"Gerçekten" haber verir 06 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Mustafa ÖZCAN

Obama’nın Yahudiyle imtihanı



Hem Cumhuriyetçi kanat, hem de Demokratlar beynelmilel Yahudi ile sarmaşık gibidirler. Sarmaşıklar her iki partinin çatısını da sarmış vaziyette. Politikaları değişik olsa da simalar aynı kökene işaret ediyor. Buna dair iki partiyle alâkalı da birçok örnek bulunabilir. Sözgelimi McCain’in halen evli bulunduğu ikinci eşi Cindy Hensley Musevi asıllı bir ailenin kızı. Öte yandan aslında son seçimlerde her iki partinin seçim kampanyasını yürütenler, yani mimarları gene Yahudilerdi. Bu komplo teorisi falan değil, isimlerle, rakamlarla sabit bir olay. Cumhuriyetçileri anlatmak malûmu ilâm olur.

Obama kampına gelince, geçmişte Clinton’ın seçim kampanyalarının malî koordinatörü ve aynı zamanda İsrail’de bir savaş gönüllüsü olan Rahm Emanuel, bu defa Obama cephesine çalıştı. Bundan dolayı Obama cephesi Hillary’den çok daha fazla bağış/teberruat toplamıştı. Yahudiler kaybedecek ata oynamazlar. ‘Ermeni soykırımı’ noktasında Obama’yı ‘aydınlatan’ ve etkileyenlerin başında Samantha Power geliyor. O da Obama’ya en yakın dış politika danışmanları arasında yer alıyor. Her ne kadar, Hillary için söylediği ‘canavar’ ifadesinden dolayı Obama biraz mesafeli dursa bile, Ermeni tezleri konusunda kendisini ikna eden isim odur. ‘A Problem from Hell-America in the Age of Genocide’ kitabının yazarı. Hayatını bir yerde Yahudilerle birleştirmiş. Zaten Beyaz Saray kabinesi adeta bir devşirmeler kabilesi gibi. Burasını adeta 13’üncü kabile, yani Devşirmeler Kabinesi yönetiyor. Ya erkek tarafında ya da bayanlar üzerinden mutlaka Yahudilikle sihriyet bağıyla illiyet rabıtası bulunuyor. Bush gibi katıksız Avrupa kökenli olanlar da Yahudilere en fazla hizmet edenler arasında boy gösteriyor. O da işin genetik değil, siyasî boyutu... Power’in Obama gibi bir hukukçu olan yaşlı kocası Feistein Chicago’lu bir Yahudi. Derin klandan.

***

Yahudiler Obama’nın neresinde sorusunun çok net bir cevabı yok. Pozisyonları gereği hem önünde, hem de arkasındalar. Dolayısıyla Obama’nın Yahudilerle ilişkileri inişli çıkışlı. Havuç ve sopa yasalarına tabi. Bunun dışında Obama’nın hayatı belki fazlasıyla ‘Küçük Emrah’a benziyor. Hatta biraz daha yakın profilden bakıldığında ve renk farkı giderildiğinde kardeş gibi birbirlerine benzedikleri görülecektir. Üzerinde geçmişin ağır izleri ve travmatik etkileri veya tortuları bulunabilir. Zaten, Yahudi kesimleri kuşkulandıran biraz da bu husustur. Bununla birlikte, Kenyalı babasıyla sadece hayatta bir kez görüşebilmiş. Kederli annesi de 1995 yılında kanserden mütevellit vefat etmiş. Babasıyla hayatta birkez görüşmüş olmasına rağmen, kimi Yahudiler onu Müslüman aidiyet içine yerleştirmeye özen gösteriyor. Belki Beyaz Saray’daki klan ağırlıklarından dolayı farklı bir kanın melez suretiyle de olsa yerlerini almasını yadırgıyorlar. Bundan dolayı kimi elektronik posta iletilerinde aynı çevreler Obama’yı ‘genç ve siyah Adolf Hitler’ olarak nitelendirmekten kaçınmıyorlar. Onu da İslâmofaşist dairesi içine alıyorlar. Bundan olayı Ahmet Hakan’ın Obama-Tayyip karşılaştırmasında hepten de haksız sayılmaz. Zaten bunun analizini yaz aylarında Obama-Putin karışımı yazısıyla ilk yapanlardan birisi bendim. Bazen anti Hitlerciler de pekalâ Hitler gibi olabiliyorlar. Sözgelimi Beyrut’u vahşi bir şekilde bombalayarak Hitler’i hatırlatan ve buna rağmen Nobel Barış Ödülünü paylaşan Menahem Begin, Reagan’a gönderdiği bir mesajda, Hitler’in Berlin’de bir hücrede veya sığınakta yaşamakta oluğuna inanmaktaydı. Ona gerçeği hatırlatmak İsrailli romancı Amos Oz’a düştüştü: Sayın Begin Hitler tam 37 yıl önce öldü, diyecekti. Oysa ki asıl gerçek Hitler Kudüs’te yaşıyordu. Belki de Hitler ile Begin arasındaki ortak noktalardan birisi musap oldukları paranoya olabilir.

***

İki Amerikalı akademisyen İslâmofaşizm çizgisinin geçmişini ve bugününü belirlemek için ortak bir kitap kaleme almışlar: Icons of Evil. Yazarlar Schindler’in listesi gibi hazırladıları karşı listede başta Hitler’in Berlin’de misafir olarak ağırladığı Kudüs Müftüsü el Hac Emin el Hüseyni’yi yerleştiriyorlar. Icons of Evil’de Hüseyni Müslüman Nazi olarak tasvir ediliyor. Sonra bu sıralamaya Arafat ve Saddam Hüseyin’i ilâve ediliyor. Dolayısıyla evrimleşerek sıra yavaş yavaş Obama’ya da geliyor. Hem yerine göre İslâmofaşist Müslüman oluyor, hem de kimi zaman Deccal figürü haline getiriliyor. Amerikalılar da ilginç insanlar. Rahatlıkla damgalıyorlar. Siyasî duruşa göre kimlik belirliyorlar. Kimi zaman McCain kimi zaman da Obama nazarlarında Deccal kürsüsüne oturabiliyor. İşlerine geldiği şekilde. İranlılar gibi onu Mehdi habercisi görenler de var. Tersinden bakıldığında İranlıların Mehdi gördüğü pekalâ Yahudi çevrelerce rahatlıkla ve kendiliğinden Deccal olabiliyor. Bu denklem Saddam öncesi Saddam üzerinden yürütülüyordu. Malum bu listedeki Arafat, İsrail ve ajanları tarafından Saddam da yandaşları tarafından ortadan kaldırıldı. Araplar Siyonistleri Nazi kategorisine yerleştirirken Siyonistler ve ABD’deki uzantıları ise anti-Siyonist cepheyi Nazi otağı olarak görüyor. Kimileri El Hac Emin el Hüseyni silsilesini Obama’ya kadar uzatıyor. Halbuki Obama pusulası veya en hafif tabirle sağlam pusulası olmayan bir kaptan misali. 24-25 Temmuz 2008’de Ağlama Duvarı önlerinde görülüğünde şöyle bir duada bulunduğu hilafı mutad olarak basına aksetmişti: Forgive me my sins and help me guard against pride and despair. Give me the wisdom to do what is right and just. And make me and instrument of yourwilll.. Bu dua aslında bir yere kadar Peygamberimizin sıklıkla yaptığı duanın İngilizce kopyasından ibarettir. Allahumme erine’l hakka hakkan verzukna ittibeahu ve Allahumme erine’l batile batilen vurzukna ictinabehu…”

Ortak kesite şöyle anlam verilebilir: Allahım bana doğru ve adil olanı göster ve bunu görmek için hikmet ve basiret nasip et. Beni iradene aracı kıl…” Belki de Obama bu duanın Peygamberimizin de duası oluğundan habersiz idi. Lakin o Ağlama Duvarında böyle dua ederken geriden bir Yahudi avazı çıktığı kadar şöyle bağırmakta idi: Kudüs satılık değildir! Buradan Obama’nın Kudüs’a satılığa çıkardığı gibi bir anlam çıkabilir. Heyhat. Kudüs gerçekte geçmişte Yahudilere satılmıştır. Nuray Mert hançersini yırtan Yahudi’nin meseleyi yanlış bildiğini ‘Deri siyah, maskeler beyaz’ yazısında anlatıyor. Tabiî ki anlamak isterse. Obama Müslümanların aleyhte beklentilerine rağmen Kudüs’ü Yahudilerin bölünmez ve ebedî başkenti olarak ilân etmiştir. Daha doğrusu tek yanlı ilânı desteklemiştir.

Bazen algı ile hakikat arasında bu tür tezatlar veya farklılıklar olabiliyor.

06.11.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

‘Rüya gerçek oldu’



Amerikan tarihinin en heyecanlı başkanlık yarışı neticelendi ve ipi göğüsleyen Demokrat aday Obama’nın sonuçlar belli olduktan söylediği gibi “Rüya gerçek oldu.”

Kızılderili soykırımıyla yola çıkıp, sonra Afrika’dan getirilen zencileri insafsızca kullanıp ezerek devam eden ve siyah-beyaz ayrımı ekseninde iç savaşlara sahne olmuş bir ülkeye, baba tarafından Afrika kökenli, zenci bir politikacının başkan seçilmesi, başlı başına tarihî bir olay.

Gerçi anne tarafının beyaz olması, hattâ tam da seçim günü vefat eden anneannesinin siyah karşıtı tavrını son âna kadar sürdürmesi, kendisinin bazı siyahlarca beyazlar içinde asimile olmuş bir melez olarak görülmesi gibi cihetler var.

ABD sisteminde ırk ayrımcılığına resmen son verileli onyıllar geçtiği halde uygulamada eski tortuların hâlâ temizlenemediği de bir vâkıa.

Ama bütün bunlara rağmen Obama’nın yarı tarafıyla da olsa siyahî kimliğiyle Beyaz Saray’a seçilmesi çok önemli ve anlamlı. Bu sonuç, hem ırk ayrımı ayıbını barışçı yollarla bitirme mücadelesinin zenci kanadındaki tarihî önderlerinden Martin Luther King’in meşhur hülyasının tahakkuku yolunda çok ileri bir hamle, hem de Amerikan demokrasisinin çok büyük bir zaferi.

Bu tarihî dönüm noktasının Demokrat Parti üzerinden yaşanması da manidar. Evvelce aynı yolda benzer bir denemeyi yapıp yine Demokrat Partiden başkan adaylığı yarışını son anda kaybeden Jesse Jackson da zenciydi. Obama onun bıraktığı yerden yürüyerek hedefe ulaştı.

Obama’nın zaferi, zencileri çarmıha geren Ku Klux Klan çetelerinin dahi hâlâ tam olarak temizlenemediği bir toplumda, geçmişten kalan derin önyargı ve husumet kalıplarını kıran bir sağduyu ve iradenin başarısını da simgeliyor.

Bu zaferi anlamlandıran bir başka boyut, Barrack adıyla Obama soyadının arasında telâffuz edilen Hüseyin isminin ifade ettiği çağrışım.

Fanatik Cumhuriyetçi rakipleri seçim kampanyasında Obama’yı “Müslüman olmak”la da “suçlama ve kötüleme” yoluna tevessül ettiler.

(Bunlara karşı Obama “Müslüman değilim, Hıristiyanım” açıklamalarıyla mukabele etti.)

Ve dahası, Obama ismini Osama şeklinde telâffuz edip, 11 Eylül saldırılarının ardındaki heyûlâ olarak Amerikan halkını korkutmak için kullanılan Usame bin Ladin’e nazire yaptılar.

Ancak bu taktik geri tepti. Popüler TV yorumcuları, hattâ Bush kabinesinde Dışişleri Bakanlığı yaptığı halde Obama’yı destekleyen Cumhuriyetçi Colin Powell “Müslüman olsa ne olur ki?” çıkışlarıyla bu saldırıları püskürttüler.

Bunların ardından Amerikan halkının tercihinin Obama olması, 11 Eylül travmasının aşıldığını ve Müslümanlığı “korkutucu bir tehdit” olarak gösteren demagojinin iflâsını gözler önüne serdi.

Obama’nın zaferinde rol oynayan en önemli etkenlerden biri de, sekiz senelik Bush döneminin her alanda meydana getirdiği enkaz yığını.

Bu meyanda özellikle, selefi Demokrat Clinton’dan devraldığı kuvvetli bütçeyi trilyonlarca dolar açık verir hale getiren Bush’un giderayarak hem ülkesini, hem de bütün dünyayı etkileyen derin bir finans krizine imza atmış olması.

Irak’la Afganistan başta olmak üzere, el attığı bütün ülkeleri, bumerang gibi dönüp Amerika’nın kendisini de vuran kaoslara sürüklemesi. Kayıtsız şartsız İsrail yanlısı politikalarıyla Filistin sorunundaki çözümsüzlüğü sürdürmesi.

İran meselesini sürekli bir kriz ve gerginlik konusu olarak gündemde tutması. Bunlar yetmiyormuş gibi, son demlerinde Pakistan ve Suriye’ye de, sınır ihlâlleriyle saldırılar yaptırması.

Şimdi Obama ve Demokrat ekibi, Bush ve Hıristiyan siyonist neo-con ekibinin sekiz sene boyunca uyguladığı çılgınca politikalar neticesi ortaya çıkan enkaz yığınını temizleyip Beyaz Saray’ı evvelâ Amerikan halkıyla, sonra da ABD’yi tüm dünya ile barıştırma göreviyle karşı karşıya.

Obama’nın zaferi hayırlı olsun...

06.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ümit KIZILTEPE

Tekstil zirvesinden, hükümete, AB’ye ve dünyaya mesajlar



Geçtiğimiz, Cuma günü, yani 31 Ekim’de Denizli Sanayi Odası’nın (DSO) düzenlediği 2. Uluslararası Tekstil ve Konfeksiyon Zirvesi’ne katıldım. Daha doğrusu DSO davet etti, ben de davete icabet ettim.

Bu yıl ikincisi düzenlenen zirveye katılan yöneticiler, hükümete, AB’ye ve dünyaya önemli mesajlar verdi. Şimdi kısaca davetlileri ve verdikleri mesajları inceleyelim. Zirvenin açılışını yapan ve ev sahibi olan DSO Başkanı Müjdat Keçeciler, bir tekstil şehri olan Denizli’de çalışan 150 bin işçinin 50 bininin tekstil sektöründe çalıştığını ve ilin 3 milyar dolara yaklaşan ihracatının 1,3 milyar dolarını tekstil ve konfeksiyonun oluşturduğunu vurguladı.

Denizli Belediye Başkanı Nihat Zeybekçi de, en az 3 bin yıllık tekstil ve konfeksiyon kültürüne sahip olan Denizli’nin uzmanlaşmış, sektörel kümeleşmenin olduğu bir yer olduğunun altını çizdi. Zeybekçi, fabrikaların teşvikli illere taşınma isteğine karşın hükümete de şöyle mesaj verdi: “Denizli ev tekstili başkentidir. Ev tekstili başkentliğini başka bir yere taşıyamazsınız. Bu bir kültürdür. Bu kültürü başka bir yere taşırken çok büyük şeyleri kaybedersiniz.’’

Zirveye katılan Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Günter Verheugen de yaptığı konuşmada AB’ye sert çıktı. Türkiye’nin AB’ye üye olmasını tüm kalbiyle desteklediğini belirten Verhaugen, şunları kaydetti: “AB’nin Türkiye’ye Türkiye’nin AB’ye ihtiyacı var. Bizim daha fazla ekonomik entegrasyona ihtiyacımız var. Çok acık ve net görülüyor ki Türkiye’de çok güçlü ekonomik potansiyel var ve burada yetenekli iş gücü açısından büyük potansiyel var. Vasıflı, kalifiye iş gücüne sahipsiniz. AB’de Türkiye’nin ekonomik bir yük olduğuna inanan bütün insanlar bunları göz ardı ediyorlar. Gerçek şu ki bu süreçten her iki taraf da faydalanacaktır. Türkiye rekabet gücüne sahip bir ülkedir ve Türkiye eski AB üyesi ülkeler için yük olmayacaktır. Bu bizim daha zengin, başarılı olmamızı sağlayacaktır. Avrupa’nın gücünü korumada yardımcı olacaktır ve 21. yüzyılda yükümüzü hafifletecektir.’’ Verheugen, işadamlarına da AB’ye yakın olmalarının avantajını kullanmalarını tavsiye etti.

Tekstil ve konfeksiyon sektörünün özellikle 1970’lerden bu yana ekonominin ana itici unsuru durumuna geldiğini hatırlatan TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, sektör Türkiye ekonomisinin en büyük net döviz girdisini, en fazla istihdamı en yüksek üretim gücünü sağladığını vurguladı.

Hisarcıklıoğlu, ‘’Çorap sanayiinde İtalya’nın ardından AB’nin en büyük tedarikçisiyiz. Dünya pazarında yüzde 5 civarında pay aldığımız, bu kadar birikime ve başarıya sahip olduğumuz tekstil ve konfeksiyon sektörlerini ülkemizin gözden çıkarması mümkün değildir’’ diye konuştu.

Daha sonra yaşadığı bir olayı anlatarak marka olmanın önemini anlatan Hisarcıklıoğlu, işadam-larına kaliteli üretim yapmalarını ve kendi markalarını oluşturmaları tavsiye etti.

Denizli Valisi Yavuz Erkmen ise, Hisarcıklıoğlu ve Verhaugen’den yardım talebinde bulundu. Erkmen, Hisarcıklıoğlu’ndan TOBB’un kaynaklarından Denizlili işadamlarına üç yıllığına kredi isterken, Verhaugen’den de Türk KOBİ sahiplerinin Avrupa ülkelerinde serbest dolaşımının sağlanmasını istedi.

‘’Tekstil ve Konfeksiyonda Dönüşüm, İnovasyon, Teknik Tekstil ve Başarı Öyküleri’’ ve ‘’Marka, Moda, Tasarım, Yeni Trendler ve Başarı Öyküleri’’ panellerinin de gerçekleştirilmesiyle sona eren zirve katılımcılar için verimli oldu. Yöneticiler de isteklerini ilgili yerlere duyurma fırsatı buldu. Biz de anladık ki, tekstil ve konfeksiyon Türkiye için vazgeçilmez bir sektör.

06.11.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Tehlikeli bir taktik…



Amerikan başkanlık seçimleri ve doğalgazla başlayıp elektrikle devam edeceği daha şimdiden ilân edilen zamlar ve hayat pahalılığı arasında, bazı Güneydoğu il ve ilçelerinde başlayıp İstanbul’a sıçrayan olayların dehşeti yeterince okunamıyor.

Oysa çocukların öne sürülerek polise taşlarla saldırılması, “sivil itaatsizlik” adı altında ırkî ayırıma dayalı “kalkışma”ya gidilmesi; ve hele terörü kınaması beklenen DTP’nin açık açık PKK’nın yanında yer alıp propagandasını yapmaktan çekinmemesi, terörden daha dehşetli bir vahâmet.

Sokak aralarından gelen “molotofçular”ın ev ve işyerlerini yakmaları, metruk binalarda eğitim gören gençlerin 100 lira karşılığı araçları ateşe vermeleri, Türkiye’nin asla alışık olmadığı, dehşet manzaralarından…

Buna mukabil, vatandaşlara “sabır” tavsiye etse de Başbakan’ın, “Vatandaşın mağazasının camlarını indirir, hayatına kastederseniz, vatandaş elinde böyle bir tedbiri varsa kendini savunma yoluna gidecektir” sözüyle vatandaşların sokak eylemlerinde anarşiye doğrudan karşılık vermesini âdeta “tabiî” görmesi, işin en vâhimi…

Başbakan belki de “vatandaşın kendini savunması”nı, “caydırıcı” olarak kullanmak istiyor; terörü ve çatışmayı mahalle aralarından, meydanlara, şehirlere taşımak isteyen terör örgütüne bir nevi “gözdağı” vermek istiyor. Ancak halkın infialinin nerede biteceği belli olmayan fevkalâde “tehlikeli bir taktik” olduğunu hesaplamıyor…

Tıpkı yurtdışında “velev siyasî simge de olsa” çıkışıyla girilen girdapta kanunsuz başörtüsü yasağını “yasakçılar”ın nezdinde “yasallaştırmaya” ve daha da yaygınlaştırmaya âlet edilen yanlış söylemi gibi…

“DÜŞMANLARIN PARMAK

KARIŞTIRMALARINA

ZEMİN HAZIRLAMAK…”

Oysa ecnebî senaryolarıyla tahrik edilen, yabancı istihbarat servisleri emrindeki bölücü terör örgütünün aradığı da bu değil mi?

Bunun içindir ki, ortak inanç, tarih, kültür beraberliği temellerine dinamit atılması Marksist-Leninist terör örgütünün işine geliyor. Otuz yılda otuz bin insanın ölümüne sebebiyet veren ve ifsad odaklarının tetikçisi olduğu belirtilen örgüt başının hücresinde kötü muamele gördüğü şâyiasıyla ortalığı savaş alanına çevirmeye çalışıyor…

Zira, ülkeyi kargaşa ve kaosla iç çatışmaya itme emelinde olan mihrakların provokasyonlarla yapmak istediği de bu...

Plân, geçmişte hâriçten pompalanan “sağ- sol kavgası”nda olduğu gibi, halkı etnik ayırım üzerinde karşı karşıya getirtmek; terör unsurunu pazarlık konusu yaparak kullanmak…

İç ve dış mihrakların proje ve telkinleriyle, terör üzerinden “siyasallaşma” oyununu oynamak. İşbirlikçileri aracılığıyla, “bir câninin cinâyeti yüzünden, taraftarlarını, akrabalarını”, aynı siyasî görüşe mensup olanları hedef almak. Karşılıklı kutuplaşma ve kamlaşmayla kardeş kavgasını kışkırtmak…

Kısacası Bediüzzaman’ın, “vatan ve millet için gayet büyük bir tehlike” olarak haber verip devrin Başbakanı merhum Adnan Menderes’e yazdığı mektupta dikkat çektiği, “hayat-ı içtimâiyeyi (toplum hayatını) tamamen zîr ü zeber (darmadağın) eden bir zehirdir ve hâriçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır” diye ikaz ettiği “pek dehşetli” olaylar, ırkî iftirak (ayrılık) fitnesini daha da azdırıyor. (Tarihçe-i Hayat, 534)

Bundandır ki, Bediüzzaman, bir asır önce, kavmiyetçiliğin vatan ve millet için tehlikeli ve tahripkâr oluşunu ikaz eder. Kur’ân’ın, “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez”, birisinin hatasıyla en yakını, çoluk çocuğu mesul olmaz mânâsını ihtar eden Kur’ân’ın hükmünü hatırlatır. Bu “gâyet dehşetli bir kin ve adâveti damarlara dokundurup, kin ve garâza ve mukabele-i bilmisile mecbur eder” diye bu tür provokasyonlara dikkat çeker.

“LAİK KEMALİST KÜRT

DEVLETİ” PROJESİ…

Bu arada, Cumhuriyetin ilânından dokuz ay önce M: Kemal’in, 16 Ocak 1923’te İzmit Kasrına davet ettiği dönemin dokuz gazetecisine, “yazılmamak” kaydıyla söylediği, “Hangi livanın (sancağın) halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir” sözünün yer aldığı Can Dündar’ın “film”nin, Kuzey Irak’ta “kukla devlet” ve Güneydoğu’da “federasyon” taleplerine denk gelmesi, işin bir başka ilginç yönünü ortaya çıkarıyor.

Bir yandan, 1925’te dayatılan “Şark Islahat Plânı”na göre Türkiye Cumhuriyetinin resmî kurumlarının ve okulların yanısıra işyerlerinde, hatta çarşıda ve sokakta, başkalarının duyabileceği şekilde Kürtçe konuşmaya para cezası getirilmesi”, “Kürtlerin Kürtçe konuşmalarının yasaklanması”, 1934’teki “yurtta dil, kültür ve kan birliği temini” teziyle çıkarılan Mecburî İskân Kanunuyla Türkiye’nin “mıntıkalar”a taksim edilerek vatandaşların göçe zorlanması…

Diğer yandan, terör örgütünün etnik kışkırtıcılıkla ayırımcılığı alevlendirdiği esnada kimilerine göre Can Dündar’ın “Atatürk’ü göklerden dünyaya indiren” filmindeki, “Güneydoğu’ya ‘gizli’ muhtariyet mesajı” çelişkisi. Bu arenada sık sık “Atatürk’e hayranlığı”nı dile getiren terörist başı Öcalan’ın ve Marksist- Leninist ideolojiden gelme terör örgütünün “Atatürk’ü örnek alan ‘laik Kemalist Kürt devleti” projesi…

Ve bunların üstünde Bediüzzaman’ın, daha Osmanlının son devrinde, “Kürtlük dâvâsı pek mânâsız bir iddiadır” deyip, “Kürdistan’a verilecek muhtariyet”in Kürdleri ecnebî himâyesi altına sokacağını uyarması.

Tefrikanın “bir zemb-i azîm” (büyük bir günâh) olup “on dört asır evvel ölmüş asabiyet-i câhiliyeyi (ırkçılığı) ihya ve fitneyi ikaz (tahrik) edeceğini”, “meyl-i iftirak marazı”yla (ayrılık fikri hastalığıyla) kavga ve keşmekeşle ülkeyi cehenneme çevireceğini haber vermesi…

Türkiye asıl bunu tartışmalı…

06.11.2008

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Kâinat kitabının nuru



enâb-ı Hak, şu kâinatı “her sayfasında yüzer kitap yazılmış” harika bir kitap hükmünde yaratıp her bir harfini binler sanatlarla donatarak akıl ve idrak sahiplerinin nazarlarına sunmuştur.

Bilindiği gibi Risâle-i Nur’da kâinat kitabı ile Kur’ân-ı Kerim arasındaki benzerliğe dikkat çekilir. İkisi de O’nun taklid edilemez bediî sanatı, misilsiz eseri, en yüksek fermanı ve hâkezâ… Birinde her zerre binler harikalıkları ve hikmeti ihtivâ eden sanki bir kitap gibidir. Diğerinde her bir her harf, küfür ve zulümâtı, şirk ve şüpheleri parça parça eden necm-i sâkıbdır, şems-i tâbandır, birer yıldızdır ve güneşlerdir.

Cenâb-ı Hak, “Biz Kur’ân’ı daha iyi anlayabilmeniz için kolaylaştırdık” ferman eder. İns ve cinnin iki cihan saadetine vesile olacak bütün hakikatları en ince detayına kadar ihtivâ eden bir kitabın kolaylaştırılması elbette başlı başına bir mucizedir.

Âlemlerin Rabbi, Kur’ân’ı kolaylaştırdığı gibi kâinat kitabını da kolaylaştırmıştır. Basit bir su ve sade bir toprak ile çeşit çeşit renkte had ve hesaba gelmez bitkileri ve hayvanâtı halk etmiş, birini diğerine rızık yapmıştır. Zerrelerdeki çekimden, suyun akışına ve enerjinin geçişine kadar pek çok şeyde benzerlik halk ederek insanoğlunun eşyayı ve etrafındaki hadiseleri anlayabilmesini kolaylaştırmış ve istifadesini sağlamıştır. Atom ile güneş sistemini aynı modelde yaratarak; bitki, hayvan ve insanların hücreden uzuvlarına kadar bir çok mertebede benzerlikler halk ederek ilim dünyasına büyük bir kolaylık sağlamıştır. Buna benzer daha bir çok misâl verilebilir.

Yine Risâle-i Nur’da muhtelif yerlerde izah edildiği gibi Kur’ân-ı Kerim ve kâinat kitabı ayrı ayrı kendilerini izah ettikleri gibi birbirlerini de izah ederler. Biri diğerine ait âyetleri muhtelif dillerle okur, tefsir eder, esrârını akıl, idrak ve kalb sahiplerine tevdi eder.

Gerçekte kâinata verilen model ve eşyayı tanımadaki usul ile; insanın hem dünya hayatını, hem de âhiret hayatını tanzime vesile olacak hakikatlara olan ihtiyacı benzer modeldedir. Meselâ insanın, hedefini ya da önünü görmek için ışığa, etrafındakileri fark etmek yada olan biteni görmek için de aydınlığa ihtiyacı vardır. Evet insan, renklerin binlerce tonunu harika bir şekilde idrak edip çözümleyen bir çift göz ve yine her bir karakteri ayrı ayrı ölçüp biçen, değerlendiren ve bunları saklayan harika bir beyne sahip olmasına rağmen yine de haricî bir ışığa ihtiyaç duymaktadır.

Kâinat kitabındaki eşyayı ve hadiseleri görmek için nasıl ışık gerekliyse, onlardan çok daha derin ve gizli olan esrârını ve hakikatını anlamak için, okumak; okumak için de mânevî bir ışığa yani nura ihtiyaç vardır.

Gerçekte insan fıtratı eşyayı görmedeki usul ve metot ile, kazandığı sistematik ve mantık silsilesiyle bu tarz bir okumaya zaten hazırdır. Kendi acz ve zaafının ve fıtratındaki hususiyetlerin farkındadır. Her ne kadar bir kısım insanlar kafa fenerlerindeki zahirî zayıf bir ışığa güvenerek eşyayı okumaya çalışsa da; karmakarışık gölgelerden başka bir şey fark edememekte, iç-içe girmiş karanlıklardan kurtulamamaktadırlar.

Mesnevî-i Nuriye’de bu hakikata işaret eden şöyle bir ifade geçmektedir: “Kur’ân’ın âyetleri birbirini tefsir ettiği gibi, bu kitab-ı âlemin de bir kısmı, diğer bir kısmını izah ediyor. Meselâ: Maddiyat âlemi Cenâb-ı Hakk’ın envâr-ı nimetini cezbetmek için hakikî bir ihtiyaç ile şemse muhtaç olduğu gibi, âlem-i maneviyât dahi rahmet-i İlâhiyenin ziyâlarını almak için şems-i nübüvvete muhtaçtır.”

Burada iki husus önemli; birisi, eşyanın esrarını görmek ve hakikatını idrak etmek için nura ihtiyaç vardır. Yirmi Üçüncü Söz’de şu ifadeyle hem insanın bizzat kendisini hem de kâinatı aydınlatan ve ışıklandıran iman nurundan bahsedilmektedir: “İman nasılki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubât-ı Samedaniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinatı dahi ışıklandırıyor.”

Mesnevî-i Nuriye’den nakledilen ifadedeki dikkat çeken diğer önemli bir husus ise, Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ziyasından istifade etmenin de Peygamberimizin (asm) nuruyla mümkün olduğudur.

Evet, eşyanın, musibetlerin, hastalıkların, hayat ve ölüm arasında devam eden değişim ve dönüşümlerin hakikatı ve iç yüzü ancak iman nuruyla okunur; istikbal karanlığından, kabir karanlığına kadar bir çok karanlık ancak o nur ile aydınlanır ve ancak o nur ile insan ruhu, kalbi ve aklı, korku ve endişelerden kurtulup huzur bulabilir.

Acz ve zaaftan mürekkep olmakla birlikte sayısız düşmanlarla çevrili fakat sonsuz emeller besleyen insanoğlu, Âlemlerin Rabbinin rahmet ve merhametini, ancak “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” hitabına mazhar olan Peygamberimizin (asm) nuruyla cezbedebilir.

06.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Trafiği durduran ihtiyar ve çaresiz kızlarımız



Buraya kadar da şans eseri hep yeşil ışığa rastlamıştık. Fakat o da ne? Yanımdaki araba yavaşlayınca ben de yavaşladım, o durunca ben de durdum, hem de gerekçesini fark ederek… Arkamızdaki arabalar da bize bakarak peş peşe durdular. Halbuki yeşil ışıkta durarak trafiğin akışını aksattığımız için kornalara basarak ortalığı velveleye vermeliydiler.

Ama onlar da bizim gibi, yola giren ihtiyarı fark etmişlerdi. Meğer yaşlı adam, yayalara yeşil, araçlara kırmızı yandığı zaman yola girmiş, henüz yaya geçidini yarılamadan süre bitmiş, yayaların ışığı kırmızıya, araçların yeşile dönmüştü.

Aslında biz pekâlâ geçip gidebilirdik. Nihayet o, iki geniş yol arasındaki kaldırıma çıkıp bizim tarafa adımını attığı zaman yeşil ışık onun imdadına yetişti. Hoş öyle olmasaydı da biz ona yol vermiştik. Hem zaten o çok yavaş gidişiyle yolunu yarılamadan ona kırmızı, bize yeşil yandı. Yolunu bitirmek üzereyken bize tekrar kırmızı yandı. Böylece biz o yaşlı adamın yüzünden, üçüncü yeşilde ancak yolumuza devam edebildik.

Siz o yaşlı adamı görseydiniz, aynı şeyi yapardınız. Onun o halini görerek, hiç usanmadan zevkle beklerdiniz. Bu uzun anlatımdan da usanmamanızı dilerim. Basit gibi görünen küçük olayı bu kadar detaylı anlatışımın iki sebebi vardır.

Birincisi: Avrupa’da yayalara gösterilen saygıyı vurgulamak.

İkincisi: O çok yaşlı adamın halini seyrederken zihnime takılan mesele…

Yaşını doksan civarında tahmin ettiğimiz bu ihtiyar; rükûa varmış gibi haliyle, sol elini bükmüş beline koyarak, sağ elini ve şehadet parmağını da bize karşı, müsaade istercesine havaya kaldırarak, çok yavaş ve küçük adımlarla ayaklarını sürükleyerek ilerliyordu.

Hal ve vücut diliyle şöyle diyordu sanki:

“Biliyorum, trafik kanununa göre, şu anda beni ezip geçseniz bile suçlu sayılmazsınız. Çünkü size yeşil, bana kırmızı yanıyor. Ama bir kere bu yaya geçidine girdim artık. Bu geçiş süresi bana göre değil, sağlıklı ve dinç insanlara göre ayarlanmış. İşte süre bitti. Şu andan itibaren geri dönsem bile, bir o kadar sizi bekletmiş olacağım. En iyisi müsaade edin de şu yolumu bitireyim. Bakınız, bu yaşıma rağmen, sağ kolumu ve işaret parmağımı havaya kaldırıyorum, adeta size yalvarıyorum. Belimin büküklüğünü, başımın nasıl sallandığını, ayaklarımın nasıl sürüklendiğini görüyor, vücudumun nasıl titrediğini, dizlerimin takatsizliğini tahmin ediyorsunuz. Bir zamanlar ben de sizin gibi atladım mı arabaya gaza basıp giderdim. Eğer ömrünüz olursa siz de benim bu durumuma düşeceksiniz. Şimdi karar sizindir. İsterseniz kanun ve kuralların size verdiği yetkiye dayanarak, beni hiçe sayarak gaza basıp geçersiniz; isterseniz vicdanınızın, kalbinizin ve aklınızın sesine kulak verip bana bir geçiş hakkı (kurallar tanımadığı halde) tanırsınız.”

Bu yaşlı adamın hali ve hal diliyle geçiş hakkı istemesi, ne hikmetse, bana başörtüsü mağdurlarını hatırlattı. Aslında onlar da bu yaşlı adamın haline bürünseler, kendilerini dünya kamuoyuna ve bilumum ehl-i insaf ve ehl-i vicdana daha etkili bir dille anlatmış olacaklar. Belki o zaman onların, örtüleriyle birlikte okumalarına ve görev yapmalarına engel teşkil eden kurallar dize gelecek, kültür ve gelenekler susacak, yasaklar kalkacak, kırmızı ışıklarda bile “buyurun, geçiniz” denilecek; itfaiye arabalarına ve ambulanslara denildiği gibi…

Bir şartla ki, onlar herhangi bir siyasî, dünyevî ve maddî güce dayandıklarını ima bile etmeyecekler. “Ben iktidara gelirsem rektörler sizin karşınızda selâma duracaklar” diyenlere inanmayacaklar. “Biz meseleleri ürkekçe değil, erkekçe çözeriz” diyenlere aldanmayacaklar. Tek başına iktidara gelenlere ve gelecek olanlara bel bağlamayacaklar. Hatta AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi)’nden bile medet ummayacaklar. Bu ülkede olmadıysa, gider başka bir ülkede okuruz, sevdasına kapılmayacaklar. İmkânı olanların Amerika’larda, Avrupa’larda okuduklarına kulak asmayacaklar. Viyana kapılarının da bir gün kendilerine kapanabileceğini hesaba katacaklar. Ve bazılarının zannettiği siyasî bir simge ve siyasî bir malzeme imajından başörtüsünü koruyacaklar. Ve şöyle diyecekler:

“Örtünmeyi dinimizin emri bildiğimiz ve böyle inandığımız için örtünüyoruz. Bu kıyafetimizle ilim öğrenmek istiyoruz. Ne olursunuz engel olmayınız. Bizim siyasî bir maksadımız yoktur.”

Sizler, ey böyle giyinen ve böyle düşünen kızlarımız!

Bu dünyada size de ayrılmış bir geçit vardır elbette. Dünyanın insaf, vicdan, inanç ve akl-ı selim sahibi insanlarının gözleri önünde, parmağınızı kaldırıp onlardan müsaade isteyerek yolunuza girin bakalım. Siz o yaşlı adamdan daha az çaresiz değilsiniz!

NOT: Yazının akışına ilişemedim, ama belirtmek isterim ki, başörtüleri sebebiyle bazı haklardan mahrum bırakılan hanım kardeşlerimizin, demokratik bir mücadele vermeleri, basın ve her türlü iletişim araçlarını kullanarak seslerini duyurmaları, sivil toplum örgütlerini ve kamuoyunu arkalarına almaları, yukardaki “ihtiyar” misaliyle tavsiye ettiğim yolun dahilindedir. Siyasîlerin aleti olmaktan kendilerini korusunlar yeter!

06.11.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Türkiye’ye de bir Obama lazım



Dünyanın merakla takip ettiği bir seçim neticelendi ve bu neticeye göre Barack Obama Amerika Birleşik Devletlerinin 44. başkanlığına seçildi. Obama’nın ABD Başkanlığına seçilmesi pek çok ‘ilk’i içinde barındırıyor. Başlangıçta ‘siyah’ olması onun için bir engel olarak görülüyordu, ama zamanla bu durum bile lehine döndü.

Elbette bu konuda önümüzdeki günlerde daha çok tartışmalar yapılacak. Ama ortada bir vak’a var: Düne kadar hiç bir ‘hak’ tanınmayan ‘siyah tenli’ insanlardan bir temsilci, “Beyaz Saray”a başkan oldu. Bu durum, demokrasinin güzelliğini göstermekle birlikte, dünyanın müsbet yönde gelişip değiştiğinin de delili.

Obama’nın seçilebileceği aylar öncesinden tahmin edilmişti. Fakat son anda araya ‘birileri’nin girip, neticeyi değiştirmesinden de korkuluyordu. Geçmiş yıllarda Bush, ‘hile’ ile seçim kazanmış, bu nedenle de dünya tedirgin olmuştu. Hatta seçimler öncesi Obama’ya suikast yapılabileceğinden de korkuluyordu.

Yine, seçimler öncesi ortaya atılan iddialar ve buna karşı verilen cevaplar demokrasinin güzelliğini de göstermişti. Obama’ya itiraz eden cumhuriyetçiler, onun Müslüman olabileceğini ileri sürüyorlardı. Onlara göre bir Müslümanın ABD başkanı olması mümkün değildi. Elbette Obama’nın Müslüman olması bizi sadece sevindirir, ama açıklanan bilgilere göre böyle bir durum yok. Bugün için böyle, ama bu durum yarın bir gün Müslüman bir liderin ABD’ye başkan olamayacağı anlamına da gelmez.

Nitekim, Avusturyalı bir siyasetçi, Obama’nın ABD başkanı olmasını “Türkiye doğumlu bir siyasetçinin Avusturya’ya başkan olması”na benzetiyor. Elbette buradaki “Türkiyeli” tarifi “Müslüman” anlamında olsa gerek. Hatırlanacağı üzere Avusturya’da, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olmasına da karşı çıkan siyasetçiler var ve bunlardan biri geçtiğimiz günlerde trafik kazasında hayatını kaybetti...

Tabiî ki gelecek günlerin neler getireceğini bugünden söylemek zor. Ama Obama’nın seçilmesinin Türkiye’nin de menfaatine olduğu ifade ediliyor. İnşallah ABD başkanlığına gelen, ‘giden’i aratmaz.

“Zenginin malı fakirin çenesini yorar” misali, ABD seçimleri de bütün dünyayı meşgul etti. Seçimler Türkiye’deki televizyonlardan da ‘canlı’ yayınlandı ve yoğun ilgi gördü. Ülkemizdeki bazı kesimler, bu seçime Amerikalılardan daha fazla ilgi gösterdi dense yeridir. Nihayetinde Amerika vatandaşlarının dediği oldu ve uzak ihtimal olarak görülen bir ‘siyah’ın başkan seçilmesi gerçekleşti.

“Milletin dediğinin olması” anlamında bir değişimin Türkiye’de de olması lâzım. Gerçi bizde de seçimler oluyor, ama seçimlerden sonra, verilen sözler unutuluyor. Seçim meydanlarındaki siyasetçiyle, meclis kürsüsünde ya da ‘başbakanlık’ koltuğundaki siyasetçi arasında dağlar kadar fark görülüyor.

Bunun sebebi, bazılarının ‘kırmızı kitap’ dediği ‘görünmez kurallar’ mıdır? Eğer öyle ise, siyasetçiler önce o ‘kırmızı kitap’ı değiştirmeye talip olmalı ve mutlaka ‘beyaz sayfa’ açmalıdırlar.

Milletle bütünleşerek ‘beyaz sayfa’ açamayan bir siyasetçinin Türkiye’nin dertlerine çare bulup çözüm üretmesi imkân haricinde. Bu anlamda bize de ezber bozan, cesur ve dürüst siyasetçiler lazım...

06.11.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Pencere tozundan Obama'ya



Ve beklenen oldu. Beyaz Saray’a siyah bir başkan seçildi. Amerika’daki demokrasi kültürünün olgunluğu, daha doğrusu Amerikan halkının olgunluğu bizleri imrendirecek bir tezahürle neticeyi ilân etti. Beyaz Saray’ın yeni sahibi Barak Hüseyin Obama!

Obama’nın daha gecenin ilk saatlerinde belliydi önde gittiği. Ancak kesin sonucu beklemek lâzımdı. Çünkü Amerikan seçim sistemi, kısmen değişikti. Geçen seçimlerde Bush’la yaptığı yarışta daha fazla oy almasına rağmen Demokrat aday Al Gore başkanlığı kaybetmişti.

Sabah erken saatlerde haberlerden kesin sonucu öğrendik. Obama zafer konuşmasını yapıyordu.

Hiç bir Amerikan seçim sonucu beni duygulandırmadığı halde bu sonuç neredeyse gözlerimi yaşarttı. Obama’yı çok sevdiğimden, McCain’i beğenmediğimden, ya da Cumhuriyetçilerden çok Demokratları desteklediğimden değil. Bir zenci’nin 2008’lerde Amerika Birleşik Devletleri Başkanı olmasındandı bu duygulanma.

Çok değil bundan 40-50 sene önceki zenciler ve zencilere bakış nereden nereye gelmişti. Lokantalara, cafelere, otobüslere hatta okullara zenci giremezdi. ”Köpek ve zenci giremez” yaftaları unutulur gibi değildi. Kunta Kinte’ler Amerika’da neler yaşamadılar ki... Malcolm X‘leri de çoğumuz hatırlarız.

Orta birinci sınıfta iken Türkçe dersinde bir parça okumuştuk. Ne yazarını, ne başlığını, ne de parçadaki olayın kahramanını hatırlayamıyorum bu gün. Ama hikâyenin olay çerçevesini ve ana fikirini çok iyi hatırlıyorum. Bu hikâye bir zenci çocuğun ilk defa , beyazların okuduğu bir okula kabul edilmesinden bahsediyordu. Okumak azmiyle dolu zenci bir çocuk. Okul müdiresinin huzurunda ”Okumak istiyorum!” diye dimdik duruyordu. Müdire çocuğa bir görev veriyordu, kayıt yapıp yapmayacağını belirtmeden. Üst katlardan bir sınıfı temizlemesini istiyordu. Çocuk eline verilen temizlik malzemeleriyle koşuyordu sınıfa. Bir saat sonra müdirenin huzurunda “Bitirdim efendim” diyordu. Müdire hanım kalkıyor, sınıfa giriyor, sıraların altına, masanın kenarına, pencere camlarına, zemine her yere titizlikle bakıyordu. Ve akla gelmeyecek bir iş yapıyordu temizlik kontrolünde. Pencere kanatlarının üst tarafını, yani gözlere ilişmeyecek yerleri parmaklarıyla kontrol ediyordu. Okul müdiresi gözlerden uzak, herkesin aklına getirmediği veya “Ne gerek var, nasılsa görünmüyor” deyip ihmal edeceği noktaların bile zenci çocuk tarafından titizlikle temizlenmiş olduğunu görüyordu. Aşağıya iniyor ve yanlış hatırlamıyorsam çocuğa “Siz bu okulda okuyabilirsiniz bay Washington” diyordu. Parça böyle bitiyordu.

Bu parçanın bende bıraktığı üç iz vardı. Birincisi işini tam yapmak. İkincisi Amerikadaki eğitim sisteminin ayrıntılara dikkat etmesi. Ve üçüncüsü de bir zencinin işini doğru yaparak kapısı yüzüne kapalı bir okula girmeyi başarması ve arkasından gelen zencilere yol açması. Zenciler ezilmişlik ve horlanmışlık cenderesinden çok, ama çok daha fazla çalışarak kurtulabileceklerini anladılar. Artık onların müzikten sinemaya, olimpiyat şampiyonluklarından siyasete kadar hayatın her alanında bir kimlik kanıtlamasına girdiklerine son yarım yüz yıl şahitlik etti.

Ve beyazların okuduğu alelâde bir okula girmeyi başaran zenci çocuktan on yıllar sonra Beyaz Saray’a giren zenci başkanı görmek gözlerimi yaşarttı. Bu arada zencileri kölelikten kurtaran yasayı çıkaran bundan dolayı da suikastla öldürülen ABD Başkanı Abraham Lincoln’u da unutmadan takdirle zikretmem gerek.

Obama’nın başkanlığı umarız kendi milletine ve diğer milletlere hayırlı olur. Darısı manevî zencilere..

06.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KAPLAN

Bütün sanatçılar ölecek!



Sinema müthiş bir şey!

Geçmiş aynen önümüzde…

Gelecek ise:

Sinema ve televizyon vesilesi ile tam anlamı ile bizleri düşünceye ve düşünmeye sevk ediyor!

Alın:

Yıldırım Gürses’i…

Gerçekten de:

Soyadı gibi “gür ses”li bir sanatkârdı merhum.

Hele hele:

Arif Nihat Asya’nın “Fetih Marşı” ; bu sanatkârımızın sesinde daha bir farklı tada bürünmez miydi?

Mehterin son iki yüz yıldaki belki de en muhteşem bestesi:

“Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;

Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek;

Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek

Yürü, hâlâ ne diye oyunda oynaştasın?

Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.!”

***

Peki şimdi nerelerde Arif Nihat?

Nerde Yıldırım Gürses?

Bizi kahkahaya gark eden Adile Naşit..

“Turist Ömer” lâkaplı Sadri Alışık neredeler?

***

Şimdilerde kendini sözüm ona:

“Sanatçı” zannederek orta yere fırlatıp raksetmekten gayrı bir maharete(!) endazesi yetmeyenler…!

Bu sinemalardan hiç mi ders almayız?

Gidenler.

Göçenler..

Katalogdan fışkırma yakışıklı ve güzel bay ve bayanlar iken…

Elli-altmış sene geçmeden son derece ibret verici hale gelen….

Kimi:

Kabristanlıklarda!

Kimi:

Hastanelerde..!

Kimi:

Huzurevlerindeki insanlara bakarak hiç mi ibret almayız?

***

Kendini dev aynasında gören nefsimiz!

Egomuz..!

Hep genç kalacağımızı hissettiren kör bencilliğimiz..!

Geçen yüz yıllardaki insanlara göre çok daha sorumlu olduğumuzu unutturuyor bizlere…

Eskiler:

Sinema bilmezdi.

Kamera neyim bilmezlerdi!

Televizyon, teyp; kaset, cd yoktu eskiden.

***

Şimdi?

Şimdi: Her şey kayıt altına alınıyor.

Asıl “sanatçı” bu gerçeği görenlere denilmeli değil mi??

Kör değiliz ya her şeyin omuzlardaki koca koca kameralarla zapturapt altına alındığını görmüyor muyuz?

Günah-sevap melekleri neremizdeydi peki; omuzlarımızda değiller miydi?

Tıpkı; kameralar gibi!..

Bir konserve kutusu bile paketlendikten sonra vitrinize edilip toprağa gömülmezken..

Kefenle manevi bir paket içine alınan insanoğlu toprak altına konularak Allah’ımızın rahmetinden uzak kalabileceğini mi zanneder!

Ne kadar gâfiliz Allah’ım...!

06.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Başkalarının hukukunu kendi hukuku bilmek



umhuriyet ve demokrasilerde çoğulculuk hâkimdir. Kişiler hukuklarına sahip çıkmakla kalmaz, başkalarının hukuklarını da kendi hukukları gibi savunmasını da bilirler.

Bencilliği semtine yaklaştırmayan, nemelâzımcılıktan uzak demokrat bir insan diğergamlığıyla, kendisini olduğu kadar başkalarını da düşünmekle yükümlü görür kendini. Birlikte yaşamanın, yekvücut olmanın gereğidir bu.

İslâm da bizden bunu istemez mi? Müslüman kendi hukuku kadar diğer bir Müslüman kardeşinin hukukunu da korumakla mükelleftir. Kendisine yapılmasını istemediği birşeyi başkalarına da yapmaz. Sevinci de, acıyı da paylaşmasını bilir. Çünkü Allah Resûlü (asm), inananları böyle eğitir. Buyururlar ki:

“Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona haksızlık yapmaz. Onu yardımsız bırakmaz, ona hakaret etmez. [Üç defa kalbine işaret ederek] işte takva buradadır. Din kardeşine hakaret etmek, kötülük olarak Müslümana yeter.”1

Bunu söylemekle kalmaz Allah Resûlü (asm). Bizzat Ashabının hukukunu da muhafaza eder. Bir örneği: Birgün Allah Resûlü (asm) namaza başlarlarken, ashabını kontrol etmiş, birini görememiş, “Malik bin Dühşüm nerede?” diye sormuş. Oradakilerden birinin, “O Allah’ı ve Resûlünü (asm) sevmeyen bir münafıktır” dediğini duyunca rahatsız olmuş, “Öyle deme!” buyurmuştu. Görmüyor musun ki o Allah rızasını isteyerek ‘Lâ ilâhe illallah’ diyor. Allah, rızasını isteyerek ‘Lâ ilâhe illallah’ diyen kimseye ise Cehennemi haram kılmıştır.”3

Resûlullah’tan (asm) ders alan Sahabe de gördüğü bir haksızlık karşısında sessiz kalmaz, onu önlemeye çalışır, kardeşini müdafaa eder. Allah Resûlü (asm) Tebuk Seferi esnasında sefere katılamayan Ka’b bin Malik’i sorduğunda, içlerinden biri, “Cübbesine, endamına bakıp gururlanması onu yola çıkmaktan alıkoydu” demiş, buna tahammül edemeyen Muaz bin Cebel, “Ne kötü söyledin!” diye müdahale etmiş ve Efendimize (asm) dönerek de, “Vallâhi ya Resûlallah, Ka’b hakkında iyilikten başka birşey bilmiyoruz” diye mü’min kardeşini savunmuştu. Bunun üzerine Allah Resûlü de (asm) makul karşılayarak tasdik etmişti.3 Böyle bir davranış Resûlullah’ın (asm) gözünde, “Kim bir mü’min kardeşinin aleyhinde konuşulduğunda onun şeref ve namusunu savunursa, Allah da Kıyamet günü onu Cehennem ateşinden korur”4 buyuracak kadar önemliydi.

Demek mü’min, kendi hukukunu olduğu kadar mü’min kardeşinin hukukunu da savunmakla yükümlüdür.

Dipnotlar:

1- Buharî Edeb: 57; Müslim, Birr: 32; Ebû Davud, Edeb: 47; Tirmizî, Birr: 27.

2- Riyazü’s-Salihîn, 3:114 (Hadis no: 1558; Buharî ve Müslim’den.)

3- A.g.e., 3:115 (Hadis no: 1559; Buharî ve Müslim’den.)

4- Tirmizî, Birr: 230, Müsned, 6:449.

06.11.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kayaya tesir eden dua



Eyüp Bey: “Günahkâr iken duâlarımız kabul olur mu?”

Kur’â’nda, “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır”1 buyuran Cenâb-ı Hak, bir hadis-i kudsîde, “Kulum Beni nasıl tanırsa onunla öyle muâmele ederim”2 buyurur.

Peygamber Efendimiz (asm) Rabb’inden bildiriyor: “Kul bir günah işlediğinde, ‘Allah’ım! Günahımı bağışla!’ diye pişmanlıkla bağışlanmak dilerse Mübarek ve Yüce Allah buyurur ki: ‘Kulum bir günah işledi de, kendisinin günahı bağışlayan ve bu günahla kendini sorumlu tutacak Rabb’i bulunduğunu bildi’ buyurur. Sonra kul, elinde olmadan tekrar hata işler de, ‘Ya Rabb’im! Benim günahımı bağışla!’ derse, Mübarek ve Âlî olan Allah: ‘Kulum bir günah işledi de, kendisinin günahı bağışlayan ve bu günahla sorumlu tutacak Rabb’i bulunduğunu bildi’ buyurur. Sonra kul döner tekrar günah işler. Ama nihayet pişman olur ve: ‘Ey Rabb’im, Günahımı bağışla!’ diye yakarır. Mübarek ve Yüce olan Allah buyurur ki: ‘Kulum bir günah yaptı da, Kendisinin günahı bağışlayan ve bu günahla muâheze edecek Rabb’i bulunduğunu bildi. Ben de kulumu bağışladım’ buyurur.3

Kul bir yandan eksikliklerini telâfi etme gayreti içinde olur; bir yandan da tevbe ve istiğfarda bulunur. Yapmadığı ibadetleri Allah’a bir fıtrat borcu bilir ve kazâen yapmaya başlar. Günahlarından pişmanlık duyar ve Allah’ın bağışlayıcı olduğunu bilerek Allah’a döner. Bu esnada yeniden günah işlerse, acziyetini ve zaafiyetini teslim ederek, yeniden Allah’ın af ve bağışlamasına sığınır. Yani kul için af ve bağışlanma kapısı ölene kadar kapanmaz. Kul, Allah’ın bağışlayıcı olduğunu bilmeli, ümidini kesmemeli; ancak kendisine düşen vazifeleri de, güç yetirebildiği oranda yapmalı, ameline güvenmemelidir.

Günahkâr iken duâlarımızın kabul olmayacağı gibi bir genelleme İslâm’da yoktur. Bilakis İslâm bizi her şartta Rabbimize yönlendiriyor. Kul her konuda, her başı derde girdiğinde, her zaman ve her halde “halisâne ve içtenlikle” duâ etmekle mükelleftir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) halis ve içten bir duânın kayaya bile tesir ettiğini ve kayayı harekete geçirdiğini şöyle bildiriyor: “Sizden önceki kavimlerden birisinde bir gün erkeklerden üç kişilik bir grup yola çıktı. Gecelemek için bir mağaraya sığındılar. Derken, dağdan kopan büyük bir kaya parçası onların üzerine mağaranın ağzını kapattı. Birbirlerine baktılar; Allah’a sığınmaktan ve duâ etmekten başka çareleri yoktu. Birbirlerine, ‘Sizi ancak sâlih amellerinizle duâ etmeniz kurtarır!’ dediler.

İçlerinden biri: “Allah’ım! Benim yaşlı ve kocamış bir anam ve babam vardı. Akşam olunca ben onlardan evvel ne çoluk-çocuk, ne de hizmetçilerimden hiç birisine bir şey içirmezdim. Bir gün hayvanlarımı otlatacak ağaçlık bir yer aramak arzusu beni uzaklara götürdü. Onların uyku saatlerine kadar geri dönemedim. Geldiğim zaman onların akşam sütlerini sağdım. Fakat onları uyumuş halde buldum. Kendilerini uyandırmayı ve onlardan evvel çoluk-çocuk ve hizmetçilerime akşam sütü içirmeyi hoş görmedim. Çocuklarım ayaklarımın etrafında ağlaşırken ben süt bardağı elimde olduğu halde, onların uyanmasını gözeterek şafak sökesiye kadar yerimde bekledim. Nihayet uyandılar. Akşam sütlerini içtiler. Allah’ım! Eğer ben şu yaptığımı Senin rızan için yapmışsam, şu kayadan dolayı düştüğümüz sıkıntıyı gideriver” dedi.

Kaya biraz açılmıştı. Fakat çıkmaları için yeterli değildi. Diğeri:

“Allah’ım! Benim amcamın bir kızı vardı. O bana insanların en sevimlisi idi. Onu çok şiddetli seviyor ve arzû ediyordum. Bir kıtlık senesinde o bana geldi. Kendisini bana teslim etmesi karşılığında ona yüz yirmi altın vereceğimi söyledim. İsteğimi kabul etti. Fakat tam muradıma ereceğim zamanda, ‘Allah’tan kork!’ dedi. Onu çok sevdiğim ve arzuladığım halde bıraktım. Altınları da ona bıraktım. Ya Rab! Eğer ben şu yaptığımı sırf Senin rızan için yapmışsam içinde bulunduğumuz sıkıntıyı bize açıver” dedi.

Kaya biraz daha açılmıştı. Fakat o aralıktan dışarıya çıkmaya imkân bulamıyorlardı. Üçüncüsü de şöyle yalvardı:

“Allah’ım! Ben bir takım ameleler kiralamıştım. Birisi hariç diğerlerinin ücretlerini kendilerine verdim. O kişi hakkını almadan bırakıp gitti. Ben de onun parasını onun namına çalıştırıp çoğalttım. O kadar ki, çok mal meydana geldi.

Bir zaman sonra adam geldi ve: ‘Ey Abdullah, bana ücretimi ver!’ dedi.

Ben de: ‘Deve, sığır, koyun ve hizmetçi... Şu gördüklerinin hepsi senindir’ dedim. Adam:

‘Ey Abdullah, benimle eğlenme’ dedi. Ben:

‘Seninle alay etmiyorum’ dedim. Bunun üzerine malların hepsini alıp, götürdü gitti. Onlardan hiçbir şey bırakmadı. Allah’ım! Eğer ben yaptığımı sırf Senin rızan için yapmışsam, bulunduğumuz şu sıkıntıyı bizden gider” dedi. Nihayet kaya tamamen açıldı ve mağaradan yürüyerek çıktılar.4

Dipnotlar:

1- A’râf Sûresi, 7/156

2- Buhârî, Tevhîd, 15

3- R. Sâlihîn, 420

4- R. Sâlihîn,12

06.11.2008

E-Posta: [email protected]




Semra ULAŞ

Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî



Kendine bakan, yani içsel yolculuğu başaran, kendiyle barışan insanın mutluluğundan bahsedilir. Bir de haz başka, mutluluk başka denilir.

Geçenlerde bir kanalda Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin hayatını konu alan bir film izledim. 70’li yaşlarına kadar kendini arıyor.

Hani denir ya kendini bilen Rabbi’ni bilir. Kendini bulan Rabbini bulur.

Biraz hayatın anlamı üzerine sorular soralım mı?

Hayatın anlamı aşk mıdır, nefret midir?

Hayatın anlamı ânı yaşamak mıdır, geçmişte boğulmak mıdır?

Hayatın anlamı ilim midir, cehalet mi?

Hayatın anlamı yardıma ihtiyacı olan birine yardım etmek mi, yoksa itip kakmak mıdır?

Hayatın anlamı aile midir?

Hayatın anlamı özgürlük müdür?

Hayatın anlamı kariyer midir?

Hayatın anlamı aramak mıdır? Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri ileri yaşlarına kadar arıyor.

Hayatın anlamı hayatı okumak mıdır?

Hayatın anlamı lüks yaşamak mıdır?

Hayatın anlamı bebek midir?

Hayatın anlamı sevimli bir köpek midir?

Hayatın anlamı hizmet midir?

Hayatın anlamı hayırda yarışmak mıdır?

Hayatın anlamı öğrenmek ve öğretmek midir?

Hayatın anlamı para mıdır?

Hayatın anlamı yaşamak ve yaşatmak mıdır?

Hayatın anlamı yönetmek veya yönetilmek midir?

Hayatın anlamı sıkıca sizi tutan bir el midir?

Hayatın anlamı kanayan bir gül müdür?

Hayatın anlamı sıcak bir çorba mıdır sabahçı kahvesinde?

Hayatın anlamı yemek midir? Ağız tadı mı?

Hayatın anlamı şehir mezarlığına dönmüş bir yürek midir?

Hayatın anlamı çiçek çiçek dolaşan böcek midir?

Yine aylardan kasım şarkısı mıdır, başka bir şarkı mı?

Hayatın anlamı kırılan gururu gözyaşlarıyla yıkamak mıdır?

Hayatın anlamı iç güzellik mi, dış güzellik midir?

Hayatın anlamı gençlik midir?

Hayatın anlamı rahatlık mıdır?

Hayatın anlamı çok eşlilik midir?

Hayatın anlamı herkesten üstün olmak mıdır, yoksa öyle görünmek midir ağırlığını hissederek?

Hayatın anlamı içmek midir?

Hayatın anlamı dost sohbetleri midir?

Hayatın anlamı sevmek midir, eşi dostu görmek midir?

Hayatın anlamı 21 Mart’ta açmış ağacın çiçeği mi, yoksa sonbaharda açan kasım patı mıdır?

Hayatın anlamı gezmek midir?

Hayatın anlamı beklemek midir, harekete geçmek midir?

Hayatın anlamı psikoloji midir, ilahiyat mıdır, siyaset midir, yabancı dil midir?

Hayatın anlamı kalabalıklar içinde yalnızlık mıdır?

Hayatın anlamı yaslanıp ağlayacağın bir omuz mudur?

Hayatın anlamı duygusuz bir sağlık mıdır, hastalıklı bir duygusallık mı?

Hayatın anlamı tembel tembel kanepeye uzanıp TV seyretmek midir?

Hayatın anlamı dolu dolu yaşamak mıdır?

Hayatın anlamı haz mıdır?

Hayatın anlamı tabiatı korumak mıdır?

Hayatın anlamı kavga mıdır, barış mıdır? Yahut kavgasız barış oluşur mu?

Nedir sizce hayatın anlamı? Daha pek çok şey yazılabilir bunun için.

Peygamberimiz (asm): “Ahirette kişi sevdiğiyle beraberdir” diyor.

Anlamınızı bulun, kendinizi tanıyın.

Mutluluk ve hayatın anlamına dair birçok soru sorulmuş ve cevaplar aranmıştır.

Kimi mutluluğu bir dondurma külahında, kimi içki şişesinde, kimi sigara paketinde, kimi mutluluğu Taç Mahal’de veya Viyana sokaklarında aramış. Oysa melekler onu insanların bakmayı hiç akıl edemeyecekleri bir yere saklamış; o da içlerine, kalplerine.

Kalp sağlam olursa her iş sağlam ve düzgün olur.

Kalıcı olan sadece O’dur.

06.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hizmet stratejisi belirleme vazifesi Bediüzzaman'ın



Bediüzzaman Said Nursî, altı bin küsür sahifeyi aşan Risâle-i Nur tefsiri ile iman şartlarını, İslâm esaslerini ve sâir meseleleri ispat ve izah eder. Müslümanların ve insanlığın ferdî, ailevî, içtimaî, siyasî tüm problemlerine çözüm üretir, hastalıklarını tedavi eder, reçete yazar. Aynı zamanda günümüz Kur’ânî ve Peygamberî hizmet stratejisini belirlemekle de vazifeli olduğundan, başka hiç kimse başka bir çığır açamaz ve hizmet stratejisi çizemez. Zira, vazife onun. Takip edelim:

“Mecbur olarak haber veriyorum ki: Bu dürûs-u Kur’ân’iyenin (Kur’ân dersleri olan Risâle-i Nur) dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar, vazifeleri—ulûm-u îmâniye cihetinde—yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve îzahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u îmâniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz.

“Eğer biri dairemiz içinde nefsin enâniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve îzah hâricinde birşey yazsa, soğuk bir muâraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü çok delillerle ve emârelerle tahakkuk etmiş ki, Risâle-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhatıdır.”1

“Allâme” dünya çapında bir mütefekkir ve âlimdir. “Müçtehid” ise, Kur’ân ve Sünnet’ten hüküm çıkaran âlim, imam, mezhep önderi demektir. Demek ki, “allâme ve müçtehid” de olsalar, görevleri, kendi kafalarına göre değişik bir yol, başka bir siyasî strateji çizmek değil, Risâle-i Nur’daki formülleri “izah etmek, şerhetmek/yorumlamak ve düzenlemektir.” Ve bu da, Risâle-i Nur’un ruhuna uygun yapılmalı.

“Ulum-u imaniye”, Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye’den ilhamla tefsir, hadîs, fıkıh, kelâm, tasavvuf, ahlâk gibi mânevî ve fen ilimlerinin harmanlanmasıyla hâsıl olan en yüksek İslâm ilmidir. Risâle-i Nur’u inceleyen akıl ve insaf sahibi herkes; fıkıh dahil (ihtiyaç olan konularda), içtimâî ve siyâsî meseleleri de halletmiş, problemleri çözmüş, hastalıkları teşhis etmiş, hizmet stratejisini belirlemiş olduğunu görür. Dolayısıyla farklı metot, şahsî, indî değerlendirmeler ona karıştırılmaz. Risâle-i Nur’u kabul ile dairesine girenler erkân, sahip, has, nâşir, talebeler, dostlar gibi sınıflara ayrılır. Nur talebesi, Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebine sadık kalarak hizmet edenlerdir. Zıt bir mesleğe girmemek şartıyla, talebeliği devam eder.2 Zıt bir meslek, felsefî veya siyâsî cereyan, Risâle-i Nur’un hizmet anlayışına ters bir metot benimsemek veya çığır açmak da olabilir.

Risâle-i Nur, talebelerinden fiyat olarak (meslek ve meşrebine) tam, halis bir sadakat, daimî ve sarsılmaz bir sebat ister. Ayrıca, Risâle-i Nur dairesinin yakınında bulunan ilim, tarikat eli ve sofî meşrep zatlar, enaniyetlerini hizmetin havuzunda eritip, onun cereyanına girmeli. İlim ve tarikattan gelen eski sermayeleriyle ona kuvvet vermeli ve genişlemesine çalışmalı, teşvik etmeli.

Risâle-i Nur’a karşı rakîbâne başka bir çığır açan hem o zarar eder, hem bu müstakîm ve metin Kur’ân yoluna bilmeyerek zarar verir, zındıkaya bir nevî yardım olur.3

Risâle-i Nur’u okumak, istifade etmek ayrı şeydir, meslek ve meşrebine, yani çizdiği hizmet stratejisine sadık kalarak hizmet etmek ayrı şeydir. Dolayısıyla kimi zaman bu dairelerde yer alanların, kimi zaman Risâle-i Nur prensiplerine aykırı duruş ve düşünceleri olabilir.

Akl-ı selim, meslek ve meşrebe uyulup-uyulmadığını şahıslarla değil; şahısları Risâle-i Nur’un meslek ve meşrebinin prensipleriyle değerlendirmeyi, mihenge vurmayı gerektirir.

Dipnotlar:

1-Mektubât, s. 413.

2-Mektubât, s. 329.

3-Kastamonu Lâhikası, s. 88.

06.11.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır