Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Eğitimde Bediüzzaman modeli



“Hazret-i Mevlânâ benim zamanımda gelseydi Risâle-i Nur’u yazardı. Ben onun zamanında gelseydim Mesnevî’yi yazardım. Çünkü, o zamanda hizmet Mesnevî tarzındaydı. Bu zamanda ise Risâle-i Nur tarzındadır” diyen Bediüzzaman Hazretleri gerçek bir eğitimciydi.

Üstadın en birinci referans ve kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’dir. Merhum Mehmed Âkif’in “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı, asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” beytiyle temenni ettiği hakikate mazhar olmuştur. Asrın mânevî bir doktoru gibi hastalıkların temelini teşhis etmiş, ona münasip mânevî ilâçları Kur’ân eczanesinden terkip etmiştir.

“Bu memleket insanının kalp hastalığı zaaf-ı diyanettir, iman zayıflığıdır. Ancak onu takviye ile sıhhat bulabilir” tesbitleriyle geleneksel ve taklidî bir iman yerine, araştırmaya, akla ve ilme dayalı tahkîki imanın ispatını esas almıştır. Âdetâ bir otobüsün motorunu üretme vazifesini üstlenmiştir. Çünkü, kaportası ve sair unsurları mükemmel olan bir arabanın motoru yoksa, o araba hiçbir anlam ifâde etmez. Tahkîki imandan yoksun mü’minlerin durumunun bu misâlden farksız olduğu, cemiyetin genel havasındaki İslâmî yaşantıdan görülmektedir.

“Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı san'at, marifet ve ittifak silâhıyla cihad edeceğiz” diyen Bediüzzaman, en temel hastalıklardan birisi olan cehalete karşı marifeti ve ilim öğrenmeyi esas almaktadır. Zira, ilim öğrenmek ve beşikten mezara kadar ilim talebinde bulunmak kadın erkek her Müslüman’a farzdır.

Bediüzzaman’ın hayatı boyunca takip ettiği en büyük hedeflerinden birisi; Kafkas, İran, Pakistan, Hindistan ve Arabistan’ın ortasına düşen; Bitlis, Diyarbakır ve Van’da şubeleri bulunan Medresetü’z-Zehra adını verdiği bir üniversite projesidir. Din ilimleri ile fen ilimlerinin beraber okutulması en büyük arzusudur. Gerekçesini ise şöyle izah eder: “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” Bu tesbitin ne kadar yerinde olduğunu, seksen sene boyunca yeterli din bilgisi ve eğitimi alamayan gençliğin geldiği perişan durum göstermektedir.

Bahsi geçen üniversite projesinin önemini Sultan Reşat’a kabul ettiren Bediüzzaman, on dokuz bin altın tahsisâtın bir kısmını alarak Van vilâyetinde temelini atmış, fakat, 1. Cihan Harbinin başlamasıyla gerçekleştirememiş. 1. Millet Meclisinde aynı maksadını anlatan ve yüz altmış üç mebusun imzasıyla yüz elli bin lira ayrılan bu proje yine geri kalmıştır. Çünkü, o zaman Ankara reislerinin niyetlerinin çok farklı olduğunu keşfeden Bediüzzaman, dünyayı terk ederek inzivaya çekilmiş ve talebe okutmaya başlamış. Ancak, kaderin garip bir cilvesi olarak, Şeyh Said isyanı bahane edilerek Batı Anadolu’ya sürgün gönderilen ve Burdur, Isparta, Kastamonu ve Afyon vilâyetlerinde mecbûri ikamete tâbi tutulan ve muhtelif hapishanelerde zulmen durdurulan Üstad, o mekânları da bir eğitim alanı olarak değerlendirmiştir. Telif ettiği Nur Risâleleri ile binlerce, şimdi milyonlarca insanın imanının kurtulmasına ve hidayete gelmesine vesile olan Üstad, bütün vatan sathını, şimdi ise bütün dünyayı âdetâ bir açık üniversite haline getirmiştir. Kırkın üstünde yabancı dillere tercüme edilen Nur Risâleleri, binlerce İnternet sitesinden dünya insanlığının mânevî kurtuluşuna hizmet etmektedir.

“Vazifemiz, ihlâs ile imana ve Kur’ân’a hizmet etmektir. Netice ise Cenâb-ı Hakka âittir” diyen Üstad, “İstikbâl yalnız ve yalnız İslâm’ın olacaktır” diyerek, gerçek bir tevekkül ve teslimiyetle en karanlık günlerde bile İslâm âlemine ümit dağıtmıştır.

Asya-Nur Kültür merkezinde heyecanla bu seminerini takdim eden Bedreddin Ergül, âdetâ anlattıklarını yaşıyordu. Katılımcı kalabalık ise tebriklerini sunuyor ve istifâde ettiklerini söylüyordu.

12.03.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Sadıklarla yalancılar



Kur’ân-ı Kerim, “İnsanlar ‘Îman ettik’ demekle bırakılıp da imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar? And olsun ki, Biz onlardan evvel gelip geçenleri de imtihanlara uğrattık. İşte, imanında sadakat sahibi olanlarla yalancıları Allah böylece ayırt eder”1 buyuruyor.

Demek bu imtihan, inandığı halde inancına bağlı olanlarla bağlı olmayanların ortaya çıkmasına vesile bir imtihan.

Hayatın her anında böylesi imtihanlara maruz kalmaz mıyız? Hz. Hüseyin’in, ona sahip çıkanların ve muhalefet edenlerin imtihanları da aynıydı.

Fıtrat tahakküm, baskı ve zulmü kaldırmaz. Iraklılar Yezid’in halife olmasına karşı çıkarlarken bu noktayı mı ön plana almışlardı? Yoksa işin içinde başka sebepler mi vardı? Hz. Hüseyin’in hürriyet-i şer’iyeyi tesis edeceğine inandıkları için mi ona kucak açıyor, gelmesini istiyor, yüz bin kişi toplayacaklarını söylüyorlardı? Gelse gelse Hz. Hüseyin gibi İslâmı iyi bilen, cesur bir insan istibdadın hakkından gelebilirdi ancak.

Peşpeşe gelen mektuplardaki onca talebe ilgisiz kalamazdı elbetteki Hz. Hüseyin. Mektuplarda halkın Yezid yerine kendisine biat edecekleri vurgulanıyordu. Önce durumu tahkik etmek üzere amcasıoğlu Müslim bin Akil’i gönderdi. Müslim bin Akil, Kufe’ye gittiğinde Hz. Hüseyin adına ilk etapta on sekiz bin kişinin biatını almış ve Hz. Hüseyin’in de acele gelmesini istemişti.

Hz. Hüseyin ise yakınlarıyla istişare ediyor, Iraklılardan gelen bir tomar mektubu göstererek bütün mektuplarda kendisini çağırdıklarını söylüyordu.

Önce Abdullah bin Abbas’la istişare etti. Abdullah bin Abbas, Irak’a gitmemesini, gidecekse bile çoluk çocuğunu yanında götürmemesini, Hz. Osman’ın, çocuklarının gözleri önünde şehit edildiği gibi onun da başına benzer şeylerin gelebileceğinden korktuğunu söylüyordu.

Zühd ve takvasıyla meşhur Abdullah bin Ömer ise en can alıcı noktaya dikkat çekiyordu. Allah Resûlü (asm), dünya ile ahiret arasında muhayyer bırakıldığında ahireti tercih etmişti. Resûlullahın (asm) bir parçası olan Hz. Hüseyin de dünyayı elde edemezdi, geri dönmeliydi.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri de Ehl-i Beytin başına gelen sıkıntıları anlatırken, Kaderin onları dünyadan ürküttüğü noktasına özellikle parmak basmaz mı? Kader onlara ahiret saltanatını lâyık görüyor, ona hazırlıyordu. Dünya onlara yaramayacaktı. Mektubat’ta der ki: “Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem’i [toplanması] gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü. Dünyanın çirkin yüzünü gösterdi—tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat [geçici] ve sûri bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktaplarına merci oldular.”1

İstişare devam etmekteydi. Bakalım nasıl bir imtihandan geçecekti Hz. Hüseyin? İnşaallah bir sonraki yazımızda da bunun üzerinde duralım.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 58-59.

12.03.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hürriyet: Ne başkasına, ne nefsine zarar ver!



Bilindiği gibi, batıda hürriyet, başkalarına zarar vermemek şartıyla istediğini yapmak şeklinde tanımlanır, anlaşılır ve uygulanır. İslâmın hürriyet anlayışını veciz bir şekilde yansıtan Bediüzzaman, “Hürriyetin şe’ni odur ki, ne nefsine, ne gayriye zararı dokunsun”1 diye tarif eder.

“Hürriyet-i mutlak (sınırsız hürriyet) ise, vahşet-i mutlakadır (sınırsız vahşettir), belki hayvanlıktır” diyerek hürriyetin sınırlandırılmasının insaniyet nokta-i nazarından zarûretine işaret eder.2

Seyahat ve trafiğe çıkma hürriyetine sahibiz. Ancak, trafik kurallarına uymak zorundayız. Kim, “Ben hürüm, neden kemer bağlayayım, istediğim hızı yaparım!” diyebilir? Trafik kaidelerine uymak elbette hürriyeti sınırlandırmıyor; bilâkis kazaları önlüyor, zararlara mani oluyor ve hayatı kurtarıyor! Hürriyetin de kuralları vardır. Bu prensiplere uymamak, bir nevî hayvanlık değil mi?

Sınırsız hürriyetin insanlığın başına ne hazin haller açtığı ortada. “Her şeyde mutlak özgürlük” diyen Batı, bugün kötü alışkanlıkların, bağımlılıkların pençesinde. Alkol ve uyuşturucu gibi zararlı alışkanlıklardan, cinsî sapıklıklara, oradan AIDS gibi çeşitli hastalıklar bataklığına saplamış. Zira, “kendine zarar”, kendiyle sınırlı kalmıyor. Nesline, akrabalarına, komşusuna, toplumuna, millî servetlere zarar veriyor. Meselâ, alkol alan anne-babalar, “Biz hürüz, kendimize zarar veriyoruz, başkalarına vermiyoruz!” diyebilir mi? Dünya Sağlık Teşkilâtı’nın (WHO) ülkemizin de içinde bulunduğu 30 ülkeyi içine alan son araştırma raporuna göre alkol ortalama vukuât yüzdeleri şöyle:

* Cinayetlerin yüzde 85’i,

* Irza tecavüzlerin yüzde 50’si,

* Şiddet olaylarının yüzde 50’si,

* Trafik kazalarının yüzde 50-60’ı

* Eşlerini dövenlerin yüzde 70’i,

* İşe gitmeyenlerin yüzde 60’ı, bu suçlarını alkollü iken işliyor. Ve keza;

* Akıl Hastanelerine yatanların yüzde 40 ilâ 50’sinde, genel tutuklamaların yüzde 50’sinde temel sebep yine alkol...

* İntihar olaylarında da alkolün etkisi, içmeyenlere oranla 58 kat fazla.

Ülkemizde her yıl kalp hastası olarak doğan çocukların büyük bölümüne alkol ve sigara kullanan anne ve babaların sebep olduğu hakkında, tıp otoritelerimiz sık sık uyarılar yapıyor.

Küçük bir sigara özeti daha sunarsak, bakınız nelerle karşılaşıyoruz:

Akciğer kanserlerinin en az yüzde 90’ı, gırtlak kanserlerinin yüzde 99’u sigara kaynaklı. Yine, 45-50 yaşın altındaki koroner kalpten ölenlerin yüzde 80’i, bacak damarı tıkanmalarının yüzde 90’ı sigaradan...

Alkolün azının zararsız olduğu, hattâ azını tavsiye eden beyanlar, ülkemizde bu ölümcül alışkanlıkların henüz tehlikeli boyutlarda olmadığı yolundaki aldatıcı veya yanıltıcı ifadeler dehşet verici! Yine devletin Tekel’de üretim ve tüketim artışını esas alan tutumu, daha da vahim.

Hürriyet bunun neresinde, insanlık bunun neresinde, medeniyet bunun neresinde, huzur ve mutluluk bunun neresinde?

Dipnotlar: 1- Münâzarât, s. 55.; 2- Hutbe-i Şamiye, s. 103.

12.03.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Son Şeyhülislâm'a organize iftira



Son Osmanlı Şeyhülislâmı Mustafa Sabri Efendi, mecburî ikamete zorlandığı Kahire'de vefat etti. (12 Mart 1954)

İlmî vukufiyeti kadar siyasî ve sosyal faaliyetleriyle de dikkat çeken M. Sabri Efendi, oğlu İbrahim ile birlikte sakıncalı 150'likler listesine dahil edildiği için, 1922'de yurdu terk etmek zorunda kaldı.

Önce Romanya'ya sığındı. İki yıl sonra da Mısır'ın başkenti Kahire'ye giderek, ömrünün geri kalan son 30 yılını (1924–54) orada El–Ezher'de ders vererek geçirdi.

* * *

Mustafa Sabri Efendi, 1869'da Tokat'ta doğdu. Memleketinde başladığı tahsil hayatına Kayseri ve İstanbul'da sürdürerek, nihayet müderris (profesör) oldu.

Saray'da Sultan II. Abdülhamid'e çok yakın bir ilim erbabı olarak, uzun yıllar "huzur dersleri"ne katıldı, ayrıca kütüphane müdürlüğü yaptı.

II. Meşrûtiyetin ilânından sonra siyasete atıldı ve Tokat mebusu olarak Meclis'e girdi.

Önce sopalı seçimlerle, ardından Babıâli baskınlarıyla iktidarı zorla elinde tutmaya çalışan İttihat–Terakki Fırkasının ve hükümetlerinin en şiddetli muhalifleri arasında yer aldı.

Komitacıların ölüm tehditleri yüzünden, bir müddet Romanya'ya gitti. Neşriyat ve siyaset yoluyla orada da muhalefetini devam ettirdi.

Birinci Dünya Harbi esnasında, Romanya'dan gelerek Bursa'ya yerleşti. Ardından tekrar siyasete atıldı.

Damat Ferit Paşa kabinesi tarafından (iki kez) Şeyhülislâmlığa getirildi. Ayrıca, Daru’l Hikmeti’l İslâmiye ve Cemiyet–i Müderrisîn’de aktif görev aldı.

Bir ara Sadrâzam olmak için gayret gösterdi ise de, bunda muvaffak olamadı.

İttihatçılar'a savaş zamanında bile şiddetli muarız olması, onu Almanlar'dan çok İngilizler'e yakınlaştırdı.

Öyle ki, İstanbul'un işgali esnasında bile, İngilizlerle uyumlu ilişkiler içinde kaldı. Dolayısıyla, Anadolu'daki Millî Harekete muhalefet etti.

İlim mesleğinde Bediüzzaman Said Nursî ile birçok noktada müşterekliği olmasına rağmen, Birinci Dünya ve İstiklâl Harbi gibi hayatî meselelerde ayrı düştüler.

İşgalci İngilizlere olan taraftarlığı ile Millî Kuvvetlere olan muhalefeti, son Şeyhülislâmın tenkide medar en büyük hatası olarak tarihe geçti.

Darbecilerin sunturlu yalanı

Mustafa Sabri Efendi, 1954'te vefat etmiş olmasına rağmen, onun ismi 27 Mayıs (1960) darbecileri tarafından gayet çirkin bir iftiraya karıştırıldı.

Güyâ, son Osmanlı Şeyhülislâm'ı "Tuhfetu'r–Reddiye" isimli bir kitapçık neşretmiş ve bu risâlecikte Said Nursî'ye demediğini bırakmamış.

Bu kitapçığı, müftülükler dahil her tarafa dağıtan ihtilâlcilere göre, Said Nursî'yi İslâmdan ayrılmakla itham eden M. Sabri Efendi, Nur Risâlelerini de ilmî delillerle tenkit ederek çürütüyormuş.

Oysa, bütün bunlar tertipli, organizeli bir iftira ve karalamadan ibaretti.

Zira, darbeciler ilk iş olarak Diyanet İşleri’ne el atmış ve güya başkana yardımcı olsun diye de Sadettin Evrin Paşayı bu dairenin tepesine getirmişlerdi.

İşte, son şeyhülislâmın ismi kullanılarak Said Nursî'ye karşı böylesine mürettep bir karalama kampanyası başlatılmıştı.

Yapılan iftiraya karşı derhal harekete geçen Zübeyir Gündüzalp, Nur Talebelerinden Ahmet Feyzi Kul, Mustafa Sungur ve Bekir Berk'le de istişare ederek, iftirayı red ve ithama cevap mahiyetinde bir neşriyat çalışmasını başlattı.

İkinci adım olarak, Sebilürreşad'ın sahibi Eşref Edib Beyle irtibata geçildi. Müştereken, cevabî mahiyette mukabil bir neşriyatın yapılması kararına varıldı.

Temize çekilen yazılar, önce haftalık Sebilürreşad'da, ardından Zülfikar mecmuasında yayınlandı. Hemen ardından, müfterilerin yüzüne tokat gibi vurulan bu yazılar, ayrıca bir broşür haline getirtilerek her tarafa dağıtıldı.

Haliyle, iftiracı ihtilâlcilerin balonu gitgide sönmeye başladı. Fakat, onlar yine boş durmadılar ve bu kez Neşet Çağatay'ın başkanlığında "Nurculukla Mücadele Komitesi"ni kurdular.

Bu komiteye dahil edilen Neda Armaner, Bahriye Üçok, Hamdi Kasapoğlu, İbrahim A. Çubukçu, Mehmet Oruç, Turan Dursun ve İlâhiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hüseyin Gazi Yurtaydın, kendilerince "Nurculukla mücadele"ye başladılar.

Müfteriler, Said Nursî ve Risâle–i Nur aleyhinde kitap yazdılar, broşür yayınladılar, konferanslar verdiler.

Ancak, bunların da hiçbiri tutmadı. İftira ve karalama kampanyalarıyla âleme maskara olmaktan öteye gidemediler.

Daha da komik ve gülünç olanı şu ki, bir kısım darbe çığırtkanları, kırk–elli sene öncesinin köhnemiş, demode olmuş iftiralarına sarılmaya ve bunları temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp piyasaya servis etmeye, akılsız çocuklar gibi çaba gösteriyorlar.

Ne yapalım, varsın oyalanıp dursunlar. Nasıl olsa güneşi balçıkla sıvayamazlar.

12.03.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif cevaplar



Aysun Hanım:

*“Konuşmam diye yemin eden birisi, konuşursa ne yapmalıdır?”

Dinimizde barış esastır. Mü’minin mü’mine üç günden fazla küs durması haramdır. Yakınlarımız arasında böyle birbirlerine küs ve dargın olanlar varsa muhakkak barıştıralım. Çünkü onların dargın durmaları haram olduğu gibi, bizim de onların aralarını bulmamız ve onları barıştırmamız Kur’ân’ın emridir.1 Onlar dargınlıklarını bırakmazlarsa; biz de seyirci olmaya devam edersek Allah’tan rahmet beklemeye yüzümüz kalır mı?

“Konuşmam!” diye yemin etmeye gelince; hoş bir yemin değil. Ancak böyle bir yemin “aşılmaz” da değil. Böyle yeminleri aşmanın çaresini yine Kur’ân ibadet cinsinden bize göstermiştir ki, bunlar, kefaretlerdir. Yeminlerinin kefaretlerini ödeyenler hem ibâdet yapmış olurlar; hem de yemin günahından affa liyâkat kazanırlar.

Yeminlerin kefaretini Kur’ân şöyle tanzim eder: “Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerden dolayı sizi mes’ûl tutmaz. Fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi muâheze eder. Bunun da kefareti, ailenize yedirdiğinizin orta hallisinden, on fakire yedirmek veya onları giydirmek yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan, üç gün oruç tutmalıdır. Yeminlerinizin kefareti işte budur.”2

Âyetin de hükmettiği gibi, yeminini bozan birisi on fakiri sabahlı akşamlı bir gün yedirmeli veya bir fakiri sabahlı akşamlı on gün yedirmeli yahut on fakiri orta hallisinden giydirmelidir. Bunların bedellerini de verebilir. Bunlara güç yetiremeyenler ise, üç gün peş peşe oruç tutmalıdırlar.

Görüldüğü gibi, kefaretin özünde ya başkalarına yardım ve hibe veya nefsi tezkiye ve arındırmak vardır. Bunlarınsa her biri birer ibadettir.

“Konuşmam!” diye yemin eden birisi için en hayırlı olanı, yeminini bozması, yani barışması ve yemin kefaretlerinden gücünün yettiği ile kefaretini ödemesidir. “Ben yeminliyim!” diye konuşmamayı sürdürmek ve barış yollarını kapamak ise haramı katmerleştirmekten başka bir işe yaramaz.

***

Ethem Bey:

*“Bakara Sûresi 57. ve Taha Sûresi 80. âyetilerinde geçen ‘üzerlerinize bıldırcın eti ile kudret helvası indirdik’ cümlesini açıklar mısınız?”

Hazret-i Musa (as) İsrail oğullarını Mısır’dan çıkarıp Tîh Çölüne getirince burada konakladı. İsrail oğullarının yiyecek ve içecekleri yoktu. Her türlü ihtiyaçları bakımından Hazret-i Musa’ya bağımlı bulunmaktaydılar. Hazret-i Musa (as) onlardan emirlerine harfiyen uyacaklarına dair kesin söz aldı. Bunun üzerine asasını taşa vurdu. Taştan on iki kabile için on iki gözlü pınar fışkırdı. Sudan kana kana içtiler. Güneşin yakıcı sıcağına karşı ince bir bulut gölge oldu. Belirli zamanlarda gökyüzünden kudret helvası ve bıldırcın eti indi.

Fakat İsrail oğulları nankör ve doymak bilmeyen bir milletti. Bıldırcın kuşlarına bakarlar, iyi besili ise alırlar, zayıf ise serbest bırakırlardı. Az sonra Hazret-i Musa’dan daha farklı yiyecek istemeye başladılar. “Biz Mısır’da iken balık, hıyar, kavun, karpuz, pırasa, soğan, sarımsak yerdik” dediler. İsrail oğullarının bu bitmek bilmeyen istekleri ve aç gözlülükleri Hazret-i Mûsâ’yı çok üzüyordu.

Bahsettiğiniz âyetler bu olaylardan bahseder. Âyetlerin devamında İsrail oğullarının bu nankörlük ve küstahlıklarına karşı “Yoksulluk ve düşkünlük damgası vurulduğu ve Allah’ın gazabına uğradıkları”3 kaydedilir.

Risâle-i Nur’da, Hazret-i Musa’nın (as) on iki gözlü su fışkırtan asa mu’cizesinden haber veren Kur’ân’ın yerin altında depo edilmiş olan rahmet hazinelerine dikkat çektiği beyan edilir. Risâle-i Nur’a göre, bu âyetler insanlığa çok ileri bir ufuk çiziyor. İnsanlık Kur’ân’ı dinlerse yerin altında İlâhî kudretçe hazırlanmış olan birçok cevhere ve madene ulaşabilecektir.4

Yine Risâle-i Nur’da, Hazret-i Musa’nın (as) asasına karşı “taşların” on iki gözlü su akıttığından hareketle, insanoğlunun Allah’ın emirlerine karşı taştan daha da katı olduklarına dikkat çekilir.5

Risâle-i Nur’a göre, Allah’ın her baharda ve yazda yeryüzünün kalbine indirdiği haddi ve hesabı olmayan “gıda, yemiş, meyve, yiyecek, sebze” unvanlı “Cennet Helvaları”, Tih Çölünde İsrail oğullarına inen kudret helvalarından aşağı değildir ve bütün bu nimetler insanoğlunu şükre ve Allah’ı tanımaya dâvet eder. İnsan, helvalı şeker fabrikası ve ballı şurup makinesi hükmünde bulunan üzüme, sert kabuklu cevize ve bunların yeryüzündeki sayısız emsâline ve sair tatlı tanecikli meyvelere bakmalı ve “Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan Zat olabilir!” demeli; Allah’ı tanımalı ve şükretmelidir.6

Dipnotlar:

1- Hucûrât Sûresi, 49/10

2- Mâide Sûresi, 5/89

3- Bakara Sûresi, 2/47-61; A’râf Sûresi, 159-162; Tâhâ Sûresi, 20/77-98

4- Sözler, s. 231

5- Sözler, s. 227

6- Şuâlar, s. 144

12.03.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Özgürlük olmayınca



Herkesin ‘tek tip’ olmasını isteyen ‘sistem,’ bunu temin edebilmek için gerekli ‘şartlar’ı da hazırlamış durumda. Farklı düşünen ve farklı konuşanlar genellikle ‘onuncu köy’e gönderilmeye çalışılır. Düşüncelerini ifade edenleri cezalandırmak isteyen anlayış değişmese de, ilgili kanun maddeleri zaman zaman değişebiliyor. Türkiye’nin gündemini meşgul eden TCK 301. madde, düşünceyi ifade etmenin önündeki engellerden sadece biri.

Peki, düşünceyi yazılı ya da sözlü olarak ifade etmeyi cezalandırmak Türkiye’ye ne kazandırıyor? Amiyâne tabiriyle ‘solda sıfır’ kazandırıyor ve bu kazanç fayda değil, zarar veriyor. Hem imajımız bozuluyor, hem de insanlar haksız yere cezalandırılmış oluyor.

İnternet dünyasını takip edenlerin bildiği “Ekşi Sözlük”ün kurucusu Sedat Kapanoğlu, Türkiye’de yaşayanların ‘aynileştirilmek istendiğine’ dikkat çekip buna karşı çıkılmasını istemiş. Kapanoğlu, ÖSS’yi kazanamamış ve bu kayıp, ona Amerika yollarını açmış. Şu anda Seattle’da Microsoft Windows Yazılım ekibinde yazılım mühendisi olarak çalışıyor.

ÖSS’yi kazanamayan bir kişinin, sonrasında Microsoft Windows Yazılım ekibinde görev alıyor olması, aynı zamanda eğitim sistemimizin durumunu da ortaya koyuyor. “Ekşi Sözlük”ün kurucusu bu tuhaflığı şöyle açıklıyor: “Tuhaflık bende değil, ÖSS’de! Sınavda bana tek hücrelileri, iç açı toplamlarını, Ömer Seyfettin’i filan sordular. Oysa ben bilgisayar mühendisi olmak istiyordum! Beş altı denemeden sonra özel bir üniversitenin bilgisayar mühendisliğini kazandım ama o sırada (zaten) çalışıyordum.” (Hürriyet, Cumartesi eki, 8 Mart 2008)

Düşüncelerini ifade edenleri cezalandırmanın da ülkeye bir maliyeti var. Microsoft Windows Yazılım ekibinde yazılım mühendisi olarak çalışan Kapanoğlu şöyle demiş: “Bizde fikir özgürlüğü, ağzımızdan çıkan lâfın sonuçlarından korkmamızı gerektirecek kadar vahim durumda. Sadece kendi görüşünü sesli dile getirdi diye hakkında soruşturma açılan insanlar var. Ortada bir yasa olmasa da, kendi görüşünü söyleyeni, toplum olarak dışlamaya hazırız. ‘Ya sev ya terk et’ diyoruz. Haliyle bu millete, bu topluma gönül bağı besleyen; sırf toplumla, milletle bağına zeval gelmesin diye ‘aynılaşıyor.’ Aksi halde ‘vatan haini’ diyorlar. Kim vatan haini olmak ister ki? Hem vatan hainine kız da vermezler! O da aynı fikri savunuyor mecburen. Aidiyetini sağlamlaştırmaya çalışıyor. Bu aynılaşma da, milletimizin fikir havuzunda sadece iki üç tür balığın yüzebilmesine yol açıyor. Haliyle o kadar az türden, yepyeni ve çok daha güzel bir tür çıkmasını, renkli ve zengin bir tropik fikir okyanusuna sahip olmayı bekleyemeyiz. Aykırı görüşlerin varlığının bir tehdit olmadığını, bir görüşün var olmasının onu kabul etmek anlamına gelmediğini benimsememiz gerekiyor.” (agg.)

“Milletimizin fikir havuzunda sadece iki üç tür balığın yüzebilmesine” yol açanlar, sebep oldukları ağır tahribatın farkına varmalı ve bu anlayıştan vazgeçmeliler. Aksi halde, muâsır medeniyet seviyesine ulaşmamız zor olacak.

Zaman zaman faiz ya da enflasyon gibi ekonomik ölçülerin ülkemize verdiği zararları tartışıyoruz. Asıl tartışmamız gereken şey, fikir hürriyetinin ve demokrasi eksikliğinin sebep olduğu zararlar olmalı... Bu değerlerin, ‘para’ ile ölçülemiyor olması kimseyi şaşırtmasın. Asıl tehlike de bu: Her şeyi ‘para’ ile ölçmeye kalkmak...

12.03.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Hezeyan ve suskunluk



Tansel Çölaşan, o talihsiz konuşmayı Danıştay Başsavcısı olarak değil, “kadın” kimliğiyle ve “vatandaş” olarak yaptığını söylemiş.

Herşeyden önce, başsavcı sıfatını taşımaya halen devam ediyorken o sözleri sarf edemez. Ettiğinde başka kılıfların arkasına saklanamaz.

Öte yandan, o dehşet verici sözleri, en başta, kadınla en fazla özdeşleşmiş insanî haslet olan şefkatle bağdaştırabilmek asla mümkün değil.

İhanet suçlamalarını ve idamların toplumsal coşkuyla karşılandığı herzelerini, kadınlığın çağrıştırdığı şefkat, nezaket, zarafet gibi mânâlarla bir arada düşünebilmenin imkânı var mı?

O sözler, “vatandaş” olarak da söylenemez.

Çünkü vicdanî duyarlılığı ve insanî hasletleri dumura uğramamış hiçbir vatandaş, siyasî kanaati ne olursa olsun, Yassıada mezalimini ve idamları coşkuyla karşılayamaz, alkışlayamaz.

İşin bir başka ilginç boyutu daha var.

Bilindiği gibi, Çölaşan’ın da ateşli taraftarları arasında yer aldığı başörtüsü yasağının savunucuları tarafından, yasağa sebep ve gerekçe olarak gösterilen temel argümanlardan biri şu:

“Başörtüsü, kişinin hangi dünya görüşüne sahip olduğunu en fazla belli eden simgelerden biri. Oysa kamu hizmeti verenler kesinlikle tarafsız olmalı ve görüşlerinin ne olduğuna işaret eden herhangi bir simge taşımamalı.”

Peki, başı açık olup da belli bir siyasî kanaati militanca savunanlar varsa—ki, Çölaşan bunun en çarpıcı örneklerinden birini vermiş oldu—buna nasıl bir kılıf uydurulacak?

Demek ki, başı açık olmak da, tarafsızlığın korunmasını sağlayacak bir kriter olamıyor.

Ve böylece başörtüsü yasağının dayandırılmak istendiği temellerden biri daha çöküyor.

Şimdi cevap bekleyen sorulardan biri, Çölaşan’ın hezeyanlarıyla ilgili olarak, görev yaptığı Danıştay başta olmak üzere yüksek yargı organlarının nasıl bir tutum ortaya koyacakları.

Dünkü Taraf gazetesi, Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi Başkanlarının konuya dair görüşlerini almaya çalıştıklarını, ama hiçbirine ulaşamadıklarını yazıyordu. Böyle bir konuda üç maymunları oynamak yakışıyor mu?

Diğerleri bir yana, Danıştay’ın sessizliğini neye yormalı? Başörtüsü meselesi gündeme geldiğinde hiç gecikmeden açıklama yapmayı görev bilen Danıştay Başkanlığı, burada niye suskun? Bu tavrı, “Sükût ikrardan gelir” kaidesine göre zımnî bir tasvip olarak mı yorumlamalı?

Böyle bir onay söz konusu olabilir mi?

Taha Akyol, eski Danıştay Başkanlarından Ender Çetinkaya’nın 4 Nisan 2006’da medyada çıkan beyanlarında Yassıada mahkemesi için şu değerlendirmeyi yaptığını hatırlatıyor:

“Güdümlü bir mahkeme. Yargılama değil, mahkûm etmeye yönelik bir senaryoydu. Dünya tarihinde görülmemiş bir yargılama yapıldı. Yargı büyük yara aldı...” (Milliyet, 11.3.08)

Peki, şimdiki başkan Sumru Çörtoğlu ne düşünüyor? Onun da görüşünü—hele bu tartışmalardan sonra—açıklaması gerekmiyor mu?

Eğer o da Çölaşan gibi düşünüyorsa, açıkça ifade etsin ve toplumumuz da bunu öğrensin.

Yok, “Kişisel görüşleridir, kurumu bağlamaz” diyorsa, bunu da açıklasın ve akabinde, toplumda infial uyandıran sözleri için Çölaşan’a gereken yaptırımı uygulasın. Ama susmasın...

12.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Herakl’in kehaneti



1936 yılında Paul Schmetz isimli yazar ‘İslâm: Yarının Gücü’ adlı bir kitap yazmış. Bundan 70 yıl sonra Bernard Lewis bir Alman gazetesine benzeri şeyleri söyleyecektir. 1957 yılında ilk kez literatüre soktuğu medeniyetler çatışması tezinin Huntington tarafından tevarüs edilerek bir kitap ve onun ötesinde çığır hâline getirilmesi gibi. 11 Eylül’den sonra Lewis, Bush yönetiminin Ortadoğu politikalarının fikir babalarından biri olmakla kalmamış, İslâmofobi’nin Batı’daki baş körükleyicilerinden biri hâline gelmiştir. 28 Temmuz 2004’te Alman Die Welt dergisine verdiği mülâkatta şunları söylemiştir: “Yüzyılın sonuna kadar Avrupa’ya İslâm hakim olacaktır. Avrupa Arap batısının, Magreb’in bir parçası haline gelecektir.”

31 Ekim 2005 tarihli The New Yorker dergisine göre de Lewis, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’e şu tavsiyede bulunmuştur: “Araplara yapılması gereken şeyin iki gözleri arasına büyük bir sopayla vurmak olduğuna inanıyorum. Onlar yalnızca güce saygı duyar.” Tepkiler üzerine dergiye gönderdiği açıklamada da Lewis, “Evet, Arapların yalnızca güce saygı duyduklarını düşündüğüm doğrudur” demiştir (Bkz: 12 Nisan 2007, Perşembe, Zaman Gazetesi, Şahin Alpay: Bernard Lewis’in ‘Türk dostluğu’).”

Paul Schmetz’in tahliline tekrar dönecek olursak şunları söylemektedir: İslâm dünyasının üç büyük potansiyel gücü vardır. Bunlardan birisi yeraltı zenginliğidir. Gerçekten de İslâm dünyası petrol rezervlerinin en az yüzde 70’ine sahiptir. Diğer bazı stratejik hammaddelerde de böyledir. Bu da özellikle gelişmiş ülkelerin iştihasını arttırmaktadır. Müslümanların ikinci büyük potansiyel gücü de nüfus artışında ve demografik yapılarındadır.”

Ancak bu alan alarm vermektedir. Nitekim Başbakan Erdoğan doğurganlığımızın yavaşladığına temas etmiştir. Bu yönümüzün de eksiye çevrilmesi hâlinde İslâm dünyası ve Türkiye üstün olduğu bir alana daha veda etmiş olacaktır. İslâm dünyasındaki nüfus hareketleri zayıflamasına rağmen yine de hâlâ diğerlerine kıyasla öndedir. Bu nüfus hareketleri sayesinde 1990’lı yıllarda Müslümanların dünya nüfusu içindeki payı yüzde 12 civarında iken; 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde bu oranın yaklaşık yüzde 30’lar seviyesine ulaşacağı öngörülüyor. Bu durumda, ilk kez tarih boyunca Müslümanların oranı Hıristiyanların oranını aşacaktır. Aynı paralelde ve tarihin aynı diliminde, ABD’de siyah ve Hispanik kökenlilerin nüfusları WASP’ları (White Anglo-Saxon Protestant/Beyaz Anglosakson Protestan) aşacaktır.

Huntington ikinci meş’um kitabı “Who are we” kitabında bu meselenin çözümünü arıyor. Selefi Bernard Lewis’in Avrupa ile ilgili uyarılarına mümasil o da ABD ile ilgili benzeri uyarılarda bulunmaktadır. Buna göre, gelecek 40 yıl içinde ABD’nin nüfus yapısı tamamen değişecek ve Müslümanların da önemli bir bölümünü teşkil ettiği veya etmesi beklenen Hispanik ve siyah kökenli kenar çevreler merkeze oturacaktır. Bu itibarla, Obama engellense bile Obama’lar engellenemeyecektir.

***

Bernard Lewis aynı şeyleri Avrupa’nın Müslümanlarla ilişkilerinde de bekliyor. Elbette arz ettiği hususlardan bir kısmı kışkırtmaya matuf. Bununla birlikte, bir parça hakikat payı da yok değil. Schmetz’e göre, Müslümanların üçüncü gücü de irtibat ve akide gücüdür. İman ve irtibat gücüdür. Hasan el Benna da gücü üçe ayırmıştır. Bunlardan birisi fıtrî güç olan iman gücüdür. Kur’ân-ı Kerim’de de bu doğrultuda ‘İnanıyorsanız üstün sizsiniz’ buyurulmaktdadır. İkinci güç, irtibat gücüdür ki buna organize kabiliyeti diyoruz. Bundan da, tek ümmet veya ittihad-ı İslâm bilinci veya meyelanı inbias eder. Benna’ya göre üçüncü güç ise pazu gücüdür. İslâm “Yarının Gücü” kitabının yazarı: “Eğer Müslümanlar bu üç potansiyel gücü biraraya getirebilirlerse Avrupa’nın pabucunu dama atarlar” demektedir. Müslümanların bu üç potansiyeliyle ve ümmet veya ittihad-ı İslâm çatısı altında bütünleşme istidatlarıyla alâkalı Nixon da ‘Seize of moment (anı yakalamak)’ adlı kitabında benzeri görüşler serdetmektedir: “Gelecekte karşımıza çıkma potansiyeline haiz tek topluluk Müslümanlardır. Kazablanka’dan Cakarta’ya ve Çin Seddi’ne kadar yeknesak bir topluluktan bahsetmek mümkündür. Bunlar siyasî iradelerini de birleştirebilirlerse karşılarında hiçbir güç duramaz...”

1991 yılında Özal’ın hatırlattığı ve Halil Halid Bey’in Arap ve Türk kitabında temas ettiği kimi Alman şarkiyatçıların şu sözü de buna mümasildir: “Adriyatik Kıyılarından (Bar şehrini baz alabiliriz) yola çıkan birisi Çin Seddi’ne kadar Türkçe’den maada bir dil bilmeden yol alabilir. Türkçe ile seyahat edebilir...”

Güneyde Arapça kuzeyde ise Tükçe İslâm ümmetinin ortak bölenidir. Muhammed el Behiy bu potansiyelin bir araya getirilmemesi için Müslümanların arasına sosyalizm veya (aşırı biçimleriyle) laiklik gibi bariyerler dikildiğini ve yabancı kavramlarla görünmez duvarlar ve çitler örüldüğünü yazmaktadır.

***

Müslümanların Sasanileri çok kısa bir zamanda bozguna uğratmalarından dolayı şaşkına dönen Bizans İmparatoru Herakl bir komutanıyla hasbihâl eder ve ‘Ne olacak bu Araplarla halimiz?” demeye getirir. Komutan hasbi konuşur: “Onlar gündüzün şövalyesi gecenin de rahibidirler. Camilerine girdiğinizde arı sesine benzer vızıltılar çıkarırlar, bu okudukları Kur’ân sesidir. Bir dükkândan ancak parasını ödedikleri şeyi alırlar. Önderleri bir suç işlese onu da cezalandırmaktan kaçınmazlar...” Bunun üzerine bir ah çeken Herakl: “Bu dediklerin doğruysa çok yakın bir zamanda onların bu bastığım toprakları da ele geçireceklerini söyleyebilirim...”

Bu kehanet çok geçmeden gerçekleşmiştir. Acaba çağdaş kehanetler de aynı şekilde gerçekleşecek mi?

12.03.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

AKP’de “paket” kelimesi yasak



Partilerin grup toplantıları sataşma ve cevap zeminidir. Genel başkanlar bir hafta boyunca yapılan konuşmalara bu kürsüden karşılık verir. Yeni polemiklere kapı yine buradan açılır.

Geçen hafta DTP grubunda sarı-kırmızı-yeşil renkli başörtülülerin olmasına karşılık MHP grubunda da örtülerini farklı biçimlerde bağlamış başörtülüler yerlerini almışlardı. Başörtüsü tartışmalarına girmeyen Devlet Bahçeli’nin hedefinde Kürt sorununa siyasî çözüm önerisi getirenler vardı.

Kuzey Irak’a yönelik hava ve kara operasyonlarını Bush ve Erdoğan’ın oval ofisteki 5 Kasım tarihli görüşmesine bağlayan Bahçeli, son günlerdeki Genelkurmay-muhalefet çatışmasında son noktayı koydu. Bahçeli, Başbakan’ın “muhatap biziz” açıklamasına karşılık verdi. TSK’nın Kuzey Irak’ta ne kadar kalacağının hükümet tarafından belirlendiğini söyleyerek Büyükanıt’la başlayan polemiğin—en azından—kendi cephelerinde sona erdiğini gösterdi.

Kürt sorununa dönük siyasî çözüm önerileri partilerin sertleşmesine yol açıyor. MHP lideri Bahçeli ile DTP lideri Türk de konuşmalarında “iç çatışma” ve “kargaşa”nın yaşanabileceğini savundular. İki lideri de dinlersek Türkiye her durumda huzursuzluk yaşayacak. Bahçeli’ye göre “PKK patentli ihanet projesi” yani siyasî çözüm olursa “Türkiye ağır bir iç çatışma” yaşayacak. Türk’e göre ise eski anlayış devam ederse “yeni kargaşa, kaos ve halkların karşıtlığına” yol açacak.

Liderlerin çatışma ve kavga kavramlarına bu kadar kolay yer vermesi akıl alır gibi değil. Siyasetçimiz de askerimiz de bu tür kavramları çok rahat ve kolay kullanıyor. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, geçen hafta MHP ve CHP’ye cevap verdiği açıklamasında “hain” sözcüğüne yer vermişti. Muhalefet liderleri de iç çatışma ve kaosu kullanıyor.

85 yıllık cumhuriyetimizde hâlâ tartışmayı, tahammülü ve diyaloğu öğrenemedik. Deveye sormuşlar; “yokuşu mu seversin inişi mi?” Deve de; “Düz yolun suyu mu çıktı” demiş. Sorumlular da düz yolun suyunun çıkmadığını anlamalı artık.

Başbakan Erdoğan ise DTP ve MHP’nin siyasî çözüm polemiğine hiç girmedi. Erdoğan, AKP Grubunda baştan sona Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısını anlattı. Tasarının “yalancıları”nı ifşa etti.

Son günlerde hükümetin Güneydoğuya yeni paket açıklayacağı söylentileri fazla ciddiye alınmamış olacak ki Başbakan Erdoğan’ın partililere “paket” kelimesini bile yasaklattığını öğreniyoruz. Ay sonunda Güneydoğuya gidecek olan başbakanın elinde defalarca açılan, ama netice vermeyen paketlerden olmayacak.

Bakalım Erdoğan, Güneydoğuyla ilgili çözüm beklentilerine nasıl karşılık verecek?

12.03.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Din dersleri”ne kim karar vermeli?



Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan’ın, millet irâdesinin temsilcisi Meclisi dağıtıp hükûmeti deviren kanlı 27 Mayıs darbesini “devrim” olarak nitelediği, merhum Menderes’le iki bakanın idamıyla sonuçlanan Yassıada zulmünü, maznunlara yapılan zulüm ve işkenceleri, “Atatürk’ün kurduğu cumhuriyete ihanetin cezası” olarak yorumladığı bir sırada, Danıştay’ın “din dersi” kararı, bir çok yönüyle muallel…

Herşeyden önce, 27 Mayıs’ın izindeki 28 Şubat postmodren darbe süreci itiyadıyla yargının dini tanzime de el atıp “din derslerinin nasıl okutulacağına” karar vermesi, hukuk dışı ve antidemokratik. Belli ki millî irâdeyi, hakkı, hukuku hiçe sayan, anayasayı ilga eden darbeciler misâli, anayasa ve yasalar bir defa daha ilga ediliyor. Tıpkı temel haklara ve hürriyetlere aykırı olarak, başörtüsünün yasa dışı yasakla tepeden inme keyfî olarak yasaklanmasının temelsiz gerekçelerle “onaylanması” gibi…

Anlaşılan o ki tek parti zihniyeti, “laiklik elden gidiyor” bahanesiyle dayatılan 12 Eylül ihtilâli anayasasını da takmıyor. Dahası Anayasa’nın 24. maddesine göre, “din ve ahlâk eğitimi”nin “devletin denetim ve gözetimi altında” olmasına bile tahammül edemiyor. Anayasanın açıkça “zorunlu” kıldığı “din kültürü ve ahlâk öğretimi” derslerini dahi kabul etmiyor. Anayasa’nın açık hükmüne rağmen “zorunlu” olmaktan çıkarmaya yelteniyor…

* * *

Doğrusu Danıştay’ın, “Sünniliği” kastederek “din derslerinde bir mezhebin bilgilerinin verildiği” iddiası, Müslümanlığın ta kendisi olan, iman ve İslâm esaslarında hiçbir farklı inanç ve ibâdeti olmayan Aleviliği İslâmdan ayrı gösterme tuzağına gelindiğini ele vermekte. Hz. Ali’nin haklılığı ve Ehl-i Beyt muhabbetini esas alan Aleviliğin, Müslümanlıktan farklı bir din gibi sunulması, İslâmın ortak paydasının ve bilgisinin Sünniliğe hasredilmesi, Alevileri Müslümanlıktan koparma ve hatta çatıştırma komplosunun bir parçası.

Rafiziliğe varan bazı müfrit azınlıklar hariç, temel Alevilik kaynakları da Aleviliğin İslâmın içinde olduğunu ortaya koymakta. Aleviliğin İslâm tarihinden, İslâmın özünden olduğu belirtilmekte. Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’nun da ifâde ettiği gibi, aksi halde Aleviliği İslâmın dışında ayrı bir inanç olarak görmek, Müslümanlığı bilmemektir ve en başta Alevilere haksızlıktır…

Hakikaten sormak lâzım: Türkiye’de din eğitiminin nasıl verileceği, öğretimin nasıl yapılacağı, dahası hangi bilginin İslâm dininin, hangi mâlumatların bir mezhebin bilgisi olduğuna kim karar verecek? Bütün bunlar bir yana, yargı, din konusunda hangi merciden görüş alacak? Yargıçların din hakkında tamamen kişisel mülâhazalarıyla, önyargılarla karar vermeye hakları var mı?

Anayasa’nın 136. maddesi ile 663 nolu kuruluş kanunu, devletin din işleri ve ilişkileriyle ilgili en yetkili anayasal bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetme görevini vermekte. Peki dinin nasıl okutulması gerektiğini, hangi öğretinin dinin orijinal, nesnel ve rasyonel öğretisi olduğunu, hangisinin daha yanlı, daha sektörel olduğunu, yargı neden devletin dinle ilgiyi yetkili kurumu olan Diyanet’ten sormaz da re’sen yanlış ve yanılmalarla karar verir?

Dinin ne olduğunun, başörtünün “dinî bir vecîbe” olup olmadığının bilgisi, din derslerinin nasıl okutulması gerektiğinin tespiti, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumların mı yoksa anayasal ve yasa görevi din konusunda toplumu bilgilendirmek olan olan Diyanet’in mi?

* * *

Türkiye’de 23 İlahiyat Fakültesi var. Sahi, AİHM’nin AB’nin temel değerlerine aykırı başörtüsü mülâhazasını esas alan Anayasa Mahkmesi, neden başörtüsünün dinî bir vecîbe olup olmadığını Diyanetten sormaz? AİHM’nin “din dersleri” hakkında İslâm dinini Hıristiyanlıkla kıyaslayan mütalaasını gerekçe gösteren Danıştay, niçin din eğitimini veren İlâhiyat Fakültelerinden görüş istemez? Anayasa ve yasalarla “din ve vicdan hürriyeti” çerçevesinde din ve ahlâk eğitim ve öğretiminden sorumlu Millî Eğitim’in görüşü neden nazara alınmaz?

“Din dersleri”nin nasıl olacağı, ilköğretim, ortaöğretim ve Bakanlığa bağlı yaygın eğitim kurumlarında okutulan din kültürü ve ahlâk öğretimine ait programlar ile ders kitaplarını hazırlamak ve Tâlim Terbiye Kuruluna sunmakla görevli Din Öğretimi Genel Müdürlüğünün görüşü neden alınmaz? Ve Millî Eğitim, mevcut anayasa gereği, devletin denetimdeki din eğitimi ve öğretimine hangi sâikle hakkıyla sahip çıkmaz? Hükûmet, niçin bu derslerin genel müfredat içinde nitelikli ve donanımlı olmasının gereğini savunmaz?

Başka bir dersin “seçmeli” olması tartışması bile olmazken, din kültürü ve ahlâk bilgisi derslerinin bu yetersiz haliyle “seçmeli” olması saptırmalarına gerekli cevapları vermez? Din dersleri, dini bilmeyen mihrakların insafına bırakılır; neden?

12.03.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri