"Gerçekten" haber verir 09 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Abdil YILDIRIM

Pencerelerden seyret, içlerine girme



Yukarıdaki cümleyi zaman zaman tekrar eder, mânâsını anlamaya çalışırım. İman gözü ile bakıp, akıl dürbünü ile görmek isterim. Önüme binlerce pencere açılır. Hangi pencereden baksam, değişik bir manzara ile karşılaşırım. Her pencereden Cenâb-ı Hak’kın bir isminin cilvesi parlar. Nurundan gözlerim kamaşır, nârından yüreğim tutuşur. Nazarım çok kısa, idrâkim pek noksan olduğundan, gördüklerimden bazen dehşete kapılırım. Yufka yüreğim ağır yüklerin altında ezilir, zayıf kalbim büyük acılara tahammül edemez. Dünyanın ağırlığı âciz ruhumun omuzlarına yüklenir, hayatın bu ağır yükü altında ruhumun ezildiğini hissederim.

Bir sabah uyandığımda, bahçemdeki gül ağacından goncaların açıldığını, güzel renklerin, hoş kokuların, nefis güzelliklerin zuhur ettiğini görürüm. ‘Cemil penceresi’ nazarıma açılır. Gönlüme bir sürur, ruhuma bir huzur dolar. Güllerin güzel yüzlerine baktıkça, benim de kederli yüzümde sevinç gülleri açar. İpek kanatlı kelebeklerin çiçekli dallarda kanat çırpması, gönlümü de kanatlandırır, huzur diyarına doğru uçurur. Ama bir akşam üstü kadife yapraklı güllerin solduğunu, ipek kanatlı kelebeklerin öldüğünü, dallardaki rengârenk çiçeklerin kuruyup döküldüğünü görürüm. “Sizin arkadaşlığınız bu kadar mıydı?” diyerek arkalarından gözyaşı dökerim. Sevinçlerim hüzne, saadetlerim hüsrana dönüşür. Onlara duyduğum acımak hissinden yüreğim burkulur. Güllerini solduran gül ağaçlarına, çiçeklerini döken dallara sitem ederim. Hayatıma neşe ve huzur katan kelebeklerin hayatının son bulmasından elem duyarım. Onlara duyduğum acımak duygusu yüreğimi yaralar, kalbimi kanatır, ruhumu karartır. “Hayat ne kadar acımasız” diye hayata sitem ederim. Yufka yüreğim bu acıya dayanamaz.

Esmer tenli bulutlar, yağmur yüklü kanatları ile başımın üzerinden geçerken, rahmet penceresi nazarıma açılır. Rahmetin tecessüm etmiş hâli olan damlalar, ahenkli seslerle toprağın bağrına düşerken, topraktan çıkan rahmet kokuları ruhumun genzine dolar. Yağmurun sesi, rüzgârın nefesi, hoş bir musiki olur, zevkine doyum olmayan bir manzara oluşturur. Ben rahmet penceresinden tenezzüh ederken, gök gürültüsü ile bir haşmet penceresi açılır. Az evvel rahmet olan yağmur bir âfet halini alır, dereler öfkeli bir sele dönüşür, önüne çıkan her şeyi yıkmaya ve yutmaya başlar. Güzelim bitkiler, masum hayvancıklar, azgın suların önünde sellerine kapılır, telef olurlar. Nazarımı yaklaştırıp içeri girdikçe gördüklerim karşısında dehşete kapılırım. Zayıf kalbim bu ağır yüke tahammül edemez. Lezzetlerim elemlere, sevinçlerin kederlere dönüşür. “Neden bu güzellikler böyle çirkinliklerle bozuluyor” diyen soru işaretlerinin çengelleri, beynime saplanır.

Hayalim kâinat denizinde seyran ederken, Âdil ve Rahîm pencereleri nazarıma ilişir. Okyanusların derinliklerindeki tek hücreli bir canlının, toprak altındaki bir solucanın rızkının hiç ihmal edilmeden verildiğini görür, “Allahuekber” diyerek, Rezzak ve Rahîm isimleri önünde secdeye kapanmak isterim. Diğer tarafta ise, açlıktan iskelet haline gelmiş esmer tenli çocukların ölümünü bekleyen akbabalar nazarıma ilişir. Kafam karışır, aklım bulanır.

Kalbim bu tezatların cenderesinde ezilmek üzere iken, bir kurtarıcı, bir teselli edici müceddidin müjdeleri ile kendime geldim. O müjdeci, “Kadere iman eden kederden kurtulur” diyordu. Kadere iman, iman esaslarından birisi olduğuna göre, demek ki bu acib işlerde kader hükmünü icra ediyordu. Cenâb-ı Hak’kın rahmetinden fazla rahmet etmeye, O’nun merhametinden fazla merhamet göstermeye haddim ve hakkım olmadığına göre, demek ki ben boşuna acı çekiyorum diye düşünmeye başladım.

Yine o müceddid, “masumlara gelen musibetler, onlar hakkında bir nevî şehadet hükmüne geçer” diyordu. Demek ki dünyevî, fâni sıkıntılar, ebedî bir saadetin vesilesiymiş diye teselli buldum. O masumlara acımak yerine, onlara gıpta etmeye başladım. Zahiri karanlık ve çirkin görünen olayların arkasında, çok güzel ve nurlu neticeler olduğunu gördüm. Anlamakta âciz kaldığım daha pek çok hikmetli işler için de, “hikmetinden sual olmaz” diyerek vazifem olmayan konularda kafa yormaya gerek olmadığını anladım. İbrahim Hakkı gibi, “Görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler” deyip, kendi vazifeme bakıp, Cenâb-ı Hak’kın vazifesine karışmamakla huzur buldum.

Demek ki, “Pencerelerden bak, içlerine girme” diye yapılan ikaz, hayatın pencerelerinden gördüğün hadiselerden zevk, ibret al ama, lüzumsuz ve zararlı bir merak duygusu ile hakkın ve haddin olmayan meselelere dahil olmaya çalışma diyordu. Cüz’î iradenle küllî işlerin hikmetlerini sorgulamaya kalkma. Çünkü senin irade ve istidadın çok kısadır. Pek büyük ve yüksek olan işlerin esrarına vakıf olamazsın. Senin akıl terazin bu ağırlığı çekmez. Öyleyse, haddini bil, hakkına razı ol, gördüklerinden ve yaşadıklarından keyif almaya bak. Hadiselerin içine dalıp aklını ve kalbini boğma. Zira sen bu küçücük kulaçlarınla bu okyanusta yüzemezsin. Kaderin gemisine bin, emniyetle seyret.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri ile tam teselli buldum, kederlerden kurtuldum:

“Hem der ki: Mânen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm’in mülküdür. Mülkü sahibine teslim et, ona bırak.. Cefasını değil, safasını çek.”

09.12.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kurban üzerine sorular



Vildan Hanım: “1-Gönüllüler bir araya gelerek kendi aralarında meselâ 10’ar ytl topluyorlar; sonra aralarında kur’a çekiyorlar. Kur’â kime çıkıyorsa o kişi kendi adına bu para ile kurbanlık alıp kesiyor ve etini öğrenci hizmeti veren bir vakfa bağışlıyor. Böyle bir uygulama olur mu? Bunun dînî hükmü nedir? 2-Zilhiccenin onunda neden kurban kesilmektedir?”

1-Dinimizde böyle bir ibadet zorunluluğu yoktur. İbadetler şahıslar üzerine zimmetlidir.

Fakat dinimizde ibadetlerde sınırlama da yoktur. Bir grup ibadet gönüllüsünün kendi aralarında para toplayıp kur’a ile ve gönüllü olarak parayı kendi adına kurbanlık almak üzere aralarında bir kişiye teslim etmelerinin; parayı teslim alan kişinin de bu parayla kendi adına kurbanlık alıp keserek etini vakfa bağışlamasının dinimizce sakıncası olmamakla beraber; böyle bir uygulama için şu hususlara dikkat etmek lâzımdır:

a) Hiçbir şekilde zorlama olmamalı; tamamen gönüllülük esasına dayanmalıdır.

b) Kurban kesmek için böyle bir yol izlemek vacip değildir. Bu yol, kur’aya katılan gönüllülerin hiçbirini kendileri adına kurban kesme yükümlülüğünden kurtarmaz. Kendisine kur’a çıkan kişiyi de kurban kesme yükümlülüğünden kurtarmaz. Bu yol böyle bir zanna kapı açmamalıdır.

c) Kesilen kurban adak kurbanı mesabesindedir. Kesen kişi etinden yemez; etini tamamen bağışlamakla mükelleftir.

2-Zilhiccenin onunda, yani kurban bayramı gününde kurban kesmenin temel sebebi emirdir. Bu bir Allah emridir ve bizzat Peygamber Efendimiz (asm) uygulamıştır.

Ebu Bekre Nufey’u’bnu’l-Hâris es-Sakafî (ra) anlatıyor: Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu: “Zaman, döne döne Allah’ın arz ve semâvâtı yarattığı gündeki düzenini tekrar buldu. Sene on iki aydır. Bunlardan dördü haram aydır. Haram aylar da üç tanesi peş peşe gelir: ‘Zülkade, Zülhicce ve Muharrem. Bir de Cumâdî ve Şâban ayları arasında yer alan Mudarlılar’ın Receb’i.” Resûlullah (asm) sordu: “Bu ay hangi aydır?” Biz: “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” dedik. Bir müddet sustu. Biz ayın ismini değiştirecek zannettik. Ancak şunu söylediler:

“Bu Zilhicce değil mi?”

“Evet!” karşılığını verdik. Devam etti:

“Peki burası neresidir?” Biz:

“Allah ve Resûlü daha iyi bilir” cevabını verdik. Yine sustu ve biz bölgenin ismini değiştirecek vehmine kapıldık.”

“Burası haram bölge değil mi?” dedi.

“Evet” dedik.

“İçinde bulunduğunuz gün nedir?” diye tekrar sordu, biz yine:

“Allah ve Resûlü daha iyi bilir” dedik. Tekrar sustu ve biz yine günün ismini değiştirecek zannına düşmüştük ki:

“Kurban günü değil mi?” dedi.

“Evet” cevabımız üzerine sözüne devam etti:

“Bilin ki, kanlarınız, mallarınız ve ırzlarınız birbirinize kesinlikle haramdır, tıpkı bu yerde, bu ayda şu gününüzün haram olması gibi. Rabbinize kavuştuğunuz zaman sizi yaptıklarınızdan hesaba çekecek. Sakın benden sonra birbirinizin boyunlarını vuran kâfirler olmayın. Bu söylediklerimi duyanlar, duymayanlara ulaştırsınlar. Bazan söz kendisine ulaştırılan kimse, ulaştırılan sözü, bizzat dinleyenden daha iyi beller.” Resûlullah (asm) sonra şunu ekledi: “Tebliğ ettim mi, tebliğ ettim mi?” Üç defa tekrarladı.

“Evet” cevabımız üzerine:

“Ya Rabbi şâhid ol!” dedi.

“Sonra Hz. Peygamber (asm) beyazı galebe çalan alaca iki koyuna yöneldi ve onları kesti. Sonra da koyunun bir parçasını alıp aramızda taksim etti.”1

Remzi Bey: “Vekâleten kestirmek üzere verdiğimiz kurbanın ne zaman kesildiğini bilmiyorsak namazını ne zaman kılmalıyız? Birden fazla kurban kesenler her kurban için ayrı ayrı namaz mı kılmalılar?”

Kurban kesen veya vekâlet yoluyla kurban kestiren dilerse kurban kesiminden sonra iki rekat şükür namazı kılabilir. Vekâlet yoluyla kestirdiği için ne zaman kesildiğini bilmeyen birisi kurban bayramı günleri içinde namazını kılarsa yeterli olur. Bu bir nâfile namazdır. Birden fazla kurban kesen veya kestiren, her kurban için şükür namazı kılabileceği gibi, hepsine birden tek bir namaz da kılabilir.

Dipnot:

1- Buhârî, Hacc 132, Edâhî 5; Tefsîr, Berâe 8, Bed’i’l-Halk 2, Fiten 8, İlim 9; Müslim, Kasâme 29, (1679); Ebu Dâvûd, Hac 63, (1947)

09.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Sevindir ki sevindirilesin



Bugün Allah’ın fazl ve ihsanıyla günlerin en hayırlıları olan Kurban Bayramının birinci gününü noktalayıp ikinci gününe ulaştık. Binler şükür Rabbimize ki sevincimize bir sevinç daha kattı.

Dün de, bugün de sevinçliyiz. Hem de her zamankinden daha fazla. Bu sevinç hiç şüphesiz Kurban Bayramına ermekten dolayı.

Bu sevinç, Kur’ân’ın ifadesiyle yerde gökte ne varsa herşey emrine verilen,1 Cenâb-ı Hakkın yarattığı en güzel, en şerefli varlık,2 yeryüzünün halifesi olan insanın sevinci.

İşte bu şerefli varlığa büyük bir ihsandır bayram günleri. Bu lütuf ve ihsanla sevinci bir kat daha artar insanın. Günlerin en hayırlıları ihsan edilmiştir kendisine.

Bayram günlerinde sevinci arttıracak çok önemli hususlar daha vardır inanan insan için. Kendini sevindiren Rabbine şükür olarak başkalarını sevindirmeye çalışacaktır. Bunlardan biri yetim, öksüz, kimsesiz, yoksul ve fakir insanları sevindirmektir.

Akrabe oğlu Beşir, Uhud’da babası şehid düşünce sahipsiz kalmış. Peygamberimiz (asm) evlerini ziyaret ettiğinde Beşir’i ağlar vaziyette bulmuş. Onun gözyaşlarını dindirmek için, kendisini babası yerine kabul etmesini istemiş. “Ben baban, Âişe de annen olsun istemez misin?” buyurmuş,3 Beşir sevinçten uçar hâle gelmiş. Tesellî bulan Beşir’in gözyaşları dinmiş, bu defa sevinmeye başlamış. Hz. Peygamber (asm) gibi bir babası, Hz. Ayşe (r.anha) gibi bir annesinin olması kimi sevindirmezdi! Hz. Ayşe’nin (r.anha) himayesinde daha Beşir gibi nice yetimler vardı.

Bayramda da yetimler, fakirler maddeten ve mânen sevindirilmeli ki, sevincimiz artsın.

Farklı yerlerdeyse anne babayı sevindirmek de son derece faziletli. Onları ziyaret edip ellerini öpmek, hayırlı duâlarını almak, sırtın yere gelmemesi, bolluk ve berekete ermek demektir.

Akraba, eş, dost ve arkadaşları ziyaret de bu sevinçlere daha farklı sevinçler katar.

Evet, bayramda sevinmek hakkımız, sevindirmek de görevimiz. Yediden yetmişe herkesin katıldığı bu sevinç günleri haz olarak yeter insana.

Dipnotlar:

1- Casiye Suresi: 13.

2- İsra Suresi: 70; Tin Suresi: 4.

3- DİA, Beşir bin Akrabe maddesi, 6:4.

09.12.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Selim fıtratı ve istikameti arayan bir feryat!



Hızlı hayat şartları insanı ve insanlığı bambaşka mecrâlara sürüklüyor. Bu hızlı değişim ve başkalaşımda dengeleri muhafaza etmenin yolu, istikamet, adalet ve sağlıklı olmaktan geçiyor.

Bu denge ve istikameti tam olarak sağlamak ve hayattan zevk ve lezzet almak ise ancak fıtrata uygun, yani yaratılış kanunlarına mutabık hareket etmekle mümkündür. İnsanoğlunun aklı, kâinattaki fıtrat-yaratılış kanunlarını kendi kendine tam olarak kavramayı hiçbir zaman başaramadığı için mutlaka küllî ve şümullü bir akla ihtiyacı vardır. İşte o akıl ise; dinlerdir, şeriatlardır. Yani Allah’ın bizatihî kendi kanunlarıdır. Bu kanunların açıklayıcısı ve rehberleri ise; peygamberlerdir.

İnsanlık bu yoldan çıktığı veya nasiplenmediği an, şahıs bazında da, toplum bazında da bitmez, tükenmez belâ ve musibetlere dûçâr olacaktır. Bunun birçok acı ve unutulmaz örnekleri tarihin kayıtlarında ve şehadetindedir. En büyük ve akıl almaz acı örnekleri de, maalesef içersinde bulunduğumuz zamandadır.

İşte bunu geç fark eden ve yavaş yavaş idrak eden bir faninin canhıraş feryatlarından bir kesit:

“Herkes bir arayış içinde, ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor. Sanıyoruz ki çok paramız, sürekli yükselen bir kariyerimiz, bahçeli bir evimiz, spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız. Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım; niye herkes aşktan şikâyetçi? Çevremizde kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor? Eminim parmakla sayılacak kadar azdır. Ve eminim hiç kimse yanlışın nerede olduğunu da bulamıyordur.

“Ben ten uyuşması kadar ruh uyuşmasının önemine inanırım. Hatta insanların eş ruhlarının olduğuna bile inanırım. Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki? Evet, önce göz görür fakat ancak ruh sever. Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız olmadığına da eminim... İşte bu yüzden içimizde sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz, işte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz...

“Gerçekte hız çağında yaşıyoruz. Her şey o kadar hızlı geçiyor ki, ne işe, ne arkadaşlarımıza, ne ailemize, ne çocuğumuza, ne kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor. Saatlerimizdeki akrep ve yelkovanlardaki gibi sanki yarış halindeyiz. Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak, bütün sevgiler bölük pörçük. Sevmeye bile vaktimiz yok bizim.

“Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yararlanıyoruz. Ne çamaşır yıkıyoruz, ne de bulaşık, çayımızı kahvemizi makineler yapıyor. İşlerimizi bir telefon, bir faksla hallediyoruz. Uçaklar bizi iki saat içinde dünyanın bir ucuna taşıyor. Hatta artık gitmeye bile gerek yok, Internet’le dünya elimizin altında. Ama yine de vaktimiz yok işte! (...) Milan Kundera ‘Yavaşlık’ adlı kitabında; ‘Yavaşlık hep aldatır, hızlılık ise unutturur’ diyor. Telefon hızlılık meselâ, konuşulanları, söylenenleri unutturur. Mektupsa yavaşlık, hep vardır ve hep hatırlatır.

“Evet, freni patlamış kamyon gibi yaşamanın hiç anlamı yok. Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık. Aceleye ne gerek var? Hayat yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer. İyi ya da kötü, hızlı ya da yavaş... Her şey bizim elimizde, sevgi de, aşk da, başarı da. Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...”

Yukarıdaki satırlar içersinde güzel ders çıkaracak tespitler var.

Türkiye’de ve dünyada öyle bir inançlı kesim var ki, bu sıkıntıların epey uzağında saadetli ve mutlu bir hayat yaşıyor. Elbette ki o kesimin de mevcut hayat şartlarında çok zorlukları, sıkıntıları, katlanması lâzım gelen çileleri var. Ama ellerinde ve gönüllerinde, inanç ve imanla “çileyi” saadete çeviren, Kur’ânî ve imanî reçeteleri de var elhamdülillâh.

İman nimetinin ne kadar büyük bir saadet ve nimet olduğunu bu tür bahtsız gönüllere düşen kor ateşten sonra bir defa daha çok iyi anlıyoruz galiba! Dinî hayatın vazgeçilmezlerinden olan kulluk ve ubudiyetin en yüksek derecede tezahürlerinden olan “dinî bayramlarımızın” fert ve toplum için ne kadar büyük bir mutluluk ve bahtiyarlık olduğunu böylece bir defa daha idrak edebiliyoruz. Bayramlar kardeşlik ve kaynaşmanın ve sıkıntılı hayata nefes aldırmanın da adıdır.

Hızlı hayat akışından iç dünyamıza dönmeyi başarabilmek ve istikametli, imanlı, mutlu ve bahtiyar bir hayat yaşamak ümit ve temennisiyle... Mübarek bayramınızı tebrik eder, ömür boyu mutlu ve saadetli bir hayat yaşamanızı dilerim.

09.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bayramlar, temel duygular



Bayramlar sevinç, mutluluk, kaynaşma, buluşma, yardımlaşma, dayanışma zeminidir. Ancak herşeyi “sırat-ı mustakim” çizgisinde götürmemiz gerekir.

Temel kabiliyetlerimiz (duygularımız) nedir, bunları nasıl kullanmalı?

Yüce Yaratıcı, ruhumuza “akıl, şehvet ve gadap/savunma mekanizması” diye isimlendirilen üç temel duygu gücü yerleştirmiştir. Bu temel yeteneklerimizin ifrat (aşırıya kaçma), vasat (ortayı tutturma) ve tefrit (aşırı geri kalma) şeklinde üç derecesi vardır.

* Aklın, ifrat, tefrit ve vasat olmak üzere üç derecesi bulunur: Tefriti, yani akıl çalıştırılamayıp veya eğitilemeyip geri bırakılsa “gabavet”, duyarsızlık doğurur.1 Aklın ifratı, cerbezedir. Cerbeze, doğruyu eğri, batılı gerçek gösterecek derecede aldatıcı bir zekâ yapısına sahip olmaktır. Aklın vasatı tercih etmesine ise, “hikmet” denilir. Hikmet, her şey hakkında doğru, uygun karar verebilme kabiliyetidir. Hikmet sahibi, gerçeği gerçek bilip uyar, yanlışa yanlış der uzaklaşır.

* Yeme, içme, gezme, eğlenme, uyuma ve cinsî ihtiyaçlar dâhil her türlü menfaatleri, zevkleri ve lezzetleri çeken temel duygumuzun adı kuvve-i şeheviyedir. Şehvet duygusunun geri kalmışlığına “humud” ismi verilir. Bu mertebede olan kişinin ne helâle, ne de harama bir isteği olur. Şehvet gücünün aşırısı, “fücur”dur. Yani, kötülük ve günahlarda hiçbir sınır tanımaksızın hayatını sürdürmektir. Facir, yani meşrû olmayan zevk, eğlence ve sefahate dalan kişi zulümden, baskıdan, haksızlıktan, helâl-haram demeyip saldırmaktan, namus ve ırzları çiğnemekten çekinmez. Şehvetin orta mertebesi, yani denge durumu ise “iffet”tir. Duygularını iffet derecesine tutan kişi, meşru ve helâl şeylere karşı iştahı olur; haram ve gayr-ı meşrû hallerden uzak kalır.

* Kuvve-i gadabiye ise, insana zararlı şeyleri def etmek ve hayatını korumak için verilmiştir. Gadabın ifratına, çizgiyi aşanına “tehevvür” denir. Tehevvür durumunda ne maddî ne de manevî hiçbir şeyden korkulmaz. Hiçbir hak ve hürriyete saygı duyulmaz. Sadece güce dayanılarak zayıflar ezilir ve aldatılır. Zulüm, işkence, savaş, terör, şiddet gibi ne kadar olumsuzluk varsa tehevvür mertebesinin ürünüdür. Öfkenin tefriti, “cebanet” yani korkaklıktır. Tefrit derecesinde öfkeye sahip olan birisi, korkulmayacak şeylerden bile korkar. Bu durumda olan ne kendi hakkını, ne de hemcinslerinin hakkını koruyabilir. Öfkenin vasat mertebesi ise, “şecaat” yani erdemli cesarettir. Cesaret sahibi bir insan hem kendisinin, hem de diğer insanların maddî ve manevî haklarını korumak, savunmak için gerektiğinde canını feda etmekten çekinmez, mukaddesleri müdafaada aslan kesilir, meşrû olmayan şeylere de karışmaz.2

Ruhumuz, şiddetli merak, ateşli sevgi, dehşetli hırs, müthiş öfke gibi onlarca pozitif-negatif duygu ve hislerle örülmüştür. Vücudumuzda psiko-fizyolojik bağlarla da ruh-beden birlikteliği sağlanmıştır.

Ruhumuza aynı zamanda duygularımızın ve kabiliyetlerimizin derecelerini yönlendirme iradesi de konmuş. İmanımızın gücü, düşünce düzeyimizin yüksekliği, niyetlerimizin kararlılığı, şuurumuzun genişliği oranında ruhumuzu geliştirir, duygularımızı kontrol edip programlayabilir, hikmet dairesinde olağanüstü haller gösterebiliriz. Çünkü inancımız/imanımız düşüncelerimizi, düşüncelerimiz de şartlı refleksi, onlar da alışkanlıkları, onlar da fizyolojik yapımızı etkiler ve harekete geçirir.

İşte temel yeteneklerin sırat-ı mustakim çizgisinde götürülmesi, duygu bazında da gerçek bayramı yaşatır…

Dipnot:

1-İşârâtü’l-İ’câz, s. 29.; 2-A.g.e., s. 29.

09.12.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Bursa’da bir bardak çay



Çekmeceyi açıp, bir bardak daha çay içmek için yöneldiğimde, Türkiye’den getirdiğim çaylardan hiç kalmamış olduğunu gördüm. Çay tiryakisi biri olarak, dünyanın farklı ülkelerinden, farklı çay lezzetlerinden meydana gelen, büyük bir çay dolabım olmasına rağmen, Türk çayının yerini hiçbir şey tutmuyordu. Türkiye’den en son gelişimde, bir paket yüzlük poşet çay getirmiştim, iki ayda hepsini tüketmişim. “Eh” dedim, “çaylar bitmiş, Türkiye’ye gitmek lâzım.”

Vatan ve aile hasreti bayramla birleşince, ülkeye gitmek için bahane bulmak çok da zor olmuyor hani…

Aslında bu hafta “Gurbette bayram nasıl geçiyor” yazısı yazacaktım. Çünkü plânlara göre aslında gurbette olacaktım. Fakat şu an Kahire-İstanbul uçağında, Allah’ın izniyle arefe günü aileme sürpriz yapmak üzere Türkiye’ye doğru yoldayım. O kadar kısa bir zaman içerisinde gerçekleşti ki bu, hâlâ inanamıyorum. Cumartesi sabahı uyandığımda, benim Türkiye’ye gidiş planımı yapan kardeşim, “Abla babam sana sürpriz bilet almak için internete girmiş, hemen bir şeyler yapmalısın!” dediği zaman, babamı nasıl iknâ edebilirim diye düşündüm önce.

Zordu bu, eğer “Hayır baba istemiyorum” desem—ki istememek mümkün müydü?—, babam neden istemediğimi merak edecek ve buna üzülecekti. Uçakta yer yok desem, eh artık internette her şey insanların gözü önünde, zaten babam bileti de bulmuş, almasına ramak kalmış. Korkum, biz zaten kardeşimle bilet işini halletmişiz, bir bilet daha alınırsa geri vermemiz mümkün olmayacak. En sonunda hiç yapmadığım bir şekilde doğruyu söylemeyerek, babama sınavlarımın bayram bitiminden iki gün sonra başladığını söyledim. Bir yandan da “İnşaallah yarın bu saatlerde yan yana olacağız” düşünceleriyle kendi kendime gülümsüyordum.

Eh tabiî teknoloji kendi kendine gülümsemeye de müsaade etmiyor artık. Kendi kendime gülümserken beni kameradan gören annem, “Neden gülüyorsun, yoksa bize sürpriz yapıp, gelecek misin?” diye sorduğunda gelmeyeceğimle ilgili her türlü role bürünmek kolay olmuyor. Ama yine teknoloji sayesinde, havaalanında olmadığımı, evimde ders çalıştığımı da gösterebiliyorum aileme. Ve evet, yine teknoloji sayesinde hemen uçak biletimi alıp, hatta check-in işlemlerimi de tamamlayıp, havaalanına gidince hiç beklemeden uçağa geçiş de yapabiliyorum. Çok büyük bir nimet bu yahu.

Daha önce iki bayramı Mısır’da yalnız başıma geçirdim. Üçüncü bayramda annem yanımdaydı, diğer bayramlarda ise artık o burukluğu hissetmek istemediğimden ve bayramın bir araya gelmek, kucaklaşmak, hasret gidermek olmasından, bir de eski bayramları tekrar yaşatabilme çabası içerisinde olmamdan ötürü Türkiye’de bulundum. İçimdeki sevinç, heyecan ve coşku bu bayramda da doğru tercihi yaptığımı söylüyor.

Ama yine de gurbette bayrama dair bir-iki şey söylemeden geçmeyeyim: Mısır’da bayram, Mısır’da Kurban Bayramı, her yerde olduğu gibi insanları bir araya getiren, dostluk ve beraberliğin temsili. Fakat Kurban Bayramı’nda hayvan kesimleri, insanların boş bulduğu her yerde, (balkon, apartman boşluğu, merdiven başı, apartman çatısı, sokak, cadde, hatta ve hatta banyo küveti) yapılmasından dolayı meydana gelen nahoş manzara hiç de iç açıcı değil. İlk defa Kurban Bayramı’nda Mısır’dayken, evin bütün panjurlarını sıkı sıkıya kapatıp, evden dışarı çıkmamıştım. Türkiye’de—özellikle son zamanlarda—ne kadar güzel düzenlemelerin getirildiğini düşündüm.

Dostluk, kardeşlik duygularının dört bir yanı sarması, sokaklara taşan renklilik, caddeleri normaldekinden daha fazla tıkayan trafik, rengârenk kıyafetleriyle kaleydoskopu andıran halk cümbüşü Mısır’da bayramın öne çıkanlarından. Bayram öncesi alışverişleri dolayısıyla karınca sürüsünü andıran trafik, İstanbul’un aksine bayramda çok da tenhalaşmıyor. Halkın tüm kesimi artık sokaklara dökülüyor, toplu ulaşımı kullanma kültürü çok gelişmemiş olduğundan—ki bu da petrolün ucuzluğundan kaynaklanmakta—araba bulan herkes kendini dışarıya atıyor. Tabiî unutmadan söylemek lâzım; her halkın farklı öncelikleri vardır: Bizler: “Başımızı sokacak bir evimiz olsun, yiyecek bir ekmeğimiz olsun” gibi önceliklere sahipken, orta halli bir Mısırlı ise, “Bir uydu antenim, bir de arabam olsun yeter” öncelikleriyle şaşırtmaktadır bizleri. Gerçekten de, Kahire’nin en fakir mahallelerinden birine kuş bakışı yaptığım gözlemde, uydu antensiz ev olmadığını gördüm. Belki o akşam yiyecek ekmekleri yoktu, belki de çocuklarının ayakkabısı yoktu, fakat uydu anteni istisnasız her çatıda (hatta bazı evlerde çatı bile yoktu) bulunmaktaydı. Bu da kültür farkının bariz örneklerinden birini teşkil etmektedir.

Neredeyse İstanbul’a ineceğiz, ben hâlâ yazmaya devam ediyorum. Artık burada bitirmek lâzım, gurbette bayramın herkese bayram olduğu ama gurbettekine bayram olmadığını da söylemeden geçmek istemiyorum. Anne-babanın eli öpülerek başlayan bir bayram, dünyanın hangi beldesinde, hangi şartlarda olursa olsun geçirilmiş en harikulade bir tatilden çok daha keyif veriyor bana. Bayramlar, ailenin bütünleşmesi, görüşmesi hasret gidermesi olmaya tekrar başladığı zaman, eski bayramlara olan özlemlerin azalacağına ve “yeni” bayramların “eski” bayram havasında geçeceğine olan inancım büyük.

Hepinizin bayramı mübarek olsun!

09.12.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Bayramın mânâsı…



Medyatik maskelerle ve sahte imajla, hîle ve fitne kuvvetiyle ayakta duran dessas ve lâin ecnebi politikalarıyla, Müslümanları “terbiye” etmek ve “ehlileştirmek” adına her türlü propaganda, baskı ve dayatmaya devam edildi.

“Sefâhette ve dalâlette bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış, Deccal gibi bir tek gözü taşıyan, kör dehâsı ile rûh-u beşere cehennemî bir hâleti hediye eden” Batı felsefesi güdümündeki “ikinci Avrupa”, bu büyümüşlük ve gelişmişlik nîmetine şükretmeyip “Karun gibi şirke düştü.” Bu yüzden günâhları iyiliklerine gâlip gelen ve “medeniyetin bozuk kısımı”nı esas alan “şu medeniyet-i Avrupaiye öyle bir semâvî tokat yedi ki, yüzer senelik terakkisinin mahsulünü yaktı, tahrip edip yangına çevirdi.”

Bediüzzaman, “Kalbin sedefinde din-i hakkın (hak din olan İslâm’ın) cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî, mânevî kıymetler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak” diye ikaz eder.

“Beşer siyasetinin bu gaddar kuralı”yla dünden bugüne dehşetli cinâyetler işlendi. Egemenlik ve ekonomik çıkarlar uğruna milyonlarca mâsum hunharca katledildi. Uluslararası şebekeler, küresel güçler, “terörle mücadele” paravanında on câni yüzünden doksan mâsumun mahvına “fetvâ” verdiler. İki cihan harbi, insanlığın bin senelik maddî ve mânevî terakkiyâtını mahvetti.

İnsanlık iki dünya savaşıyla, harblerle, zulümlerle, ihtilâllerle, kıtlıklarla, krizlerle, çatışmalarla, kamplaşmalarla, terörle, kan, kavga ve gözyaşıyla birçok maddî ve mânevî kıyamet yaşadı…

BATI MEDENİYETİ, İNSANLIĞIN HUZURUNU

ZİR-Û ZEBER ETTİ…

Özetle, medeniyetin kötülüklerinin iyiliklerine üstün gelmesiyle, insanlık iki dünya savaşının bedelini ödedi. Hiroşima örneğinde olduğu gibi bir bombayla yüzbinlerce insan öldürüldü. Yeryüzü kanla bulaştırıldı…

Bediüzzaman’ın tefsiriyle, “fazilet ve hüda (hidayet) üstüne tesis etmeyen”, aksine “heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edilen” Batı medeniyeti, insanlığı perişan etti…

Sanayileşmiş ülkelerin sera gazını salmalarıyla, çevrenin tahribiyle, “kirli beşer eli bulaştığı yeri kirletti. Ekolojik dengenin bozulmasıyla atmosfer delindi, küresel ısınma dünya felâketlere düçar edildi. Dünya nüfusunun yüzde yirmisi, hatta yüzde onu, yüzde sekseninin kazandığının fazlasını kazanıyor. “Küresel sermaye”, birkaç silâh, petrol ve enerji şirketi, çeşitli oyunlarla yeryüzündeki bütün insanların çalışmasının sermayesini topluyor.

Afrika’da milyonlarca insan açlıkla kıvranırken, hergün kıt’a nüfusunun bir senelik ekmek ve gıda ihtiyacı, sâdece lüks otellerde israf edilip çöpe atılıyor…

Kısacası, semavî dinleri dinlemeyen Batı medeniyeti, inkârcı cereyanların ve maddeci felsefenin etkisiyle, “avâm (halk) ve havas (burjuva) tabakasını dâimâ mübârezeye (kavgaya) sürüklemiş. Kur’ân’ın temel içtimaî ve insanî kanunlarından olan zekâta ve faizin haram oluşuna bigâne kalmış. Bunun için “burjuvaları zulme, fukarâları isyâna sevk etmeye mecbur edip “istiráhat-ı beşeriyeyi (insanlığın huzur ve refâhını) zîr-ü zeber etmiş.

Böylece, birer “nîmet-i Rabbâniye (Cenâb-ı Hak’ın Rab isminin tecellisinin bir nimeti)” olan ve Peygamberlere gelen vahiyle ilki insanlığa hediye edilen medeniyet hârikalarına karşı “hakikî şükrü” yerine getirmemiş. Bu hârikaları, insanlığın menfaatine kullanması gerekirken, insanlığı tembelliğe ve sefâhete sevk eden ve hevesine esir hâle getirip “kanaatsizlik ve iktisatsızlık yolu ile israfa, zulme, harama” iten ifsatta istimal ve istismar etmiş.

“Çok menfaatli olan bir kısım hârika vesâitle (araçlarla)” insanlığın ihtiyacına mukabil keyif ve eğlenceye mahkûm ederek teknik ve teknolojiyi faydasız zâyi etmiş. Maddî refahı sağlayamadığı gibi mânen de insanlığı tehdit eder duruma düşürüp bir nevi cehennem azâbı vermiş… (Emirdağ Lâhikası, 334-335)

“ZEMİN YÜZÜ PİSLİKLERDEN TEMİZLENECEK…”

Bundandır ki “medeniyet-i hazıra-i garbiye” dediği günümüz Batı medeniyetini “ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmünde” tanımlayan Bediüzzaman, çâre olarak insanlığa “Kur’ân medeniyeti”ni müjdeler.

İnsanlığın yaratılışına aykırı ve selim fıtratı bozan bozuk ve çürük Batı medeniyetinin bu zaafının, Kur’ân-ı esas alan “Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar (sebep ve vesile), bir delil olduğunu” ifâde eder; “ve az vakitte galebe edecektir” diye haber verir.

Yine bundandır ki “medeniyet” izâhında, “Biliniz ki, bizim muradımız, medeniyetin mehâsini (faydaları, güzellikleri) ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günâhları, seyyiatları (günâhları, hataları) değil ki, ahmaklar o seyyiatları, o sefâhetleri mehâsin zannedip, taklit edip mâlımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar” şerhini koyar.

“Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hâmiledir; günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki Osmanlılar Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doğurdu” tesbiti bu müjdeden doğar. “Ve inşaallah, istikbâldeki İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehâsini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi (dünya barışını) de temin edecek” hakikati, bu müjdeden mânâlanır.

“Şimdilik Asya ve Afrika’da inkişafa başlayan ve dört yüz milyon (şimdi iki milyar) Müslümanı birbirine kardeş ve maddî ve mânevî yardımcı yapan ittihad-ı İslâmın, yeni teşekkül eden İslâmî devletlerde tesise başlaması” müjdesi, “âlem-i İslâmın büyük bayramının arefesi” ve “bayramı tebrik” müjdesinin mânâsını okutturur… (Emirdağ Lâhikası, 336)

* * *

Bu müjdenin mânâsıyla Kurban bayramınızı tebrik eder, “İslâm âleminin büyük bayramının arefesi” olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyâz ederim.

09.12.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bir israf yolu daha



Açıklık ve şeffaflığın olmadığı her yerde, yapılan her işin gerekçesi merak edilir. Çoğu zaman da idarecilerin yaptığı açıklama kamuoyunu iknâ etmeye yetmez.

Geçen aylarda, belediyelerin kaldırımların yenilenmesi konusunda büyük bir israfa imza attığını ifade etmeye çalışmıştık. Vatandaşın bu konuda çok dertli olduğu gelen mesajlardan anlaşılmıştı. Herkes, “Bizim belediye de şöyle yaptı, böyle yaptı” diye pek çok örnek vermiş ve bu yanlışa dur denilmesi istenmişti.

Gerek belediyelerin ve gerekse başka devlet kurumlarının yaptıkları ‘iş’lere sahip çıkışları da ayrı bir konu. Varlık sebepleri ‘iş’ yapmak olan kurumların, ‘şunu yaptık, bunu yaptık’ diye ilaveten reklam yapmaları doğru mudur? İyi, güzel; yaptınız da kimin parasıyla? Kişinin, vazifesini yapmış olması ona ayrı bir ‘reklam’ yapma hakkı verir mi? Bir şoförün, “Bakın ben arabayı sürdüm ha! Bana minnet duyun” demesine hakkı var mı?

Bazı belediyeler ‘kültür faaliyetleri’ adı altında çeşitli toplantı ve törenler düzenliyor. Elbette, başka pek çok konu ile kıyaslandığında kültür faaliyeti düzenleyen belediyeleri öncelikle ve özellikle tebrik ederiz. Fakat bu konuda da gereğinden fazla israf ediliyor. En başta gönderilen davetiyelerden söz etmek lâzım. On yerine bir davetiye gönderilmesi ya da e-posta gibi masrafsız haber verme imkânı varken, lüks davetiyeler bastırmak ve bunları ‘kurye’ ile göndermek doğru mudur? Kanaatimizce bunlar kökten yanlış ve temelli israftır. Teknik imkânlar kullanılsın, e-posta ya da ilânlarla duyurmak belki de daha az masraflı ve hatta etkili olur.

Başka bir konu da toplantıların yapıldığı mekânlarla ilgili... Mesela çoğu belediyemizin 5 yıldızlı otel ayarında kültür merkezleri veya toplantı salonları vardır. Buralarda zaman zaman güzel toplantılar da yapılıyor. Fakat bazı toplantılar, belediyelerin sahip olduğu kaliteli salonlarda yapılması mümkün iken, illâ da 5 yıldızlı lüks oteller tercih ediliyor. Peki bu doğru mudur? O salonlara verilen paralar başka işlerde kullanılsa daha iyi olmaz mı?

Elbette ilmî toplantıların yapıldığı salonların tertipli ve düzenli olmasında fayda var. “Derme çatma salonlarda bu toplantılar yapılsın” demiyoruz. Ama madem ki belediyeler, özel olarak bu toplantı ve kültür faaliyetleri için mekânlar hazırlamış, o halde buraların değerlendirilmesi daha uygun olsa gerek. Belediyelerin salonlarının boş beklediği yerde, illâ da hava atmak için 5 yıldızlı otellere para akıtılması ‘ilmî toplantılar’ın ruhuna da uymasa gerek.

Sadece İstanbul’daki belediyelerin bu konudaki harcamalarını bir düşünelim... Öncelik belediyelerin salonlarına verilse mutlak surette israf önlenmiş olur.

“Üç beş kuruşluk tasarruftan ne çıkar?” dememek lâzım. Atalarımız ne demiş: Damlaya damlaya göl olur.

Belediyerimiz illa da para harcamak istiyorlarsa, ya kitap bastırıp dağıtsınlar ya da belli şartlarda yayınevleri ile anlaşıp basılan hazır kitapları millete dağıtmayı denesin. Böylece, “Pahalı olduğu için kitap alıp okuyamıyoruz” diyenlerin bahanesi de sona ermiş olur.

Küçük büyük, israfın her türlüsüne karşı çıkmak durumundayız. İktisat limanına sığınmaktan başka çare yok. Bakın, dev bankalar, hatta ülkeler israf yüzünden batıyor... Bu kervana biz de katılmayalım...

09.12.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

Kime kurban olmalı?



“Yılda bir kurban keser halk-ı âlem iyd içün/Dem be dem, saat be saat ben senin kurbanınam” diyen şair gibi gönülden, her an, her zaman kime kurban olmalı?

Aşk… Modernizmin yıkıcı etkilerinin bizlere unutturduğu büyülü kelime. Maddeten doyurulan modern çağ insanının tarifi imkânsız bir açlık hissiyle en çok aradığı, varlığına en çok muhtaç olduğu, uğrunda kurban olunası bir değerdir aşk.

Lâkin, kime kurban olmalı? Fani olana mı, baki olana mı? Fenaya mı, bekaya mı? Maddeye mi, manaya mı? Hakka mı, batıla mı?

Vedud’a kurban olmalı. Seven ve sevilene, sevme duygusunu sevdirene, sevgiyi yüreğimize nakşedene, aşkı hece hece bize ezberletene… Peygamberlerini, meleklerini ve mü’min kullarını seven ve onlar tarafından da sevilen Allah’a; seven ve sevilene.

Hz. Peygamber’e kurban olmalı. Uğruna âlemlerin yaratıldığı, levlâke sırrına mazhar olan Sevgililer Sevgilisine… Bu aşk, ümmetî ümmetî münacatıyla kelimelere dökülür, Hira’dan doğar, Taif’te şefkate dönüşür, Aksa’dan âlemlerin Rabbi’ne yükselir, Arafat’ta yüz binleri göz yaşlarına boğar, milyonları kendine cezbeder…

Vatana kurban olmalı. Aşk, bir vatan müdafasında ortaya çıkar bazen. Çanakkale’de Seyyid Çavuş olur, “Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!”larla mısralara dökülür, şehidlikle müjdelenir, al kanlara boyanır.

Bir dâvâya kurban olmalı. Aşk bir dâvâdır bazen. “Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğu”nu işkencelere, sürgünlere rağmen tüm dünyaya haykırır. Böyle aşklar “aşk mücadelesi içinde değil, mücadele aşkı içinde olanlar”ın aşkıdır. Beşeri aşkların böylesine ulvî aşklar karşısında ne kıymet-i harbiyesi olur?

Çağımız insanının en büyük problemlerinden biri günlük hayatın cazibedarlığı ve meşgaleleri içinde, maddi hevesler peşinde başta yaratıcısı olmak üzere sevgi merkezli ilişkilerden uzaklaşması değil midir? Hayatın anlamını yitirmiş, aşkı yalnızca şarkılarda hatırlayan, sevgiyi bir türlü kalbe ve hayata aktaramayanlardan hangi aşkı yaşamalarını bekleyeceğiz? Mutluluğu teknolojinin kendilerine sunduğu sanal alemlerde arayanlar, aşkı maddeleştirenler, bedensel hazlardan medet umanlardan neye kurban olmalarını isteyeceğiz?

Sevdalarını yitirmiş bir milletiz artık. Sevdalarımızı besleyen rüyalarımızı yitirdik, hayallerimizi yitirdik, şuurumuzu kaybettik. Bizim üzerimizden rüya görenlerin piyonları olduk. İslâm âleminin kurban bayramını tebrik ederken, bayramın tüm İslâm alemi için hayırlara vesile olmasını, yeni uyanışların habercisi olmasını dilerken… “Irak’ta masumların bayramı ne olacak?” sorabildik mi birbirimize? Buralara bombalar yağdıranların neresindeyiz, tezkerelerin neresinde durduk? Bu soruları kendime soramazsam hangi bayramı yaşayacağım, hangi aşkı savunacağım, neyin kurbanı olacağım?

Kin, nefret ve düşmanlık duygularının yerleştiği, çatışma kültürünün alenileştiği, kendi menfaatini düşünme hastalığının yaygınlaştığı, doğruluktan uzaklaşmanın fazilet sayıldığı bir toplumda hangi aşkları yaşayacağız? Komşularımızın yükselen feryatları ve bedduâları arasından sıyrılabilirse eğer; İslâm âleminin Kurban Bayramı’nın hayırlara, yeni uyanışlara vesile olmasını kurban olduğum Allah’ımdan niyaz ediyorum.

09.12.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır