanlara bir şeyler öğretmek, körpe dimağları ilim aydınlığıyla aydınlatmak görevi, ifade edilmesi mümkün olmayan huzur verici bir görevdir. Yıllarca bu görevi liselerde ve üniversitede yapmış biri olarak ifade etmek istiyorum ki, dünya hayatının en güzel ve yüce görevi insanları cehalet bataklığından kurtarma görevidir. Çünkü insanlar bu dünyada her an yeni şeyler öğrenmek üzere programlanmışlardır. Bu sebeple Allah’ın yüce Resûlü Peygamber Efendimiz (asm) “Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz” mânâsındaki hadisiyle, insanların hayatlarının sonuna kadar ilim tahsil etmeleri gerektiğini ifade buyurmuştur.

Bir şeyler öğretmenin ehemmiyetini dile getirmek isteyen Hz. Ali de (ra) “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” demiştir. Anlaşılıyor ki İslâm dini ilim öğrenmenin ve öğretmenin ehemmiyetini her zaman müntesiplerine vaaz etmiştir. Bundan dolayı da tarihin her döneminde İslâm toplumlarında ilim sahibi insanlara değer verilmiş, ilim öğrenmek, Resûlullah’ın ifadesinde anlamını bulduğu gibi, bütün mü’minlere farz olduğu kabul edilmiştir. Bu anlayışın sonucunda İslâm ülkeleri tarih boyunca ilim yuvaları olan medreselerle adeta bezenmiştir.

İslâm’ın yüce hakikatlerinin Müslüman toplumlarda etkili olduğu dönemlerde ilimlerdeki ilerlemeler devam etmiş, bu ilmin aydınlığından sadece Müslümanlar değil dünyanın hemen bütün insanları faydalanmışlardır. Ancak ne yazık ki, İslâm dininin insanı insan eden hakikatleri ilgi göremez hale geldiği zamanlarda da eğitim kurumları görevlerini yapamaz hale gelmiş ve arzulanan ilmî vasatlardan da uzaklaşılmıştır.

Bu çerçevede günümüze baktığımızda, ilim diye bildiğimiz o yüce değerin inançsız insanların elinde ne hâle geldiğini içimiz adeta burkularak görmekteyiz. İdeolojik yaklaşımların ilim yuvalarını fesat ortamı haline getirdiği zamanımızda, ne yazık ki o bilim adamı denilen insanların bir kısmının, insanlık camiasının arzu ettiği saygıdeğer ilim adamlarından olmadığını açık bir şekilde görebilmekteyiz.

Gerçekten ilmin aydınlığından anlamış ve bu aydınlığı topluma mal etmenin önemini kavramış bir insan çıkıp da, inançlarından dolayı başını örten kız öğrencilere karşı çıkmayı hayatının en önemli meselesi haline getirebilir mi? Dünyadaki ilmî gelişmelere ayak uydurmakla ve ilim dünyasına yeni katkılar sağlamakla meşgul olması gereken profesör ve doçent unvanlı bilim adamları bilimi bir tarafa bırakıp öğrencilerinin kılık ve kıyafetine savaş açabilir mi? Daha da korkuncu “Hoca” diye bilinen o koca insanlar, öğrencisi kendi istediği gibi giyinmediği ve kendisi gibi düşünmediği için onlara kırık not verebilir mi?

İlmin “i”sini veya bilimin “b”sini kavramış bir insan bu tür alçalmalara düşemez. Bu kadar alçalmalar da ilim adamı vasfına haiz olamaz şüphesiz. On bir yıl üniversitede hocalık yapmış, ancak ilimden başka her türlü filmlerle uğraşan ve üniversiteyi tek zihniyetli insan yetiştirme zorbalığına âlet eden o zavallı insanların hışmına uğramış biri olarak utanıyorum. Üniversiteli olma erdemini ayaklar altına alan düşünce fukaralarından dolayı kahr olmaktan kendimi alamıyorum. Yazık ki ne yazık...

Meydana gelen, insan onurunu zedeleyici gelişmelerden bir daha anlıyoruz ki inanç fukarası insanların topluma kayda değer bir faydası olmadığı gibi, telâfisi zor zararları olmaktadır. Eğitimcilik yıllarımızda inancımızdan aldığımız terbiyeyle bütün öğrencilerimize faydalı olmaya çalışır, özellikle de düşüncesi bizimkinden farklı olanlara daha fazla ilgi göstermeye çalışırdık. Çok şükür hiçbir zaman notu silâh kullanma zilletine düşmedik. Devamlı öğrencilerimizi doğru düşüncelere yönlendirmeye çalışır, “aynı düşüncede olmayanların birbirlerine karşı müsamaha ile yaklaşması gerektiği” terbiyesini kazandırmaya çalışırdık. Bu sebepten dolayı ki sefih bir hayatı ilim adamları için gerekli gören deni bir kısım görevlilerin hışmına uğradık. Mağdur edildik, ama hiçbir zaman ruhumuzu, kalbimizi zalimlere ezdirmedik, beş paraya değmeyenlerin zulümlerine ve alçalışlarına âlet olmadık çok şükür. İşte o zihniyetteki “bilim” adamları bugün kız öğrencilerin başörtüsü serbestisini protesto etmek için hepsi bir ağızdan “Türkiye laiktir, laik kalacak” diye slogan atıyor... Yazıklar olsun, medenîler gibi ikna yolunu seçmeyip, söz anlamayan vahşiler gibi kaba kuvvete baş vuran bilim yobazlarına...

25.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Denklem tersine döndü



The Guardian benzeri gazetelerin yazdığı gibi, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine ve Kürt bölgesine PKK unsurlarını sıcak takip için karadan dalış yapmasıyla birlikte 2003 yılından beri oluşmakta olan statüko kırıldı ve kısmen 2003 öncesine dönüldü. En azından Türkiye açısından. Bu denklemde, Saddam’ın yerini Barzani ve Talabani gibi bölgesel Kürt liderleri değil de ABD aldı. Böylece bir kez daha bölgesel Kürt yönetiminin korktuğu şey başına geldi.

5 Kasım 2007’ye kadar Türkiye, Kandil ve bölgedeki PKK varlığına karşı mücadele edilmesini ve eylemcilerin Türkiye’ye teslimini ve en azından kendilerine harekât izni verilmesini istiyordu. Bölgesel Kürt yönetimi buna karşı çıkıyor ve ABD ile ilişkilerini kullanarak bu girişime engel oluyordu. Bir de 1 Mart tezkeresinin intikamı için Amerikalılar Türkiye’nin yıpranmasını istiyorlardı. Ama bu bağlamda kendileri de yapranıyorlardı. Bununla birlikte, ABD’nin bölgedeki gücü giderek zayıflıyordu. İlişkileri tek seçenek üzerinden yani Kürtler üzerinden götürmek de Amerikan çıkarlarını baltalamaya ve Kürt ağırlığı ABD için yük olmaya başladı. Dolayısıyla denklem bu zorlama ve tazyike dayanamadı.

Geçmişte PKK konusunda Türkiye ABD’ye iltimasta bulunurken şimdi de Barzani Bush’a yalvararak Türkleri bölge dışında tutmasını istiyor. Demek ki denklem ters döndü. Ve bölgesel Kürtlerin Türkiye’ye ve bölgeye yönelik politikaları asla tutarlı değil. İlk başlarda Türkiye’nin bölgeye yönelik operasyonlarının gerekçelerini bertaraf etmek için bölgelerinde PKK unsurlarının bulunmadığını söylüyorlardı. İkinci kademede, yabancı basın onlarla mülâkat yapınca ve mızrak çuvala sığmayınca bu defa PKK unsurlarının kontrollerinin dışındaki bölgede olduğunu söylemeye başladılar. Şimdi de aynısını tekrarlıyorlar. Üçüncü tutarsızlıkları da, PKK ile Türkiye arasında tarafsız olduklarını ilân etmeleriydi. Ama fiiliyatta PKK’dan taraf olmalarıydı. Zira, PKK’nın bölgede cirit atmasına seyirci kalırken Türkiye’nin onları takip için yapacağı operasyonlara seyirci kalmak istemiyorlardı. Halbuki 2003 öncesi bırakın seyirci kalmayı, yer yer Türkiye ile işbirliği içindeydiler.

***

Kürt bölgesi yönetimi uzağı göremedi. Türkiye’nin müdahalesini istemiyorsa ya PKK’nın bölgede barınmasına göz yummayacaktı ya da bunu—iddia ettiği gibi—önleyemiyorsa Türkiye ile işbirliği yapacaktı. Bu durumda, “Türkiye’nin kara harekâtı ve operasyonları bize yönelik” deme zorunda da kalmayacaktı. Zira 23 Şubat 2008 akşamı (Türk saatiyle 21:00) Arabiyya Kanalı’nda yayınlanan bir vtr’nin de temas ettiği gibi Osman Öcalan 7 bin civarında elemanlarının bulunduğunu ve bunlardan 700’ünün hasta vaziyette olduğunu ve çarpışmalara katılamadığını ifade ediyor. Geri kalan 6 bin küsur elemanın 3 bininin Irak’ın kuzeyindeki Kürt bögesinde barındığını ve geri kalan 3 bininin de Türkiye sınırları içinde olduğunu söylüyor.

The Guardian gazetesinin de kendi kaynaklarından elde ettiği bilgi de bunu teyid eder nitelikte: “Yaklaşık 5 bin kişiden oluşan PKK içinde kadınların sayısı da önemli bir kısmı oluşturuyor.” Çok ilginç bir biçimde Kürt asıllı bazı bayanlar İstanbul’da, askerî harekâta son verme çağrısında bulunuyorlar. Ama 6-7 bin müsellah eylemcinin dağlarda ne yaptığını sormuyorlar. Onlar dağlara gezinti için mi çıkmışlar? Evlâtlarını kontrol edecekleri ve onları dizginleyecekleri yerde askerî operasyonun durdurulmasını talep ediyorlar. Elbette silâhlı isyan silâhlı mukabele görür. Bu açıdan bu meselede bakış açısını değiştirmek gerekiyor. Yapılması gereken dahilde silâh kullanmaya son vermek, ikincisi de meşrû talepleri şuubiye ekseni dışında aramak. Elbette bu, devletin hatalarını gözardı etmemizi gerektirmez. Ama hak ararken meşrû çizgiyi muhafaza etmek gerekiyor. Hakkın meşrûiyetini hak arama yöntemi belirler.

***

Kürt bölgesinin yönetiminin son geldiği nokta daha müsbet görünmektedir. Türkiye’ye bir heyet göndermek ve işbirliği imkânlarını araştırmaktan bahsediyorlar. Evet, akıl için yol bir. Taraflar PKK konusunda işbirliği yapmalılar. Ancak buna mukabil bölgesel yönetimin, Türkiye’nin Kürt devleti oluşumunu tanıması eğilimi içine girmesini şart koşması doğru değil. Kendilerinin Bağdat’tan bağımsız olarak muhatap alınmasını istiyorlar. Son konuşmasıyla Leyla Zana da Talabani’den bunu pekiştirmesini istemiştir. Halbuki, PKK’yı cesaretlendiren ve besleyen zemin de budur. Çözüm müşterek devlet çatısı altındadır. Müşterek devletten beklenen adalet ve doğuştan kazanılmış kültürel hakları tanımaktır ve buna mukabil müşterek devletin mensuplarından beklenen sadakattir. Bunu ihlâl eden meselelerde ve gri alanda da insanların üzerine düşen yapıcı ve müsbet harekettir.

25.02.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Baskı dönemi’nin şahitleri



Kamuoyunda devamlı surette tartışılan konulardan biri de ‘yakın tarih’te yaşanan hadiselerdir. Bu tartışma tarih anlayışlarının farklılığını da ortaya koymuş durumda. Bazıları ‘resmî tarih’i esas alırken, millet ekseriyeti de haklı olarak ‘şahit’lerin sözlerine itibar etmektedir.

Aslında, “Türkiye’de resmî tarih vardır, yoktur” gibi bir tartışma gerilerde kaldı. Çünkü gerçeklerin gizlendiği ‘resmî bir tarih anlayışı’nın olduğu ve bunun en başta okullarda okutulan ‘ders kitapları’na yansıdığı anlaşılmış durumda. ‘Tek parti’ öncesi ve sonrasının şahitleri hayatta olduğu için, yaşananların inkârı mümkün değil. Çoğumuzun babası ya da dedesi, eşi, dostu, komşusu; ‘tek parti’ devrinin şahitleri hükmündedir. Onların yaşadıkları ve anlattıklarıyla, okullarda okutulan ‘ders kitapları’ndaki yaklaşım ve anlatım farklılıkları da ortada. Bu sebeple, millet ekseriyetinin ‘resmî tarih’çileri değil de ‘canlı şahit’leri dinlemekte çok haklılar.

Yakın tarihte yaşanan gerçekler konusunda o kadar ‘cahil’ bırakılmışız ki, bu rüzgârdan ‘aydın’larımız da etkilenmiş durumda. Belki küçük bir ayrıntı, ama meselâ şu anda semalarımızda dalgalanan ‘Türk bayrağı’nın Osmanlı Devletinden bize miras kaldığının bile farkında değiliz! Bu bilgiler hepimizden gizlenmiş durumda.

Gizlenen gerçekleri saymakla bitiremeyiz. Bir ‘belge’den daha bahsedelim. Meselâ bir dönem ‘kıtlık’ bahane edilmiş ve yediğimiz ‘ekmek’ bile insanlara ‘karne’ ile dağıtılmış. Yakın zamanda CNNTürk’de yayına başlayan “Türkiye’nin Hatıra Defteri” adlı belgeselde bu anlatılıyor. Belgeselin tanıtımı için hazırlanan ‘dâvetiye’de şu bilgiler var: “Hatırlar mısınız, bir zamanlar Türkiye’de ekmek karneyle dağıtılırdı. Her karne, bir ekmek demekti. Büyüklere 250, küçüklere 125 gram ekmek verilirdi. Karneyi kaybederseniz vay halinize! Ne yeni bir karne çıkartabilirdiniz, ne de bir daha karnınızı doyurabilirdiniz.”

Aynı dâvetiyenin arkası da ‘karne’ şeklinde düzenlenmiş. Üç ayın günleri sıralanmış ve her gün, ancak tayin edilen miktarda ‘ekmek’ alma imkânı var. ‘Karne’de şu bilgiler de yer alıyor: “İstanbul Belediyesi, Mart-Nisan-Mayıs 1944, Ekmek Karnesi”

Tabiî ki ‘tek parti’ devrinde yaşananların şahidi bir değil, belki milyonlardır. Bu anlamda TRT2’de yayınlanan ve Osman Gökmen’in hazırladığı “Ömür Dedikleri” adlı program da bize bazı ‘delil’ler sunuyor. Programın dün yayınlanan (24 Şubat 2008) bölümünde 91 yaşındaki Çamlıhemşin’li bir ‘şahit’ hatıralarını anlattı. Programda, 65 yaş üstü kişilerin hayatlarındaki değişimi, ölüme bakışlarını ve yaşlılığa dair değerlendirmelerine yer veriliyor. Haliyle programda ‘hatıra’lar da yer alıyor.

1950 öncesi ve sonrasına şahitlik yapan 91 yaşındaki amcamız, rahmetli Adnan Menderes’i hayırla yad ediyor ve ona karşı duyduğu ‘sevgi’nin menfaate dayalı bir sevgi olmadığını, aksine memlekete yaptığı hizmetlerden dolayı hayırla yad ettiğini hatırlatıyor. Onun ülkeye huzur getirdiğini söylüyor.

Hele, 18 yıl süren yasaktan sonra ‘Ezan-ı Muhammedî’nin yeniden aslî şekliyle okutulması var ki, ayrıca ele alınmalı. O esnada cezaevinde olan ‘şahit’imiz, bu ‘çağrı’yı duyunca sevinç şoku yaşamış... Mahkûmlar ezan sesini duyabilmek için daracık pencerelerde yer kapmaya çalışmışlar. ‘Şahit’lerin anlattıkları şunu gösteriyor: Milletimiz, ‘iyi’leri de ‘kötü’leri de teşhis ediyor ve unutmuyor...

Bu vesile ile, “Ömür Dedikleri” programıyla ‘canlı şahit’leri ekrana taşıyan yönetmen Osman Gökmen’i tebrik ediyor ve benzer çalışmalar beklediğimizi ifade ediyoruz.

25.02.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Sınır ötesi”nin ötesi



Türkiye’nin onbir yıl aradan sonra sınır ötesine düzenlediği kara harekâtıyla terör örgütüne büyük bir darbe vurulduğu belirtilirken peşpeşe gelen şehid naaşları, Anadolu’ya bir kor ateşi gibi düşüyor… Ne var ki harekâtın bölgede yuvalanan terör örgütünü ne derece tasfiye edeceğiyle birlikte Ankara-Washington-Erbil hattındaki “diplomasi trafiği”, olayların arkasındaki başka plân ve tuzakların ipuçlarını veriyor.

Üniversitelerde “başörtüsü yasağı”nı kaldırmaya dair anayasal düzenlemeyle ortaya çıkan “belirsizliğin” sorulması üzerine “şimdi gündemimizde harekât” var diyen Başbakan, gece yarısı Bush’u ve Irak Başbakanı Mâliki’yi arayıp bilgi verdiğini belirtmekle yetiniyor. Ancak başta Amerikan Dışişleri Bakanı Rice olmak üzere Beyaz Saray sözcülerinin Türkiye’ye “şartlı” destek demeçleri dikkat çekici. “Türkiye ile PKK konusunda dayanışma içindeyiz” diyen Rice, operasyonun en kısa sürede bitmesini ve zaten kırılgan olan bölgede istikrarı bozmamasını istemesi, anlamlı.

Keza Cumhurbaşkanı Gül’ün bilgi verip dâvet ettiği operasyona sınırlı izin veren Bağdat yönetimi adına Talabani’yle Irak Dışişleri Bakanı Zebari’nin, operasyonun bir sonuç vermeyeceğini söylemeleri, “rahatsızlığın” ilk sinyali. Bizzat Zebari’nin Talabani’nin “hassas süreçten dolayı büyük bir ihtimalle gelemeyeceği”nin bildirmesi, ABD’nin güdümündeki merkezî Irak hükûmetinin Bush yönetiminin zorlamasıyla “izin” verdiğini su yüzüne çıkardı.

Nihayetinde sınır ötesi harekâta karşı peşmergelere genel savunma emrini veren Barzani’nin sözkonusu “örtülü amacı” da beklemeyerek, “Hedef PKK terör örgütü değil, Kürdistan” demesi, Türkiye’nin terör örgütünü tasfiye maksadıyla yaptığı sınır ötesi harekâta ABD’nin sağladığı “sınırlı desteğin” arkasındaki “küresel amacı”nı bir defa daha gündeme getiriyor…

* * *

ABD Dışişleri Bakanı ve Genelkurmay Başkanından sonra Amerikalı yetkililer peşpeşe Ankara’ya geliyor. Ay sonunda Amerikan Savunma Bakanı Gates, Mart ayında da “Irak savaşı mimarı” Cheney gelecek. Bilindiği gibi, “savaşlara yön veren süpergüç politikasının beyni” kabul edilen Cheney’in Irak savaşı öncesinde çıktığı Ortadoğu turunda Ankara’dan “Irak’ı özgürleştirme” için destek istemiş, ardından da bir milyon insanın katledildiği üç milyonun göçe zorlandığı hâlâ devam eden Irak işgali ve savaşı başlatılmıştı.

Siyasî gözlemciler, ziyaretleri “çok kritik ve hedef odaklı” olduğu belirtilen Cheney’in altı yıl sonra Ankara’ya yapacağı ziyaretin de benzer bir “amacı” taşıdığını iletmekteler… Ve sıranın sınır ötesi harekât için alındığı söylenen “istihbarat”ın bedelinin ödenmesine geldiği, bu “bedel”in Türkiye’nin Müslüman komşu “İran operasyonu”na ortak edilmesi olduğu şimdiden kulislerde konuşulmakta.

Ard arda Ankara’ya gelen Amerikalıların yaptığı görüşmelere nihâî noktayı koyacak Bush’un yardımcısının, Kuzey Irak’taki kara ve hava operasyonları sırasında İsrail’le birlikte verdikleri “istihbarat desteği”ne karşılık İran’a yönelik “Amerikan operasyonu”na Türkiye’yi ortak etme amacını taşıdığı endişesi gün geçtikçe daha da açığa çıkmakta…

Özetle İsrail Savunma Bakanı’nın son ziyaretinde onca ekonomik ve askerî savunma işbirliği ve anlaşmanın yanı sıra 300 milyon dolar karşılığında insansız casus uçaklarını satması bunun için.

Amerikan ve İsrail üst düzey askerî yetkililerle yapılan görüşmelerde bu konunun gündeme getirilerek Türkiye’nin ısrarla bu belânın içine çekilmek istenmesinin arkasında bu yatıyor…

* * *

Son Amerika ziyaretinde bölge hakkında etraflı analizlerde bulunan Yahudi lobisiyle de görüşen Gül, “ABD’nin Türkiye’den beklentileri olmamıştır” dese de gelişmeler başka yönde. Türkiye’nin ABD ile “terörizme karşı işbirliği”nin karşılığı olarak “kapsamlı çözüm” paravanında “Güneydoğu meselesi”yle birlikte Ankara’nın Irak’ın kuzeyindeki “ikinci İsrail” işlevini görecek bir kukla devleti kabulü ve İran saldırısına ortak edilmesinden söz ediliyor.

Bush yönetiminin, giderayak İran’a yapılacak operasyona Türkiye’yi de katarak dünyanın ve İslâm âleminin nezdinde “meşrûlaştırma” taktiğini güttüğü, Ankara’ya “Suriye’nin İran’ın etkisinden kurtulması”, “İsrail’in Lübnan’a yapacağı saldırıya” zemin hazırlanması senaryosuyla birlikte tebârüz ediyor.

Senaryo, İslâm coğrafyası üzerinde “Sünnî-Şîi ikilemi fitnesi ve çatışmasını alevlendirme projesine de hizmet ediyor. Ortadoğu’da “nükleer silâha sahip bir İran, Türkiye için de tehlikeli” propagandası, bunun altyapısını hazırlamaya yönelik…

Amerikan Dışişleri Bakanı, Savunma Bakanı ya da İkinci Başkanı, “PKK’yı konuşmak” için Ankara’ya gelmez. Zira PKK terörü Türkiye’nin meselesi, ABD’nin değil. Olsa olsa İran’a müdahâleye Türkiye’yi ortak etmek için gelirler.

ABD’nin bir an önce bitmesini istediği sınırötesi harekâtın ötesinde Türkiye’nin bu dehşetli plânla işgal ve zulme ortak edilmesi korkutuyor…

25.02.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet TOPUZ

Aborjinler ve başörtülüler



Türkiye’de son zamanlarda yaşanan başörtüsü tartışmalarıyla eşzamanlı olarak Avustralya’da Aborjin soykırımından dolayı devletin özür dilemesi olayı gündemdeydi. Aborjinler çok bilgi sahibi olmadığım bir konuydu. Tabiî yaşadığımız internet çağında bilgiye ulaşmak çok kolay. Buranın ilk yerlileri olan Aborjinlerin maruz kaldıkları zulüm ve sıkıntılar bana yıllarca ülkemde yaşadığım ve halen de yaşanmakta olan başörtüsü yasağını hatırlattı.

Çünkü iki olay arasında ortak bir nokta vardı. Güçlü olanın kendi fikrinin doğruluğunu dikte ettirmesi ve sadece kendini hak sahibi bilmesi. Kendi dışındaki fikirleri düşman olarak görmesi.

Bu kıt’aya 1770 yılında dışarıdan ilk gelen, İngiliz Donanması Kaptanı James Cook, İngiliz devleti adına bu adayı sömürge ilân ediyor. Tabiî yerli halk hemen deniz kenarındaki topraklarından atılıyor ve çöle sürülüyor. Çünkü o zamanki İngiliz inanışına göre yerli halk insan sınıfından sayılmıyor. Hatta bu kıt’aya ilk gelenlere “Bu adaya geldiğinizde yaşayan insan var mıydı?” sorusuna verdikleri cevap çok ilginç: ‘İnsan yoktu.’ Çünkü Aborjinleri insan sınıfından saymıyorlar. Sebebi sorulunca “Onlar bizim gibi giyinmiyorlardı. Bizim gibi hayat şartları yoktu. Deri renkleri farklıydı.” Ve bu fikirlerini kabul ettirmek için kendi çağdaşları olan Darwin’in ideolojisinden yardım alıyorlar. Sözde bilimsel bulguymuş gibi bir sonuç çıkarıyorlar.

Şu iddialar Darwin’e ait:

“Gelişme aşamalarının birbirlerinden büyük ölçüde farklı olduğu iki ırkın birbirleriyle teması sonucunda aşağı ırkın yok olması tabiat kanunu gibi görünmektedir... Süreç, tabiat kanunuyla uyumlu görünüyor. Bu tabiat kanununun, daha uygun olanın hayatta kalmasını sağlayarak büyük insanlık ailesine hizmet ettiği açıktır. İnsanî gelişme tamamen ilerici ırkın yayılması ve aşağı olanlarının da yok olmasıyla kazanılmıştır... Avustralya Aborjinlerinin neolitik ırklar aşamasının ötesine çok fazla geçmiş olabileceklerinden şüphe edilebilir... Bu sebeple onların yok oluşuna yas tutmamıza gerek yok.”

Yani beyaz adamın bilimsel bir gerçekmiş gibi kabul ettiği iddia şu: Kendisi gibi olmayanın yaşama hakkı yoktur.

Buna karşılık Aborjinler tabiata ve yaratılan herşeye o kadar saygılıdırlar ki, beyazlara bile bu yüzden saygı duyarlar. Ama beyazlar çok uzaktır bu fikre. Onlara göre sadece sahip olma ve elde etme vardır. Bu amaç için her şey mübahtır. Ve ortak birlikte yaşama, paylaşma duygusu yerine sadece ben duygusuyla hareket ederler.

Farklılıklara da tahammülü yoktur bu sömürgeci zihniyetin. Kendi kültüründen olmayanı hiç hazmedemez. Kıt’anın beyaz yöneticileri yerlileri kendi kültürel kökenlerinden uzaklaştırmak adına çok şeyler yaparlar. Yerli çocuklarının ailelerinden koparılıp beyazlar gibi giyinip konuşmaya zorlandıkları okullarda okutulmaya çalışılmaları, beyazların inanışına göre eğitime tâbi tutulmaları bunlardan sadece birkaçıdır.

O zamanki Avrupalı zihniyet insanları sınıflara ayırmıştır. Londra Antropological Review’den evrimci antropolog Max Muller, 1870’de insan ırkını yedi kategoriye ayırır. Tabiî ki Aborjinler en altta yer alır. Avrupalı beyazların soyu olan Aryan ırkı ise ona göre en üst sıradadır. Ünlü bir sosyal Darwinist olan H. K. Rusden ise Aborijinler hakkında 1876 yılında şöyle bir açıklamada bulunur:

“En uygunların yaşaması, kuvvetin haklı olduğu anlamına gelir. Bu sebeple aşağı ırk olan Avustralyalıları ve maori ırkını yok ederken acımasız ve değişmeyen tabiî seleksiyon kanunlarını yerine getiririz… Ve bu uygulamanın mirasını soğukkanlılıkla kabul ederiz.”

Bu tür zihniyet çok şükür ki burada yerini bütün insanların eşit olduğunu ve eşit haklara sahip olduğunu kabul eden bir anlayışa bıraktı. Hatta beyaz adamın bugünkü nesilleri, atalarının geçmişte yaptıklarından özür dileme erdemini bile kazanmış durumdalar. Ve her türlü hayat tercihine saygılılar.

Ülkemizde ise bu sömürgeci zihniyetin laikçi yansıması halen başka hayat tercihine tahammül edemiyor. Kendisi gibi giyineni modern diye isimlendirirken, kendi istediği gibi giyinmeyeni gerici diyerek sınıflandırıyor. Kendince kamusal alan diye bir sınır çizip sizi bunun dışına sürgün ediyor. İçeriye girme çabalarını ise kişisel hak olarak görme erdeminden çok uzakta. Kafasında çizdiği kültür şablonuna uymadığınız için sizi her fırsatta aşağılandığınız bir noktaya itiyor. Bu fikirlerinin doğruluğunu ispat için her türlü bilimselmiş görünen kişilerden ve dünyada örneği olmayan üniversite aydınlarından yardım alıyor. Kendi kutsalını size de zorla kabul ettirmek için uğraşıyor. Ortak hayata hiç tahammülü yok. Ya onun gibi varsın, ya da yok olacaksın.

İnsanlık fikir olarak çok mesafe kaydetmesine rağmen halen yaşadıklarımız bize gösteriyor ki, geçmiş zamanların sömürgeci anlayışı başka bir ruha bürünmüş. Kendine laiklik, çağdaşlık gibi bazı isimler takmış. İsimlerin değişmesi anlamı değiştirmiyor. Yaşananlar bunun en bariz örneği. Ama bunlar bu kırıntıları kalmış, ekalli kalil olan zihniyetin son çırpınışları. Er ya da geç yerini insan hak ve özgürlüklerine saygılı, inanç hürriyetine kucak açmış bir geleceğe yerini bırakacak. Zamanın düz bir çizgide hareket etmediği, bir daire çizdiği dünyamızda şu karanlık hazır zaman da yerini demokrasinin kemale erdiği bir geleceğe bırakacak. Bu sıkıntılar onun sancıları.

25.02.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri