"Gerçekten" haber verir 09 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İsmail TEZER

Süpernova ve ‘demirin indirilmesi’



“Bir ölü yıldız patladığında, yıldızın derininden başlayan şok dalgası saatte 32 milyon kilometre hızla yüzeye doğru çıkıyor ve patlama, Güneşten bir milyar kez daha parlak bir ışık topu oluşturuyor. Bu patlamayla kâinata, yıldız içerisinde oluşmuş nikel, altın, demir dahil çeşitli elementler dağılıyor. Oxford Üniversitesi astronomlarından Kevin Schawinski, ‘Dünyamızdaki ağır elementler, yıldızların içerisinde oluştu. Eğer süpernovalar olmasaydı, çok uzun bir geçmişte, bizim Güneşimizin oluşmasından da önce bu ağır elementler oluşmasaydı, Dünyamızı oluşturan maddeler de olmazdı’ dedi.” (aa, Londra, 14.06.2008)

Ne diyordu Kur’ân:

“Biz demiri de indirdik ki, onda hem kuvvet ve şiddet, hem de insanlar için faydalar vardır.” (Hadid Sûresi: 25)

Dikkat edilirse, Kur’ân “Demiri çıkardık” demiyor, “Demiri indirdik” diyor.

Yukarıdaki haber de, Kur’ân’ın bu hükmünü teyid eder nitelikte. Çünkü ölü yıldızların patlaması sonucunda, kâinata nikel, altın, demir dahil çeşitli elementler dağılıyor.

Yıllar önce Bediüzzaman da, eserlerinde, bu âyetle ilgili olarak sorulan şöyle bir sorudan bahsediyordu:

“Deniliyor ki: ‘Demir yerden çıkıyor; yukarıdan inmiyor ki ‘İndirdik’ denilsin. Neden ‘Çıkardık’ dememiş; zâhiren muvafık görülmeyen ‘İndirdik’ demiş?”

Bediüzzaman’ın verdiği cevap ise oldukça manidardır ve Kur’ân’ın nasıl bir mûcize kelâm olduğunu ap açık ortaya koymaktadır. İşte o cevaptan dikkat çekici bir paragraf:

“Kur’ân-ı Mû’cizü’l-Beyân i’câz lisânı ile ifade ediyor ki: Demirin o kadar çok menâfii, o kadar geniş fevâidi vardır ki, insanın hânesi olan Küre-i Arzın (Dünyanın) mahzeninden çıkarılacak âdi bir madde değildir. Ve rastgele hâcâtta (ihtiyaçlarda) istimâl edilmiş fıtrî bir mâden değildir. Belki Hâlık-ı Kâinatın tarafından rahmet hazinesinde ve kâinatın büyük tezgâhından ihzâr edilmiş bir nimet olarak, ‘Rabbü’s-Semâvâti ve’l-Arz’ ünvân-ı haşmetiyle de Küre-i Arz sekenesinin hâcâtına medâr olmak için demiri inzâl etmiş, indirmiş diye, demirdeki umûmî menfaati ifade için, güya demirin gökten gelen rahmet, hararet ve ziyâ gibi öyle şümullü faydaları var ki, kâinat tezgâhından gönderiliyor, Küre-i Arzın dar ambarından değil. Belki kâinat sarayındaki büyük hazine-i rahmetten ihzâr edilerek gönderilip, Küre-i Arzın ambarında yerleştirilmiş; o ambardan asırların ihtiyâcına nisbeten parça parça ihraç ediliyor.

“Kur’ân-ı Azîmüşşân, bu küçük ambardaki parça parça çıkarılan demiri, yalnız ‘sarf etmek’ mânâsını ifade etmek istemiyor. Belki Hazine-i Kübrâdan o nimet-i azîmeyi Küre-i Arz ile beraber indirdiğini ifade etmek için; yani, bu Küre-i Arz hânesine en lâzım şey demirdir ki, Hâlık-ı Zülcelâl, güya Küre-i Arzı Güneşten ayırıp insanlar için indirdiği zaman, demiri de beraber inzâl etmiş ve ekser ihtiyâc-ı beşer onunla temin edilmiştir. Kur’ân-ı Hakîm, ‘Bu demirle işlerinizi görünüz ve onu çıkarmaya çalışarak istifade ediniz’ diye, mûcizâne ferman ediyor.” (Lem’alar, 28. Lem’a, 4. Nükte, s. 614, 2007)

Bediüzzaman, bu ifadeleriyle birkaç hususu vurgulamıştır. Evvelâ, demir elementi, insanlık için çok temel ve önemli bir nimettir. Mühim bir nimet olması onun rahmet hazinesinden geldiğini göstermektedir. Dolayısıyla, “..âlî, yukarı ve mânen yüksek mertebededir. Elbette nimet yukarıdan aşağıyadır ve muhtaç olan beşerin mertebesi aşağıdadır.”

Hem yine Bediüzzaman’a göre, “yukarı-aşağı” tâbirleri aslında görecelidir. Yani yeryüzünde bulunulan konuma göre değişir. Bunu da şöyle ifade eder o: “‘Yukarı,’ ‘aşağı’ nisbîdir (görecelidir). Küre-i Arzın merkezine göre yukarı ve aşağı oluyor. Hattâ bize nisbeten aşağı olan birşey, Amerika kıt’asına nazaran yukarı oluyor. Demek, merkezden sath-ı arz (yeryüzü) tarafına gelen maddeler, sath-ı arzda olanlara göre vaziyeti değişir.”

Öte yandan, Bediüzzaman’ın “Küre-i Arzı (Dünyayı) Güneş’ten ayırıp insanlar için indirdiği zaman, demiri de beraber inzâl etmiş” ifadesi de çok dikkat çekicidir. Bugün bilim, “Güneş, Güneş Sistemi içindeki gezegenler ve bu arada elbette bizim Dünyamız da, çok eski zamanlarda gerçekleşmiş bir süpernova patlamasının sonucunda ortaya çıkmıştır” demektedir. Bu mânâlar ise, Kevin Schawinski’nin, “Eğer süpernovalar olmasaydı, çok uzun bir geçmişte, bizim Güneşimizin oluşmasından da önce bu ağır elementler oluşmasaydı, Dünyamızı oluşturan maddeler (demir vs.) de olmazdı” sözüyle örtüşmektedir. Yani, Allahu a’lem, Cenâb-ı Hak, daha Güneş’i ve hatta onun koptuğu sistemi yarattığında, demir gibi nimetlerini insanoğlu için hazır etmişti.

Evet, Cenâb-ı Hak, “kâinat tezgâhı”nda hazırladığı demir nimetini, “süpernova” denilen patlamalar vesilesiyle yarattığı Dünyamızda da istif etmiştir. Tabiî demirle birlikte elbette bazı ağır elementleri de...

Hatta daha adını bile koyamadığımız, keşfedilmeyi bekleyen pek çok elementi Dünyamızın karnında saklamıştır Cenâb-ı Hak. Kur’ân buna “Hüvellezî halaka leküm mâ fi’l-arzi cemîan / Yer’in içinde ne varsa, sizin için yaratan O’dur” (Bakara Sûresi: 29.) âyetiyle işaret etmektedir. Bediüzzaman, bu âyetteki mu’cizeliği ve sözkonusu işareti ise, şöyle ifade etmiştir:

“Fi’l-arzi’deki ‘fî’nin ‘alâ’ya tercihi (yani âyetteki “Yer’in içinde” tabirinin “Yer’in üzerinde” tâbirine tercih edilmesi), en çok menfaatlerin arzın karnında olduğuna ve arzın karnındaki eşyanın taharrisine (araştırılmasına) insanları teşcî ettiğine (cesaretlendirdiğine) işarettir. Ve keza, arzın içindeki maden ve maddelerin istifade-i beşer için yaratılışı, arzın içinde henüz keşfedilemeyen anasır ve maddelerden, tekâlif-i hayatın zahmetlerinden müstakbelin insanlarını kurtaracak bazı gıdâî vesaire maddelerin vücudu mümkün olduğuna delâlet eder.” (İşârâtü’l-İ’câz, s. 242)

Evet, Kur’ân, hükümlerinin Kıyamete kadar taze kalmasıyla, yani zaman ihtiyarladıkça kendisinin gençleşmesiyle de mû'cize bir kitaptır.

09.07.2008

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Açık tutulması gereken kapılar



Diyarbakırlı Ahmet Bozkurt ağabeyden dinlediğim bir hatırayla bu makaleme başlamak istiyorum. O da, Vahşi Şaban Ağabeyden bu hatırayı bizzat dinlemiş.

1926-1934 yılları arasında sekiz buçuk sene Barla Nahiyesinde mecburî ikamete tâbi tutulan Bediüzzaman Hazretleri, Eskişehir ve Denizli Mahkemelerinden sonra Afyon’un Emirdağ ilçesine gönderilir. Nur Risâlelerinin büyük bir kısmını kaldığı mekânlarda telif eden Üstad, üçüncü defa Afyon Mahkemesine sevk edilir. El-Hüccetü’z-Zehrâ Risâlesi orada telif olur. 1950 seçimlerinden sonra çıkan afla tahliye olan Bediüzzaman, tebdil-i hava için Isparta’da bir ev kiralar. Ara sıra buraya gelir, bir müddet kaldıktan sonra tekrar Emirdağ’a dönerdi.

Barla’da kaldığı yıllar boyunca, çevre köy ve ilçelerde bir çok talebeleri meydana geldiği gibi, Isparta içinde de çok talebeleri vardı. Hüsrev Ağabey onların başını çekiyordu. Onun etrafında toplanan heyete Üstad “Gül Fabrikası” nâmını vermişti. Isparta’da kiralanan geniş ev, Nur Dershanesi olmuştu. Ziyarete gelenlerin haddi hesabı yoktu. Tam bir Nur merkezi haline gelmişti. Hiç boş kalmıyordu. Yanında Üstadın varisi olan hizmetkârları muhtelif odalarda kalıyordu. Namazların sonunda Nur Risâleleri kitap takip edilerek okunuyor ve gelenlerin de yetişmeleri sağlanıyordu.

Ahmet Bozkurt Ağabeyin anlattığına göre; değişik vazifelerle hizmetkârlarının farklı yerlerde olduğu bir zamanda, Üstad, Ceylan Çalışkan Ağabeyin şoförlüğünü yaptığı arabasıyla Emirdağ’a gitmek ister. O gün hazır olan Vahşi Şaban Ağabeye de “Biz dönünceye kadar sakın burayı terk etme. Gelenlere kapıyı aç ve ilgilen” diyerek sıkı uyarıda bulunur ve yola çıkarlar. Onlar gidince, köyü şehre çok yakın olan Vahşi Şaban Ağabey, epey zamandır görmediği annesini ziyaret edip, hayır duâsını alarak dönmek niyetiyle dershaneyi kapatıp köyüne gider.

Emirdağ yolundan tekrar geri dönen Bediüzzaman, kapıyı kapalı görünce çok müteessir olur. Hemen dönmek niyetiyle köye giden Şaban Ağabey de iki gün sonra ancak dönebilir. Fakat, Üstad odasından çıkmayarak iki gün boyunca onunla konuşmaz. Nihayet iki gün sonra odasından dışarı çıkan Bediüzzaman, şu târihî sözleri söyler:

“Kardaşım! Çok sıkı tembih ettiğim halde neden dershanenin kapısını kapattın? Bütün âlem-i İslâm’ın gözü bu dershanenin üzerindedir. Hepsi buraya bakıyorlar. Alâ külli hâl bu medrese açık tutulmalıdır.”

Son derece pişmanlık duyan ve utanan Şaban Ağabeyin hayatında bu hatıra derin izler bırakır.

Evet, Nur Dershanelerinin sürekli açık tutulması sıradan bir olay değildir. Mânevî âlemlerde, kim bilir bizim bilmediğimiz nelere vesile olmakta, kapalı kalması ise, kim bilir hangi büyük kayıplara sebep olmaktadır. Madde âleminde bunun sayısız örnekleri vardır. Meselâ; rafları satılık mallarla dolu bir gıda dükkânının satıcısı olmaz ve gelenler kapıyı kapalı bulursa, o dükkân iş yapabilir mi? Yahut, en bilinen markalı giyeceklerin rafları süslediği bir mağaza ekseriya kapalı olur, gelenlere muhatap olacak kimse bulunmazsa, o mağaza bir anlam ifâde eder mi?

Nur Dershanelerine bu mantıkla yaklaşmak gerektir. İçinde talebe olan yerler bu cihetten avantajlıdır. Bundan mahrum olan mahallerdeki kardeşler, her fırsatta oraları şenlendirmelidir. Müfritâne irtibat böylece gerçekleştirilmeli ve kardeşlik duyguları da pekiştirilmelidir.

Evet, Nur menzillerine canlılık kazandıranların mükâfatları hem bu dünyada, hem de öbür dünyada çok büyük olacağı görülecektir. Bu mükâfatlar göz ardı edilmemeli ve her şeyden önce Allah’ın rızası hedeflenmelidir.

09.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Büyük olmanın yolu tevazûdan geçiyor



“DENİZ ve nehirlerin yüzlerce dağ sellerinden faydalanmaları, dâima kendilerinin onlardan daha aşağı seviyelerde bulunmaları yüzündendir. Böylelikle onlar bütün dağ derelerine hâkimdirler. Bilgin olan kimse de başkalarından üstün olmak istediği zaman, kendisini onlardan aşağı seviyeye indirir. Önlerine geçmek isteyince de arkalarına düşer. Bu sûretle bulunduğu mevki insanların üstünde de olsa, altındakiler onun ağırlığını hissetmezler. Yeri, önlerinde olduğu vakit ise, onu bir engel saymazlar.”1

Bu sözler 25 asır önce yaşamış Lao Tze’ye ait. İlim sahibi olmanın vazgeçilmez bir özelliğidir tevazu. Çünkü ilim gururu, kibiri, insanlara tepeden bakmayı kaldırmaz. İnsan ancak tevazuyla yükselir. Âlim bu tevazûunu da aslında yükselmek, insanlar nazarında bir mevki ve derece kazanmak için değil, öyle olması gerektiği, daha doğrusu Allah için yapar. Gerçek ilim adamlarının özelliği budur. Milyonların gönlünde taht kuran büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri de onca ilmine rağmen tevazuundan asla vazgeçmemiştir. Daha on beş yaşlarındayken devrinin ulemâsını dize getirecek, her soruya cevap verebilecek, fakat suâl sormayacak, büyüklüğünü herkese kabul ettirebilecek derecede bir üstünlüğe sahip olduğu halde, risâlelerinde sıkça şu ifadeleri kullanmaktan geri kalmamıştır: “Ey nefsim!” “Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup dünyaya tâlip bedbaht nefsim!”2 “Ey fahre meftun, şöhrete mübtelâ, medhe düşkün, hodbinlikte bîhemtâ sersem nefsim!” Bu ifadeler onu daha da yüceltmişti. İlimde olduğu gibi fazilet ve güzel ahlâkta da bir harikaydı Bediüzzaman. Ama nefsine zerre kadar prim vermiyor, ona göz açtırmıyor, bizim kale dahi almadığımız küçük kusurları dahi büyültüyor, nefsini kınıyor, tenkit ediyordu. Bediüzzaman, üstadlığına rağmen talebe olmakla3 iftihar ederdi. Talebelerini kardeş, kendini de onlar gibi bir kardeş görür; kardeş ve arkadaş olmakla da iftihar ederdi. Hüsrev, Hafız Ali, Tahirî gibi talebelerini kastederek, “Cenâb-ı Hak, onlardaki nihayet tevâzû ve mahviyette tam izzet ve kahramanlık seviyesini umum kardeşle-rimize teşmil ettirsin”4 diye duâ ederdi. Bu iftiharı, “Ben ruh u canla size her vaziyette arkadaş olmak istiyorum”5, hatta “Ey Risâle-i Nur’un kıymettar talebeleri ve fedâkâr kardeşlerim!”6 diyecek kadar ilerdeydi.

Kendini övmeye kalkan kardeşlerine ise şöyle derdi: “Şahsımda hiçbir ehemmiyet yok. Bana karşı hüsn-ü zannınız yanlıştır. Sizin ihlâsınız var. Ben belki ihlâsa muvaffak olamıyorum. Hizmette de size yetişemiyorum.”7

Mahkemelerdeki müdafaalarında da şu ifadeleri kullanıyordu: “Kusur varsa, bütün o kusur benimdir. Nur talebeleri hâlis ve masûmdur… Çünkü o zâtlar, kusurlu değil, belki hizmet-i îmaniyede benden ileri ve benim hatalarımdan müberrâdır…”8

Büyük olmanın yolu işte böyle tevazûdan geçiyor.

Dipnotlar:

1- Dost Kazanma Sanatı, s. 174. 2- Sözler, s. 156. 3- Tarihçe-i Hayat, s. 289. 4- Şuâlar, s. 267. 5- A.g.e., s. 271. 6- Kastamonu Lâhikası, s. 57. 7- Şuâlar, s. 347. 8- A.g.e., s. 338.

09.07.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah'ın azabından, Allah'a sığınalım



Erkan Bey: “Ateşi insanlar ve taşlar olan Cehennemden sakının’ âyetini açıklar mısınız? Bu âyette taşların nazara ve-rilmesinin hikmeti nedir?”

Asırlar boyu insanlar, küfürlerini taşlardan yaptıkları heykellere ve putlara yansıtmışlardır. Yani taşlara tapmışlardır. Tapılan taşların, birer Cehennem yakıtı olarak kendisine tapan insanları yakması fıtrî bir cezadır.

Yüce Allah, elem verici azap Sahibidir. Tevbe kapısını açık tutan ve tövbekâr kullarını bağışlayan Cenâb-ı Hak; günah, seyyiât, zulüm, şirk ve küfür cinayetlerini işledikleri halde tevbe etmek sûretiyle azabından rahmetine sığınmayan insanları Cehenneme atar, acı ve dehşet verici azabıyla cezalandırır.

Bedîüzzaman Hazretleri, Cehennemin ehl-i dalâlet için “öfkesinden parçalanacak”1 derecede kızışacağının Kur’ân tarafından haber verildiğini kaydeder. Saîd Nursî’ye göre, Gâşiye Sûresinin başındaki âyetler bu habere örnek teşkil ederler: “Ey insan! Her şeyi kaplayacak kıyametin haberi sana gelmedi mi? O gün bir takım yüzler zillete bürünmüşler, sıkıntılı işler altında bitkin düşmüşlerdir. Onlar yakıcı ateşe yaslanırlar. Kızgın bir kaynaktan içi-rilirler. Beslemeyen, açlığı gidermeyen kötü kokulu bir dikenden başka yiyecekleri yoktur.”2

Üstad Bedîüzzaman’a göre, şirk ve dalâletin, fısk ve sefâhetin yolu insanı sonsuz derece aşağılara düşürmekte, hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü zayıf ve âciz beline yükletmektedir. Cenâb-ı Hakk’ı tanımayan ve O’na tevekkül etmeyen insan gâyet derecede âciz ve zayıf; nihâyet derecede muhtaç ve fakîr; hadsiz derecede musîbetlere mâruz; elemli ve kederli bir fânî hayvan hükmündedir. Bütün sevdiklerinden ve alâka duyduğu şeylerden mütemadiyen ayrılık acısını çekmekten, nihayet geride kalan sevdiklerini de ayrılık korkusu içinde bırakıp kabir karanlığına yalnız olarak gitmekten kendisini kurtaramaz. Çünkü insan, hayat müddetinde azıcık bir irade, küçücük bir iktidar, kısacık bir hayat, az bir ömür, sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ve emeller içinde faydasız olarak çarpışmakta, hadsiz arzularını ve maksatlarını boşu boşuna tahsil etmeye çalışmaktadır. Kendi vücuduna yükleyemediği koca dünya yükünü biçare beline ve kafasına yüklemekte, daha Cehenneme gitmeden, şu fırtınalı dünyada Cehennem azabını çekmektedir.3

Bir tek seyyie olan şirkin, Cehennemde hadsiz bir azaba müstahak edecek çok büyük bir cinâyet hükmünde olduğunu beyan eden4 Üstad Saîd Nursî, şirk ve küfür cinâyetinin, kâinâtın bütün kemâlâtına, ulvî hukûkuna ve kudsî hakîkatlarına bir tecâvüz olduğu cihetle, şirk ve küfür ehline kâinâtın kızdığını, göklerin ve yerin hiddet ettiğini ve unsurların ittifak halinde eh-l-i şirki boğduklarını; nitekim Nuh, Âd, Semûd ve Fir’avun kavimlerinin şirkleri yüzünden helâk olduklarını kaydeder. Saîd Nursî’ye göre, Cehennemin kızgınlığını tasvir eden, “Neredeyse öfkeden parçalanacak”5 âyetinin sırrıyla, Cehennem şirk ve küfür ehline öylesine kızıyor ve kızışıyor ki, parçalanmak derecesine geliyor. Çünkü şirk kâinâta karşı dehşetli bir tahkir ve büyük bir tecâvüz hükmündedir. Varlıkların kudsî vazîfelerini ve yaratılışın hikmetlerini inkâr etmekle kâinâtın şerefini kırmaktadır.6

Kısa bir ömürdeki küfre mukabil hadsiz Cehennem azabının adâlet oluşunun hikmeti üzerinde yoğunlaşan Saîd Nursî Hazretleri, bir dakikalık adam öldürme cezâsının dünya kanunuyla yedi milyon sekiz yüz seksen dört bin dakika hapis cezası gerektirdiğini; bir dakikalık küfür, en az bin adam öldürme hükmünde bulunduğundan, yirmi sene ömrünü küfürde geçiren ve küfürle ölen bir adamın, elli yedi trilyon iki yüz bir milyar iki yüz milyon sene insanlığın adâlet kanûnuyla hapse mahkûm olacağını kaydeder. Bedîüzzaman, bu vahim azabın hikmetini şöyle îzah eder: Bir dakikalık küfür hem Allah’ın bin bir ismini inkâr ve nakışlarını tezyif, hem kâinâtın hukukuna tecâvüz ve kemâlâtını tahkir, hem hadsiz vahdâniyet delillerini tekzib ve şehâdetlerini reddetmek cinâyetlerinin hepsini mâhiyetinde barındırmaktadır. Bu cinâyetler ise, adâlet gereği bir kâfiri ebedî olarak Esfel-i Sâfilînde hapsetmeye yeterlidir.7

Üstad Bedîüzzaman’a göre, “Ben kulumun zannı üzereyim”8 hadîs-i kudsîsinin sırrınca, Cenâb-ı Hak kâfirin zan ve itikadını dâimî bir azab-ı elîme çevirmektedir. Kâfirin küfrü kâfirin dünyasına adem doldurmakta, yokluk doldurmakta; bütün zulmetleri başına boşaltmaktadır. Kâfir bu mânevî azabın elemiyle, daha Cehenneme gitmeden, dünyada Cehennemî bir azabı tatmaktadır.9

Dipnotlar:

1- Mülk Sûresi, 67/8; 2- Gâşiye Sûresi, 88/1-7; Sözler, s. 344; 3- Sözler, s. 578; 4- Şuâlar, s. 18; 5- Mülk Sûresi, 67/8; 6- Şuâlar, s. 17; Lem’alar, s. 86; 7- Lem’alar, s. 275; 8- Buhârî, Tevhid, 15; 9- Mektûbât, s. 279

09.07.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Doğru söyleyen tarih konuşsun (5)



CEVAP BEKLEYEN SORULAR

Mutlâkıyet ve Meşrûtiyet hükûmetleri tarafından da mahkemelere sevk edilen Bediüzzaman Said Nursî, girmiş olduğu bütün mahkemelerden yüzünün akıyla çıkmaya muvaffak olmuştur.

Cumhuriyet döneminde ise, onun bambaşka bir muâmele ile karşılaştığını görmekteyiz. Said Nursî, 1925’te hiç mahkemeye çıkarılmadan ve kendisine herhangi bir suç isnat edilmeden, inzivagâhından alınarak sürgüne gönderildi.

Hem, öyle bir sürgün ki, ömür boyu devam edip gitti…

Ne garip, ne tuhaf bir durum. Ortada suç olmadığı halde, bir insana durduk yere ceza veriliyor.

Dahası, Cumhuriyet’in 10. yılı olan 1933’te umumî af çıkarıldığı ve suçlu görülenlerin tamamı affa uğradığı halde, Said Nursî’ye hiç olmayan bir suçtan dolayı sürgün cezası verilmeye devam ediliyor.

Böylesi bir durumun, Türkiye tarihinde olduğu gibi dünya tarihinde de emsâline rastlanılmamaktadır.

Bu da gösteriyor ki, fevkalâde ve istisnâî bir durumla karşı karşıya bulunmaktayız.

Hem öylesine fevkalâde ve istisnâî bir durum ki, aradan yetmiş-seksen senelik bir zaman aralığı geçmiş olmasına rağmen, olup bitenlerin üzerindeki sır perdesi hâlâ kaldırılabilmiş değil.

İşte hâlâ cevabını bekleyen soruların bir kaçı:

1) Hayatının son 35 yılını hapis, sürgün ve sürekli gözetim altında geçiren Said Nursî’nin tesbit edilebilmiş suçu neydi? “Hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz” prensibine göre, ömür boyu ceza çektirilen bu zatın gözle görülür, elle tutulur bir suçu olması gerekmez miydi?

2) Said Nursî’ye suçsuz yere ceza verildiğine göre, bu zat hakkında devletin veya hükûmetlerin elinde gizli bir dosya mı var? Varsa şayet—ki büyük ihtimalle vardır—bu dosyanın mahiyeti nedir ve ne zaman açıklığa kavuşacak.

3) Suçlu veya sakıncalı görülen bazı şahsiyetler dönem dönem sınırdışı edildiği halde, Said Nursî neden yurt içinde ve sürekli gözetim altında tutulmaya çalışılmış.

4) Hapis, sürgün, tarassut yetmezmiş gibi, ayrıca çeşitli suikastlarla bu zat niçin öldürülmek istendi? En az on dokuz defa olmak üzere niçin ve kimler tarafından zehirlendi? Bir hükûmetin bunları bilmesi, yahut araştırması gerekmez mi? Aksi halde, bütün bunların bilerek ve hatta teşvik edilerek yapıldığı anlamı çıkmaz mı?

5) Said Nursî’nin eserleri olan Risâle-i Nur Külliyatı, niçin defalarca mahkemeye sevk edildi? Aynı eser ağır ceza mahkemelerinde beraat ettiği halde, daha alt kademedeki mahkemeler niçin tekrar betekrar aynı eserleri muhakeme etme ihtiyacını duydu? Hukuk mantığı ve adaletin tarafsızlığı prensibi noktasında bu durum nasıl izah edilebilir?

6) Son bir soruyu daha ilâve ederek, bir başka konuya geçmeye çalışalım: Devletin nazarında Said Nursî ve eserlerinin şu anki yeri ve konumu nedir? Devlet, menfî hiçbir vukuâtını tesbit edemediği bu Nur hareketine nasıl bir nazarla bakıyor?

Tarihin yorumu =

Radyo ile Kur’ân tilâveti

DEVLET radyolarından Kur’ân-ı Kerim ilk defa 8 Temmuz 1950'de okundu.

Oysa en az yirmi beş yıldır Türkiye radyoları yayın yapmakta idi. Çeyrek asır müddetince her türlü yayının yapıldığı bir Türkiye’de, yüzde doksan dokuz vatandaşın mukaddes kitabı olan Kur’ân’dan hiç söz edilmemesi, hatta bir sûresinin dahi resmî olarak okutulmamış olması, Cumhuriyet tarihimizin ilk çeyrek asırlık dönemi hakkında çok önemli ölçü ve kanaat teşkil ediyor olmalı.

Bugün hâlâ gidip o zifiri karanlık dönemi savunanlar var aramızda. Onların önüne bu meseleyi koymak ve izahını, gerekirse hesabını sormak gerekir. Ne cevap verecek ve Kur’ân’a karşı alınmış bir tavrı ne ile izah edecekler?

Demokratların iktidara gelmesiyle birlikte (20 Mayıs 1950), ilk etapta ezan-ı Muhammedî serbest bırakıldı (17 Haziran), hemen ardından da radyodan Kur’ân-ı Kerim okunması serbest hale getirildi. Bu meyandaki hizmet, yaklaşık on yıl müddetle korkusuzca devam etti.

09.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Batı medeniyeti de törpüleniyor



Bundan 20-30 sene evvel dünyamız, demokrasi, hak ve hürriyetler karmaşasının şaşkınlığını yaşıyordu.

Muhtelif inançlar, milletler, toplumlar, sınıflar arasında tarihten, cehaletten ve taassuptan beslenen kutuplaşmalar, kesin hatlar çiziliyordu.

Ekonomi, siyaset, hakimiyet-i âmme diye ifade edilen dünyayı ele geçirme dâvâsı ile din ve kültür farklılıklarından kaynaklanan eski çatışmalar, kavgalar; âdeta nesilden nesile aktarılması irsî bir borç imiş gibi telâkkî ediliyordu.

Kimi zaman da, aynı millet ve kültürleri ayıran utanç duvarları örülüyordu.

Üzülerek itiraf edelim: Ecnebîlere “gâvur!” demekten nefsânî bir zevk alıyorduk. Sonra dinimiz bize öğretti ki, gâvura, “Gâvur!” demek, âmâya ‘kör!’ demek gibi bir eziyet, bir işkence, bir şiddet idi.

İftiharla belirtelim:

Bugün, hayal edemeyeceğimiz kadar birbirini anlayan, barış içinde birlikte yaşamak isteyen bir devrenin eşiğindeyiz.

Tarihin film şeridini geriye çevirdikçe, çatışma ve kutuplaşmaların kesafet kazandığını görürüz. Öyle ise, film şeridini istikbâle uzattıkça; millet, toplum ve sınıfların, birbirini tanıması, müsamaha göstermesi, yakınlaşması, kaynaşması noktasında daha büyük merhaleler kazanacağına hükmedebiliriz. Bu, sosyal bir akıştır.

Hiç şüphesiz, bunu kolaylaştıran en önemli sebep, ilmî ve teknolojik gelişmelerin, dünyayı küçültüp bir mahalle hükmüne getirmesidir. Bir diğer ifâdeyle, küreviyet kazanan kâinatı, bir evde, bir masa başında seyredebiliyoruz. Ve artık cep bilgisayarları ile dünya cebimizde.

Ciltler dolusu bilgi, belge, görüntü, küçük bir ‘çip’te saklanabiliyor.

Globalleşme, bilginin dijital teknoloji ile akıl almaz hızla yayılması, insanları birbirine o kadar yaklaştırdı ki, yabancı olmanın getirdiği düşmanlıklar mânâsını kaybetmeye başladı.

İnsanlık artık, “Kimse, başkasının suçunu yüklenmek zorunda değil. Hiç kimse, en yakınının işlediği suçtan cezâlandırılamaz” gibi, hukukun en hayâtî prensiplerinden birisinde karar kılmaya yürüyor.

Demek ki insanlık, hak dinlerin dersi ve eğitimiyle, farkına vararak veya varmayarak bu noktaya gelmiş bulunuyor.

Öyle ise, asırlar öncesinin kavga ve savaşların ceremesini, neden gelecek nesiller çeksin?

09.07.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Kimseyi yargılamayın!



Hayat bize her şeyden önce, hiç kimseyi yargılamamayı öğretsin.

Ve lütfen kimseyi yargılamayalım.

Hayat bizim yazıp çizdiğimizin, kurduğumuzun, tasarladığımızın çok ama çok dışında bir şey.

Tam “Olacak” dediğiniz bir işinizin ters yüz olduğu, “Olmaz” deyip dönüp giderken oldurulan bir şey işte.

Bunca yıl geçti hâlâ anlayabildim diyemem.

Yaşlarını hayretle karşıladığım ninelerim bile anlamamışken, yirmili yaşların içinde anlamaya dair lâkırdı etmek, komik olsa gerek.

Ama insan bu, yaşadığı her yılı bir şeyden sayıp, kendine bir rol biçince hayatın içinde, bir şeyler öğrendim yanılgısına düşüyor böyle. Sonra öğrendiği her yeni şeyle de, utanıyor söylediği bu sözden.

Ve yanılıyor, hayat hep ama hep öğretiyor. Bir türlü oldurtup, tamam dedirtmiyor.

***

Şimdilerde biraz dağınığım.

Fonda hayat, ben sözleri oluyorum.

Yine de yaşadıklarımdan öğrendiğim; kalabalıklara aykırı bir söz söylerseniz, doğru sandıklarını aslında doğru olmadığını anlatmaya çalışırsanız, kimse sizi kabullenmez.

Kendi doğrularını yaşamaya çalışanları mutlaka yargılarlar.

Bir köşe başından inerken ayrılığa, suçüstü yakalayıp, yargısız asarlar.

Siz uzaktan asılan cesedinize bakarsınız. Dokunmanıza bile müsaade etmezler.

Onlar astıkları bedeninizi temizledik sandıklarından, dokunarak kirletmenize izin vermezler.

Siz sessiz cümlelerle haykırırsınız; “Ben değildim.” Sizi duyamaz kimse.

Militan bir sukut bulaşır o günlerden ellerinize. Cesaretiniz yenik düşer cellât ihanetlere.

İçinizdeki bütün keşkeleri sürgüne yollarsınız.

Kimseler olmaz yanınızda o günden sonra.

Oysa zaten hiç kimseniz yoktu.

Kimseler var sanıldığında da.

“Seni yaraladım” diye sevinenler unutmuştur; insan sadece kendini yitirir, bir başkasını yitireyim derken...

Ve cellâtlar her zaman masum yüzlüdür.

Unutulur…

Ve kader öyle bir adalet eder ki, şaşar kalırsınız.

İnsan sanır ki; yaptığımın aynısıyla cezalandırılacağım.

İmtihan dünyasının sırrı çözülmesin diye, ummadığınız bir olayın içinde öyle bir acı çekersiniz ki; gözünüzün feri, dilinizin sesi, yüzünüzün hali değişir.

Ve eğer ferasetinizi henüz kaybetmediyseniz, kaderin nereden adalet ettiğini anlarsınız.

Sizin için, her güne başlarken kalkan ele, artık cevap verilmiştir.

Bunu her kanadığınızda ya fark eder ya etmezsiniz.

Rabbim adalet sahibidir, kanattığınız, bunu bildiği için ellerini semadan hiç indirmemiştir.

Siz bilemezsiniz.

09.07.2008

E-Posta: [email protected]




Atike ÖZER

Siz ve biz



Geçtiğimiz günlerde sokaktaki vatandaşa mikrofonu uzatan bir tv kanalı şunları sordu:

Suyu nasıl kullanıyorsunuz?

Türkiyen'in su problemini nasıl çözeceğiz?

Suyu tasarruflu kullanmak için neler yapıyorsunuz?

Vatandaşın cevabı bu sorulara farklı farklıydı:

Ev hanımları kendilerince ürettikleri yöntemleri anlattılar mikrofona. Beylerin çoğu da kabarık gelen faturalardan şikâyet etti...

İnsanların çoğunun algısında, sebep ve sonuca dayalı bir anlayışın hakim olduğu dikkatleri çekiyor. Şöyle inanılıyor: Suyu dikkatli kullanırsam kuraklık olmaz! Yağmur duâsına çıkarsak yağmur yağar!

Su ve Biz programının sonlarına doğru yaşlıca bir beyefendi mikrofonlara şunları anlattı: Biz kul olursak yağmur yağsa da yağmasa da dert etmeyiz... Kul olduğumuzu unutmazsak kuraklıktan korktuğumuz için değil, Allah’tan korktuğumuz için suyu dikkatli kullanırız... Kul olduğumuzu hatırlarsak yağmur yağsın diye değil, duâ etmenin vakti geldiği için duâ ederiz... Sonrasında Allah dilerse yağmuru verir, dilerse kuraklığı giderir. Yağmur duâsına rağmen yağmuru yağdırmazsa kulluğu terk etmeyiz, yaptığımız tasarruflara, iktisatlara rağmen susuzluk devam etse dahi, biz kulluğa devam ederiz... Vazifeyi yapar Allah'ın vazifesine karışmayız... Yaşlı beyin sözleri ve düşünceleri bunlardı...

Biz Peygamberimizden şöyle öğrendik: “Akar-suyun kenarında dahi olsanız abdest alırken suyu israf etmeyiniz. Allah israf edenleri sevmez.”

Evet, Allah israf edenleri sevmiyorsa; Allah'ın sevgisinden mahrum kalmak insan için büyük bir ceza olmalı!

Suyla olan ilişkimizde bile saygısız bir tavır içinde olduğumuzda Allah’ın sevgisini kaybetme riski varsa, hayatımızın içindeki diğer canlı-cansız varlıklarla olan münasebetlerimizde ne kadar da dikkatli olmak gerekir diye düşünmeden edemiyor insan.

Kâinat ve içindeki her şey insana hizmet etmek için yaratılmış. Oysa, insan adeta israfı ile, kanaat etmeyişi ile, cahilliği ile, nankörlüğü ile kendisine el pençe divan durmuş bu hizmetkârları görmezden geliyor. Onların yaratılışlarını düşünerek ve onların değerini bilerek yaşamayı hep ihmal ediyor…

İnsanoğlu kendisi için çok konforlu ya-ratılmış bu dünyayı ne acıdır ki, fark etmeden yaşayıp gidiyor…

Kendisinin hizmetine verilen bu dünyayı keşfederek yaşamayı, katkı sağlamayı gereği kadar düşünmez görünüyor...

Kur’ân-ı Kerim’de düşünen insan şöyle tarif edilir: “Onlar, otururken yan yatarken Allah’ın işlerini düşünür ve ‘Rabbim sen bunları boşuna yaratmadın’ diyerek Allahı anarlar” diye bildirilir... Hiçbirimiz kendi eserimizin görmezden gelinmesine dayanamayız. Kırılır ve bozuluruz duyarsızlığın karşısında... Allah’ın yarattığı eserleri ne kadar fark edip görmeye çalışıyoruz acaba? Ya da hiç düşünmeden, anmadan mı yaşayıp gidiyoruz?

Düşünen ve araştıran insan suyun yaratılışında ve yeryüzüne gönderilişindeki muazzam işleyişi, intizamı, olağanüstü şaşmaz hesapları öğrendiğinde suya her elini uzattığında değil israf etmek belki de Yaratıcısından dolayı saygı duruşuna geçecektir... Suyu Yaratana, sevgisi ve saygısı artacaktır. Kimbilir belki o saygının ne-ticesinde rahmet tecelli edecek ve cisimleşmiş olarak yeryüzüne sağanak sağanak yağacaktır... Saygımız fiilî duâmız olacaktır... Ve susuzluğa çare bulunacaktır... Ne dersiniz? Olmaz mı?

09.07.2008

E-Posta:




Faruk ÇAKIR

Önce hürriyet, sonra da hürriyet



Kalkınma ve zenginleşme hedefi, her ülkenin önüne koyduğu ve ulaşmaya gayret ettiği hedeflerdendir. Ancak ihtilâf, bunun nasıl temin edileceği noktasında yaşanıyor. Bir kısım yöneticiler, ‘önce ekmek’ diyerek ona göre plan, program yapıyor, az sayıda yönetici ise ‘önce hürriyet’i şiâr edinmiş. Aslında tarih; ‘önce ekmek’ diyenlerin son tahlilde ‘ekmeği’ de kaybettiğine şahit. Ancak insanlar ‘kolay’ yolu tercih ettiklerinden ‘ekmek’ peşinde koşmayı tercih ediyorlar. Hatta ‘önce ekmek’ anlayışını yerleştirmek için ‘atasözleri’miz bile vardır.

Ne yazık ki siyaset sahnesinde de ‘önce hürriyet, önce demokrasi’ diyenlere pek rastlamıyoruz. İktidara gelenler, milletin hoşuna gitsin diye sürekli maddî konulara vurgu yapıp, ‘Ekmek vereceğiz, iş vereceğiz, para vereceğiz’ diyorlar. Böyle yapıldıkça da ‘hürriyet ve demokrasi’ konusunda yapılması gerekenler öteleniyor ya da tamamen unutuluyor.

Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği (MÜSİAD) Genel Başkanı Ömer Cihad Vardan’ın açıkladığı “MÜSİAD 2008 Ekonomi Raporu”nda “ekmekten önce demokrasi lâzım” anlamına gelecek tesbitleri duyunca doğrusu sevindik. Çünkü bir işadamı derneği olarak ‘önce ekmek’ demeleri mümkün iken; “Sürdürülebilir yüksek oranlı büyümeyi sağlayabilmek ve istihdamı arttırabilmek için Türkiye’de tam ve kesintisiz demokrasiye ihtiyaç var” diyebilmek önemlidir.

MÜSİAD gibi diğer işadamları dernekleri de bu yönde kanaatler ortaya koysa ve siyasetçiler de gerekli adımları atsa, kısa sürede hem demokrasiye, hem de ekmeğe ulaşabiliriz. Yıllardan beri ‘ekmek, ekmek’ diyerek geldiğimiz noktayı görmek lâzım. Ne işsizliğe çare bulunabildi, ne de kalıcı siyasî istikrar sağlanabilidi.

Dünya gerçekleri de bizi ‘önce demokrasi, önce hürriyet’ demeye zorluyor. Çünkü demokrasinin kâmil mânâda işleyebildiği ülkelerde ‘bürokrasi’ye hesap sormak mümkündür. Hesap sorulabildiğinde de bürokrasinin devlet imkânlarını israf etmesi, keyfî harcamalar yapması mümkün olmaz. Basit gibi görünse de, ‘önce demokrasi’ diyerek devletteki israfı önleyebilsek ekmeğimiz daha da büyümez mi?

Muasırları kavrayamamış olsa da büyük İslâm âlimi Bediüzzaman, yıllar önce “Ben ekmeksiz yaşarım; ama hürriyetsiz yaşayamam” demiş ve hayatını buna göre tanzim etmiştir. Hadiseler de bu tesbiti doğruluyor.

Bundan sonra hükûmetlerin açıkladıkları ‘rapor’larda da ‘önce demokrasi’ tesbitini görmek isteriz. Aynı arzu, sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları için de geçerlidir. Hep birlikte ‘önce hürriyet, önce demokrasi’ demeyi sürdürür ve gereğini de yaparsak, kısa sürede hem kökleşmiş demokrasiye, hem de ‘ekmeğimize’ kavuşuruz.

Aksini yapar ve ısrarla ‘önce ekmek, önce ekmek’ demeyi sürdürürsek, o zaman da demokrasiden mahrum olmakla birlikte ekmekten de mahrum oluruz.

Önce hürriyet, sonra yine hürriyet diyelim.

09.07.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Tezatlarla dolu analizler üzerine (3)



Ali Bulaç’ın Nur talebelerinin siyasî tesbitleri hakkındaki iddiaları da hayret verici. Bediüzzaman’ın Risâlelerde açıkça beyân ettiği ve lâhika mektuplarında belirlediği esas ve ölçülerle “vatan, millet ve İslâmiyet menfaatine” Demokrat Parti ve devamı partileri desteklemesini de yine bildik siyasî ve hissî tarafgirlikle yanlış yorumlamış…

Bu durum, Nur talebelerinin Bediüzzaman’ın tesbit ettiği istikametle Demokrat Parti ve devamı partilere verdiği destekten siyasî mülâhazalarla rahatsızlık duyulan mâlum dönemi hatırlatıyor.

Oysa Nur talebeleri, Bulaç’ın isnadıyla “kendini güvende hissetmek” için değil, kendisinin de dikkat çektiği “Türkiye’nin demokratikleşmesi ve sivilleşmesi” için Demokrat Parti, Adalet Partisi ve ardından Doğru Yol Partisi’ne destek verdiler. Risâlelerde açıkça ifâde edildiği gibi, Halk Partisi, Millet Partisi ve versiyonlarının iktidarının ülke, millet ve demokrasiye vereceği zarara karşı içtimaî kanaatlerini izhar ettiler. Zira çok partili hayata geçişte siyasî partileri değerlendiren Bediüzzaman, öncelikle “emirliği”, yöneticiliği, “bir kavmin seyyidi (efendisi) onun hizmetkârıdır” hadisisin işâretiyle “millete hizmetkârlık” olarak târif eder. Ve “demokratlığı”, “hürriyet-i vicdan ile İslâmiyetin bu esas umdesi”ne dayandırır; “kuvvetin kanunda olması” olarak tanımlar. Aksi halde istibdat ve mutlak keyfiliğin hükümferma olacağını belirtir. (Emirdağ Lâhikası, 387)

Nur talebelerinin “desteği” bu mânâ içindir. Darbelerin şakşakçısı mâlum medya, dış mihraklar, uluslar arası güç ve sermaye, 27 Mayıs darbesiyle milletin birlik ve beraberlik harcı olan, devletle milleti barıştırıp buluşturan Demokrat Parti’nin ardından 12 Eylül’le Adalet Partisi’ni ve 28 Şubat’la Doğru Yol Partisi’ni çeşitli darbe ve dalâverelerle devirip devre dışı bıraktırdılar. Nur talebelerinin desteği “kendilerini güvende hissetmek” için olsaydı, bir kısım nevzuhur çıkarcılar gibi gelen “iktidar dolmuşu”na binerlerdi…

Nur talebeleri şahısları da desteklemediler. Öyle olsaydı, merhum Menderes’in ardından Adalet Partisi’ni değil, bazıları gibi şaşırtma ve saptırma için kurulan muvazaa Yeni Türkiye Partisi’ni desteklerlerdi. Demirel’den sonra DYP’yi değil, kimi günübirlik mülâhazalarla 12 Eylül ihtilâlinin ardından “Başbakan Yardımcısı” yapılan, ihtilâl konseyinin “izni”yle kurulan ve “darbenin sağladığı “güven ortamı”nda iktidara getirilip “transformasyonu” sağlayan Özal’ın yanında yer alırlardı.

Her defasında bühtanda bulunulduğu gibi bu destek merhum Menderes’ten sonra “Demirel”in şahsı için olsaydı, Demirel’den sonra gelen genel başkanlar döneminde çizgilerini kırar, “darbeler” ve “postmodern darbeler” devrinde kimi “entelektüeller” gibi gelene “ağam”, gidene “paşam” derlerdi…

Nur talebeleri “kendilerini güvende hissetmek” için değil, Bulaç’ın da son yıllarda gittikçe önemsediği, “daha çok demokrasi, daha çok AB uyum süreci, daha çok insan hakları” için Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisini desteklediler.

Eğer “kendilerini güvende hissetmek için olsaydı”, bazıları gibi 12 Eylül darbesinin “güven ortamı”na sığınır, ihtilâlden “izinli” partilere destek verirleri. Siyasî yasakların kaldırılması için mücadele etmez, kimi yere göğe sığmayan ve daha sonra “müteahhit” olan “mücâhitler” gibi vesâyetli siyasetlerin peşinde olurlardı...

Nur talebeleri hiçbir zaman verdikleri desteği “pazarlık” konusu yapmadılar. Bu bakımdan Bulaç’ın, Demirel’in “Size bu kadar milletvekili vereceğim” dediği, liste açıklanınca hiç milletvekilinin olmaması üzerine “Ben varım, ben sizdenim” safsatasını seslendirmesi ise bizi üzmüştür. Böylesine basit bir bühtana bulaşması, doğrusu bir “sosyolog”a yakışmamıştır.

Kimin “28 Şubat’ın mimarı” olduğunu elbette tarih yazacak. Lâkin yaptıkları vâhim yanlışlarla bu benzeri süreçlere bahaneler üreten ve daha düne kadar “siyasal İslâm” zihniyetiyle “demokrasi”yi “küfür” addedip sağa sola saldıranların, her fırsatta Nur talebelerinin demokratikleşme ve hürriyetler hesabına hasbî olarak Demokratlara verdiği desteği hazmedememeleri, doğrusu ibret verici. Onca zamandan sonra dönüp iflâs etmiş “görüş”lerle yakıştırmalarda bulunmaları, oldukça garip…

Keza Bulaç’ın “Demirel, hayatı boyunca Nur cemaatlerini böyle kandırdı” isnadı da çok sakil kaçmıştır.

Demirel’in son siyasî süreçte söyledikleri elbette kendisini bağlar. Lâkin DP’nin iktidara gelmesinden bir ay sonra Ezân-ı Muhammedînin aslına çevrilmesiyle başlayan mânevî hizmetler, AP ve DYP iktidarları döneminde, 570’in üzerine çıkan imam hatip okulunun, onlarca yüksek İslâm enstitüsünün ve ilâhiyat fakültesinin yanısıra yurt sathında üç bini aşkın Kur’ân kursunun hizmete açılması; demokratların temel mefkûresini, dine hizmet ve icraat vizyonunu göstermiştir. Bunlar mı “kandırmak”?

Nur talebelerinin partilerle “ilişkileri” de sâdece rey vermek ve her münevverin yapması gereken demokrasi, hukuk, insan haklarını tavsiye etmek, din ve vicdan hürriyetini temin etmekti. El hak bunda da büyük oranda başarılı oldular…

Bunu herkes biliyor ki Nur talebelerinin baştan beri “Ahrarlar”ın devamı olan Demokrat Parti, Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi’ne destekleri, demokrasi, hak ve hürriyetler mücadelesi ve hizmeti içindir.

Peki AKP iktidarı, Demokrat Parti siyasî misyonunun demokrasi, inanç özgürlüğü ve din eğitimi ve öğretimi hakkı adına kazanılanları koruyabildi mi? Demokratların demokrasi, hak ve hürriyetlerdeki samîmî mücadelesi, başarı irâdesi ve handikapsız tavır ve farkı bugün daha bâriz bir biçimde yokluğunu hissettirmiyor mu?

09.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Nifak cereyanının sonuna doğru



Adem-i merkeziyetçi düşüncenin temel taşlarından olan ve İttihatçı yandaşı Reşid Rıza yandaşları ve eserlerini yakından görmek üzere 1908 ve 1909 kavşağında ve aralığında Türkiye’ye gelir ve burada bir yıl kalır. ‘Davulun sesi uzaktan hoş gelir’ hesabı İstanbul’daki ikameti sırasında adeta çarpılır. Umduğuyla bulduğu arasında derin bir uçurum vardır.

Durum aynen bir Arap meselindeki gibidir: En tesmaa bi’l Muaydiyyi hayrun min en terahu: Muaydi'yi duyman görmenden evladır. Zira gördüğünde duyduklarının tılsımı bozulur. İstanbul’da bir yıl ikameti esnasında adeta Siyonizmin veya en azından Siyonist dostlarının payitahta baykuş gibi tünediklerini görür ve yayınladığı el Menmar’da vaveylalar çeker, ama artık geçtir. İstanbul’da gördükleri 1921 yılında Bediüzzaman’ın Ankara’da gördüklerinden farksızdır. En azından; 1908 ve 1909 İstanbul’u, 1921 Ankara’sının bir irhasatı, doğum sancısı veya pişdarı yani öncüsüdür. Reşid Rıza nedamet parmaklarını ısırır, ama iş işten geçmiştir. Atı alan Üsküdar’ı geçer. Geride hayıflanmak kalır.

İttihatçıların bir kısmı Siyonist düşünceye yakın veya yatkındır. En azından tesirlerini mühimsemez. Yani gafildir. Bu da fetretin en koyu karanlık devirlerinden birinde tarihî İsrail parantezinin açılmasına neden olur. 1908 yılının 100 yıllık simetrisinde yeni bir döneme doğru akıyoruz. Bu devir de çok hızlı bir şekilde akacak ve gelişmeler karşısında kâh tayy-ı zaman ve kâh tayy-ı mekâna tutulduğunuzu hissedeceksiniz. Yaşanılanlar sizde hava boşluğu hissi uyandıracak ve ayaklarınız mütemadiyen yerden kesilecektir. 2008’deki saflaşma 1908’dekinin aksi istikametinde asimetrik bir çığırı açacaktır. O günlerin arefesinde olduğumuzu hissediyorum. 1908’den bir yıl sonra 1909’da Siyonist cereyan İstanbul’da ayak basacak mevzii (mevzii kadem/foothold) elde ediyor. Bu cereyan payitahta taht kurduktan sonra İstanbul çok geçmeden tacını tahtını kaybediyor zaten.

***

IRCICA uzmanlarından Kerküklü Fazıl Beyatlı bir ilmi tebliğini Reşid Rıza’ya ayırmıştı. Reşid Rıza aslında Tevfik Hakim gibidir. Konjonktürel olarak sürekli şuur aşınmasına ve dönümüne uğrar. İslâmcı olmakla birlikte her dönemin adamıdır. Sözgelimi Hamidi devirde Hamitçi olarak anılır. Akabinde adem-i merkeziyetçi ve İttihatçıdır ama çok geçmeden İstanbul ziyareti sırasında İttihatçıların Siyonistlerle dirsek temasında olduğunu keşfeder ve yavaş yavaş Filistin’in elden çıkmakta olduğunu görür. İngilizlerin amacının Yahudileri de kullanarak burada bir tampon (buffer zone or state) kurmak olduğunu anlar. Siyonistler de İngilizleri kullanarak emellerine ulaşmak istemektedirler. Reşid Rıza bilahare bütün tezleri çöktükten sonra Suud Kralı Abdulaziz’e yanaşır. Bununla birlikte erken dönemde İttihatçıların iktidara gelmesiyle birlikte Siyonist tehlikenin geliştiğini gören nadir simalar arasındadır. 1908 ve 1909 bir dönüm noktasıdır. Fazıl Beyatlı’dan sonra Reşid Rıza’nın bu yönünü görenlerden birisi de Tarihu’l Üstad el İmam çalışmasının yazarı ve Muhammed Abduh ve çevresinin uzmanı Muhammed Umara’dır. Reşid Rıza dergisi el Menar aracılığıyla Arapların Siyonizm karşısında büyük bir habu gaflette olduklarını görür ve uyandırmayı dener, ama nafile. Yara ölüye ağrı ve sızı verir mi? Nizar Kabbani’nin ve Mehmet Âkif’in dediği gibi kabirler ve lahitler içinde nice canlılar yaşarken tahtlar ve saraylar içinde niceleri ölüdür. Ölü sineler vardır. Bunlara meyyit-i müteharrik derler. Meyyit-i müteharriklerle müteharrik meyyitler yer değiştirmiştir. Toprağın altındakiler canlı üzerindekiler ölüdür. Zira üzerlerine ölü toprağı serpilmiştir.

***

1910 Ekim’inde Reşid Rıza mey’us bir şekilde döndüğü İstanbul ziyaretinden sonra İttihatçılarla birlikte Siyonizmin Osmanlı devletinin mafsalları içine sızdığına dair müşahedatını yazar. Amaçları Beyti Makdis yani Kudüs çevresinde Davud ve Süleyman’a atfettikleri kraliyeti yeniden diriltmektir. Ve Süleyman Mabedini yeniden inşa etmektir. Teodor Hertzl aynen böyle söylemiş ve vaad etmiştir. Güya peygamberler onlara, onlar da Yahudi milletine böyle bir tebşirde bulunurken İngilizler de (Arthur James Balfour aracılığıyla) bunun siyasî ayağını temin etmişlerdir. Reşid Rıza Siyonistlerin bu uğurda Masonları da kendilerine alet ettiklerini düşünür. El Menar’ın bir yerinde aynen Şeyhülislam Mustafa Sabri gibi der: “Türk ateistleri üzerindeki nüfuzlarıyla birlikte Siyonist çevreler Osmanlı Türk hilafetinin nüfuzunu zayıflatmışlar ve sonra da Türk ülkesinde İslâm şeriatını yıkmışlar, ateist ve dinsiz hükümetleri vasıtasıyla Türk halkının İslâmla bağını koparmak istemişlerdir. Ve tahribatları bununla da kalmamış aynı zamanda Türklere bağlı olan Boşnak ve Arnavutlar ve diğer milletlere de sirayet etmiştir. Gayri Arap Müslüman unsurlarda da İslâm bağını koparmak veya gevşetlmek istemişlerdir.... (Muhammed Umara, al Mujtamaa dergisi sayı: 1807)” Reşid Rıza beynelmilel Yahudi için ‘sedeneütü’l mal’ yani mal rahipleri tabirini de kullanmaktadır.” 100 yıl sonraki asimetrik saflaşma aksi istikamette bir çığırı açacak; bu da İsrail parantezinin sonunun başlangıcı olacaktır.

09.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır