Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Mânâ-i harfî okulu: Risâle-i Nur Külliyatı



Dünya, dersine çalışıyor

Kur’ân tefsiri Risâle-i Nurlar, asrı tenvir etmeye devam ediyor. Artık Anadolu’nun kasabalarından, köylerinden değil, farklı kıt’alardan, farklı ülkelerden Nurlarla ilgili haberler geliyor. İsimleri, renkleri, ülkeleri, kültürleri farklı farklı insanlar, nurlar üzerindeki incelemelerini, istifadelerini ülkeler arası kamuoyu ile paylaşıyorlar. Nurlar üzerinde ciddî bir entelektüel birikim oluşuyor. Onun için her yıl, Bediüzzaman Said Nursî ve Risâle-i Nur Külliyatı üzerinde birbirinden orijinal çalışmalar yapılıyor. Bu çalışmaların meyvesi olarak da, farklı farklı ülkelerden iman kazanmış, bakışı değişmiş insan sesleri yükseliyor.

Diyebiliriz ki, dünya dersine çalışıyor.

Bilim ile din çatışma değil, çalışma alanlarıdır

Risâle-i Nur eserlerinin doğduğu Anadolu toprakları, yeni bir dirilişin heyecanını yaşıyor. Nurlarla süslenmiş hayatlar yaşanan mekânlara anlam katıyor. Hemen her şehrimizde, ilçemizde, köyümüzde nurlarla tanışmış bahtiyar insanlarla karşılaşılıyor. İnsanlar sadece tanımakla kalmıyor, onları anlama konusunda derinlik kazanıyorlar.

Nurlar, kendi fikir örgüsünü, kendi derinliğini bu alanı çalışma alanı olarak tercih etmiş ve yıllarını bu alanda harcamış şahsiyetlere açmaktadır. Birbirinden farklı branşlarda ihtisas yapmış imanlı insanlar, bu asrın ve gelecek asrın hadisâtına bu perspektiften bakmaktadırlar.

Belki de üniversite kavramının medar-ı iftiharı olan bu bilim adamları, hem kendi bilimsel branşlarında ve hem de kâinatı okuma konusundaki bakış açılarında, iman sahibi bir duruş ortaya koymaktadırlar. Böylece bilim ile din birbirleri için çatışma alanı değil, çalışma alanı olarak gözler önüne serilmektedir.

İman sahibi olan her bilim adamı, kendi branşının ona vermiş olduğu bilimsel disiplinlerle, kâinatı yaratıcının bir eseri olarak kabul edip, her branşı Yaratıcının farklı bir ismini okuma mektebi olarak kabul edip, yaşamaktadır.

Çocuk bile, ‘ikna’ olmak istiyor

Risâle-i Nurlar, hakikati arayanları ikna ediyor. Bir Yaratıcının varlığını, birliğini hemen her şeyde örneklendirmelerle gözler önüne seriyor. İlköğretim öğrencisinin bile, kafasına yatmayan bir meseleyi ona kabul ettirmek mümkün olmadığından Bediüzzaman, medenilere galebe çalmanın ikna ile olacağına, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile olmayacağına vurgu yapmış ve Nurları ikna temeli üzerine kurmuştur.

Nur’lar Kur’ân’ın, bu asrın,

her kademeden insanına bir dersi

Risâle-i Nur eserlerinin, Kur’ân-ı Kerim’in bir mucize-i mâneviyesi olduğunu gösteren pek çok özelliklerinden birisi, konularının her kademeden insanın fehmine (anlayışına) uygun olarak verilmesidir.

Dünyada, her kademeden insanın okuyup da, aynı satırdan istifade ettiği eser sayısı çok değildir. Bu da bu eserlerin bir özel durum içerdiğinin apaçık bir örneğidir. Esnafın, çiftçinin, öğrencinin, eğitimcinin okumuş olduğu aynı satırlardan, herkesin kabiliyetine göre istifade ettiren bir özellik içermesi, müellifin vehbî ilmine işarettir.

Okunmasının tekrarı usandırmayan Kur’ân’dan sonra, böyle bir mazhariyet ancak yine Kur’ân’ın tefsirlerinde bulunabilecektir. Hatta okundukça kalbe haz veren, huzur veren, huşu veren; yani kut ve gıda olan kelâm olarak Kur’ân-ı Kerim, bu mucizevi hususiyetini tefsirlerine de yansıtmıştır.

Bu durumu, Risâle-i Nur eserlerinde Bediüzzaman, şöyle ifade etmektedir: “Ben, imanın gözüyle ve Kur’ân’ın tâlimiyle ve nuruyla ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın dersiyle ve ism-i Hakimin göstermesiyle görüyorum ki...”; “Ey Arz ve Semavatın Hâlık-ı Zülcelali! Senin Kur’ân-ı Hakiminin talimiyle ve Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselamın dersiyle iman ettim ve bildim ki…”; “Kur’ân’ın dersiyle ve Resul-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselamın talimiyle anladım ki...” “Senin, Resul-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselamının talimiyle ve Kur’ân-ı Hakiminin irşadıyla anladım ki…:” (Şuâlar, Üçüncü Şua, s.45)

Asra yol gösteren âyetlerin tefsirinin yapıldığı Risâle-i Nur eserleri, hem yoğun bir çalışmanın (kesbî) hem de İlâhî bir ikramın, vehbî bir ilmin sonucu olduğu apaçıktır. ‘Kur’ân’ın tâlimi ve nuru, Resûl-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın dersi,…talimi..” gibi ifadeler, onun birer ilim hazinesi olduğuna dikkatleri çekiyor.

Tabii asra yol gösteren böyle bir tefsir sahibi, haliyle kendisi de bir cevher olsa gerektir. Bunlarla birlikte düşünülmesi gereken bir başka yaklaşım da, yine müellifin ifadesiyle, Risâle-i Nur’ların Kur’ân’ın malı olduğudur. Risâle-i Nur’ların, Kur’ân’ın bir mucize-i mâneviyesi olması, Kur’ân’ın pek çok mucizevî yönünün akislerini taşımasından anlaşılmaktadır.

Mânâ-i harfî ile okuma okulu; Risâle-i Nur Külliyatı

Risâle-i Nur eserleriyle tanışıp da, hayatında çok ciddî değişiklikler, çok ciddî bakış açıları, çok ciddi dönüşümler yaşamamış insan yoktur.

Nur’lar, öncelikle muhatabı olan insana îmanî bir bakış kazandırmaktadır. Kur’ân’dan gelen bir üslûp ile her bir mahlûkun Yaratıcı ile bağlarını kurmaktadır. Varlık âlemine teşrif etmiş hiçbir mahlûkun, Yaratıcısız düşünülemeyeceğine dikkatleri çekmektedir. Ve bunu söylerken de, insanları aklen, kalben tasdike sevk etmektedir. En âmî bir insanda bile, Allah’ın varlığını, birliğini anlayabilecek özleri onların fehimlerine uygun izah etmektedir. Yani ‘Bir köy muhtarsız olmaz, bir iğne ustasız olmaz, bir harf kâtipsiz olmaz…’ derken, bu yaklaşım tarzı ve örneklendirme, herkesçe anlaşılabilen, oldukça inandırıcı ve aklî, mantıkîdir. Yani köyde yaşayan bir insana, Allah’ın varlığını, birliğini köydeki muhtardan örneklendirme yapmak oldukça manidardır. Sonrasında da, ‘bir köyde iki muhtar, bir şehirde iki vali olsa…’ diyerek de Allah’ın bir olması gerektiğine deliller sunması, insanların me’lufları olan şeylerle onları irşat etme noktasında ayrı bir üslûp güzelliğidir.

Tabiî kâinat ölçeğinde verilen örneklendirmede ise, kâinatın da sahipsiz olamayacağına ve Sahibi olunca da, Bir olacağına pek çok işaretler vardır.

Nurlar, imanlı bir bakışın hayatın bütününde ve her noktasında olması gerektiğine dikkatleri çeker. Bir tıp profesörünün insanı araştırma konusu yaparken, bir harika sanat eserinin farkında olması gerektiğini ifade eder. Her meslek sahibinin, kendi mesleğinde Yaratıcının izlerini bulmasının gerekliliğine ve bunun da ibadet olacağına nazarları çevirir. Bitkiyi, hayvanı, böceği, yeryüzünü, gökyüzünü, hücreyi hâsılı yaratılmış her bir şeyi, araştırma konusu yapanların, imanlı bir şuurla çalıştıklarında, kebâirden uzak ve namazlı halleriyle, meşrû çalışmalarının ibadet hükmüne geçeceğini müjdeler.

Varlığı anlamlı kılan kazanım; anlam okuryazarlığı

Nur’lar, her şeyin Allah’a giden yolunu göstermektedir. Tefekkür yoluyla, âlemi ve âlemdekileri Yaratıcısı hesabıyla düşünmek, tam bir mânâ ve tam bir anlam okur yazarlığıdır. Çünkü her bir yaratılmış mahlûk, yaratıcı olmaksızın düşünülemez. Hatta insanı, anne karnından dünyaya, dünyadan kabre, kabirden de ahiret âlemlerine alıp gezdiren bir tarzla, tam bir okul görevi ifa etmektedir.

Bu okulda okuyan ve onunla hayata bakan bir insanın ilk kazancı, hayata ve hayattaki her şeye iman nazarıyla bakmaktır. Onun için, mezuniyeti olmayan bu okulda okuyan her insan, dünyevî kazancı, makamı, titri, etki ve yetki alanı ne olursa olsun, bir şeyi öğreniyor: Kur’ân ve Resûl-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselâm, bu kâinatın anlamlı iki nurudur. Bu âlemde yapılan bütün çalışmalar, bütün gelişmeler Rabbimizin isimlerini terennümden başka bir şey değildir.

Asr-ı Saadetin, asr-ı kıyamet

modeli; mânâ-i harfi okulu

Risâle-i Nur Külliyatı, nev-i şahsına münhasır bir eğitim tarzını da beraberinde getirmiştir. Ülkesi, şehri, kampüsü olmayan; kamusal alanı, alayiş ve nümayişi, açılış ve kapanışı, eğiticileri, binaları, hademeleri, yönetmelikleri, yazışmaları, kayıtları, not sistemleri, sınıfta kalma-geçmeleri, adamına göre muameleleri bulunmayan bir muhteşem okulun adı olmuştur. Şartları ne olursa olsun, herkese kapısı açık olan, bilgiyle muhatap olan herkese, bu bilginin hikmetini, hakikatini öğreten bir okulun adıdır. Din ilimleri ile fen ilimlerinin, bir kuşun iki kanadı gibi düşünülmesi gerektiğini belirterek, külliyat içerisinde bunun modellemesini yapmıştır. Onun için dünyevî bilgisi olup, imanı olmayan ya da imanı olup dünyevî bilgisi olmayan insanı yarım olarak nitelendirmiştir.

Bu okulun çok dikkat çekici bir özelliği de, bu okulda, modern bilimler anlamındaki profesörler de, bütün farklı farklı branşlardaki eğitim alanlar da, hatta okuma yazması olmayan ama sadece sohbetleri dinleyerek istifade eden ve imanını arttıranlar da; ihlâsı, samimiyeti, sadakati nisbetinde her biri birer öğrencidirler. Mezuniyeti olmayan bir okuldur bu.

Dünyanın pek çok üniversitelerinde bu hazineden istifade eden kahraman akademisyenler mevcut. Hatta pek çoğunda nurlar ders kitabı olarak okutuluyor. Dünya her geçen gün nurunu tamamlıyor.

Üniversite boyutu bu okulun sadece bir yönüdür. Üç kişilik ailede başlayabilen, üç yüz kişilik, üç bin kişilik işyerinde uygulanabilen ve ortak hissedişleri, yani imanlı bir toplum modeli oluşturabilen bir uygulamanın adıdır.

Nihayete ermek başa dönmek demektir. Asr-ı Saadet başlangıçtı, asr-ı kıyamet ise sondur. Saadet asrına gün geçtikçe yakınlık artıyor. Dairesel döngü tamamlanıyor. Aslında bu yaklaşım bir insan ömrü için de geçerli, yani günahsız başlayan bir dünya hayatını günahlardan arınmış olarak bitirmektir. Yine Cennette başlayan süreci yine Cennette bitirmektir.

Bu sistem, henüz adı konmamış bir uygulamanın adıdır. Böyle bir eğitim modelini insanlık, sadece Asr-ı Saadette gördü. Onun için kıyamete doğru, insanlık ailesi yeni bir asr-ı saadete yakın bir fecr-i sadıkı görüyor. Mânâ-i harfî modeli. Her bir varlıkta O’nu müşahede etmek.

Bu okulun verdiği dersleri hakkıyla alabilmek ve hayatına uygulayan bir talebe olabilmek temennisiyle…

01.03.2008

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Vatan sağolsun...



Cahti Sıtkı Tarancı’nın bilmece türünden,“Sen, ben, uyurken / Biri var uyumaz / Nöbette, talimde / Ayakta, kış yaz” mısralarını okurken, sırası geldikçe bu vatanın evlâtları tarafından vatana yapılan fedakârlığın ölçüsü elbette ki tarif edilmez. Ateş düştüğü yeri yakar. Ve hele ki sıcak bir çatışma ortamı varsa, işte o zaman yakıp kül eden yangın daimî sûrette bir kor gibi yürekte durur. Tâ ki Mehmetçik şan ve şerefle askerliğini sağ sâlim bitirip sılaya dönsün.

“Dört yüz altmıştan başlarsın şafak saymaya; ama bir şey anlamazsın… Şafak üç yüz altmış dedi mi, yolunu belirlemeye başladın demektir. Daha sonra, uzayda ruh gibi dolaşmaya başlarsın. Nice menziller aştıktan sonra, şafak iki yüz olduğunda, rotayı belirlemeye ve dünyaya hafif hafif yaklaşmaya başlarsın. Tam yüz seksen diye attı mı şafağın, dünyaya ayak basmışsın demektir. Artık dünyaya ‘Hoşgeldin’ dense, yeridir. Yüz oldu mu, ‘sabaha doksan dokuz’ diyerek, tesbih çekmeye başlarsın. Tesbih taneleri dururken ellerinde, seksen bir dedin mi, Türkiye’ye ayak basmışsındır artık. Ve bir rüyadan uyanırcasına, seksen bir plâka numaralı Düzce’de uyanırsın. İlleri tek tek dolaşırsın ki, en son Adana der, ‘Şafak doğan güneş’ sevinci içinde şan ve şerefle vatan borcunu öder, şafakla birlikte sılaya doğru yol alırsın…”

Vaktiyle, içinde mecazlı bir anlatım olan bu güzel serüveni dinlediğimde, tebessüm etmekten kendimi alamadım. Vuslata kulaç açmış bir yüreğin atışlarını hissettiğim bu yaratılış döngüsü tarzında anlatımın içerdiği macera, kim bilir her yiğidin yüreğinde neler bırakmıştır? Belki acı, belki tatlı; ama çoğu zaman hasret yüklü anılar… Hele ki bu yiğit şehit olmuşsa, bu metafor yüklü anlatımın nasıl bir anlam kazanacağı da ortada. Ve, “Ağlarım, hatıra geldikçe gülüştüklerimiz” mısrası, bence bu olay için tam biçilmiş kaftan. Meselâ, askerde tespih tanesi gibi bir bir sayılan şafak çoğu zaman şaka konusu olurken, yurdun doğacak şafağıyla özdeşleşti mi, farklı anlamlara bürünüp bir anda kılık değiştirerek insanı güzel ve mutlu yarınların umudu içinde bırakır.

Bu bağlamda izlediğim, gördüğüm, duyduğum ve sürekli acısına acımı katık ettiğim şehit haberleri de buna dâhildir. Ne bileyim, henüz ömrünün baharında ve neredeyse bıyıkları yeni terlemiş mütebessim çehreli yiğitlerin altın sarısı buğday başakları gibi biçilmesi, Mehmet Âkif’in, “Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor / Bir hilâl uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!” mısrasını hatırlatmıyor değil. Yalnız, kendimi o yüceler yücesi müjde ile tesellî ediyorum: Şehâdet…

Evet, bu tılsımlı kelime insana o kadar tatlı bir acı veriyor ki, dayanabiliyor. Yoksa ölüm gibi bir hakikatin pençesine düğüne yollar gibi insanlar evlâtlarını askere yollar mıydı? Bu durum peygamber ocağı diye tâbir edilen ve nâmını Hz. Peygamber’den alan Mehmetçik’e ithafen söylenen, “Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber / Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber” mısralarının işaret ettiği ulvî hakikatten başka neyle açıklanabilir? Ne mutlu bu en şerefli mertebeye ulaşana!.. Ve ne mutlu böyle mukaddes bir dâvâ uğrunda ölmeyi bilenlere!..

Vatan sağolsun…

01.03.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Nuh’un (as) gemisi ve ibret dersleri



Tarihten günümüze kadar Hz. Nuh’un gemisi insanlık için hem bir muammâ, hem de bir ibret dersi olarak önemini hâlâ koruyor.

Çeşitli branş ve gruptaki birçok meraklının dikkati çeken; Cudi Dağının yeri. Ararat Dağı efsanesi. Gerçek geminin enkazı gibi konular hâlâ gündemdeki yerini koruyor.

Her konuda olduğu gibi, bu konudaki sırların en güzel izahı, detaylı bir şekilde Kur’ân’da var.

İsyankârlığa ve itaatsizliğe verilen ceza ile iman ve itaate verilen mükâfat, bu vesileyle Kur’ân’ın İlâhî makamına uygun olarak ilgili bölümlerinde anlatılır.

Bu yazının ana konusunu da, Hz. Nuh’un gemisinden gerçek ders almış ünlü bir yöneticinin tesbitleri oluşturuyor.

O, “Bilmem gereken her şeyi, Nuh’un Gemisi’nden öğrendim” demiş.

Neler mi öğrenmiş? Kıssadan hisse, şöyle bir bakalım!

1. “Doğru gemiyi kaçırma!”

2. “Hepimizin aynı gemide olduğunu unutma.”

3. “Vakit gelip çatmadan planını yap. Hz. Nuh, gemisini inşâ ederken yağmur yağmıyordu!”

4. “Kendine hep iyi bak ve büyük günü bekle. Altmışına merdiven dayadığında bile, gerçekten büyük bir iş yapman için önün açılabilir.”

5. “Eleştirileri dinle, eleştirenlere kulak asma, yapılması gerekeni yapmaya devam et.”

6. “Geleceğini zirveler üzerine kur, dalgalar sana ulaşamasın!”

7. “Ne olur ne olmaz, eşinle yola çık.”

8. “Hız, her zaman kazandırmaz. Yılanlar da gemideydi, çıtalar da.”

9. “Üzerinde aşırı baskı hissettiğinde, bir süre boşlukta yüz.”

10. “Titanik’in profesyoneller, geminin ise amatörler tarafından yapıldığını unutma!”

11. “Fırtınanın gücü ne olursa olsun, eğer Allah’ın safındaysan, seni bekleyen bir gökkuşağı mutlaka vardır.”

Hayatın bunca dağdağası, belâ, musibet, zorluk ve karışıklığında doğru gemide bulunmak ve sâhil-i selâmete ulaşmak, geçmişte de, şimdi de, hep semâvîliğin rehberliğinde, aklın öncülüğünde, kalp, ruh ve mantığın muhakemesiyle yapılan Kur’ân rehberliğinde mümkün olagelmiştir.

Doğruları bulmak, aynı gemide ve aynı toplumda bulunan fertlerin aynı değerler uğruna verdikleri mücadele, çaba, tesânüd ve aynı gayeye harcanan mesâilerin bileşkelerinin neticesinde oluşmuştur.

Hak ve hürriyetlerini, son ânına kadar, onları büyük bir nimet olarak verenin arzu ve isteği doğrultusunda doğru bir şekilde kullanabilmenin yolu budur.

Hayatı, kendi dışında kabul ettiklerine zehir etmeden, inanç, hür ve bağımsız düşünme, bunları demokratik bir şekilde beyan etme, insan fıtratının ve onurunun gereğidir.

Tenkit ve sorgulamaları dikkatlice dinleyerek, güven duygusu içerisinde kendi doğrularına devam etmek, başarılı ve soluklu olmanın vazgeçilmez şartlarındandır.

Büyük hayaller kurarak, büyük gerçeklere ulaşılabileceğine olan güvenini hiç kaybetmeden metin bir şekilde yoluna devam etmek ancak dâvâ adamlarına yakışan istikametli bir davranıştır.

Millet hayatında da, toplum ve aile hayatında da, inanç değerlerinden asla taviz vermemek, hayatı paylaştığın insanlarla birlikteliği, tesânüd ve kardeşliği son âna kadar devam ettirmek... Vefanın, mertliğin, uhuvvetin, milleti ve toplumu ayakta tutan mânevî değerlerin ve güçlerin dayandığı temel budur.

Hayata Yaratanın gücüyle bakıldığı zaman, küçük-büyük, hızlı-yavaş, ağır-hafif, çirkin-güzel gibi birçok kavramın aslında mukayeseli olduğunu, zaman, zemin, makam ve kişilere göre değişken olan bu kavramların, genelde keyfiyet ve nitelik açısından bakıldığı zaman pek fazla değişmediğini idrak etmek çok zor olmasa gerek.

Kendine paralel olan yaşantı ve görüşler kadar, zıt olan görüş ve düşüncelere de saygı göstermenin aslında bir fazilet ve hayata renk katan bir zenginlik olduğunun farkına varabilmek.

Çalışmak kadar, dinlenmenin hem gerekli, hem de ayrı bir san'at ve maharet olduğunu kavrayabilmek.

Bütün dertlerin dermanının, problemlerin çözümünün, Allah’tan olduğunu idrak edebilmek bahtiyarlıktır. Tevekkülün bir hazine olduğunun şuuruyla hayata ve hizmete devam edebilmek mutluluğun ta kendisidir!

01.03.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İkilemin mağdurları



Kuzey Irak harekâtıyla üniversitelerdeki başörtüsü operasyonları atbaşı gidiyor. Şehit cenazelerinin başında gözyaşı döken başörtülü ana, eş, bacı görüntüleriyle üniversite girişlerinde başlarını açmaya zorlanan öğrencilerin fotoğrafları, iç burkan çelişkiler oluşturuyor.

Her gün gelen şehit haberleriyle yeni ocaklara ateş düşüren kara operasyonunun bile perdeleyemediği başörtüsü tartışmaları için yasakçılar da, mağdurlar da aynı şeyi söylüyorlar:

“Peş peşe gelen şehit cenazelerinin acısıyla sarsıldığımız ve teröre karşı verilen savaşta milletçe yekvücut olmamız gereken bir dönemde bu çekişmenin sırası mı, yeri mi, zamanı mı?”

Mağdurlar bu suali sormakta yerden göğe haklı. Başörtülü şehit yakınlarının yürek yakan görüntüleri orta yerde dururken, onların gözünün içine baka baka, başörtülüleri üniversitelere sokmamakta direnmenin anlamı ve izahı ne!

Tabiî, toplumun ve sosyal hayatın diğer alanları gibi, şehit cenazelerinde de örtülü ve açık ayrımının söz konusu olmadığını, acıların hep birlikte paylaşılıp göğüslendiğini ifade etmemiz gerekiyor ki, bir yanlış yoruma yol açmayalım.

Bu kaydı düştükten sonra, yukarıdaki suali yasakçıların da seslendirmesindeki garabete dikkat çekmek istiyoruz. Bu yasağın zaten kendisi başlı başına bir tuhaflık, ama zincirleme bir silsile halinde sebebiyet verdiği garabetler de cabası.

Böyle bir yasak olmasaydı, bu uygulamaların yol açtığı, hukukla, vicdanla ve mantıkla izahı gayr-i mümkün çelişkiler yaşanır mıydı?

Bu yasak neye hizmet ediyor, ne işe yarıyor? Kapıdaki güvenlik görevlilerinden rektörlere ve diğer idarecilere, yasağı uyguladığı için memnun olan kim var? İnsanlara eziyet etmekten zevk alan sadistler dışında kim yasağı isteyerek uygulayabilir?

Bu yasağın kalkması, herkesten çok, “Emir kuluyuz” ezikliği içinde böyle bir haksızlığa âlet edilmenin vicdan azabını yaşayanları rahatlatır.

Nitekim son tartışmalar ve gelişmeler, 28 Şubat sürecinde üniversitelerin üzerine çekilen istibdat perdesinin kısmen dahi olsa yırtılmaya ve akademik camianın yıllardır ilk kez özgürce inisiyatif koymaya başladığını göstermedi mi?

Herkesin gayet iyi bildiği bir gerçek şu ki, bu yasak çok küçük bir dayatmacı ve şirret azınlık dışında kimsenin içine sinmedi. Başını örtmeyenlerin, hattâ örtünmeye karşı olanların dahi büyük bir çoğunluğu, yasağı tasvip etmiyor.

Ama neylersiniz ki, yasağın mucitleri ve savunucuları, kilit mevzi ve su başlarını tutmuşlar. Toplumun ne düşündüğü umurlarında bile değil. Konumlarını, ellerindeki kozları, medya gücünü kullanarak, dahası hukuku da alet ederek, “dediğim dedikçi” tavırlarını sürdürüyorlar.

Bu, Türkiye’nin bilinen gerçeği. Keşke başörtüsü meselesi, onların keyiflerince at oynatıp top çevirdikleri ve kendilerini kimseye hesap verme zorunda hissetmedikleri alanlara taşınmasaydı ve—madem o hata yapıldı—eski tecrübeler dikkate alınıp, konuyu o alandan çıkarmak için doğru yöntem ve stratejiler izlenseydi.

Şu anda yaşanan tablo, anlatmaya çalıştığımız bu ikilemin yeni bir tezahürü. Ve arada ezilen, maalesef yine mağdurlar. Önce umutlandırılan, sonra yine hayal kırıklığı içinde ortada bırakılıp maalesef sahip çıkılmayan genç kızlar.

01.03.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kalp harekete geçirildiğinde



“Hayatı anlamlı kılan nedir?” diye bir soru sorulsa, bir cümleyle “Bakış açısıdır” diye cevap vermek mümkündür. Çünkü iyimser bir bakış açısıyla hayata bakan insanın her şeyi iyi ve güzel, kötümser bir bakış açısıyla bakan insanın da her şeyi çirkin ve kötü görmesi kadar tabiî birşey olamaz.

Bu bakış açısını sağlayan da çam kozalağı gibi olan bir et parçasından başka birşey değildir. Resûl-i Ekrem (asm) dikkatlerimizi hep o et parçasına çekip buyururlar ki: “Dikkat ediniz! Bedende öyle bir et parçası vardır ki o iyi olduğu zaman bütün vücut iyi olur. Bozulunca da bütün vücut bozulur. Dikkat ediniz o kalbtir.”1

Demek bütün mesele kalpte düğümleniyor.

Maddî bedeni idare eden, hayat saçan kalp olduğu gibi mânevî dünyamızın da başkanı odur. Kalp öyle bir duygu menbaıdır ki hislerine vicdan, düşüncelerine de akıl tercüman olur.

Beden için geçmiş, gelecek karanlık ve ölü hükmünde iken kalp için aydınlık ve canlıdır.

Bedenin dünyaya sığmayan arzu ve istekleri olduğu gibi kalbin de sonsuza uzanan emel, arzu ve istekleri vardır. Bir çiçeği istediği gibi baharı, baharı istediği gibi Cenneti, Cemalullahı, orada ebediyen yaşamayı arzu eden kalbin doygunluğu ancak mârifetle, yani Allah’ı tanımakla mümkündür.

Evet, kalp pompaladığı kanla vücuda hayat dağıttığı gibi, kalpteki hayat düğümü olan marifetle de sayısız duygu, emel ve meyillere hayat dağıtır.

İnsan nasıl kâinatın küçük bir modeli, küçültülmüş bir şekli ise kalp de binler mânevî âlemleri içine alan bir çekirdek hükmündedir.

Mesnevî-i Nûriye’de belirtildiği gibi2 kalp ancak Esmâ-i Hüsnânın nurlarına muhtaçtır. Ancak sonsuz zengin olan Ganiyy-i Mutlak ve sonsuz koruyucu olan Hafiz-ı Hakikiyla doyar. Tek ve bir olan Vahid-i Ehad’den başka birşeyi içine yerleştirmez. Sonsuzluktan başka birşeyle de tatmin olmaz.

Hutbe-i Şâmiye’de ise davranış ve hareketlerin kaynağının kalp olduğuna dikkat çekilir. Bu davranış ruhun ihtiyacından doğar. Ruh da iman nuruyla harekete geçer. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Artık kör hisler onu yanlış yola sevk edip mağlûp edemez.3

Kalp, kulluk ve ihlâs altında İslâmiyet suyuyla sulanarak intibaha gelir.

Ve yine kalp ne kadar uyarılır, vicdan tahrik edilir, ruh duygulandırılırsa lezzet o ölçüde artar; ateşi nura; kışı yaza döner. Vicdanda Firdevs Cennetlerinin kapısı açılır, dünya Cennete döner.4

Demek bütün mesele her şeyi güzel, sevimli, canayakın gösteren şeffaf, berrak, nurânî iman gözlüğüyle bakıp kalbi hareket geçirebilmek.

Dipnotlar: 1- Buhârî, Büyu’: 13; Müslim, Müsakat: 108.; 2- Mesnevî-i Nuriye, s. 100.; 3- Hutbe-i Şamiye, s. 82.; 4- Sözler, s. 684.

01.03.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Meydan okumanın ve diretmenin anlamı ne?



“Hâkimiyetin kayıtsız, şartsız milletin” olduğunun tezahürü olan TBMM, 411 oyla üniversitelerde başörtüsüne serbestlik getiren 5735 sayılı “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”u kabul ediyor. Cumhurbaşkanı imzalıyor. Resmî gazetede yayınlanıyor. YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, bu kanunun gereği olarak “Başörtülü öğrencileri üniversitelere alın” diye yazı gönderip “Kanunu uygulamayan suç işler” diyor. Buna rağmen 70 üniversitenin rektörü diretiyor, hukuka, başkana, iktidara meydan okuyor! Aklı başında ve insan olan bütün hukukçular da, aynı şeyi söylüyor.

Ne var ki, YÖK Başkanı Prof. Özcan hakkında “Görevi kötüye kullandığı ve kanunlara uymamaya tahrik ettiği” iddiâsıyla, suç duyurusunda bulunuluyor. Feleğin ters dönmesi ve adaletin zulüm külahını giymesi işte budur. CHP, suç duyurusundaki dilekçede, Türk Ceza Kanununun 217. Maddesinde, “Halkı kanunlara uymamaya alenen tahrik eden kişi, tahrikin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde 6 aydan 2 yıla kadar hapis veya adlî para cezasıyla cezalandırılır” denildiğine işaret ediyor. Üniversiteler Arası Kurul (ÜAK) Başkanı Prof. Dr. Mustafa Akaydın, aynı teraneyi okuyor, yasakçı YÖK’ün yerini alıyor.

İşte “Buyurun cenaze namazına!” veya “Ölür müsün, öldürür müsün?” deyimlerini hatırlatmanın tam sırası… Bütün bunların anlamı ne?

Bütün dünya insan hak ve hürriyetlerine açılırken, neden Türkiye’de işler tam tersine gidiyor? Çünkü, burası deccalizmin üs merkezidir. Ve tahribat merkezde dehşetlidir. Teşhis şöyle konmuştur:

Ahirzamana yetiştiğinizde onunla, deccalizmle siyasetle baş edilmez. Ancak, iman ve Kur’ân nurlarıyla mukabele edilir.1

Ayrıca bunun açılımı şöyledir: Bediüzzaman, 1954’te yazdığı ve İslâm âleminin uygulaması gereken siyâsî şablonu çıkarır. Türkiye’de ve İslâm âleminde dört parti akımı tesbit eder:

1. Seküler, diktatör, yasakçı. 2. Milletçi/ırkçı. 3. Din adına ortaya çıkan. 4. Hürriyetçi (ahrar/demokrat).

Diktatörlerin, müstebitlerin, ırkçıların, İslâmın reddettiği milliyetçiliği güdenlerin desteklenmemesi gerektiği açıktır. Ancak, din adına siyasete girilmemesi veya dindarların iktidara geçmemeye çalışması da gerekir. Takip edelim:

“İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış-yetmişi (toplumu, devleti oluşturan bütün katmanların—öğretmen, hakim, sanayici, gazeteci, asker vs.) tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini, siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.”2

İşte, bugün üniversitelerde yaşanan başörtüsü kaosunun ve hakları koruması ve müdafaa etmesi gerekenlerin, hakları ayaklar altında çiğnemesinin ve buna siyaseten cevap verilememesinin sebebi budur. Bediüzzaman’ı dinlememek! Hiç olmazsa bundan sonra, ikazlarından bazılarına kulak verelim:

Siyaset, imana nisbetle onuncu derecededir, yüzde birdir.3 İslâmın yüzde doksan dokuzu iman, ibadet, ahlâktır. “Allah için sevmek, Allah için buğzetmek” düsturunun yerini “Siyaset için için sevmek, siyaset için düşmanlık etmek” almamalı.4 Din katiyen siyasete âlet edilmez; belki siyaset dine âlet ve dost yapılmalı.5

Dipnotlar: 1- Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, s. 131.; 2- Emirdağ Lâhikası, s. 386.; 3- Kastamonu Lâhikası, s. 142.; 4- Kastamonu Lâhikası, s. 154.; 5- Emirdağ Lâhikası, s. 264.

01.03.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Şark'ın ihyâsı



Bir devlet, eline ruhsatsız şekilde silâh alan—ister eşkıya, ister terörist—her kim olursa olsun, ona mutlaka bir şekilde müdahale eder ve etmeli.

Bunun aksi düşünülemez ve savunulamaz. Zaten, dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir devletinde, bunun tersi bir durum söz konusu değil.

Buna göre, bizim güvenlik teşkilâtımız da eline silâh alarak kan dökmeye, can yakmaya berdevam olan bir örgüte karşı—kànunlar müvacehesinde—gerekeni yapacaktır, yapmalıdır.

Ne var ki, mevcut sıkıntı bununla bitmiyor. Bu dallı budaklı ve de çetrefilli meselenin çok geniş ve birbirinden farklılık arz eden değişik boyutları var.

Bazıları inanmayabilir, hatta şiddetle itiraz edebilir; ancak, şuna kesin sûrette inanıyoruz ki, dış odaklar bir yana, bu ülkede bile özellikle Doğu Bölgelerimizdeki terör olaylarının bitmesini istemeyen pekçok kişi ve mihrak var.

Bunlar bir şekilde akıtılan kandan besleniyorlar. Mehmetçik ile "Kürt Memed"in kanına ekmek doğrayarak beslendikleri için de, bu kanlı boğuşmanın bitmesini istemiyorlar.

* * *

Güvenlik birimleri, vazifesini bir şekilde elbette ifâ edecek. Haktan, hukuktan ayrılmamak şartıyla, buna bir itirazımız yok.

Fakat, bunun dışında yapılması gereken daha mühim işler var.

Yapılacak en mühim vazife ise, sırasıyla dinî, ilmî ve iktisadî sahadadır. Din ve ilim, her türlü ırkçılığı reddeder, meselâ...

İşte, bütün bunlar ihmal edilerek müsbet bir noktaya varılamaz. Zira, bilhassa Şark'ı ihya edecek olan temel unsurlardır, bunlar.

Bunlarsız tesir ve kuvvet temin edilemez, birlik–beraberlik sağlanamaz, yekvücut olunamaz.

Bakınız, örgüt mensupları bile sıkıştıkları yerde dine dayanmaya, yahut dine sığınmaya çalışıyor.

Demek ki, buna ihtiyaç duyuyor.

Fakat dine sarılmak, öyle gösteriş, riyâkârlık ve istismar şeklinde olmaz, olmamalı.

Dinin istismar edilmesine hiç kimse teşebbüs ve tevessül etmemeli. Ne örgüt, ne siyaset, ne hükümet, ne de devlet mensupları. Hiç, ama hiç kimse...

* * *

Din, mukaddes bir değerdir. İnhisar, ipotek kabul etmez.

Din, bütün insanların fıtrî ihtiyacını temin eder. Demek, umumun mukaddes malıdır.

Bir de şunu hatırlamakta fayda var: Üstad Bediüzzaman, peygamberlerin mutlak ekseriyetinin Şark'ta ve Asya'da gelmelerinin kaderî remzine dikkat çektiği bir yorumunda şu ifadeleri kullanıyor: "Hususan biz Şarklılar, Garblılar gibi değiliz. İçimizde kalblere hakim hiss-i dinîdir. Kader-i Ezelî ekser enbiyayı Şark'ta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dinî Şark'ı uyandırır, terakkiye sevkeder." (Tarihçe-i Hayat, s. 485)

Anadolu'nun Doğu'sunda olsun, Irak'ın Kuzey'inde olsun, 24 yıldır karadan ve havadan sürdürülen operasyonların kesin sonuç vermediği gerçeği ortada duruyor.

Demek ki, huzur ve barışın kat'î temini için, daha başka hizmet ve faaliyetlere de zarurî ihtiyaç var. Ayrıca, önüzde dört yüz yıllık Osmanlı dönemi uygulamaları bir örnek olarak duruyor. Bilhassa dinî/ilmî hürriyet, serbestlik ve inkişâfı itibariyle...

Tarihin Yorumu 1 Mart 1992

Bosna'da ağır bedelli bağımsızlık kararı

Demir perdenin yırtılmasından sonra komünist Yugoslavya'dan ayrılan unsurlar, bir bir bağımsızlık yolunu seçti.

Bunlardan biri de Boşnak, Hırvat ve Sırplardan müteşekkil Bosna–Hersek parlamentosuydu.

Bu ülkedeki nüfusun çoğunluğunu Müslüman Boşnaklar teşkil ediyor. İkinci sırada Katolik Hırvatlar, üçüncü sırada ise Ortodoks Sırplar geliyor.

Parlamentonun bağımsızlık kararı referanduma götürüldü. 1 Mart 1992'de yapılan ve kesin hatlarıyla ortaya çıkan referandum sonucuna göre, halkın yüzde 63'ü bağımsızlıktan yana tercihte bulundu.

Ne var ki, Sırplar bu kararı tanımadı ve bağımsızlık talebini kanla bastırmak üzere askerî birliklerini derhal harekete geçirdi.

Aradan daha üç günlük bir süre geçmemişti ki (3 Mart), Sırp kuvvetleri Bosanki Brod'da yaşayan Boşnakların üzerine bombalar yağdırdı.

Böylelikle, doğrudan Müslüman Boşnaklara yönelik olarak, adına savaş dahi denilemeyecek çok kanlı ve zalimane bir saldırı harekâtı fiilen başlatılmış oldu.

Evet, bunun adına savaş denilemezdi. Zira savaşın da kendine göre bir usûlü, âdâbı, erkânı, nâmusu vardır.

Burada yaşananlarda ise, bunların hiçbiri yoktu.

Müslüman Boşnaklar, öncelikle silâhsız ve savunmasızdı. Savaşacak, silâhı, askeri, ordusu, polisi yoktu. Tâ Tito zamanından beri, bu yönüyle özellikle enterne edilmiş, ordu kademelerinde yer almalarına fırsat verilmemişti.

İşte, bu derece çaresiz ve savunmasız bir topluluğa, Avrupa'nın en vahşi, en gaddar ordusu musallat edilmişti. Hem de en modern silâhlarla donatılmış olarak.

Saldırganlık, 1995'e kadar aralıksız şekilde devam etti. Günde ortalama iki bin bomba yağdırıldı bu mâsum insanların üzerine.

Üç yıla yakın süren bu vahşet, dünyanın gözü önünde ve insancıl Avrupa'nın burnu dibinde yaşandı.

Yaklaşık 250 bin insanın canına ve yüz binlerce binanın harap olmasına mal olan bu kanlı saldırganlık, 1995'te nihayet ABD Başkanı Bill Clinton'un harekete geçmesi ve NATO gücünün devreye sokulmasıyla ancak durdurulabildi.

Taraflar arasındaki barış antlaşması ise, 14 Aralık 1995'te Paris'te imzalandı.

Bu anlaşma Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya ve Avrupa Birliği’nden temsilcilerin iştirakiyle sağlandı. Adına "Dayton Antlaşması" denilen bu mutabakatın daha açık ismi "Bosna–Hersek Genel Çerçeve Barış Anlaşması"dır.

Boşnaklar, işte bu kadar uzun süren ve bu derece ağır bedellerle neticelenen çetin bir mücadele neticesinde bugünkü hürriyet ve istiklâllerine kavuşabildi.

01.03.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Zahmette rahmet vardır



Emine Hanım:

*“Rahat zahmette; zahmet rahattadır” sözünü açıklar mısınız?

“Rahat zahmette; zahmet rahattadır” cümlesi, Müslüman halkımızın yüz yıllardır Kur’ân’a dayandırarak söyleyegeldiği bir darb-ı meseldir. Bu darb-ı mesel, Kur’ân-ı Hakim’in, “Elbette güçlükle berâber şüphesiz bir kolaylık vardır. Gerçekten güçlükle beraber şüphesiz kolaylık vardır”1 âyetlerini tefsir ediyor. Âyetler şöyle devam ediyor: “Öyleyse, bir işi bitirince hemen diğerine giriş. Ve umduğunu yalnız Rabbinden iste.”2

Bu son âyetlerden hareketle, Müslümanın asla boş durmaması gerektiğinin bir Allah emri olduğunu anlarız. Öyle ki, Müslüman—dinlenme dışında—hem bir saniye boş durmamalı, bir işini bitirince hemen diğerine atılmalı; hem de yalnız Allah’a güvenmeli, yalnız Allah’tan istemelidir. Bir saniye boş durmaksızın çalışmak görünüşte zahmettir ve zorluktur. Fakat bu zorluğun ve zahmetin sonunda Allah’ın ihsan ettiği meyveler, nimetler, bereketler, kazançlar, ücretler, mükâfatlar, lütûflar, açtığı kapılar o çalışma zorluğunu, zahmetini ve sıkıntısını hiçe indirir, rahmete çevirir. Kul, kalbiyle ve diliyle istediği gibi, bizzat fiiliyle de istemelidir. Yani isteğini fiile ve eyleme dökmelidir ki, Rabbinin kabulüne yaklaşsın.

İnşirah Sûresinin bahsettiğimiz bu âyetleri nâzil olduğunda Peygamber Efendimiz (asm) gülerek çıkmış ve “Bir zorluk iki kolaylığı yenemez. Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır. Hakikaten güçlükle beraber kolaylık vardır” buyurmuşlardır.3

Ebû Ubeyde (ra) Hazret-i Ömer’e (ra) mektubunda kendilerinin az olmasına rağmen Rumların çokluğundan yakınmış ve endişelerini dile getirmişti. Hazret-i Ömer (ra) cevabında şöyle yazdı: “Muhakkak ki, mü’min bir kalbe herhangi bir şiddet ve korku inerse, Allah Teâlâ ona arkasından bir ferahlık verir. Her bir zorluk, sırtında iki kolaylık taşır.”4

Dikkat edilirse, her zorluğu iki kolaylıkla müjdeleyen, “zorluktan sonra kolaylık” bulunduğunu üst üste iki âyetle ifade buyuran Kur’ân-ı Kerim’dir. Zorluklar ne kadar dayanılmaz da olsa, gerek doğrudan Allah’ın takdir ettiği musibetlerde olsun, gerekse olumlu netice almak için gösterilen verimli ve özverili çalışma esnasında olsun; çekilen her zorlukta; 1- Dünyevî, 2- Uhrevî olmak üzere iki büyük kolaylık vardır.

1- Dünyevî kolaylık; başarıdır, verimliliktir, kalitedir, olgunluğa ermektir, kemâl kazanmaktır, sevilmektir, sayılmaktır, el üstünde tutulmaktır, bol kazançtır, berekettir. Meselâ özveri ile işine sarılan ve işinde alınteri döken şahıs, zorluğu, sıkıntıyı ve zahmeti göğüslemiş olur. Fakat bu zorluğun arkasında: 1- Çalışma zevkini tatma. 2- Başarı zevkini tatma. 3- İnsanlara hizmet verme ve memnun etme zevkini tatma. 4- Kazanma zevkini tatma. 5- İnsanlarca sevilmek ve sayılmak zevkini tatma. 6- Olgunlaşma ve kemale erme zevkini tatma. gibi dünyevî kolaylıklar görmektedir.

Bedîüzzaman Hazretleri, Cenâb-ı Hakkın, çalışmanın mükâfatını bizzat çalışma içine koyduğunu ve bundan dolayı cansızlar da dâhil bütün varlıkların Allah’ın yaratılış emirlerinin icrası çerçevesinde hususî vazifeler yaptıklarını kaydeder ve zerre bile olsa her bir varlığın tam bir istek, eksiksiz bir şevk ve büyük bir lezzetle çalıştıklarının ve başarılı da olduklarının gözlerden kaçmadığına dikkat çeker. Bedîüzzaman’a göre arıdan, sinekten, tavuktan, ta güneşe ve ay’a kadar her şey tam bir lezzet ve saadetle vazifesine çalışmaktadırlar. Üstad Hazretleri der ki: “Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akılları olmadığından akıbeti ve neticeleri düşünmeden, mükemmel vazifelerini ifa ediyorlar.”5

2- Zorlukların neticesinde gelen uhrevî kolaylığa gelince: Bu, Allah’ın izniyle ve takdiriyle gelen yüksek feyiz ve sevapla birlikte, Allah’ın rızasına, Cennetine, cemaline, sonsuz nimetlerine, hadsiz mükâfatlarına ve ebedî hazinelerine ulaşmaktır.

Rahatın zahmette oluşu bu geniş mânâları ifade eder. Katlanılan zahmetler, çekilen sıkıntılar ve göğüs gerilen zorluklar, neticede hem dünyada, hem âhirette sonsuz rahatlık, doyulmaz huzur ve ebedî saadet kazandırıyorsa, elbette baş göz üstüne denmeli ve katlanmalıdır.

Şüphesiz zahmet de rahattadır. Çünkü zahmet çekilmeden aranan “rahatlık” esasen tembellikten başka bir şey değildir. Tembellik ise sonu gelmez zahmetlerin ve bitmez zorlukların başlangıcıdır. Rahatına ve keyfine düşkün olmakla ve çalışıp hak etmeden keyfini ve rahatını birinci plâna almakla insan, zahmetten, zorluktan ve sıkıntıdan başka bir kapıya çıkıp varmaz. İşe ve çalışmaya düşkün olmakla ise, sonuç itibariyle rahata ve rahmete kavuşmayı hak ettiğini ispat etmiş olur.

Hiç şüphesiz her insan rahatını ve keyfini düşünür. Fakat rahat ve keyfin sonuçta bir “ücret” olduğu ve buna hak kazanmak gerektiği unutulmamalı; buna hak kazanmak için, “çalışmak” gibi bir “önemli bedel” ödenmesi gerektiği akıldan uzak tutulmamalıdır.

Dipnotlar: 1- İnşirâh Sûresi, 94/5,6; 2- İnşirâh Sûresi, 94/7,8; 3- H.D.K.Dili, 8/5924; 4- H.D.K.Dili, 8/5925; 5- Lem’alar, s. 127

01.03.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kızlar ayrı sınıfa!



Bizdeki ‘günden gerici’ler, başörtülü öğrencilerin üniversitelere girmesini engelleme peşinde koşarken; ‘uzaya çıkan’ Amerikalılar, liselerde kız erkek ayrı okullarda eğitime geçmiş bile...

Tabiî ki bütün Amerikan okullarında kız ve erkek öğrenciler ayrı sınıflarda, ayrı okullarda okumuyor; ama istense de, istenmese de gidiş o yönde.

‘Gündem gerici’lerinin ‘gerici/yobaz’ ya da ‘harem-selâmlık’ diyerek aşağılamak istediği ‘kız erkek ayrı sınıf ve okul’ uygulaması, aslında ‘fıtratın, yaratılış’ın bir gereğidir. Türkiye şartlarında oluşturulan hava sebebiyle bu konunun gündeme getirilmesi bile ‘yasak’tır. Herhangi bir eğitimci bunu teklif etse, “Anayasanın değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen madde”sini değiştirmek isteyen kişi uygulaması yapılır. İyi de, aynı şey Amerika’da gündeme geldiğinde niçin yer yerinden oynamıyor? Elbette aynı konu Amerika’da da tartışılıyor, ama tartışma ‘medenî’ bir şekilde sürüyor. ‘Bu uygulamada da bir hakikat payı var’ diye insanlar araştırıyor, doğru olduğunu görünce de itiraz etmekten vazgeçiyor. Türkiye’de ise ‘son söz’ en önce söyleniyor ve ‘karma eğitim’in tartışılması dahi engelleniyor.

Peki, Türkiye; ilimde ve teknolojide Amerika’yı geride mi bırakmış ki, bu uygulamayı teklif edenler hemen ‘aforoz’ edilir? Kızların ve erkeklerin ayrı okul ya da sınıflarda eğitim görmesinin, eğitim kalitesini yükselttiği, insaflı ilim adamlarının tesbit ettiği bir gerçek.

Amerika ile ilgili ‘haber’de şu bilgiler dikkat çekiyor: “Amerika karma eğitimi terk edip okul ve sınıflarda cins ayrımcılığına yöneliyor. Sadece kız ya da erkeklere eğitim veren okul sayısı 366’ya çıkarken, son fırtına Georgia eyaletinin 14 bin nüfuslu Green County bölgesinde koptu. Zira burası karma eğitimi toptan bırakıp bir ilke imza attı.

“Eğitimde harem-selâmlığa geçenlere Georgia eyaletinin Greene County bölgesi eklenirken, bütün orta öğretim kurumlarında kız ve erkek öğrencilerin ayrı sınıflarda okumasını öngören yeni sistem büyük tartışma kopardı. Ülkede erkek ve kız okulları bulunsa da Greene County bütün okulları harem-selâmlık yapan ilk bölge.” (Radikal, 27 Şubat 2008)

Peki ne olmuş ki, Amerika’daki bir ‘bölge’, kız-erkek ayrı eğitime mecbur kalmış? Cevabı, mimsiz medeniyetin yüzüne çarpılacak cinsten: Çok özür dilerim, okula giden kızlar ‘hamile kalınca’ yetkililer bu kararı almak durumunda kalmış.

Aynı habere göre, Ulusal Tek Cinse Dayalı Kamusal Eğitim Derneği Başkanı Leonard Sax, federal yasanın tek cinse dayalı okul ya da sınıfların oluşturulmasına izin verdiğini hatırlatmış. Federal yönetimin 2006’de tek cinse dayalı eğitimin önünü açan yasal düzenlemesi sonrası karma eğitimi terk etme eğilimi ortaya çıktığı belirtiliyor. Sax’a göre ulusal düzeyde tek cinse dayalı okul ya da alternatif sınıflar sunan okul sayısı 366’yı bulmuş.

Özetlersek: Bizdeki ‘ilerici’lerin hiç de ‘gerici’ diyemeyecekleri Amerika’da kız-erkek ayrı sınıf ve okullar çoğalmaya başlamış durumda. Başka ‘ilerici ülkeler’de de benzer uygulamalar var. Bazı ülkelerde de kadınlara özel otobüs, tren vs. uygulamaları dikkat çekiyor.

Amerika’daki yöneticiler ‘fıtrat’ın sesine kulak vermiş. Darısı Türkiye’deki idarecilerin başına...

01.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Mesut yerine Neçirvan mı?



Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin son sınır ötesi operasyonunun doğrudan hedefi PKK olmakla birlikte ‘by product’ da denilen yan hedeflerinden veya dolaylı türevlerinden birisi de Barzani’nin siyasî olarak vurulmasıdır. PKK yanlısı Kürtler harekâtın başından beri Talabani’yi suçlarken buna mukabil Barzani hakkında hiç olumsuz ifade kullanmadılar. Dolayısıyla Barzani manevra kabiliyetinden yoksun olduğundan siyasî olarak harekâtın altında kalmıştır. Bu da siyasî istikbalini karartacak bir yanlış olarak değerlendirilmektedir. Barzani siyasî olarak yapayalnız kalmıştır. Türkiye ile çatışmacı mantığı sonunda Amerikalıları da tam olarak kendisinden uzaklaştırmasa bile bıktırmıştır. Önce PKK ile birlikte onu Türkiye’yi terbiye etmek için kullansalar ve bir takım taşkınlıklarına göz yumsalar da son sıralarda Barzani büyük bir zemin kaybetmiştir.

Kürt itizali veya şuubiye hareketine karşı Şiiler ve Arap Sünniler sonunda dayanamayarak biraraya gelmişlerdir. Bu Kürtler için stratejik bir kayıptır. Baştan beri Şiilerle işbirliği yaparak zaten geleneksel ve tarihi denklemin dışına çıkmışlardır. Osmanlı’dan beri geleneksel denklem ve Şiî-Sünnî dengesinde Kürtler tahterevallinin bir ayağını oluşturuyorlardı. Talabani bu tarihî role atıfta bulunsa da bu daha ziyade bir nostalji olarak hatırlanmaktadır. Şuubiye anlayışıyla Kürtler Irak’taki geleneksel Sünnî pozisyonunu zayıflatmışlardır. Şiilerle girmiş oldukları taktik işbirliği de kendi yanlışları ve başına buyruk ve infiratçı davranışları yüzünden bitme noktasına gelmiştir. Bu da Türkiye’nin PKK üzerindeki operasyonlarını kolaylaştırmıştır. Yani Barzani taifesi bir dizi yanlış yapmıştır. Keskin sirke küpüne zarar misali, Ahmet Davudoğlu’nun da dediği gibi Miloseviç ve Saddam gibi keskin olan bütün anlayışlar sonunda bulundukları zeminlerin küçülmesine sebep olmuşlardır. Şimdi ise yapayalnız kalan Mesut Barzani’nin yeğeni Neçirvanla değiştirilmesi gündeme geldi. Buna göre, ABD ve Türkiye’nin de bu doğrultudaki yaklaşımlarıyla birlikte Mesut Barzani, daha esnek ve kabiliyetli Neçirvan Barzani ile yer değiştirecek. Mesut Barzani köşesine çekilecek. Bunu ilk yazan PKK’nın tanıtım birimi Başkanı Yusuf Ziyad oldu ve 28 Şubat 2008 tarihli El Hayat’ta yer alan yazısında Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak harekâtının mimar ve mühendisinin Talabani olduğunu ileri sürdü. PKK’cı Ziyad, Talabani’nin Kürt dâvâsı içinde bir Truva Atı olduğunu ve daima yabancı güçlerin kontrolünde hareket ettiğini ve onların taşeronu olduğunu ileri sürmektedir. Saddam, İran ve Suriye rejimleriyle de dostane münasebetlere sahip olan Talabani’nin Bazani’nin hilâfına Türkiye’deki PKK eylemlerini ‘terör’ olarak nitelendirdiğini hatırlatıyor. Keza Talabani’nin 22 Temmuz seçimleri öncesinde Kürt seçmenlerden DTP yerine AKP’yi yeğlemelerini ve seçmelerini istediğini de not ediyor. Dolayısıyla yazar PKK propagandisti olarak Talabani’yi ıskartaya veya Kürt dâvâsının hainine çıkartıyor.

***

Türkiye’nin hava harekâtına başladığı 16 Ocak 2008 tarihinden önce de Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin hava ve kara harekâtı için zemini hazırladığını ve JİTEM ile Kürdistan Vatansever Cephesi’nin istihbarat kurumu Zanyari arasında işbirliğine gidildiğini ileri sürüyor. Bu çerçevede görevlendirilen köylülerin PKK’nın mevzileri konusunda istihbarat topladıkları da ileri sürülüyor. Bunun sonucunda, Türkiye ile Talabani arasında bir dizi görüşme ve pazarlıklar yapılmış. Bu bağlamda, Türkiye’nin Kandil ve benzeri yerlerdeki PKK mevzilerini temizlemesinden sonra buraları Talabani egemenliğine terk etme sözü verdiği de ileri sürülüyor.

Genelkurmay İkinci Başkanı Ergin Saygun’un 16 Şubat 2008 tarihinde Talabani ile Süleymaniye’de gizlice buluştuğu ve taraflar arasında bazı noktalarda anlaşmaya varıldığı ileri sürülüyor. Yusuf Ziyad’a göre anlaşmaya varılan noktalardan birisi de Başbakan Erdoğan ve hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek’in yalanladıkları sınırda bir tampon bölge ikamesi meselesidir. Ziyad’a göre güya Talabani bu plana onay vermiş. Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin bu son operasyonuyla birlikte artık Kürdistan’ın eski Kürdistan olmayacağını da ileri sürüyor. Harekât sonrasında, Irak Anayasasının geçici 140’ıncı maddesinin bir hükmünün kalmayacağı, Irak Kürdistanı’nın bu operasyondan sonra fiili olarak Türk himayesinde bir bölge hâline geleceği de ifade ediliyor. Böylece Irak merkezli olarak Kürt devleti rüyasının Mehabad’daki gibi nihaî olarak sona ereceği de söylenmektedir.

Ziyad, bu son harekâtla birlikte durumun 1992 öncesine döndüğünü savunuyor. Bazıları 2003 öncesine dönüldüğünü söylese de Sözcü Ziyad’a göre, 1992 öncesine dönülmüş olacak. Ziyad Kürtlerdeki milliyetçi dalganın kırılacağını ve her durumda önceki statüye dönüleceğini öngörmektedir.

***

Neden Neçirvan sorusuna da şöyle cevap veriliyor: Neçirvan’ın ABD ile ilişkileri iyi olduğu gibi aynı zamanda Türkiye ve özellikle de AKP çevreleriyle de arası çok iyi. Türkiye’nin Kuzey Irak’ta 800 şirketiyle faal olmasına mukabil Neçirvan’ın da başta Antalya ve Mersin olmak üzere Türkiye’de ticarî ve sınaî faaliyetleri var. Dolayısıyla Neçirvan’ın çıkarları ile Türkiye’nin ve özellikle de AKP çevrelerinin çıkarları iç içe geçmiş durumda.

Bununla birlikte, yine de Ziyad’ın sözlerine ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor. PKK’ya daha fazla destek için Barzani tarafını kışkırtmak istemiş de olabilir. Velhasıl, operasyonun gölgesinde, bitmese bile Barzani, siyasî tarihinin en zayıf günlerini yaşamaktadır...

01.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Yasakçıları tutanakla tesbit etmek



Postmodern darbe olarak tarihe geçen 28 Şubat’ın on birinci yıldönümünde sürecinin sıkıntıları hâlâ devam ediyor. Süreç sırasında antidemokratik girişimler yaşanmış, demokrasi adına pek çok ayıp işlenmişti. Yargı ve medya Genelkurmay’da brifinglere alınmış, çalışma grupları oluşturularak mütedeyyin insanlar fişlenmişti. Sürecin ortaya çıkardığı Kur’ân kurslarına yaş sınırları, katsayı adaletsizliği gibi konular on bir yıl sonra hâlâ kaldırılmadı. O dönemin ortaya koyduğu “kara lekeler” henüz temizlenmiş değil…

Bu süreçte, sivil toplum örgütlerinden bazıları da iyi bir sınav vermemişti. “Beşli çeteler” diye isimlendirilen grup o zaman “sivil”den yana değil de, antidemokratik oluşumlardan yana tavır almıştı. Sadece ismi sivil olan bazı kuruluşlar “ordu göreve” diye pankartlar açmışlardı. On birinci cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde de bazı sivil toplum örgütleri “Meclis’e baskı yapma” niyetiyle “platform” oluşturmuşlar, ancak üyelerinden gelen “demokratik tepkiler” üzerine pek çoğu bu platformdan ayrılmak zorunda kalmıştı.

* * *

Bugün, halkın yanında yer alan, demokrasi ve insan haklarını ön plânda tutan sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerinden bahsetmek istiyorum.

Başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasını sağlayacak anayasa değişikliğinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından imzalanmasının ardından üniversitelerde yaşanan başörtülü alıp-almama konusundaki karışıklıkları dikkate alan bazı sivil toplum kuruluşları bu durumu tesbit edip, noter huzurunda tutanak tutturmak için öğrencilerin yanında yer alıyorlar.

Eğitimciler Birliği Sendikası başörtülü öğrencilerin derslere alınmadığını noter huzurunda tesbit ettirmek amacıyla pek çok ilde örnek bir girişim başlattı. Sendika avukatları tesbitlerini yaptıktan sonra “Anayasa ihlâli” yapıldığı gerekçesiyle Cumhuriyet Başsavcılığına şikâyette bulunuyorlar.

Ankara’da Gazi Üniversitesinde de, Genel Sekreteri Halil Etyemez başkanlığındaki Eğitim-Bir-Sen üyeleri başörtülü öğrencilerin derslere alınmadığını notere tek tek tesbit ettirdiler. Etyemez, fakültelerin ana giriş kapısından içeri alınan öğrencilerin dersliklerin bulunduğu binanın önüne konulan güvenlik barikatlarıyla derse alınmadıklarını, bunun yasağı ve antidemokratik ayıplarını örtme gayreti olduğunu söylerken, yapılan anayasa değişikliğinin üniversitelerdeki başörtüsü yasağının kalkması için yeterli olduğunu vurguluyor. Bunun için de ayrı bir kanunî düzenlemeye gerek olmadığını söylüyor.

Bir diğer örnek girişimde bir insan hakları kuruluşu olan Mazlum-Der’den geldi. Dernek, başörtüsü yasağı ile karşılaşan öğrenciler için tutanak sureti ve savcılığa başvurmak isteyen öğrenciler dilekçe örnekleri hazırlayarak mağduriyete uğrayan öğrencilere yol gösteriyor. Dernek, Gazi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi ve Meslekî Eğitim Fakültesinde mağdur öğrencilere, talepleri üzerine avukatlarınca destek verdi. Giriş sırasında yaşanılan gayr-ı hukukî durum ortadan kaldırılırken, her iki fakültede de başörtülü öğrencilerin derslere girmeleri sağlandı. Ancak derneğin avukatları okulun girişinden içeri alınmadılar. Dernek buna tepki göstererek, “Cezaevi, kolluk birimleri gibi yerlere dahi girişleri engellenmeyen avukatların üniversiteye girişlerinin engellenmesi ülkenin içinde bulunduğu konumu açıkça ifade etmektedir” denilerek, görevliler hakkında suç duyurusunda bulunulacağı dile getirildi.

Öte yandan TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Zafer Üskül, üniversitelere alınmayan başörtülü kız öğrencilerin Komisyona müracaatları durumunda bunun gereğini yapacaklarını söylüyor.

Burada “genç sivillerin” başörtülüler için üniversiteye giriş el kitabı hazırlamalarından bahsetmemek olmaz. Genç siviller bu rehberlerinde adım adım üniversiteye nasıl girileceğini anlattıktan sonra “Siz yerden göğe kadar haklısınız. Unutmayın. Hiçbir haksızlık sonsuza kadar devam etmez” diyerek olaya-her zamanki gibi-değişik bir pencereden bakıyorlar.

Bu girişimlerin sonucunda yasakçılar tek tek ortaya çıkmış olacak ve konu adaletin önüne gelecektir.

* * *

Demokrasiye zarar verecek eylem ve söylemler STK anlayışı ile bağdaşmaz. Demokrasiden geri adım, antidemokratik oluşumları cesaretlendirir. STK’lar aslî görevleri olan halkın sesini duyurdukça, halkın yanında yer aldıkça demokrasi kazanır. Bu yüzden de Türkiye’de demokrasiden yana tavır koyan sivil toplum kuruluşlarına ihtiyaç var. Unutulmamalı ki, bazılarının deyimiyle halk “Bin yıl sürecek olan 28 Şubat zihniyeti” değil, demokrasi istiyor.

01.03.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Millete “balans ayarı”



28 Şubat sürecinde “iç düşman” icâdıyla “düşman” değiştirilerek mevhum “irtica”nın “birinci düşman” ilân edilmesi, toplumu ortadan kırıp dibe vurdurdu. Medya ile birlikte yürütülen amansız psikolojik harekâtla milleti birbirine kırdırma taktiği güdüldü.

Uluslararası sermayenin uzantısı büyük holdingler hesabına Anadolu sermayesi itilip kakıldı. Her darbe ve ara dönem öncesindeki “sağ- sol çatışması” gibi, halkı “laik - anti laik kutuplaşmalar”la ayırma oyunu sahneye konuldu.

Televizyonlar, gece gündüz, bin bir çeşit asparagasla tahrikte bulundu. Yargıçlar, işadamları, rektörler, gazeteciler “irtica brifingleri”ni dakikalarca ayakta alkışladılar. “Batı Çalışma Grubu” benzeri hukuk dışı fişleme yapan emr-i vaki dayatmalarla demokrasi, hukuk ve insan hakları ayaklar altına alındı…

* * *

Ve 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine mâruz kalan Demokrat Parti ve Adalet Parti’nin siyasî misyonunu yüklenen iktidar ortağı Doğru Yol Partisi’nden kırk milletvekili istifa ettirilerek Türkiye’de siyasetin omurgası tasfiye edilmek istendi.

Zira Türk siyasetini, sinsî bir tahterevalli oyunuyla, asimetrik tahrikle karşılıklı kışkırtarak milleti kamplara bölmenin yolu, devletle milleti barıştıran ve buluşturan temel siyasî zeminleri tahripten geçerdi.

“Postmodern darbe” bu tahribi fazlasıyla yaptı. Öylesine ki, bu safhada daha önce AP tapulu arazisi üzerine gecekondu konduran 12 Eylül’ün siyasî aktörü ANAP’ın da başında ve içinde bulunduğu “Anasol-D” ve “Anasol-M” “siyasî aktörleri” türetildi.

Ne var ki, bu siyasî aktörlerin “miâdı”nın dolmasıyla bu kez antidemokratik dayatmalarla meydana getirilen mağduriyetler, bir başka “siyasî muvazaa”nın teşkilinde istimal edildi…

Görünürde Refah Partisi’ne karşı yapılıp Erbakan’ı devre dışı bıraktıran darbeyle, büyük bir ekseriyetinin yılların MSP-RP-FP siyasî çizgisinden, “din nâmına siyaset” yapan partilerden gelenlerin çekirdeğini oluşturduğu AKP, kurulup kısa zamanda iktidara getirildi.

Refahyol döneminde bazı bakan ve milletvekillerinin eşlerinin başlarının örtülü olmasına “veryansın” edip, “laiklik elden gidiyor” terâneleriyle ortalığı velveleye veren mihrakların, AKP’ye arka çıkmaları dikkat çekici idi. 28 Şubat’ın “baş mimarı” Em. Org. Çevik Bir’in, ABD’nin Balkanlar ve Kafkasya’daki “stratejik vizyonu”nu anlattığı toplantılarda AKP hükûmetini “iyi ve başarılı” bulması ibret vericiydi.

İsrail eski Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Alon Liel’in daha ilk başta “Erdoğanizm Kemalizmin bir versiyonudur” deyip “çağdaş Kemalizm”in “ikinci Özal” Erdoğan’ın “yenilikçi” ve “değişimci” yeni partisiyle Müslümanları iktidarın rant ve “nimetleri”nden istifade ettirip dünyevîleştireceğini belirtmesi, bu açıdan anlamlıydı.

Gerçek şu ki, Özal’ın “transformasyon” paravanındaki “modernleşme” ve “sekülerleşme” hamlesi, bütün hızıyla sürüyor. Bu kez “sivil siyaset” üzerinden millete “balans ayarı” yapılıyor…

Belli ki, dün “RP bahanesi”yle DYP’ye darbe vuran darbecilerin derdi, iddia ettikleri gibi “irtica” da değilmiş. Şirketlerinin ortak olduğu ve hesabına çalıştıkları küresel gücün çıkarlarına ortam hazırlamakmış…

Anlaşılıyor ki, çeşitli “projeler” perdesinde Türkiye’nin “Amerikan İslâmı” ya da “ılımlı İslâm” saptırmasıyla küresel sermayeye peşkeş çekilmesi hedeflenmiş. Bunun içindir ki, milletin menfaatlerini üstün tutan ve bu oyuna gelmeyen partiler ve hükûmetler bin bir komployla sahne dışına itilmiş…

* * *

Bundandır ki, iç ve dış politikada tam bir arbede yaşanıyor. Türkiye’nin hak ve menfaatleri, bölgenin geleceği küresel güçlerin insafına bırakılmış.

Meselâ son iki güne bakıldığında Başbakan ve Genelkurmay Başkanı, “askerlerin işi bitmeden Kuzey Irak’tan çıkmayacak, ne kadar gerekirse o kadar kalacağız” derken, Ankara’ya üç saatlik kısa ve kritik bir ziyaret yapan Amerikan Savunma Bakanı, Washington’un “Türkiye’nin en kısa zamanda çıkması” tembihini yineleyip sürekli baskı kuruyor…

Irak’ta işgal ve katliâm devam ediyor. İsrail Gazze’de soykırımı sürdürüyor; füzelerle dokuzu çocuk 24 Filistinliyi katlediyor. Ne Cumhurbaşkanı’ndan, ne Başbakan’dan, ne Dışişleri’nden en ufak bir kınama yok.

Amerika’nın Kuzey Irak’taki askerî yetkilileri, daha şimdiden “sınırlı sayıda Türk askerinin döndüğünü” bildiriyor. Buna karşılık Türkiye’nin Washington Büyükelçisi, “Türkiye’nin, ABD’nin verdiği destekten ve ABD ile işbirliği düzeyinden memnun olduğunu” söylüyor.

Başbakan, partisinin grup toplantında, “ABD’nin istihbarat desteği takdire şayan” diye açık teşekkürünü bildiriyor…

“Takdire şayan” ve “düzeyli işbirliği”ne bakıldığında, her türlü istismara açık sürecin vâhim kırılganlığı her haliyle sırıtıyor. Asıl “tehlike” bu…

01.03.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri