"Gerçekten" haber verir 28 Aralık 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


İsmail TEZER

DNA testi, Levh-i Mahfuz’u yokluyor!



MHP milletvekili Canan Arıtman’ın, haklı veya haksız, cumhurbaşkanının soyağacıyla ilgili olarak gündeme getirdiği DNA testi tartışması, aslında bir başka meseleyi de taşıdı gündemimize.

Şu an bu yazıyı okumanızı sağlayan ve kâinat çapında daima gündemde olan hafiziyet gerçeğini...

Zira bu satırların yazarı, bu yazıyı yazmak için uzun ve kısa belleğini (hafızasını) kullandı.

Aslında, “Levh-i Mahfuz” denilen Allah’ın her şeyi vücudundan önce ve sonra kaydettiği kader levhasının kendisinde bulunan bir numunesiyle (hafıza) birlikte, bir başka beşerî hafızanın/hafızaların yine Hafiz-i Hakikî tarafından kendi hafızalarında depolanan verileri de kullanarak meydana getirdiği, İlâhî bir “hafiziyet hediyesi” olan ‘bilgisayar/depolar’ı da kullandı.

Tabiî bu “medeniyet harikası”nı kullanması da yetmiyordu.

Ne yazıp yazmadığını görmesine vesile olan gözlerinin, yine bir dizi ‘zerre’nin, ‘alma/saklama/nakletme’ gibi içerisinde ‘hafiziyeti’ de barındıran vazifelerini başarıyla yerine getirmesine bağlı olarak beynine gönderdiği sinyaller de işin içindeydi.

Ve aynı şey, elbette, bu satırları şu an gören ve algılayan sizler için de geçerliydi.

Hâsılı, ancak dikkatli bir tefekkürle farkına varılabilen bir hafiziyet gerçeğidir söz ettiğimiz...

***

Aslında hayat da Hafiziyet’le vardır hep... “Hafîz” olanın saklama/kaydetme tecellîsiyle...

Her tohum, bir saklayışın ifadesi.

Her zigot ve o zigotu oluşturan hücreler, yeni bir hayatı filiz verecek yazılım...

Her hücrede yer alan çekirdek, her çekirdekte yer alan kromozom ve her kromozomda yer alan DNA’lar, genler vs… Hepsi de, ilmi ve kudreti her şeye hükmeden O Hafiz’in saklama/koruma tecellisi…

Eşyayı vücudundan önce ve sonra özetleyen Evvel ve Âhir, sürekli bir kaydetme faaliyeti içerisindedir.

Kâinatta inşâ şeklinde devam eden hallâkiyet (yaratma), hep tohumlarda, hücrelerde, genlerde saklanan, Ezelî İlmin tecellisi programlarla cereyan eder.

“Bak o Hakîm-i Zülcelâle, nasıl Kitab-ı Mübînin düsturlarından, arı vazifesine ait miktarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, programını okur, emri anlar, hareket eder, ‘Rabbin balarısına ilham etti’ (Nahl Sûresi: 16:68.) âyetinin sırrını izhar eder.”

Evet, Ezelî İlmin tecellisidir her bir canlı yazılım…

Her bir DNA, her bir gen…

Her bir tohum…

Her bir hafıza…

Ve hepsi de, yine Ezelî İlmin tecellisi olan, geçmiş veya gelecek her şeyin kayıtlı bulunduğu Levh-i Mahfuz’dan bir nümune… Büyük kütüğü haber veren küçük küçük cüzdanlar, hüviyetler…

***

Ve DNA testi…

Bir anlamda Levh-i Mahfuz’un küçük numunesini test…

“Kalıtım” denilen, mühim ve pek çok hikmet saklı bir hafiziyet tecellisi sayesinde gerçekleştirilen muâmele…

Ezelî İlmin, geçmişte cereyan eden “genetik olayları” kodladığı küçük sandukçaları kontrol...

Ve işte ibretlik bir nümunesi:

“Avustralya’da ırkçı görüşleriyle tanınan, yabancı düşmanı konuşmalarıyla tepki toplayan One Nation partisinin eski lideri Pauline Hanson, DNA testi sonucunda Ortadoğu kökenli olduğunu öğrenince şoke oldu.

“Hanson, soyunun nereden geldiğini öğrenince çok şaşırdığını ve hayretler içinde kaldığını söyledi. Hanson’ın izniyle ‘The Sunday Mail’ gazetesi tarafından yaptırılan DNA testinin sonuçları zengin ve çok kültürlü bir geçmişe kadar gitti. Test sonuçları Hanson’ın yüzde 9 Ortadoğulu, yüzde 32 İtalyan, Yunan ve Türk karışımı ve yüzde 59 kuzey Avrupalı olduğunu gösterdi. Sonuçları öğrenince kafası karışan Hanson, bu geçmişi ‘tecavüzlere’ ve ‘savaşlara’ bağlamaya çalıştı. Bu gerçeğe karşı çıkmayacağını belirten Hanson, ‘Kim olduğumu öğrendim yine de siyasî görüşlerimi değiştirmeyeceğim. Bunu benden kimse istemesin. Sadece yüzde 9 Ortadoğulu olabilirim, ancak gördüğünüz bu kız yüzde yüz Avustralyalıdır’ diye konuştu.

“‘Avustralya geleneklerini yok ettiklerini’ söyleyerek Müslümanlara saldıran Hanson, kendi soyunun ise İngiltere ya da İrlanda’dan geldiğine yüzde yüz inanıyordu.” (Yeni Asya, 19.02.2007)

***

Rabbim Sen ne büyüksün! Sen ne izzet ve azamet Sahibisin!

Ben farkına varmadan, ne de çok şeyler kaydedensin!

Fesübhane men tahayyera fi sun’ihul-ukul!

***

Evet, DNA testi, geçmişimiz hakkında epey bir ipucu veriyor.

Adeta Levh-i Mahfuz’u yokluyor!

Ama nereye kadar… İnsan nereye kadar geçmişini öğrenebilir? Ve öğrense ne olur? Hepimizin DNA’ları neticede Âdem babamıza dayanmıyor mu? Ve hepimiz topraktan değil mi?

Heyhat!

Bediüzzaman, yıllar önce “Levh-i Mahfuz açılsa, ancak hakikî unsurlar (ırklar) birbirinden tefrik edilebilir” demiş ve “kafatasçılığın” mânâsızlığını vurgulamıştı…

Kimbilir belki de Levh-i Mahfuz’un küçük birer numunesi DNA’ların testine, “genetik birimlerin açılması”na da işaret etmişti Ezelî Kelâm’ın Müfessiri…

28.12.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Alman mühtedînin içine işleyen 'sözler'



Franz Kafka, “Okuduğumuz kitap bir yumruk gibi bizi uyarmıyorsa neye yarar?” der. Kitap dediğin böyle olmalı, sarsmalı, silkelemeli insanı. İç dünyasında dalgalar meydana getirmeli.

Sözler tam bu hakikate mâsadak olan bir eser. Hangi ülkeden olursa olsun dünyanın dört bir yanında onunla tanışanlar şok tesiri altında kalıyor, iç âleminde inkılâplar meydana geliyor.

Alman mühtedi Meryem Hanım da öyle. Namazını kılan, edepli, efendi bir delikanlının hediye ettiği, onun da valizine koyup unuttuğu Küçük Sözler gün geliyor, gün yüzüne çıkıyor. Nereden bilecekti kızının taşınması esnasında ortaya çıkan bu nadide eserin kurtuluşuna vesile olacağını! Bunu anlatırken, “O kalabalıkta, o dağınıklıkta o küçük kitap nasıl gözüme çarptı, bilmiyorum. Sanki Rabbim çıkardı onu karşıma. Hemen aldım ve orada okumaya başladım. İlk defa ciddî bir şekilde, anlamak için okuyordum. Birden birşey oldu…” diyor Meryem Hanım. Devam ederek, “Okuduğum her cümle içime işliyordu. Her cümleyi birkaç defa okuyordum, o tatlı huzuru yeniden duymak için okuyordum. Sanki yıllardır bir labirentin içindeydim. Bir türlü çıkışı bulamamanın ıztırabıyla duvarlara çarpa çarpa, ordan oraya savruluyordum. Ansızın biri, bir rehber, bir meşale taşıyıcısı karşıma çıkıp ‘Beni takip et’ dedi. O önde ben arkada yürüyorduk ve kapılar arda arda açılıyordu. İslâma ilgim o zaman başladı. Camiye gittim. Müslüman oldum. Bana bir Almanca Kur’ân hediye ettiler. Müslümanlarla tanıştım. Daha çok, Müslüman olmuş Alman bayanlarla ilişkiler kurdum. Çölde aradığı vahayı bulmuş bedevî gibiydim.”

Eşinin, kızlarının ve bir kısım Almanların yadırgamalarına rağmen Meryem Hanım, İslâmla tanıştığına, tesettüre girdiğine son derece memnun. İslâmı tanımanın, imanın hazzına ermenin mutluluğunu yaşıyor.

Meryem Hanım, “Bana Said Nursî’nin kitabını hediye ederek Müslüman olmamı sağlayan, Konya’da yaşadığını öğrendiğim İbrahim Duvarcı ve bizi evinde ağırlayan İskenderun’lu Mehmet Çoban… Bu iki insana teşekkür etmek istiyorum. Allah onlardan razı olsun. Hediye edilen kitabın beni İslâmla buluşturduğunu öğrenseler eminim çok mutlu olurlar…” demeyi bir görev biliyor.

Bu derece etkili Sözler’e yurt içinde olsun, yurt dışında nice insanın ihtiyacı var.

28.12.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Ateşte açan güller diyarı Kütahya’dan notlar…



Notlarıma bu başlığı seçmemin sebebi elbette ki Kütahya’nın muhteşem çinilerine, porselenlerine atıfta bulunmak. Geçtiğimiz hafta sonu Pazar günü Kütahya’daydık. Değerli arkadaşım F. Nur Hacınebioğlu ile Diyanet-Sen ve Gönüllü Kültür Kuruluşları Platformu dâvetlisi olarak hemcinslerimize “Günümüz Toplumunda Kadın Sorunları ve İslâma Göre Çözüm Yolları” konulu bir sunum gerçekleştirdik. Akabinde Afyon, Uşak, Tavşanlı’dan da gelen dinleyicilerin sorularını cevaplandırdık.

Gerçekten istifadeli ve hoş bir programdı. Aslında her bir sohbette, her bir paylaşımda, birbirimizin gönül aynasında aksetmiyor muyuz? Bediüzzaman Hazretleri “Sohbette insibağ ve in’ikas vardır!” diyerek bu derin sırrı ne güzel formüle etmiş!

Program öncesi Diyanet-Sen yetkilileri ile tanışıyoruz. Dumlupınar Üniversitesinin Kütahya’nın maddî mânevî çehresini değiştirdiğinden bahsediyorlar. Otuz bin küsûrluk bir üniversite gençliği küçük, kendi hâlinde bir şehir olan Kütahya’nın ticaret ve kültür dünyasını hareketlendirmiş. Yeni yapılan binalar, yollar, alış veriş merkezleri, uluslararası bir otelin inşası… Bunun göstergeleri.

Anlattıklarına göre üniversite gençliği Kütahya’nın mânevî çehresini de değiştirmiş. Eğlence hayatı, tüketim alışkanlıkları, kız erkek arkadaşlığı, nikâhsız beraberlikler, aileden habersiz dinî nikâh, boşanmalar, misyonerlik çalışmaları Kütahya’nın mânevî bekçilerini düşündürmekte. Üniversiteli gençlerin ancak beşte biri cemaatler koruması altında bu tehlikelerden mahfuz kalabiliyorlarmış. Okuduğu imânî bir kitapla hayatı değişiveren gençlerin hikâyeleri ümit verici…

Dönüş yolunda kendi aramızda programın muhasebesini yaparken ortaya çıkan tablo şuydu:

* Günümüz insanı, inanç zayıflığından kaynaklanan büyük problemler yaşamakta. Hızla gelişen hayat şartları içinde inancını yaşantısına aksettirmesi çetin bir nefis mücadelesi gerektiriyor. Aile ortamı içinde yaşanan öyle derin dertler var ki; dayak, cinsel eğitim eksikliğinden kaynaklanan problemler, derd-i maişetin getirdiği tartışmalar… Bunların tek çözümü Kur’ân-ı Kerim’de. O yüzden dinimizin konu ile ilgili hükümlerini enine boyuna Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye çizgisinde paylaşmak, dertleşmek, çözüm yollarını hatırlatmak, anlatmak böyle bir ortamda çok önemli.

* Ve şefkat kahramanı kadınlar bu konuda gerçekten çok duyarlılar, hassaslar. Erkeklere nazaran acizlik ve fakirliklerinin daha bir farkındalar, sorularını esirgemeden, çekinmeden gündeme getirip çözüm yolları istiyor ve “Anlattıklarınızı doğru mu anladım?” tarzında geri bildirimlerde bulunuyorlar. “Şefkatli hemşireler”in titizliğinde dertlilere yardımcı olmaktan lezzet alıyorlar. Gerek programın organizasyonunda vazife alan hanımlarda ve gerekse dinleyicilerde bunu net olarak görmek mümkündü.

Bediüzzaman Hazretlerinin “Hanımlar Rehberi”nde “Âhir zamanda, kadınlarda iman hakikatleri ziyadesiyle inkişaf edecek. O zamanın dalâlet tehlikelerinden bir derece korunacaklar” tarzındaki hadisleri yorumlarken verdiği şu müjdenin örneklerinden birini müşahhas olarak yaşadık: “Kadınlarda o seciye-i fıtrî olan şefkat kahramanlığı bozulmamış. Bu seciye-i fıtrî, ehl-i İslâm’da, âhir zamanda büyük bir hizmet ve hayat-ı ictimâiyede, İslâmiyet dairesinde bir esas olacağına o gibi hadis-i şerifler remzen haber veriyorlar.” (Bediüzzaman Said Nursî, Hanımlar Rehberi, s. 21)

* Güçlünün zayıfı ezdiği, menfaatin ön planda olduğu ve aile ortamının samimiyetini bile tehdit eder hale geldiği günümüz şartlarında kadın ve aile problemlerine Risâle-i Nur’ların orijinal bakış açısıyla yaklaşım adeta bir çekim alanı oluşturuyor. Aynen matematikteki birebir eşleme konusunda olduğu gibi şefkat kahramanı kadınların iç âlemi Risâle-i Nur’un dört esası olan şefkat, acz, fakr, tefekkür esasları ile tamamlanıyor. Ve gerçekten kadınlar Nurlara müşteri oluyorlar.

* Risâle-i Nurları okuyan, hayatına aksettirmeye çalışan bizlere düşen vazifeyse, şüphesiz, Nurlara perde olmayıp, kaliteli bir ayna olmaya çalışmak. Öyle değil mi?

28.12.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Toplumdaki yozlaşma



Toplumdaki ahlâkî yozlaşma hız kazanarak devam ediyor. Mânevî yöndeki tahribât, beraberinde ahlâkî erozyonu getiriyor. Kudsî değerlerin alabora olması bir bütün olarak toplum hayatını içinden çıkılmaz bir hâle getiriyor. Bu acıklı hâl, insanların toplum içindeki hâl ve davranışlarını hiç de hoş olmayan durumlara sokuyor. Karşılıklı saygı sevgi ilişkileri kalmıyor; insanlar arasındaki şefkat ve merhamet duyguları zedeleniyor.

Mânevî değerlerden yoksun, dînî değerlerden uzak bir yaşantının içinde bulunan insanlar, artık toplumun ayıp saydığı, hoş görmediği, tuhaf karşıladığı hâl ve hareketleri, söz ve davranışları hiç çekinmeden sergileyebiliyor. “Çevremdeki bu insanlar şu yaptıklarımı nasıl karşılar?” suallerini akıllarına getirmeden istedikleri hâl ve tavırları sergileyebiliyorlar. Bu yönde hiçbir engel, hiçbir sınır tanımadan nefis ve hevâları doğrultusunda rahatça hareket edebiliyorlar toplumda.

Toplumdaki bu dejenerasyonun kapsamı gün geçtikçe genişliyor. Tıpkı bulaşıcı hastalıklar gibi bir çok insana da sirâyet ediyor. Bir bakıyorsunuz, mânevî değerlere pek de yabancı olmayan insanlardan dahi zaman zaman toplum içinde hiç de hoş karşılanmayan hâl ve tavırlar sudur edebiliyor.

Meselâ tesettürlü bazı bayanların düğünlerde, eğlence yerlerinde çıkıp erkeklerle beraber oynamaları... Tesettürlü bazı genç kızların toplum içinde genç erkeklerle el ele, kol kola dolaşmaları... Yine toplu taşıma araçlarında veya kalabalık alış veriş merkezlerinde bazı tesettürlü bayanların yüksek sesle gülüşerek nazar-ı dikkatleri üzerlerine çekmeleri...

Toplumsal bozulmanın mânevî değerlere pek de yabancı olmayan kesimlere yansıması böyle olduğuna göre; mânevî değerlerden yoksun, dînî değerlere mesafeli durmayı tercih eden kesimlerde ne şekilde bir hâl arz ettiğini takdirlerinize havale ediyorum.

Nefsânî arzularının esiri olmuş, şahsî keyf ve zevklerini yaşamaktan başka bir gâyeleri olmayan, akıllarına her geleni icra etmeyi alışkanlık haline getirmiş, aynı toplumda beraber yaşadıkları sâir insanların hak ve hürriyetlerini nazara almayan, her istediklerini, her zaman ve zeminde yapmayı özgürlük zanneden, sergiledikleri gayr-i ahlâkî hâl ve tavırlardan başkalarının rahatsızlığını hiç kaale almayan, her yeri, her mekânı kendilerinin özel alanı gibi bilen ve o şekilde hareket eden bu dünyalık insanların toplum hayatını ne hâle getirdiklerini, henüz bazı hassasiyetleri dumura uğramamış her insan çok iyi biliyor ve görüyor.

Toplum hayatının hızla bozularak iyice yozlaşması için en iğrenç hâl ve davranışlarda bulunan ve bu yolda ne insanî, ne kanunî hiçbir sınır tanımayan bu insanların, dönüp bir de İslâmî kesimlerce baskı altına alındıklarını, istedikleri hayatı yaşayamadıklarını, adeta “mahalle baskısına” maruz kaldıklarını dile getirmeleri, bu işin bir başka vechesini gözler önüne sermesi bakımından ibretlik bir durumdur. Anadolu’da serbestçe içki içip, gönüllerince eğlenebilecekleri bir mekân bulamadıklarını; namaz kılmadıkları, oruç tutmadıkları için, bir çok insan tarafından yadırgandıklarını; bekledikleri sevgi ve saygıyı göremediklerini her fırsatta gündemde tutmaya çalışan bu insanları gördükçe insanın, “kimin eli kimin cebinde” ve “hem suçlu, hem güçlü” diyesi geliyor.

Baskı altında olduklarını anketlerle ispata çalışan bu kesimin, istediği hürriyet şeklini zaman zaman dile getirdiklerinden anlıyoruz ki, başkalarının hak ve hukuklarını hiç kaale almayan, nefis ve hevalarının sınırsız tatminini esas alan bir yaşantı biçimi. Dünya üzerinde böyle sınırı olmayan bir hürriyetin yaşandığı bir ülke var mı bilemiyorum...

28.12.2008

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Hurma (3)



Hurma hakkında yazmaya karar verip araştırmaya başladığımda şunu gördüm: Hurma bir hazine; onu öyle bir-iki makaleye sığdırmak mümkün değil.

Bu yüzden, öğrendiğim bilgileri mümkün olduğunca özetlemeye gayret gösterdim. İlk yazıda hurma hakkındaki botanik bilgileri çok kısa bir şekilde aktardım. İkincisinde, hurma hakkında Kur’ân’da zikredilen âyetleri ele aldım.

Son iki makalede ise, hurma hakkındaki hadis-i şeriflerden bir nebze olsun bahsedeceğim.

Bitkiler içinde yaratılış açısından insana en çok benzeyen bitki hurmadır.

Hurma, rüzgârın polenleri savurmasıyla tabiî olarak döllendiği gibi, daha çok insan eliyle döllendirilir. İçine erkek ağaçtan alınmış polenler yerleştirilen dişi hurma ağacı bir müddet sonra filizlenir. Bu filizler, sezaryen gibi titiz bir ameliyatla kesilip ana hurma ağacının hemen yanına dikilir. Anasıyla aynı topraktan gıdasını alan hurma filizinin bakımı özenle yürütülürse, büyüdüğünde anası hangi cins hurma veriyorsa o da aynını verir.

Resulullah (a.s.m.) Efendimiz bu konuya değinmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Âdem’in toprağından yaratılan hurma halanıza ikramda bulunun (iyi bakın). Ondan başka döllenen ağaç yoktur.”

İki hayat arkadaşı gibi olan hurmayla insan arasında kuvvetli bir dostluk vardır.

Mektubât’ın Mû'cizat-ı Ahmediye Risâlesinde ‘hanînü’l- ciz’i’ diye zikredilen olay işte bu dostluğu ispatlıyor.

Hz. Enes, Abdullah ibni Ömer, Abdullah bin Abbas, mü'minlerin annesi Ümmü Seleme gibi daha nice büyük sahabelerin rivayet ettiğine göre, Efendimiz Mescid-i Şerifte hutbe okurken kuru hurma ağacından yapılmış olan direğe dayanırdı. Minber yapılınca hutbeyi minbere çıkıp okudu. Bundan çok müteessir olan kuru direk, bir mû'cize olarak ağlamaya başladı. Bir rivayette, şiddetli ağlamaktan dolayı ortadan yarıldı. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulullah Efendimiz (asm), mübârek elini direğin üzerine koyarak "İstersen seni daha önce içinde bulunduğun bahçeye göndereyim; orada kök salasın, yetişip büyüyesin, yeni yeni yapraklar çıkarasın, meyve veresin. İstersen seni Cennette dikeyim, Allah’ın dostları orada meyvelerinden yesinler” dedi.

Bu sözleri dinleyen direk dile gelerek “Beni Cennette dik ki, meyvelerimden Allah’ın sevgili kulları yesin. Hem o bir mekân ki, orada beka bulunur; çürümek yoktur” dedi. Direğin bu cevabını alan Resulullah (a.s.m.) “Bâki yurdu fâni dünyaya tercih etti” diye buyurdu.

İbn-i Ömer’in rivayet ettiği bir hadiste, bir gün Sahabelerle beraber sohbet eden Resulullah (a.s.m.) bir örnek vererek mü'min insanın daima hayırlı olduğuna işaret etmiş ve şöyle demiştir:

“Ağaçlardan bir ağaç aynen Müslüman adama benzer. Yaprağı düşmez. Söyler misiniz bana, hangi ağaçtır o?

Sahabelerin aklı başka ağaçlara gider. Bunun üzerine Efendimiz (a.s.m.)” O ağaç hurmadır” der.

Efendimiz (a.s.m.) mü'minleri Kur’ân okumaya teşvik etmek için ”Kur’ân okuyan mü'minin misali, tadı ve kokusu güzel olan portakal gibidir. Kur'ân okumayan mü'min ise, tadı güzel olan, ancak kokusu olmayan hurma gibidir” demiştir. Sadakaya teşvik etmek için de hurmayı örnek olarak vermiş ve şöyle buyurmuştur:

“Cehennemden kendinizi (sadaka vererek) koruyun. (Bu sadaka) yarım hurma kadar dahi olsa.”

Hurma ağacı, hastalıktan veya yolculuktan dolayı aç ve bitkin düşenin dostudur. Bir avuç meyvesiyle vücuda gerekli olan bütün enerjiyi sağladığı gibi, gövdesi ve gölgesi ile de darda kalan insana sığınak olur. İşte bu vasfından dolayı, hurma ağacı Allah katındaki en makbul ağaçtır.

“Doğum yapan kadınlarınıza rutab (taze hurma); olmazsa tamr (kuru hurma) yedirin. Allah katındaki en makbul ağaç, İmran kızı Meryem’in altına gittiği (dayandığı) hurma ağacıdır.” (Hadis-i şerif)

Resulullah (a.s.m.) Efendimiz, doğum yapan kadınlara hurma yemelerini tavsiye ettiği gibi, yeni doğmuş bebeğin ağzına da ilk gıda olarak hurmayı koyardı. Adına ‘Tahnik’ denilen bu işlemde, Efendimiz (a.s.m.) bir-iki hurmayı mübârek ağzında ezip macun şekline getirdikten sonra yeni doğmuş bebeğin damağına sürerdi.

Ebi Musa el-Eşari, Ebu Talha ve Hz. Esma gibi Sahabe-i Kiram, yeni doğan çocuklarını Efendimize getirmişler ondan ‘tahnik’ yapmasını istemişlerdir.

Medine’ye hicret ederken yolda doğum sancıları tutan Hz. Esma, Kuba Köyünde doğumunu yapar. Doğan çocuk Abdullah bin Zübeyr’dir. Bu arada, Yahudiler, Medine ahalisi arasında dolaşıp “Biz Müslümanlara bedduâ ettik; artık çocukları olmayacak” diye Müslümanlarla alay ediyorlardı. Bu duruma çok üzülen muhacirler, Abdullah bin Zübeyr’in doğumunu bayram saymışlardı. Bebeği kaptıkları gibi Efendimizin kucağına verdiler. Efendimiz de duâ edip ağzına hurma macunu sürdü.

Peygamberimiz hurmayı övmüş ve “Evinde hurma olmayan açtır” diye buyurmuştur. Bir başka rivayette de“Evinde hurma bulunan aç kalmaz” diye buyurmuştur.

Efendimiz ve ailesi çoğu zaman yiyecek olarak “esvedeyn” diye tabir edilen hurma ve sudan başka birşey bulamamışlardır. Hz. Âişe Vâlidemiz bu konuda şunları söylüyor:

“Biz Ehl-i Beyt, bir ay geçerdi de yemek için ateş yakmazdık. (Yiyeceğimiz) Hurma ve sudan başka birşey değildi.”

İslâmın ilk yıllarında, Müslümanlar hicretler ve savaşlar dolayısıyla fakir düşmüşlerdi. Efendimiz gibi ağzına günlerce lokma girmeyenler çoktu. Bu yüzden fıtır sadakası olarak adam başına bir sa’ hurma verilirdi. (Sa’: 3.120 gr)

Hurma besin değeri çok yüksek bir gıda olduğu gibi hastalıklara karşı da şifadır. Bu konuda birkaç hadis-i şerifi zikretmek istiyorum.

“Sizin en hayırlı hurmanız el-Berni’dir. Hastalığı giderir; kendinde ise hastalık yoktur.”

“Acva Cennettendir ve onda zehire karşı şifa vardır.”

“Kim aç karnına 7 tane Acva hurması yerse, o gün ona ne sihir, ne de zehir tesir eder.”

Sıcak ve kuru bir iklime sahip olan Arap Yarımadasının Yemame, Hicr, Medine ve Hayber mıntıkaları, hurma üretimi bakımından en meşhur bölgelerdi. Günümüzde Ârıd bölgesi olarak tanınan ‘Yemame’ bölgesinin en meşhur hurması el-Berdi, ez-Zerka ve el-Cidamiyye idi.

Yine günümüzde Medain-i Salih olarak tanınan ‘Hicr’ mıntıkası, el-Mekri ve el-Âzad cinsiyle meşhurdu. Medine ise, başka mıntıkalarda bulunmayan es-Sayhani’den başka, el-Berni ve Âliye bostanlarında yetişen Acva cinsiyle bilinirdi. Halk arasında oldukça rağbet gören Medine hurmaları, diğer hurmalara karşı bir ölçüye iki ölçü karşılığında satılırdı. Ancak Efendimiz böyle bir satışın faiz olduğuna hükmetmiş ve yasaklamıştı.

Haftaya hurmaya nokta koyacağız İnşaallah.

28.12.2008

E-Posta:




S. Bahattin YAŞAR

Ulaşılamamış değil, ulaşılmak için uğraşılmamış insan vardır



Üzeri çizilecek değil, gidilecek,

ilgilenilecek insan vardır

İnsana ulaşmak için yol bulamayanlar, yol bilmeyenlerdir. Bir-iki deneyip defterden silmek, ‘boşver’ demek, kolay ve ucuz bir yol.

‘İnsan yüz kapılıdır, doksan dokuzu kapalı olsa, yüzüncü kapı açıktır.’ mesajı dururken; kimse, kimse için yüzüncü kapıya kadar gitmiyor. Ama giden kazanıyor. Oysa tebliğ için, ‘yüzlerce kez gitmek’ örneği, uygulama bekliyor. Kolay av yok. İnsanla olanların, uğraşmayı öğrenmeleri gerekiyor. Üzeri çizilecek değil, gidilecek, ilgilenilecek insan vardır.

Her insan farklı bir yolcudur

Hayat yolunda her insan farklı bir yolcudur. Uçak, gemi, tren, otobüs fark etmiyor. Her gün, bir şekilde, bir yerden bir yerlere gidiyor insan.

Yolculuk bir garip tecelli ediyor. Çünkü yolcular bir garip… Kimi, radyoya bırakmış kendini, kimi yolu seyrediyor, kimi derin duygular içerisinde, kimi sığda…

Yanındaki, kimini susturamıyorsun, kimini de konuşturamıyorsun. Farklı, renkli yolcular insanlar…

Zor insanlar, ‘bana ulaşmak

kolay değil’ mesajı veriyorlar

Otobüs yolculuğundayım. Yeni binen koltuk komşuma gülümsedim, pek oralı olmadı. ‘İyi yolculuklar!’ dedim. Cevabı anlaşılmadı. Sorularım cevapsız kaldı. Kendimi, yanı başıma, bir odun parçası konulmuş gibi hissettim. Yontulmamış…

Yine de kendi kendime, ‘İşte sana, zor bir insan modeli, haydi çalış.” dedim. Epey bir uğraştan sonra, son bir atak olarak, cebimdeki şekerden çıkarıp, ‘Şeker alır mısınız?’ dedim. Birden o soğuk surat yumuşayıverdi ve ‘Teşekkür ederim, severim.’ deyivermez mi! Sonrası yolculuk, neşe içinde, sohbetle geçti. Zor ulaşıldı, (küçücük bir şekerle) ama değdi; değerliydi…

Otobüs muavini, yolcuya

‘baybay’ yapar mı?

Yine başka bir yolculuktayım. Gözüm, sert tavırlı otobüs muavininde. Hayattan çok çekmiş belli. Yine kendime, ‘Var mısın anlaşmaya?’ dedim ve süreci başlattım. Muavin, servis yaparken, ön koltuktaki yolcuya gülümsedi. Yakaladım onu. Sıra bana gelince, ‘İşinizi severek yapıyorsunuz?’ dedim. ‘Nereden anlaşılıyor?’ dedi. Ben de, ‘yüzünüze yansıyor’ dedim. Bana da gülümsedi… Mesaj ulaştı.

İlgi onu memnun etmişti. Biraz sonra, yan koltuktaki yolcuyu ön koltuğa aktarıp, kendisi oraya gelip oturdu. Çok güzel bir sohbet ettik. Bana, ‘Hayatımda, ilk kez bir yolcuyla, bu kadar içten ve yakın sohbet ettim’ dedi.

Ben otobüsten indiğimde, ötelere uzanıp giden otobüsün camında, gözyaşlarını silerek, ‘bay bay’lar eden bir muavin görüntüsü vardı. Benim için de durum pek farklı değildi. Bir daha, belki de hiç görüşemeyeceğim bir insandan, gözyaşlarımı silerek ayrılıyordum.

Örnekler, ulaşılmamış insanlardan değil; ulaşılmak için uğraşılmamış insanlardan görüntülerdi…

Sonra konuyu kendisiyle paylaştığım dost; “Bırakın insanı, kapıdaki köpek bile, ilgiden anlıyor. Köy günlerimizde, köpeğimiz, kendisiyle ilgilendiği kardeşim ile, pek ilgilenmeyi sevmediğim bana tavrı farklı oluyordu. Kardeşim şehirden eve gelirken, elinde köpeğe bir şey getirirdi. Onun için, kardeşim eve gelirken köpek; köyden koşarak, sevinç sesleri çıkararak, havlayarak yola çıkar ve kardeşimi adeta karşılardı. Ama aynı evin bireyi ben köye gelirken, hiç de oralı olmuyor, ilgi göstermiyordu” dedi.

İnsanlarla tanışmak

varken, müzik mi dinlenir

İnsanlar ilgi bekliyor. Zor da olsa kendisine ulaşılmayı istiyor. Doğrusu, belki dinlerim diyerek, yolculuk esnasında yanıma aldığım müzik çalara, hiç ihtiyaç duymamıştım. İlginin, sevginin bu kadar muhtacı bulunan bir dünyada, yanı başında oturan insana kulak tıkamak, pek de sağlıklı bir davranış değildi. Hatta iletişime kapalı gözükenlerin, ilgiye, sevgiye daha fazla muhtaç oldukları anlaşılıyordu. Neticede bütün kapıları kapalı insan yok.

Taşıdığı şartlar ne olursa olsun; ulaşılamamış değil, ulaşılmak için uğraşılmamış insanlar vardır. Vesselâm.

28.12.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Âkif’in tefekkür dünyası



Mehmed Âkif, tefekkür dünyasının hududunu Kur’ân’ın ve hadislerin tayin ettiği büyük bir mütefekkirdir. O kudsî kaynaklar hep insana hitap ettiğinden o da tefekkür hassasını hususan insanı anlamak için kullanmıştır.

Tevrat, İncil ve diğer semâvî kitaplar kâinatın yaratılış safhalarını veya peygamber sülâlelerini sayarak söze başladıkları halde, Kur’ân insana, önce insanın varlığını ve mahiyetini tanıtmış, vazifelerini hatırlatmış; Yaratıcısını tanımasını, kendisini anlamasını ve hilkatinin hikmetlerini öğrenmesini istemiştir.

Ne var ki, önceleri ekseriyet itibariyle kendisini tanıyan, yaratılışın gayesini bilen ve vazifesini yapmaya çalışan insan; zamanla kendisini gayesiz zanneden başıboş bir güruh haline getirilmek istenmiş ve bunda da bir hayli merhale katedilmiştir.

Onun için insanın kendisini anlamasının, bilmesinin ve kimliğini, kişiliğini bulmasının, milletin hayata yeniden ve daha güçlü bir şekilde dönmesini sağlayacağını düşünen Âkif, şiirlerinde önce insana seslenme ihtiyacı hissetmiştir.

“Haberdar olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,

‘Muhakkar bir vücûdum!’ dersin, ey insan, fakat bilsen…

Senin mâhiyetin, hattâ meleklerden ulvîdir:

Âvâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir:

Zeminlerden, semâlardan taşarken feyz-i Rabbânî,

Olur kalbin tecellîzâr-ı nûr-u Yezdânî,”

Bu mısralarla, kendisinden haberi olmayan, mahiyetini bilmeyen, bazı meziyetlerini inkâr ederek mesuliyetten kurtulabileceğini düşünen insana, aslında meleklerden daha üstün bir mahiyete sahip olduğunu hatırlatmak istemiştir.

İnsan kâinatın bütün özelliklerini belli bir ölçüde bünyesinde barındıran “küçük bir âlem” olduğundan Allah’ın kâinata sığmayan feyzinin insan kalbine sığabileceğini, onun için her insanın kalbini bu İlâhî feyizle doldurması gerektiğini anlatmıştır.

“Bulutlardan sevâik sayd eder irfan-ı çâlâkin;

Yerin altında madenler bulur nakkad-ı idrâkin,”

Çünkü beyitte de ifade edildiği gibi bunu yapan insanın hareketli irfanı; bulutlardan yıldırım avlayıp elektriği bularak insanlığı aydınlık ve hareket kazandıracak, yerin altında madenler bulup işleyerek insanlığı terakkî ettirecek güçtedir.

Ona göre insan, kâinatı ihata edecek kadar geniş olan idrakini kullanarak harekete geçtiği takdirde yerin, göğün, dağların, denizlerin hazinelerinin önüne açıldığını görecek ve hepsini kullanmak isteyecektir.

“Denizler bisterindir, dalgalar, gehvâre-i nâzın;

Nedir dalgalar, semâ Peymâ senin şehbâl-i pervâzın!

Havâ, bir refref-i seyyâl-i hükmündür ki bir demde,

Olur demsâz-ı âvâzın bütün aktâr-ı âlemde.”

Yani, denizler öyle bir insanın yatağı, dalgalar beşiği olacaktır. Hattâ o insan, “nefsin arzularını terk ederek tembelliği bırakıp, kavânin-i âdetullahtan güzelce istifade ettiği takdirde” dağlardan çok daha yüksek bir kemalat mertebesine erecek ve âdeta kanatları ile gökleri ölçecektir.

Öyle bir mertebeye ulaşmış insanlardan meydana gelen insanlık havaya da hükmedecek ve tıpkı Hazret-i Süleyman (as) gibi sesini aynı anda dünyanın her tarafına duyurarak âlemde olup bitenlerden haberdar olacak ve hâkimiyeti ona göre tesis edecektir.

“Karanlıklarda gezsen, şeb-çerağın fikr-i hikmettir,

Ki her işrâkı bir sönmez ziyâ-yı sermediyettir,”

Akif’in nazarında öyle bir insan karanlıkta kalsa, hikmetli düşüncesi, ışıkları devamlı parlayan, nuru hiç sönmeyen bir kandil olur ve onu karanlıklardan, korkulardan kurtarır.

Lâkin bunu ancak ‘Âdetullah kanunları’ olarak adlandırılan sebeplere teşebbüs ettiği ve yaşayarak hayatına malettiği iman nurundan kuvvet aldığı nisbette yapabilir.

“Serâir perde-pûş-i zulmet olsun varsın isterse,

Düşürmez, düştüğünü yeldâ-yi hirman rûhunu ye’se.”

Bu beyitte de mânâsını bulduğu gibi karanlık kâinattaki bütün İlâhî sırları kapatsa ve insan bin bir türlü imkânsızlıklar içine düşse bile, imanına dayandığı müddetçe ümitsizliğe düşmez.

Araştırılıp incelenerek tahkikî hâle getirilen iman kıvılcımının tutuşturduğu ümit meş’alesi o insanı, bütün zorluklardan, zulmetlerden, korkulardan, endişelerden kurtarabilir.

“Senin bir nüsha-i Kübrâ-yı hilkat olduğun elbet,

Tecellî etti artık; dur, düşün öyleyse bir hükmet:

Nasıl olmak gerektir şimdi ef’alin ki, hem-pâyen

Behâim olmasın, kadrin melâikten muazzezken.”

O halde insan, kâinatın yaratılışının gayesi kendisi üzerinde tecellî eden büyük ve mükemmel bir varlık olduğunu anlamalı; durmalı, düşünmeli ve hayatının seyrini ona göre şekillendirmelidir.

İnsan, meleklerden daha üstün olabilecek bir fıtrat ve karakterde yaratılmışken kıymetini bilmeyip veya anlamazlıktan gelip, “İnsan maymundan türemiştir veya insan düşünen bir hayvandır” gibi asılsız, esassız teorilere sığınıp kendisini hayvanlarla mukayese ederek aslî, insanî değerlerini kaybetmemelidir.

Bu aslî değerler, insan olduğunu idrak edip bunun şuuruna varabilen her insanda bulunduğuna göre, Âkif umuma hitap etmekte, Garbın gafletinden doğan ve dünyayı saran bu illeti Şarkın iman ve ilhamı ile takviye etmeye çalışmaktadır.

Âkif’in bu hitabı; maddî bakımdan refahın zirvesine ulaşmasına rağmen mânen huzur bulmayan ve çareyi mâneviyatta arayan Batı insanı ile hakikî muhatabını bulmuştur.

Bu itibarla Batı medeniyetinin yaşandığı topluluklarda Müslüman olan insanların sayısının her geçen gün biraz daha artması ile o hitap bir ölçüde hedefine ulaşmıştır.

Bu güne kadar Batı ilim ve teknolojide, Doğu ise din ve hikmette ilerlemiştir. Halbuki Şark-Garb ayırımı yapmadan bu iki değere bütün insanlığın ihtiyacı vardır. Çünkü hakikî terakkî ancak bu iki değer birleştirildiği zaman sağlanabilir.

Yalnız tekniği tercih eden Garb, düştüğü mânevî burhanlardan; ilim çalışmalarında geri kaldığı için de Şark maddî mağduriyetlerinden bu iki değeri birleştirerek yani, Garb İslâm dininin hakikatlerini, Şark da temeli İslâm âlimleri tarafından atılan Batılı âlimlerin geliştirdiği ilmi alıp inancı ile mezcederek kurulabilir.

Halbuki, içine düştüğü cehaletle bir bakıma kendisini cezalandıran, zamanın gafil ve ihmalkâr insanlarının bu terakkîyi tahakkuk ettirmeleri mümkün değildir.

Onun için Âkif, bunu yapabilecek kabiliyet ve karakterde, ilim ve imanla mücehhez yepyeni bir nesil yetiştirme arzusunu tefekkür dünyasının hayat kaynağı saymıştır.

Edebiyat, san'at ve fikir sahasında yaptığı bütün çalışmalarını bu idealini gerçekleştirmek için yapmış ve örnek bir insan tipini tahayyül ederek gençliğe vermek istediği mesajları bu muhayyel gencin, yani Âsım’ın ağzından nakletmiştir.

Şaire göre bu ideal neslinin yapması gereken en mühim çalışma, memleket gerçeklerini öğrenmek ve ona göre hareket etmektir. Bu şekilde yetişecek ideal bir nesil, zamanı saran fiilî felâketlerin de manevî yaraların da tesirinde kalmayacak ve o yaraları sarabilecek bilgiyi, eğitimi almış bir gönüllü hizmet ordusu olacaktır.

Bunun için o neslin, milletini meziyetleri ve zaafları ile çok iyi tanıması gerekmektedir. Zira ancak hastayı iyi tanıyan hekimin tedavisi dertleri iyileştirebildiği gibi milleti iyi tanıyan neslin çalışması da milleti çabucak ihya edecektir.

Bu zamana kadar, büyük iddialarla işbaşına gelen zihniyetlerin, milleti kaale almadan yaptıkları hiçbir çalışma milletin dertlerini dindirmemiş, aksine daha büyük dertlerin doğmasına sebep olmuştur.

Meselâ Akif’le aynı zamanda yaşayan ve memleketin ancak yepyeni bir nesil yetiştirilerek kurtulabileceği gerçeğini gören şair Tevfik Fikret de, hayal ettiği gençliği hayata geçirmek için onların temsilcisi olarak oğlu Halûk’u Batıya göndermiştir.

Bunu yaparken insanın hasletlerini, milletin maddî, mânevî değerlerini ve memleketin gerçeklerini göz önünde bulundurmamış, oğluna Batıda, ruhu, idraki besleyen “Ne varsa al getir” demiştir.

Bir millet olmanın ve devlet kurmanın lüzumuna dahi inanmadan, milleti kurtaracak çareler bulmak için Batıya gidip orda eğitim gören Halûk; değil millet, kendisini bile kurtaramamış ve papaz olup bütün millî ve mânevî değerlerini inkâr ederek hem kendisini, hem babasını, hem de onlara ümit bağlayanları hüsrana sürüklemiştir.

Bu gerçeği çok iyi bilen Mehmed Âkif ise, yetiştireceği ideâl nesli milletin içinden seçip onun bir parçası saymıştır. O nesil, vatanı bütün maddî ve mânevî değerleri ile korumak, yaşayıp yaşatmak isteyen köklü ve büyük bir milletin ta kendisidir.

“Görmedim ben bu kadar dört başı mâmur insan,

Ne büyük hilkat o Âsım, ne muazzam heykel! "

Bu mısralarla da ifade ettiği gibi milletin ve neslin birbirini tanıması akıl, kalp, ruh ve tefekkür cihetiyle bütünleşmesi sağlanınca, dört başı mâmûr mükemmel bir insan tipi ve o fertlerden müteşekkil ideal bir cemiyet teşekkül etmiştir.

Âkif, tefekkür dünyasında şekillendirip inancı, fikri ve san'atı ile tezyin ettiği bu muazzam nesle, Asım’ın Nesli adını vermiş ve onu millete güven verecek ifadelerle tebcil etmiştir.

“Âsım’ın nesli diyordum ya; nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.”

28.12.2008

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Şapka Kanunu ve idamlar



“Tanzimat’tan 12 Mart’a Kılık-Kıyafet ve İktidar” adlı kitabında Sayın Cihan Aktaş’ın tesbitlerini okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

Şapka giyiminin kanunlaşması, başta Erzurum olmak üzere çeşitli illerde tepkiyle karşılanmıştı... Şapka Kanunu çıkmadan bir gün önce de, 24–25 Kasım tarihlerinde Kayseri’de Şeyh Ahmet Efendi ve 4 arkadaşının yönlendirmesiyle büyük bir yürüyüş yapılmış, yürüyüşten sonra 300 sarıklı tutuklanmıştı. Bu olaylar üzerine gezici Ankara İstiklâl Mahkemesi Kayseri’ye gelerek tutukluları yargılamış, sonunda Şeyh Ahmet Efendi ile 4 arkadaşı idama mahkûm edilmişlerdi. Yine kanunun kabul tarihi olan 25 Kasım günü Sivas’ta şapka aleyhine duvarlara asılan afiş ve yazılar dolayısıyla da şehrin bütün muhtarları tutuklanmıştı. Gezici Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin baktığı dâvâ sonucu suçsuzlukları anlaşılan muhtarlar beraat etmişlerdi. Ancak aynı suçtan dolayı Sivas ulemasından İmamzade Mehmet Necati Efendi ile Abdurrahman Efendi “Türkiye devletinin şeklini tebdil ve tağyir amacıyla halkı ayaklanmaya kışkırttığı ve suçları sabit olduğu” gerekçesiyle idama mahkûm edilmişlerdi. Abdurrahman Efendi firar ettiğinden, İmamzade Mehmet Necati Efendi 28 Kasım günü idam edilmişti.

Benzeri olaylar Maraş ve Rize’de de görülmüştü. Maraş’ta Cami-i Kebir civarında toplanan halk “Şapka istemeyiz” diye bağırmışlardı. Olaya edilen müdahale sonunda birçok kişi tutuklanmış, tutuklular “dini kıyam” ve “şapkaya muhalefet” suçundan yargılanmışlardı. Yargılama sonucu suçları sabit görülen İmam Molla İbrahim Efendi, Muhtar ve Bayraktar Hamdi Efendi, Hafız Mehmet Efendi, İnşallah-Maşallah lâkaplı Ali Efendi ile Pekmezci Hacı Hüseyin Efendi idama mahkûm olmuşlardı.

Rize’deki olayda ise halk, başlarında cami imamları olduğu halde hükümet konağına ve karakola karşı yürüyüşe geçmişti. Buradaki olaylar köylere kadar sirayet ederek 10 gün kadar sürmüştü. Olaylar sonucu 143 kişi tutuklanmış, Ankara İstiklâl Mahkemesi tutukluları yargılamaya 12–13 Aralık 1925 tarihinde başlamıştı. 2 gün gibi kısa bir sürede yargılamayı bitiren Ankara İstiklâl Mahkemesi, 14 Aralık 1925 günü 143 sanıktan 8’ini idama mahkûm etmişti. 80 kişinin beraat ettiği dâvâda 55 kişi ise çeşitli cezalara çarptırılmıştı.

İstiklâl Mahkemesi istatistiklerine göre, Şapka Kanunu’nun yürürlüğe sokulduğu 2,5 ay içinde tam 57 kişi idam edilmiş, yüzlerce kişi de çeşitli hapis cezalarına çarptırılmıştı.

Şapka Kanunu’nun hayata yansımaları ise çok ilginç olmuştu. Şapka giyimi etrafında Bakanlar Kurulu kararının alındığı 2 Eylül’den başlayarak kanunun çıkacağı 25 Kasım’a kadar olan 3 aylık bir süre içinde ilginç bir takım gelişmeler oldu. Şapka giyimi konusu bu sırada bazı yabancı şapka imalatçısı firmalar tarafından dikkatle izleniyordu. Nitekim kanun çıkmadan 1-2 ay kadar önce dünyaca ünlü fötr şapka imalatçıları İtalyan Borsalino Kardeşler’e ait, ağzına kadar şapka dolu bir gemi İstanbul Karaköy Limanı’na demir atmıştı. Eylül’ün ilk haftasında gerçekleştirilen bu olaydan sonra Borsalino Kardeşler hemen gümrük işlemlerini yaptırarak bir-iki gün içinde içi şapka dolu gemiyi boşaltmış ve bu işten büyük bir kazanç sağlamışlardı. O haftalarda çeşitli Avrupalı şapka imalatçıları da Türkiye’ye “şapka seferleri” düzenlemiş; fötr, panama, kasket gibi şapka türleri İstanbul’a getirilerek halkın alımına sunulmuştu. Bu sevkıyata karşılık meydana getirilmiş şapka ihtiyacı karşılanamamış, yerli üretime geçilmesi ve şapka imalatı kurulması kararlaştırılmıştı. Bu arada İstanbul halkının başlarına geçirdikleri her çeşit şapkayla sokaklarda bir karnaval havası oluşmuş, çoğu erkeklerin başlarında kadın şapkası bile görülmeye başlanmıştı.

Şapka fiyatlarındaki yükseklik yüzünden hükümet, şapka almakta zorluk çeken memurlarına “şapka avansı” adıyla bir yıl vadeli olmak üzere borçlar vermeye başlamıştı. Diyanet İşleri Reisliği de “şapka avansı”ndan yararlanan kurumlardan biri olmuştu. Rıfat Börekçi, kuruma gönderdiği tamimlerde kendi görevlilerinin de şapka almaları gerektiğini, şapka fiyatlarının memur maaşlarına oranla pahalı olduğu gerekçesiyle de memurlarına 50’şer lira “şapka avansı” verileceğini bildiriyordu. Şapka fiyatlarının giderek yükselişi üzerine bu avans 80 liraya çıkarılacaktı. Bu arada İngiltere’den bile gemilerle fötr ve panama kasketler getirilmeye başlanmıştı.

Marksistler devrim ve inkılâplara “gardırop devrimi” diyerek küçümsemiş hatta alaya almışlardır. Bu konuda ne derece haklı olup olmadıklarını ise okuyucularımın takdirine bırakıyorum.

28.12.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Edirne'den Van'a sefalet manzaraları



Gelir dağılımındaki adaletsizliğin ‘diz boyu’nu geçtiğini gösteren bir haber, hemen bütün gazetelerde yer aldı. Habere göre, Hakkâri’den Van’a göç eden ailelerin yaşadığı Van’ın Beyüzümü Mahallesinin çocukları yokluk içinde yaşıyorlar. Fotoğraflara bakılınca, okul çağındaki çocukların ayaklarında ayakkabı, üstlerinde de doğru düzgün elbise olmadığı görülüyor. Van’daki hadiseyi anlayabilmek için eksi 8 derece soğukta çocuklarımızın ‘terlik’le okula gitmek mecburiyetinde kaldığını düşünelim! Bu durumu ‘normal’ kabul edebilir miyiz?

İlgili haberin gazetelerde yer aldığı aynı gün, Edirne kaynaklı bir haber daha duyuldu. Yeni habere göre Edirne Valisi Mustafa Büyük, halk gezilerine devam ederken ilköğretim 5. sınıf öğrencisi B. Ç’nin ailesini de ziyaret etmiş. Vali Büyük, küçük kıza okula gidip gitmediğini sormuş. 5. sınıf öğrencisi B. Ç’nin ‘’Evimizde banyomuz yok, yıkanamadığım için arkadaşlarımdan utanıyorum ve bu yüzden okuluma ara verdim’’ cevabını almış. Bu cevap üzerine, küçük kızın başını okşayan Vali Mustafa Büyük, ‘’Senin okula gitmen için her türlü yardımı yapacağız. Evinize banyo da, tuvalet de yaptıracağız. Yeterki sen oku’’ demiş. (AA, 26 Aralık 2008)

İşte görüyoruz ki, sefalet görüntüleri sadece doğu illerimizle sınırlı değil. Türkiye’nin en batısındaki Edirne’de de yürek yakan görüntüler yaşanıyor. Bir adım ötesinin “AB üyesi ülke” olduğu bir ‘zengin şehir’de böyle manzaralar, böyle hadiseler yaşanıyorsa “Aldırma da geç!” diyebilir miyiz? “Her şey yolunda, problem yok” diyebilir miyiz?

Tabiî ki diyemeyiz ve dememeliyiz. O halde ne yapmalıyız? İşe önce kendimizden, ‘komşu’larımızdan başlayarak yardımlaşmayı teşvik etmeliyiz. “Komşusu açken tok yatan”ların durumuna düşmemeliyiz.

Hiç kimse bu manzaraların ‘münferit’ olduğunu düşünmesin. Maalesef bu ve benzeri manzaralar sadece Edirne ya da Van’da yaşanmıyor. Muhtemelen İstanbul’un ‘varoş’larında da bu manzaralar vardır. Daha da yakınımıza gelelim; mahallemizde de bu derece zorda olan komşularımız vardır ve olabilir. Ama şehir hayatının acımasızlığı, komşularımızın yaşadığı sıkıntıları bilmemizi, görmemizi, onlara el uzatmamızı imkânsız kılıyor.

Geçen gün çok eskiden beri tanıdığımız bir arkadaşımızla karşılaştık. Konuşma ilerledikçe ciddî bir maddî sıkıntıyla karşı karşıya olduğunu hissettirdi. Meğer 11 aydır işsizmiş. Hemen aklınıza, “iş beğenmeyen biridir” önkabulü gelmesin. İşsiz kaldığı günden hemen sonra yeniden çalışmak için pek çok yere müracaat etmiş. BİM’inden DİASA’ya kadar, ‘Ne iş olsa yaparım’ demiş. Ama hiçbir yer müsbet cevap vermemiş. Neticede son 10 aydır aldığı net asgarî ücretin yarısı kadar olan (225 YTL) ‘işsizlik maaşı’ da kesilmiş. Şimdi bu arkadaşın hâlini düşünün! Ki, arkadaşımız olduğu halde bizim de haberimiz olmamıştı. Malûm, son günlerdeki kriz sebebiyle iş bulmak iyice zorlaştı.

“Bari iş bulana kadar çorbada tuzumuz olsun” niyetiyle hemen hamiyet sahibi bazı arkadaşlarımıza durumu izah ettik. “Çam sakızı, çoban armağını” mesabesinde derlediğimiz bir miktar parayı arkadaşımıza ‘zorla’ kabul ettirdik. Çoğu kişiye şaka gelebilir, ama arkadaşımız şöyle diyordu: “İş aramak için (tarif ettiği yer, 3-4 km’lik bir mesafe) yürüyerek gitmek mecburiyetinde kalıyorum.”

“Yok ya, minibüse verecek 1 YTL de mi bulamıyor?” diyenler olabilir. Bizim için ‘ihtimal dışı’ olanlar, gerçekten yaşanıyor. Bir daha düşünelim ve lüks harcamaları kısıp, imkânlarımızı muhtaçlarla paylaşalım. ‘Zengin’lerimiz belki bu kriz sayesinde ‘fakir’lerin neler yaşadığını anlayabilecek. Ekonomik krizin belki de en büyük faydası da bu olacak.

28.12.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Üç fotoğraf



Ankara sokaklarını süsleyen üç adet fotoğraf sunarak gündemi değerlendirelim.

İlk fotoğraf ilk bakışta görenleri hayrete düşürüyor. Meydanlarda, kürsülerde birbirlerine karşı en sert eleştirileri yöneten iktidar ve muhalefet partisi genel başkan başkanlarının fotoğraflarını görünce “fotoğraf hilesi” olduğu anlaşılıyor.

“Üçümüz de aynı fikirdeyiz!” yazısının altında Başbakan Tayyip Erdoğan ile CHP Lideri Deniz Baykal ve MHP Lideri Devlet Bahçeli’yi omuz omuza gösteren fotoğraf yer alıyor. Üstüne üstlük Erdoğan, ellerini Bahçeli ve Baykal’ın omuzlarına atmış, üçü de gülücükler saçıyor…

Ankara’daki birçok bilbordu süsleyen bu anlamlı (!) görüntü, MHP’yi rahatsız etmiş! Kaldırılması için yargıya başvuruyormuş. Gerekçesi de ilginç: Bahçelinin fotoğrafı izinsiz kullanılmış, hem kişilik haklarıyla, hem de seçim rekabetiyle bağdaşmayan bir görüntüymüş!

Bu resmin kime ne zararı var, anlayamadık doğrusu. Fotomontajda olsa ne kadar güzel bir görüntü… Siyasetin asık suratı resimlerde yok. Gerçek hayatta göremeyeceğimiz şekilde birbirlerine ne kadar da yakın durmuşlar. Siyaset öyle bir şey mi ki, beraberlik görüntüsüne bile tahammülsüzlük gösteriliyor?

* * *

ERGENEKON VE KONGRE!

İkinci resim de, bugün kongresini yapacak bir partinin “kongreye dâvet” ilânları...

Bu resmin neresi ilginç diye sorabilirsiniz. Anlatalım. Ergenekon dâvâsının tutuklu sanığı gazeteci Tuncay Özkan, bugün 1. olağan büyük kongresi yapılacak olan Yeni Parti’nin “dâvet bilbordları”nda tek fotoğraf olarak yer alıyor. Hem de üstte bahsettiğimiz bilbordlarla yan yana.

22 Temmuz seçimlerinden önce kurulan ve ambleminde (AKP’nin ampulüne nazire olarak düşünüldüğü söylenen) güneş olan bu partinin kongresinde genel başkanlığa Özkan’ın tek aday olarak gireceği anlaşılıyor. Bu resme bakınca kongrenin sonucunu tahmin etmek zor değil. Özkan, Ergenekon dâvâsı dolayısıyla sanık konumunda olan Doğu Perinçek’ten sonra cezaevinde olan ikinci parti genel başkanı olacak…

Bu partinin bir ilginç yanı da eski ülkücü, ANAP’lı eski bakan, Yaşar Nuri Öztürk’ün partisinde genel başkan yardımcılığı yapan Yaşar Okuyan’ın bu partiye katılacak olması…

Kendisi hapiste resimleri bilbordlarda… İlginç değil mi?

* * *

Üçüncü fotoğrafta da bir simitçiden… Ekonomik krizin teğet geçmediği ülkemizde bir başka fotoğrafta gazetelerde yer aldı, henüz bilbordlarda yerini alamadı. Bu simitçinin ilginç yanı ise, kendi halinde, gariban, Ankara’ya yeni gelen birisi iken simitçi tezgâhından Başbakan Tayyip Erdoğan’ın simit alması…

Ankara’nın en işlek caddelerinde simitçilik yapan 18 yaşındaki Özer Yalnız, soğuk bir günde karşısında Erdoğan’ı görünce hayli şaşırmış. “Merhabalar yeğenim. 10 simit ver” diyen Erdoğan’a “Dayı para gerekmez benden olsun” demiş heyecandan…

Ankara’da simit şu anda 500 kuruş. Ancak bazı simitçiler üç simit alanlara promosyon uygulayıp “üçünü bir YTL’ye” satıyor. Bu si-mitçi ise dördünü bir YTL’ye satanlardan… Başbakan da 10 simit almış. Normalde 2.5 YTL olması gereken hesabı simitçi 2 YTL olarak istemiş. Başbakan da bu indirime bir “kıyak olsun” diyerek 100 YTL de bahşiş vermiş. Böylece geçmişte kendisinin de İstanbul sokaklarında simit, su, limon satarak buralara geldiğini açıklayan Erdoğan’ın simitçilerin halinden anladığı ortaya çıkmış oldu.

Şimdi simitçi Özer Ankara’nın en meşhur simitçisi. Medya peşinden koşuyor. Ama o medyanın bu ilgisinden sıkılmış olmalı ki, ilk gün tezgâhının başında durmadı. Kendisi yoktu ama tezgâhında şöyle bir yazı göze çarpıyor: “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a simit satan simitçi Özer Yalnız… Başbakanın simitçisi”

İşin diğer bir boyutuna gelince… Başbakanın simit aldığı gün, hem asgarî ücret açıklandı, hem de başbakan “Krizden çıkmanın yolu oturup ağıt yakmak değil” dedi.

Kamuoyunda büyük tepki çeken asgarî ücrete ilk altı ay için 23 lira 87 kuruş zam geldi. Bir simit 500 lira olduğuna göre, demek ki bu paraya ancak 48 simit alınabiliyor. Bir başka ifadeyle her güne 1.5 simit düşüyor.

Başbakan’ın simit alması, bir yandan “ekmek bulamazsanız pasta yiyin” denilen dönemleri hatırlatırken, diğer yandan “krizden çıkmanın yolunun sadece simit yiyerek aşılacağı mesajı mı verilmek isteniyor” sorusunu aklımıza getirdi.

28.12.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Asırlar ötesinden



En azından her on beş günde bir defa okumamız tavsiye edilen İhlâs Risalesi’nde, Hz. Ali’nin (r.a.) “o mucizevari kerametiyle” ve Hz. Gavs-ı Âzam’ın (k.s.) “o harika keramet-i gaybiyesiyle,” ahirzamandaki Kur’ân hizmetkârlarına, hizmetlerinin ruhunu ve özünü teşkil eden ihlâs sırrına binaen iltifat ettikleri, himayetkârane tesellî verip hizmetlerini manen alkışladıkları ifade edilerek şöyle deniliyor:

“Hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz.” (Lem’alar, s. 166)

Maneviyat âleminin bu iki kutbu, ahirzamandaki talebelerine asırlar ötesinden verdikleri mesajlarda müşfik uyarılarda da bulunuyorlar.

Hz. Ali’nin (r.a.) bu gaybî mesajları da içeren eşsiz münâcâtı Celcelûtiye’de yaptığı tavsiyelerden birini Bediüzzaman “(O tarihe) yetişirsen, Mevlâ-yı Azîminden, o zamanın ve asrın fitne ve şerlerinden muhafazanı iste ve yalvar” ifadesiyle dikkatlerimize sunuyor. (Sikke-i Tasdik, s. 108)

Gavs-ı Âzam İmam-ı Geylânî’nin (k.s.) bununla örtüşüp onu tamamlayan mesajı da “Ahirzamanın fitnelerine yetişip düştüğün zaman, benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap” cümlesiyle ifade ediliyor. (a.g.e., s. 146)

Başta da vurguladığımız gibi, böyle bir zamanda Risale-i Nur’la Kur’ân’a hizmette istihdam edilme nimet ve mazhariyetine erişenlerin, hep arkalarında hissettikleri İlâhî inayetin birer tezahürü olarak, asırlar ötesinden gelen bu manevî himaye ve mazhariyete liyakatlerinin en önemli ve öncelikli şartı, ihlâs sırrını yakalamak.

İhlâsın birinci şartı ise, yalnızca ve münhasıran Cenâb-ı Hakkın rızasını hedef yapmak; amel, ibadet ve hizmetlerde bundan başka hiçbir mülâhazaya mahal ve geçit vermemek. Bunu başarabilen ve birbiri ardı sıra gelecek çetin imtihanlarda koruyabilen, “mutlu son”a ulaşır...

Ama imtihanların kolay olmadığı bir vâkıa.

Hayatımız boyunca ince eleklerden geçirilip, “Altın mı, bakır mı?” sınavlarına tâbi tutulacağımızı bilerek ve bu sınavları kolaylaştıracak ölçülere sarılarak yola devam etmemiz gerekiyor.

Söylendiği zamanda yaşanan dehşetli hadiselere atıfla geçen yüzyıl için yapılan “helâket ve felâket asrı” nitelemesini (Tarihçe, s. 117) ahirzamanın tamamı için de geçerli bir ifade olarak yorumlamak ve kullanmak yanlış olmasa gerek.

Geçmiş ümmetlerin dehşetinden titreyip Allah’a sığındığı bu zamanın fitne ve şerlerinden korunabilmek, tahkikî iman temelinde çok sağlam bir istinadgâha dayanmayı gerektiriyor.

O istinadgâh ise, “Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın belâ ve vebasından, zulüm ve zulmetinden en mücerreb (tesiri tecrübeyle sabit) bir kurtarıcı” olan Risale-i Nur’un “mizanları, muvazeneleri ve neşrettiği nur.” (Kastamonu, s. 48)

Bu dehşetli zamanın en tehlikeli tuzaklarından biri olan “dünyayı dine ve ahirete tercih” hastalığına karşı ne yapılması gerektiğini ifade eden şu satırlar da aynı mânâları terennüm ediyor:

“Bu acîb asrın bu acîb hastalığına ve dehşetli marazına kaşı Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın tiryak-misal ilaçlarının nâşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun metîn, sarsılmaz, sebatkâr, hâlis, sâdık, fedakâr şakirtleri mukavemet edebilir.

“Öyle ise, herşeyden evvel onun dairesine girmeli; sadâkatle, tam metânet ve ciddî ihlâs ve tam itimad ile ona yapışmak lâzım ki, o acîb hastalığın tesirinden kurtulsun...” (a.g.e., 74)

Bu bahsi, Hz. Geylânî’nin müşfik mesajlarını nakleden Üstadın şu çağrısıyla tamamlayalım:

“Şu Üstadımız, bizi istikbalde (...) düşünüp bizimle meşgul olurken, biz o mazide mevcut ve nur perdeleri içinde Üstadımızı ve Üstadımızın üstadı ve ceddi olan Fahrü’l-Âlemîn (a.s.m.) Efendimizin teveccühlerinden gaflet etmek, onlara istinad etmemek lâyık mıdır? Madem onlar bizi düşünüyorlar; biz de bütün kuvvet ve ruhumuzla onlara itimad edip ve emirlerine bilâkaydü şart itaat etmeliyiz.” (Sikke-i Tasdik, s. 134)

28.12.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır