"Gerçekten" haber verir 01 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Ahmet ÖZDEMİR

Risâle-i Nurlar usandırmaz



Risâle-i Nurları okuyanlar “Refet Bey” ismine yabancı değillerdir. Üstad Bediüzzaman Said Nursî risâlelerde, ince ruhlu, nur yüzlü ve eskilerin tabiriyle tam bir “İstanbul beyefendisi” olan bu talebesine genellikle “Refet Bey” diye hitap etmiştir.

Risâlelerde o, ince ve derin sorularıyla daha çok dikkatimizi çekmektedir. Daha önce muhtelif yazılarımda onunla ilgili bazı özel hatıralarımı paylaşmıştım.

Hayatını kısaca hatırlayalım: Bediüzzaman Said Nursî’nin talebelerinden olan Refet Bey (Barutçu), 1886’da İstanbul/Beykoz’da dünyaya geldi. Yüzbaşılığa kadar yükseldikten sonra ordudan emekli oldu. Emekli iken boş durmayarak Beşiktaş Vişnezade Camii’nde imamlık yaptı. Hayatını iman ve Kur’ân hizmetine adayan Refet Bey, Bediüzzaman’ın duâlarına mazhar oldu. Bediüzzaman, ona yakınlığını, mektuplarını aldığı zaman söylediği “rahatsızlıklarıma, hastalığıma şifa oldu” cümleleriyle ifade etmiştir.

Risâle-i Nur’la tanıştıktan sonra, bir taraftan Kur’ân-ı Kerim’i okumayı öğretirken, diğer taraftan Kur’ân’ın mükemmel bir tefsiri olan Risâle-i Nurların yazılması ve yayılması için çalıştı. 2 Şubat 1975 tarihinde Ankara’da Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kabri Ankara/ Karşıyaka mezarlığındadır.

Refet Bey’in Nur’lar ve Müellifi hakkında bilgi sahibi olması, İstanbul Sahaflar Çarşısında, Abdurrahman Nursî tarafından kaleme alınan, küçük bir kitapçığı (Tarihçe-i Hayatı) alıp okumasıyla başlar (1921). Daha sonra namaz kılmak için gittiği Bayezid Camii’nde Bediüzzaman Hazretlerini, okunan Kur’ân-ı Kerim’i huşu içinde ve iki dizi üstünde dinlerken görür. Cami çıkışında ise uzaktan birbirlerini görürler.

Isparta’da eniştesinin yanında bulunduğu sıralarda her gün kütüphaneye giden Refet Bey, burada âlimlerle ilgili yaptıkları bir sohbette sözü Bediüzzaman’a getirip onu methedince kütüphanedeki memur, Bediüzzaman Hazretlerinin Barla’da bulunduğunu söyler. Bunun üzerine, ziyaretine gitmeye karar verir. Ziyaretinin sakıncalı olabileceği, bundan zarar göreceğinin söylenmesine rağmen, kararından vazgeçmez. Barla’ya giderek Bediüzzaman Hazretleri ile görüşür.

Bu ziyaretten bir yıl sonra gönderdiği mektubunda, ilk defa kendisini Bayezid’de uzaktan gördüğünü yazan Refet Bey’e Bediüzzaman; “Kardaşım ben sizi daha o zaman talebeliğe kabul etmiştim” karşılığını verir.

Nurlara büyük bir sadakatle bağlanan Refet Bey’in mektubundaki, “Risâle-i Nur’un en bariz hâsiyeti, usandırmamak; yüz defa okunsa, yüz birinci defa yine zevkle okunabilir” şeklindeki sözlerine Bediüzzaman, “pek doğru demiş” diyerek karşılık veriyordu.1

Bediüzzaman’ın bazen, “Nur Kumandanı”, bazen “Kur’ân Âşığı” diyerek hitap ettiği Refet Bey, birinci ziyaretinden sonra bir kez daha Bediüzzaman’ı Barla’da ziyaret etti. Bu ziyaretlerin dışında sıkı bir mektuplaşma da yaşandı. Birbirlerine çok sayıda özel mektuplar yazdılar. Çok sayıda yazılan müstakil veya arkadaş grubu mektuplarına karşılık Bediüzzaman Hazretleri de Refet Bey’e yirmi ikisi özel olmak üzere toplam yirmi yedi tane mektup yazdı.

***

Risâle-i Nur Külliyatı’nın önemli bir bölümü talebelerinin Bediüzzaman’a sordukları suâller ve o suallere verilen cevaplardan oluşmaktadır.

Refet Beyin de en önemli özelliklerinin başında soru sormak gelirdi. Sorularla dolu mektupları ve Bediüzzaman’ın verdiği cevaplar, başta Barla Lâhikası olmak üzere Lâhikalarda ve Lem’alar’da önemli bir yer tutmaktadır. Refet Bey, adeta hazinenin kapısını açan anahtar vazifesini ifa etmiştir. Onun sorduğu sorular neticesinde çok önemli cevapların verilmiş olduğunu görmekteyiz.

Refet Beyin sorduğu sorulara özel önem veren Bediüzzaman şu ifadelere yer verir: “...Senin âlimâne suâllerin Risâle-i Nur’un Mektûbât kısmında çok ehemmiyetli hakikatlerin anahtarları olmasından, senin suâllerine karşı lâkayt kalamıyorum.”2

“Refet kardeş, sen de çok safalar geldin ve Risâle-i Nur yazısıyla meşguliyetin beni cidden sevindirdi. Hulusi ve Sabri gibi senin de suâllerinin Risale-i Nur’da ehemmiyetli neticeleri ve tatlı meyveleri var. Senin yanında bulunan ve Risâlelerde kaydedilmeyen ilmi parçaları münasip yerlerde veya Lâhikada yazarsınız.”3

Risâle-i Nur’da yer alan şu soruları Refet Bey sormuştur:

1. “Hocalar diyorlar: Arz öküz ve balık üstünde duruyor. Hâlbuki arz, muallâkta bir yıldız gibi gezdiğini coğrafya görüyor. Ne öküz var, ne de balık!”4

2. On altıncı Lem’a’nın Hatimesine konu olan Peygamber Efendimizin (asm) muhtelif yerlerde bulunan ve ziyaret edilen Sakal-ı Şerifleri ile ilgili soru.5

3. Yahudi Milletinin Araplara karşı galip gelmesinin sırrı ile ilgili soru.6

Refet Bey yukarıdaki örneklerin dışında daha pek çok soruyla değişik konuların Risâle-i Nur’da yer almasına vesile olmuştur.

Refet Bey ile Bediüzzaman Said Nursî arasındaki yazışmaların birisinde Bediüzzaman, kardeşler arasında vuku bulan bir küsme hadisesi üzerine şunları yazar:

“Aziz, sıddık kardeşim Refet Bey, Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın hürmetine ve alâka-i Kur’âniyenizin hakkına ve Nurlarla yirmi sene zarfında imana hizmetinizin şerefine, çabuk bu dehşetli, zâhiren küçücük, fakat vaziyetimizin nezaketine binâen, pek elîm ve feci ve bizi mahva çalışan gizli münafıklara büyük bir yardım olan birbirinden küsmekten ve baruta ateş atmak hükmündeki gücenmekten vazgeçiniz ve geçiriniz. Yoksa bir dirhem şahsî hak yüzünden bizlere ve hizmet-i Kur’âniyeye ve imaniyeye yüz batman zarar gelmesi—şimdilik—ihtimali pek kavîdir. Sizi kasemle temin ederim ki, biriniz bana en büyük bir hakaret yapsa ve şahsımın haysiyetini bütün bütün kırsa, fakat hizmet-i Kur’âniye ve imaniye ve Nuriyeden vazgeçmezse, ben onu helâl ederim, barışırım, gücenmemeye çalışırım. Madem cüz’î bir yabanîlikten düşmanlarımız istifadeye çalıştıklarını biliyorsunuz, çabuk barışınız. Mânâsız, çok zararlı nazlanmaktan vazgeçiniz. Yoksa bir kısmımız Şemsi, Şefik, Tevfik gibi, muarızlara sureten iltihak edip, hizmet-i imaniyemize büyük bir zarar ve noksaniyet olacak. Madem inâyet-i İlâhiye şimdiye kadar bir zayiata bedel çokları o sistemde vermiş. İnşaallah yine imdadımıza yetişir.”7

Bediüzzaman, Refet Bey’in evlenmesi üzerine kendisini tebrik ettikten sonra hem kendisine hem de eşine duâ eder; ve yeni hayatında da hizmetinin devamı dileğinde bulunur.8

Daha sonra, bir kız çocuğunun dünyaya gelmesi üzerine yine mektup yazar ve bu zamanda anne-babalar için kız evlâdın daha hayırlı olabileceğine işaret ederek, Refet Bey’in kızının adını bile belirler; “...Âsım Bey gibi senin de bir kız evlâdının dünyaya gelmesi, meşrebimizde en mühim esas şefkat olduğu cihetiyle ve şefkat kahramanları kızlar olduğundan ve en sevimli mahlûk bulunduğundan, daha ziyade tebrike şâyansınız. Zannederim, bu zamanda erkek çocukların tehlikesi daha çok. Cenâb-ı Hak onu sizlere medar-ı tesellî ve ünsiyet ve evinize küçük bir melâike hükmüne getirsin. ‘Rengigül’ ismi yerine ‘Zeyneb’ olsa, daha münasiptir.”9

Bu mektuptan alınacak pek çok dersler vardır. Asrımızda esen küfür fırtınalarına karşı özellikle şefkat kahramanları olan annelere büyük görevler düşmektedir. Bu imansızlık ve dinsizlik fırtınalarına karşı ne yapıyoruz? Bu yavrularımızı korumak için acaba hangi tedbirleri alıyoruz?

Bediüzzaman’ın, kendi elleriyle yaptığı çayı ikram ettiği, Risâleleri elle yazmak sûretiyle çoğaltan talebeleri arasında Refet Bey de bulunmaktadır. Bediüzzaman ve Refet Bey, Eskişehir (1935), Denizli (1943) ve Afyon (1948) hapishanelerinde birlikte bulunarak birçok sıkıntıyı birlikte yaşadılar. Başka yazılarımda onun yazdığı mektuplardan bazılarını inşallah paylaşmak istiyorum.

Merhum Refet Ağabeyi bu vesile ile bir kere daha rahmetle anıyorum.

Dipnotlar:

1- Kastamonu Lâhikası, s. 166

2- Şuâlar, s. 265

3- Emirdağ Lâhikası, s. 116

4- Lem’alar, s. 93

5- Lem’alar, s. 109

6- Şuâlar, 435

7- Şuâlar, s. 439-440

8- Barla Lâhikası, s. 173

9- Barla Lâhikası, s. 187

01.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İslâm ekonomisi, Esmâ-i Hüsnâ’ya endeksli



İnsanoğlu, halife-i arz; yani, Allah’ın yeryüzündeki hâlifesi. Halef, Onun adıyla hareket etmesi anlamındadır. Rabbimizin halifesi olmamız, Onun Esmâ’sını tezahür ettirmemizi ifade eder.

İnsan, Kâinat Sultanı’nın tüm isim ve sıfatlarına ayna olmuş câmî bir varlıktır. Kur’ân’da, “Emanet ona yüklenmiştir”1 şeklinde beyan edilen hakikat bu anlamı da ihtiva etmiş olmalı.

Allah’a ve sair iman esaslarına iman, aynı zamanda kâinattaki Esmâ’nın (isim ve sıfatlarının) yansımalarını anlamayı, tefekkürü ve incelemeyi gerektirir. Herbir fen veya sosyal ilmin, bir isme, bir sıfata dayandığı görülür. Meselâ, ilim Alîm; tıp, Şâfî; matematik/geometri, Mukaddir; sanat, Cemil, Sani’; ekonomi, Rezzak, Kerim, Vekil, Kefil, Muktesit, Hakîm’e dayanması gibi. Dolayısıyla her ilim disiplini, her branş, her ilim dalı, Esmâ-i Hüsnâ’nın cilvelerini/yansımalarını yakalamanın bir sonucudur. Dolayısıyla her mükemmelliğin, her ilmin, her fennin yüksek bir hakikati var. O hakikat İlâhî bir isme dayanır. İşte bunun gibi, ekonominin de esası, mâdeni, nûru/ışığı, rûhu imandır. Bu da mârifetullah/Allah’ın Esmâsını (isim ve sıfatlarını) bilmek ve O’na tevekkülün tezahürüdür.

Sosyo-ekonomik gelişmenin ikinci önemli unsuru, “hikmet”tir. Atomaltı yüzlerce parçadan yüz milyarlarca yıldızı barındıran samanyolu topluluklarının yer aldığı galaksiler ve tüm kâinata Rabbimizin Hakîm ismi de hâkimdir.

Hakîm isminin tecellisi olan hikmet, İslâmî literatürde “akıl, söz ve hareketteki uygunluk”; “ilim, adalet ve ahlâkın birleşmesinden doğan değerli sıfat” gibi anlamlara gelir.2 Bediüzzaman, “hikmet” kavramını, her şeyde en hafif sûreti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faydalı şekli takip etme; israftan, anlamsızlıktan ve faydasızlıktan uzak durma; iktisatlı olma gibi anlamlarda kullanır.3 Bu genel yaklaşımdan hareketle hikmeti; “Niyet, plân ve kararda tüm bilimsel verileri kullanarak optimaliteyi arama ve bulma” olarak tanımlayabiliriz. Genel olarak; üretim, tüketim, dağıtım, iş organizasyonu, ferdî ve siyasal ilişkiler, dinî karar ve faaliyetlerde her türlü hevâ, heves, temayül ve kitabî olmayan gelenekten uzak durarak, objektif, tutarlı, aklî, bilimsel ve rasyonel hareket edebilme süreci olarak da değerlendirebiliriz.

Hikmet, aynı zamanda verimli bir üretimi ifade eder. Yani en az girdi ile en fazla hâsılât/üretimi gerçekleştirmeyi öngörür. Dolayısıyla, rahatlıkla ekonominin itici gücünü, altyapısını, yakıtını “iman ve hikmet” teşkil eder, diyebiliriz.

İnançsız da olsa bazı fert ve toplumların ekonomisinin düzgün gitmesi tuhafımıza gitmesin. Kim Rabbimizin Hakîm ismine uyarak çalışırsa kazanır. Kâinat bir tarladır. Allah’ın koymuş olduğu ve Hakîm isminin gerektirdiği yaratılış kanunlarına uyan, Onun tekvinî şeriatına uyuyor demektir. Şeriata uyan kazanır!

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Ahzâb, 72. 2- Geniş bilgi için bkz. Elmalılı H. Yazır, 1979: II/913-929. 3- Lem’alar 310.

01.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Gezinin diplomasideki yeri



Başbakan Erdoğan'ın yılın ilk dört gününde dört ülkeyi (Suriye, Ürdün, Mısır, S. Arabistan) kapsayan seyahatinin diplomaside ne anlama geldiği henüz açıklık kazanmış değil.

Gündemdeki mesele belli: İsrail'in Gazze saldırısı ve Filistinlilere yönelik bombalı katliâmı...

Bu zulme karşı, kişisel bazda olsun, hükümetler katında olsun, mutlaka bir tepki verilmeki gerekiyor. Buna bîgâne kalınmaz; şöyle veya böyle, ama mutlaka herkesin bir şekilde tavrını belirlemesi icap ediyor. Zira temeldeki mesele, insanlık meselesi...

Ne var ki, devletlerin ve hükümetlerin tavrı, fertlerin ve hatta cemaatlerin tavrından farklı olur.

Kişi ve gruplar, bir başka ülkedeki olaylar hakkındaki duygu ve düşüncelerini hiç beklemeden ve ötesini berisini fazla hesaplamadan izhar edebilir. Normaldir. Bunun yadırganacak pek bir yönü de yok.

Ancak, hükümetlerin durumu farklı. Resmî idareciler, şahsî duygu ve düşünceleri ne şekilde olursa olsun, onlar diplomasi lisânıyla konuşmalı ve itidal içinde kalarak plânlı, programlı hareket etmeli.

Ülkeden ülkeye yapılacak her hal ve hareketin diplomasiye dayandırılması gerektiği gibi, aynı zamanda önceden belirlenmiş bir strateji dahilinde hareket edilmesi zarureti var.

Aksi takdirde, gösterilen çabalar boşa çıkabilir, hatta durum tam tersine inkılâp edebilir.

Onun için, devletler bazında sarf edilen mesainin müsbet netice doğurması, yapılan teşebbüslerin hayırlı gelişmelere kapı aralaması için, tehevvürden uzak bir duyarlılık ve rasyonellik içinde hareket edilmesi lâzım ve elzemdir.

Yapılan gezinin, her şeye rağmen yine de hayırlı neticelere vesile olmasını dilerken, sergilenen çabaların diplomasi lisânına bir şekilde ifrağ edilmesi gerektiğini de ilgililere hatırlatmak istiyoruz.

Medya, Kürtçe'de yamuldu

Gazeteler, TRT 6'da başlayan Kürtçe yayınla ilgili manşetten duyurdukları haberde kullandıkları Kürtçe kelime ve tâbirlerde, sözün tam anlamıylı çuvalladı ve sınıfta kaldı.

Hatta, medya bu işte "yamuldu" dahi denilebilir.

Zira, ciddiyetiyle övünen bazı gazeteler bile, TRT 6 için "Hayırlı olsun" demek isterken, Kürtçe "Eğri olsun, yamuk olsun..." anlamına gelen tabirler kullandılar.

Şöyle ki: Başbakanın ağzından "TRT 6 hayırlı olsun" anlamına gelen "TRT Şeş li ser xèrè be" ifadesini, gazetelerin çoğu yanlış olarak şu şekilde kullandı:

* "TRT Şeş bi heyr be"

* TRT 6 bè xerbe"

* TRT Xeş bi xwer be"

...............................

"Xwer" kelimesi, Kürtçe'de "yanlış, eğri, yamuk veya aşağı" anlamlarında kullanılır.

"Bè xerbe" tâbiri ise, "Hayırsız olsun" anlamına geliyor.

Henüz işin başında olduğumuz için, bazı ufak yanlışlıkları hoş görmek, normal karşılamak mümkün. Ancak, mânâyı tam tersine çevirircesine yapılan hataları hoş karşılamak elbette ki mümkün değil.

O halde, bir kelime veya bir tâbiri ya bilerek kullansınlar, bilmiyorlarsa uzmanına danışıp sorsunlar, ya da hiç kullanmasınlar daha iyi.

Zira, bir kelimeyi bilmeden kullanmak, kişiyi bazan çok ağır bir küfür veya hakareti savurmuş gibi bir konuma düşürebilir.

NOTLAR

1) Kürtçe'nin en doğru şekildeki yazılışı, ancak Arap (Kur'ân) harfleriyle mümkün. Osmanlı Türçesini bile doğru dürüst karşılamayan Lâtince harfler, Arabî ve Farisî lisan ve hançereye çok daha yatkın olan Kürtçeyi hiç, ama hiç karşılayamıyor.

2) Kürtçe gramerde kullanılan "X" harfi, Arapça kalın ve dar gırtlaktan çıkan "Hı" nın karşılığı; "W" ise, yine Arapça'daki "Vav"ın karşılığı olarak kullanılıyor.

Tarihin yorumu 1 Ocak 1990

Schengen (Şengen) Antlaşması

Avrupa ülkeleri arasında 1985'te imzaya açılan ve 1 Ocak 1990'da kademeli şekilde uygulamaya başlanan Schengen (Şengen) Antlaşması, üye ülkeler arasındaki sınır kontrollerini kolaylaştıran, hatta yer yer tümüyle ortadan kaldıran bir anlaşma, yahut sözleşmenin adıdır. Sözleşmenin en aktif ve en yaygın şekilde uygulamasına ise, 1992 senesinde geçildi.

Bu anlaşmaya göre, Schengen vizesine sahip olan bir kimse, kapsamı AB sınırları ile paralel şekilde genişleyen çok geniş bir coğrafyada, hemen hiç sınır/gümrük kontrolü engeline takılmadan rahatça ve serbestçe dolaşabiliyor.

İlk etapta (1985) Almanya, Belçika, Fransa, Lüksemburg ve Hollanda arasında imzalanan Şengen Antlaşması, Lüksenburg'a bağlı Schengen kasabasında imzalandığı için bu ismi aldı.

Bilâhare sınırı genişletilen ve yeni üyeleri bünyesinde toplayan Şengen Antlaşması, zamanla AB üyesi ülkelerin hemen tamamı tarafından imzalanarak bugünkü seviyeye getirildi.

Bu anlaşmaya dahil olmayan ülkelerin bir kısmına vize şartı konulurken, bir kısmı için ise, gümrük kapılarında sıkı bir denetim yapılması yoluna gidildi.

Şengen pasaportu sahibi kimseler, kendi ülkesinde bir şehirden bir başka şehre gider gibi, Avrupa ülkelerinin hemen tamamında kolaylıkla seyahata yapabiliyor.

01.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Mazlumların zaferi



Dünkü makalemizde Hz. Musa’nın (as) Firavunla olan mücadelesine yer vermiş, bugün de devam edeceğimizi belirtmiştik.

Hz. Musa’yla (as) Hz. Harun Firavun’a Allah’ı anlattılar, Onun sonsuz kudret ve hikmetlerinden örnekler verdiler. Hz. Musa (as) asasını yere bırakınca yılan oldu, elini koynundan çıkardığında nur saçmaya başladı. Adamlarıyla istişare eden Firavun, onun bir sihirbaz olduğunu iddia etti, tavsiye üzerine memleketindeki bütün sihirbazları toplattı. Sihirbazların attıkları ipler birer küçük yılan olmuştu. Hz. Musa (as) asasını yere bıraktığında ise koca bir yılan olup sihirbazların yılanlarını bir bir yuttu. Yaptıkları sihirlerin bozulmayacağına inanan sihirbazlar Hz. Musa’nın (as) yaptığının bir sihir olmadığını, olamayacağını kesinlikle anlamışlardı.

Bunun üzerine sihirbazların hepsi birden hemen oracıkta iman edip secdeye kapandılar. “Âlemlerin Rabbi olan Musa ve Harun’un Rabbine iman ettik” dediler.

Buna müthiş derecede bozulan Firavun, sihirbazları çaprazvârî hurma ağaçlarına asacağını söylese de iman eden sihirbazlar buna aldırmadılar. Firavun, İsrailoğullarının erkeklerini öldürüp kız çocuklarını hayatta bırakma kararı aldı. “İsrailoğulları Musa’ya, ‘Sen bize gelmeden önce de eziyete uğramıştık, geldikten sonra da’ dediler. Musa ise, ‘Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk eder de yeryüzünde onların yerine sizi hâkim kılar,’ dedi. ‘Tâ ki sizin nasıl ameller yapacağınızı böylece ortaya çıkarsın.’”1

Cenâb-ı Hak Mısır halkını arka arkaya çeşitli musibetlere uğrattı. Her defasında Hz. Musa’ya (as) gelip düzeleceklerini söyleyip kurtulmaları için duâ istediler. Hz. Musa (as) duâ etti, kurtuldular. Ancak bunlar onların yola gelmelerine yetmedi. Bu durumu Kur’ân-ı Kerim, “Üzerlerine azap çökünce, ‘Ey Musa, sana verdiği peygamberlik hürmetine bizim için Rabbine duâ et,’ derlerdi. ‘Eğer üzerimizden azabı kaldırırsan elbette biz sana iman eder ve İsrailoğullarını seninle beraber göndeririz’” dediklerini anlatır. Cenâb-ı Hak buyurur ki: “Helâkleri için tayin ettiğimiz vakte kadar onlardan azabı kaldırdığımızda ise, sözlerinden dönüverirlerdi.”

Zulmedenlerin sonu hakkında ise şöyle buyurur: “Biz de, âyetlerimizi yalanlayıp onlara aldırış etmemekte ısrar ettikleri için onları denizde boğarak cezalarını verdik.

“Onların işkencesi altında horlanıp ezilenleri de, o toprakların pek çok bereketler ihsan ettiğimiz doğusuna ve batısına sahip kıldık. Sabretmelerine karşılık, Rabbinin İsrailoğullarına verdiği güzel vaad böylece yerine gelmiş oldu. Firavun ile kavminin yaptıkları binaları, köşkleri, sarayları ve yetiştirdikleri bağları ve bahçeleri ise harap ettik. İsrailoğullarını sağ salim denizden geçirdik.”2

Başka bir surede Kur’ân, Firavun ve askerlerinin haksız yere büyüklük tasladıklarını ve Allah’ın huzuruna dönmeyeceklerini sandıklarını belirtir, “Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize attık. Şimdi bak, zalimlerin akıbetleri nice olmuştur!” buyurarak bu akibetlerini anlatır.3

Demek Allah mazlumların, ezilmişlerin yanındadır. Zalimlere er geç gerekli cezalarını vermektedir.

Şimdi insaf ve vicdan sahipleri karar versin: Çoluk çocuk demeden attıkları bombalarla nice masum insanın hayatlarına kasteden İsrailliler bugüne kadar yaptıklarıyla acaba Hz. Musa’nın (as) tarafında mı, yoksa Firavun safında mı yer alıyorlar?

Dipnotlar:

1- A’raf Suresi: 129. 2- A’raf Suresi: 134-138. 3- Kasas Suresi: 39-40.

01.01.2009

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Avusturya cephesinden İsrail’e atışlar



Alabildiğine “cepheleşen” dünyamızda, bize de Avusturya cephesinden “atış” yapmak düştü. Bush’un ve Olmert’in atışlarına asla benzemeyen atışlar.

Benzemesinden de Allah’a sığınırız. Bu atışlar hakikaten “akıllı,” hakikaten “nokta” atışı…

“Aman Allah’ım!” nidasıyla söze başlamak bile iç cepheden dış cepheye bir “atış” yapmak değil midir? Ama bundan daha fazla harcamaya ne halim var, ne tâkatim!

Sadece, “Aman Allah’ım” diyorum, Senin, biz insanlar için açtığın bu imtihan meydanı ne kadar içinden çıkılmaz, akıl almaz bir hale geldi!

Ahiret yolu üzerinde kurduğun bu “pazar yeri” ne kadar karmaşık bir hal aldı! Kendi yörüngesinde, emir verdiğin istikamette dosdoğru yol alan bu yuvarlak arzın gittiği istikamet, insanlık adına ne kadar belirsizleşti!

Yörüngesinden çıktı-çıkacak, başını bir seyyareye çarptı-çarpacak gibi geliyor insana! Hele bu “insan” denen mahlûkuna ne oldu ki? “Cin çarptı” diyemem, çünkü insanoğlunun işlediği cinayetler, sergilediği vahşetler karşısında, cinler bile şaşkına dönmüşler, adeta çarpılmışlar. Nerede kaldı ki, onlar çarpsın!

Hem onlar değil miydi ki, bir zamanlar bu âlemin düzenini ve imarını, Sen Zat-ı Zülcelâl Hazretleri, sualsiz hikmetinle ve sınırsız iradetinle onlara tevdi etmiştin.

Bu âlemde saltanat sürmeyi onlara mübah kılmıştın. Lâkin onlar buna lâyık olamadılar, fesat ve bozgunculuk çıkardılar. Böylece, onlar dünyanın sonunu değil, ama kendi sonlarını getirdiler.

Görevden azledildiler!

Biz insanoğlunun azledilişi de dünyanın sonu olacak, dünyanın yerinde artık yeller bile esmeyecektir!

İşte Bakara Sûresi 30. âyet-i celilendeki yüce fermanın: “Yani: Düşün o zaman ki; Rabbin melâikeye hitaben, ‘Ben yerde bir halîfeyi yaratacağım’ dedi. Melâike de, ‘Yerde fesad yapacak, kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın? Halbuki, biz hamdinle Seni tesbih ve takdîs ediyoruz’ dediler. Rabbin de, ‘Sizin bilmediğinizi Ben biliyorum’ diye onlara cevap verdi.”

“Amenna ve Saddakna: Sadakallahül Azim”!

Biz de melekler gibi diyoruz: “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” (Bakara Sûresi, 32)

Zaten bu bilgisizliğimizden, bu cehlimizdendir ki, şaşkınlığımız bu kerteye gelmiştir. En büyük cehlimiz de, kendimizi “bilmişlerden” bilmemizdir. Senin bildirdiklerinle ve öğrettiklerinle amel etmek yerine, kendi heva ve hevesimize tâbi olmamızdır en büyük cehlimiz! Nefislerimizi Firavunlaştırmamızdır, Karunlaştırmamızdır en büyük cinayetimiz! Senin; bizim hayrımız için, dünyamızın imarı ve selâmeti için tâlim ettirdiğin ilimleri ve o ilimlerle elde ettiğimiz medenîyet harikalarını, teknoloji nimetlerini suistimal ederek kendi aleyhimizde kullanmamızdır en büyük dalâletimiz!..

“Aman Allah´ım!” diyorum yine…

Bu yaşlı dünya, tam kemale erdiği bir sırada, böyle cahillerin istilâsına mı uğrayacaktı? Hâlıkının, Rabbinin ve Rezzakının emrine amadelikten bükülmüş sırtında, böyle zâlimleri, gözü dönmüşleri taşımak mecburiyetinde mi kalacaktı ahir ömründe?

İhtiyar dünyamız, gazab-ı İlâhiyenle hiddete gelip sırtındakileri boşluğa fırlatmadan akıllarımızı başlarımıza alacak mıyız? Yoksa... Akılsız başların cezasını sadece ayaklar değil, bütün vücutlar, bütün varlıklar ve bütün insanlık mı çekecek?

Yani “İçimizdeki beyinsizler yüzünden, bizi helâk eder misin, Allah’ım?

Aman Allah’ım, Aman Allah’ım!

Bu nasıl şeytanî bir aldatmaca ki, barış diye diye savaş, hürriyet diye diye diktatörlük yapılıyor!

Afganistan’da ve Irak’ta insanları korumak ve kollamak adına, onların başlarına bombalar yağdırılıyor, dünyaları cehenneme çeviriliyor! Ayaklar altına almak istedikleri tarafından suratlarına ayakkabı fırlatılıyor da, hâlâ bundan bir ders ve ibret alamıyorlar. İsrail’in Ehud Olmert’i, suratında ayakkabı izi olan Bush’a bakarak saldırılarına hız veriyor. Teknoloji ve silâh gücünü elinde bulunduran bir devlet, Gazze’ye hapsettiği masum ve sivillerin üstüne bombalar yağdırıyor.

Ama bu zalimler bilmelidir ki: Her şey bu dünyadan seyredildiği gibi değildir. Bunun bir de görünmeyen yüzü vardır: Dünyaları cehenneme çevrilenlerin akibeti inşaallah ebedî Cennet olurken, saldırgan zalimlerin akibeti ebedî Cehennem oluyor.

Bugün Filistin’de, Gazze’de yapılan katliamlar, hiçbir kılıfa sokulamıyacak kadar dehşet verici bir zulümdür. Adeta teknoloji ve silâh ambarı olan İsrail’in bu katliama karşı dünya kamuoyuna gösterebileceği hiçbir haklı gerekçe olamaz. Ne diyecekler yani? “Silahlı askerimize ve tanklarımıza sapan taşlarıyla saldıran Filistinli çocuklar bizi korkutuyordu” mu diyecekler? Hamas’ı mı bahane edecekler?

Hamas, İsrail’e göre tanımı ve mazisi ne olursa olsun, neticede seçimle iktidarı devralmış bir hükümettir. Bu ise, karşılıklı problemlerin, dünyanın gözü önünde, barış ve diyalog girişimleriyle çözülmesi için ortaya çıkan bir fırsattır. Ama suratına ayakkabı fırlatılan Bush’un karakterinde olan Ehud Olmert, bu saldırganlığıyla, barış ve diyalog istemediğini açıkça ilân ediyor. Zira barış ve diyalog ortamından İsrail’in zararlı çıkacağı hesabından vazgeçemiyor. Diplomatik girişimler sonucunda toprak kaybına uğramaktan korkuluyor. Gasbettiklerini kaybetmek istemiyorlar...

Ey kudreti sonsuz olan Allah! (Celle ve Azze)

İslâmiyet ve insaniyet adına işte halimiz. İşte Filistin ve işte Gazze!..

Orada olup bitenleri dünya görüyor, biz de görüyoruz, ama asıl olan Senin gördüğün ve bildiğindir. Aslolan Senin takdirin ve muradındır. Biz inanıyoruz ki, Peygamberler diyarı olan bu topraklar, bugün oralara zahiren galip olanları ilânihaye sinesinde barındırmayacak, onlara yar olmayacak, yaramayacaktır.

Firavun’un sarayını karıncalara tahrip ettiren, Nemrud’u bir sinekle geberten, Ebâbil kuşları ile Ebrehe’nin ordusunu darmadağın ettiren Kadir-i Zülcelâl, daha nelere kadirdir, nelere!..

Ve işte, gerçek çehreler görünmeye başlıyor yavaş yavaş! Dünyayı cephane haline getirip insanları cephe cephe ayrıştıranlar belli oluyor artık!

Ey zalimler! Siz farkında olmadan dünyayı karşınıza alıp kendinize cephe aldırıyorsunuz!

İşte bu da Avusturya cephesinden!

01.01.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Okuyun ve duâ edin



Filistin’de masum siviller katledilirken ‘huzurlu bir hayat’tan bahsetmek belki abes olacak, ama ne yazık ki her şeye rağmen hayat devam ediyor ve edecek. Yeni yılın ilk gününde, geçen yılın muhasebesini yapabilmek lâzım. ‘Yılbaşı’ bu anlamda önemli olabilir. “Geçen bir yıl boyunca Allah’ı (cc) memnun edecek neler yaptık?” sorusunu sormalı ve aldığımız cevap bizi tatmin ediyorsa sevinmeliyiz. Aksi halde hiç değilse yeni yılda bunu başarabilmek için gayret sarfetmeliyiz.

Pek çok tanınmış kişinin ‘özel doktoru’ sıfatını da taşıyan Prof. Dr. Osman Müftüoğlu, “2009 için altın değerinde on sağlık kuralı”nı (Hürriyet, 29 Aralık 2008) sıralamış. Bu kurallara—genel anlamıyla—itiraz edilecek noktalar olmadığı gibi, bir bakıma ‘vaaz’ niyetiyle bile okunabilir.

Müftüoğlu’nun ‘altın değerinde’ saydığı kuralları özetlemek gerekirse şöyle sıralayabiliriz:

1- İyimserlik en güçlü ilâçtır.

2- Sosyalleşmeyi ihmal etmeyin. (...) Yeni yılda yeni dostluklar, arkadaşlıklar geliştirin. Çoğalın, dostluklarınızı güçlendirmeyi de ihmal etmeyin. Aile bağlarınızı sağlam ve güvenli tutun. Kendinizi evinize, semtinize, şehrinize sıkıştırıp kapatmayın.

3- Beden ve ruh dengesini koruyun. (...) Beden-ruh dengesi, halinize şükretmenizi de kolaylaştırıyor. Bu sebeple yalnız bedeninizle değil, ruh sağlığınızla da ilgilenmeniz, ruhunuzu da korumanız, geliştirmeniz ve beslemeniz gerekiyor.

4- Gerekli vitaminler: Neşe ve mutluluk. (...) Bunun için neşeli biri olmayı, hoşgörülü, keyifli, endişesi az, umudu (...) bol biri olmayı (ve böyle insanlarla birlikte yaşamayı) ilke edinin. Kötümser, endişeli ve sorunlu insanlardan uzak durun.

5- Hastalıklardan korunun. (...) İnsan aklı ne yazık ki beden ve ruhun sağlıklı durumunu idrak edemiyor. Ne zaman ki vücudumuzda bir şeylerin yolunda gitmediğini fark ediyor, ancak o zaman sağlığın önemini, ciddiyetini düşünmeye, konuşmaya başlıyoruz.

6- Beslenme, uyku ve stres önemli. Ne yiyip içtiğiniz, nasıl bir hayat sürdüğünüz, yani “hayat tarzınız” (uykunuz, aktiviteniz, stres yönetimi beceriniz) sağlığınızı belirleyen temel faktörlerdendir. Taze ve temiz şeyler yiyip içmeyi hedefleyin.

7- Zararlı şeylerden uzak durun. Alkol ve sigaranın zararları artık tartışma konusu bile yapılmıyor. Yiyecek ve içeceklerdeki katkı maddeleri, besinlerdeki kirlilikler sağlığınızı en azından uzun vadede bozabiliyor.

8- İnanç dünyanızı güçlendirin. İnançlı insan, aidiyet duyguları güçlü insandır. İnanç ve onun sağladığı aidiyet hissi, güven duygusunu pekiştirir. İnanç duygusu son yıllarda en etkin detoks ilâcı gibi görülüyor.

9- Beyninizi destekleyin. Beyniniz de kaslarınız da aynı temel kural ile yönetiliyor: Kullan veya kaybet! Bunun için beyninize de sık sık egzersizler yaptırmanız, onunla “farkındalık ve değişim yolculuklarına çıkmanızda” fayda var. Okuyun, duâ edin, bulmaca, sudoku çözün, satranç (...) oynayın ve düşünce egzersizleri yapın, iç dünyanıza doğru yolculuklara çıkın.

10- Kilonuzu koruyun.

Sıralanan bu ‘altın kural’lar derinlemesine incelense, ‘hadis meâlleri’yle örtüştüğü ortaya çıkmaz mı? Yani, tavsiye edilen hangi ‘iyi’ şeyin kaynağında İslâm yok ki? “Aile bağlarını sağlam tutun” demek, “Sıla-i rahimi ihmal etmeyin” demek değil mi? Alkollü içkilerin içilmesinin men edilmiş olması tasadüf mü? İslâmın ilk emri ‘ikra/oku’ değil miydi? Hem, “Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” âyet meâli değil miydi? Yeni yılda hem okuyalım hem de bol bol duâ edelim...

01.01.2009

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Ahlâksız savaş



İsrail’in son Gazze katliamını bütün dünya görüyor.Her taraftan abluka altına alınmış sivil Filistin halkına mahiyeti meçhul, vücutta hiçbir yara izi bırakmayan, ama beyni tahrip eden bombalar da dahil her türlü silâhla saldırılar yapılıyor. Filistin tarafından hiçbir ciddî saldırı olmadığı halde, havadan atılan bombalarla yüzlerce insan öldürüldü. Ekmek kuyruğunda bekleyen, okuldan dağılan savunmasız çocuklara bile bomba yağdırılıyor. Ve İsrail hükümet yetkilileri “Savaşımız sürecek!” diye beyanat verebiliyorlar, saldırı görüntüleri Youtube’da yayınlatılabiliyor. Bunun adı kesinlikle savaş değildir. Bu olsa olsa Hitler’i bile arattıran tek taraflı bir katliamdır. Rakibin sivil olacak, çocuk olacak, hasta/yaralı olacak; aylardır süren abluka ve boykot neticesinde ilâçsız, gıdasız, yakıtsız bırakıldığı için takatsiz, dermansız düşecek ve sen kalkıp en dehşetli silâhlarla nereye ve kime isabet ederse etsin bomba yağdıracaksın. Bunun adına da “savaş” diyeceksin! Bu olsa olsa en iyimser tabirle “ahlâksız savaş” olabilir.

Filistin halkının mücadele metodu elbette eleştirilebilir. Silâhla, topla-tüfekle çatışmaya tevessül yerine kalemle, kitapla, irşadla daha emin ve karşıya çok daha az fırsat verecek metotlarla hareket edilmesi sadece Filistin’in değil, tüm İslâm dünyasının başlıca sorunudur. Unutulmaması gereken en önemli unsur, İsrail’in—insanca değil bu tür vahşi ve gaddarca, egoistçe—yaşayabilmesi için kana, gözyaşına ihtiyacı olduğu hususudur. Ortadoğu’ya barış geldiği gün İsrail yoktur artık. Var olmak için terör bahanesi, can güvenliği mazeretine ihtiyacı vardır hep. Karşısında terör gibi yanlış bir eyleme tevessül edecek kişi veya zümre bulamazsa İsrail ne yapıp, ne eder kendi imalatı bir terörist kitle çıkararak kendine saldırtıp yine bu mazeretleri temin eder. Tarihte hep böyle olmuştur.

Filistin halkının son durumu eninde sonunda Mısır’dan huruç eden, Musa (a.s.) ve getirdiği dine inanmış Yahudilerin durumuna dönüşecek; İsrail’in bu günkü durumu da o zamanki Firavun ve ordusunun haline benzeyecek. Arkalarında Firavun ve ordusu, önlerinde Kızıldeniz iki ateş arasında kalan Musa (a.s.) ve kavmi nasıl mucizevî şekilde zulümden ve yok olmaktan kurtulmuşsa inanıyoruz ki Filistin halkı da, dünya milletleri de bu tür ahlâksız barış ve savaş anlayışını uygulayan İsrail’in karşısında beklenmedik şekilde de olsa kurtulacaktır. Çünkü zulüm devam etmez. Kâinattaki ve insanların vicdanlarındaki adalet terazileri bu kadar zulmü çekemez. Bütün dünyanın nefretini kazanmaya doğru giden İsrail’i ABD veya Avrupa veya Asya kıtasındaki gizli dost ve müttefikleri nereye kadar savunmaya devam edebileceklerdir ki?

Maşerî vicdanlarda ve akıl ölçeklerinde sonun başlangıcına doğru giden İsrail ya aklını başına alıp zulümden vazgeçip adaletle muameleye dönerek barış içinde yaşamaya razı olacak, ya da tüm milletlerin nefret tükürükleriyle boğulacak, silleleri karşısında yok olup gidecektir. Tarih içinde zalim ve zalemelere karşı muzaffer olmuş nice mağdur milletlerin durumunu en iyi İsrailoğulları bilir. Yine, kendilerine gönderilen yol göstericileri dinlemeyip sapıtan, haddini aşan kavimlerin başlarına yerin altından ve üstünden, denizden ve göklerden ne tür belâların geldiğini yine en iyi yine İsrail ulusu bilmeli..

01.01.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Saygısızlık...



Yeni yılın ilk gününde dünya İsrail’in sistemli soykırımına seyirci kalırken, gözler Başbakan’ın son Ortadoğu turunda.

Cumartesi gününden beri 60 savaş uçağıyla Gazze’ye füze yağdıran İsrail, okullardan camilere, evlerden caddelere kadar sivil mekânlarda kasten sivilleri hedef alıyor. Saldırılarda can verenlerin yüzde altmışını çocuklar, kadınlar ve yaşlılar oluşturuyor. Amacı belli. Lübnan’da olduğu gibi askerî alanda başaramadığını mâsum insanları katletmekle ulaşmak.

Bu taktikle dünyanın dikkatini çekerek arabulucularla ortalığı yakıp yıktıktan sonra ateşkesi sözde kabul ederek Filistinlileri “suçlu” göstermek, yeni siyasî avantajlar elde etmek. Katliamın üstünü örtmek, işgal edeceği yeni topraklar koparmak…

Dahası Gazzelileri seçtikleri meşru hükûmetleri HAMAS’a karşı isyana sevk etmek. Yanıltıcı propagandayla başta Mısır ve Körfez devletleri olmak üzere Müslüman ülkeleri, Filistin’in barışa yanaşmadığı yalanına inandırmak, dünya kamuoyunu yönlendirmek…

Ne var ki İsrail’in bu “soykırım oyunu” daha baştan sırıtıyor. Başbakan’ın bu ziyaretinin İsrail’i katliam ve zulüm politikasına caydırmayacağının sinyalleri veriliyor.

“İsrail bizi büyük bir hayalkırıklığına uğratmıştır” diyen Dışişleri Bakanı Babacan’ın, geçtiğimiz hafta başında Ankara’ya gelen İsrail Başbakanı Olmert’in “Gazze’ye saldırmayacakları” taahhüdüne rağmen bu denli büyük bir saldırıyı yapmasından, Türkiye ve dünyadan gönderilen yardımları engellemesinden yakınmasına, İsrail’in Ankara Büyükelçisi’nin büyük bir fütursuzlukla “Bildirmek mecburiyetinde değiliz” demesi, “saygısızlığının” ifâdesi…

ONCA DESTEK VE ANLAŞMAYA RAĞMEN…

Esasen Ankara’nın Telaviv’e onca desteğine, ekonomik ve stratejik savunma işbirliğine rağmen İsrail’in Türkiye’yi kaale almayıp Başbakan’ın tâbiriyle “saygısızlığı” ilk değil.

Hatırlanacağı üzere bütün bu işbirliği ve ihâlelerin sürdüğü sırada Başbakan’ın, HAMAS lideri Şeyh Ahmed Yasin’in iki oğluyla sabah namazına giderken katledilmesi tepkisine İsrail hoyratça karşılık verdi. Yerine geçen Rantisi’yi de “öldüreceğim” dedi ve pervâsızca katletti. Peşinden büyük bir pişkinlikle “dostluk ve işbirliği” terânelerine devam etti…

Başbakan’ın, iki milyon Filistinliyi ablukaya alıp gıda, su, ilâç, elektrik ve akaryakıt ambargosunu uygulayan İsrail’e yaptığı “ikaz”a da tepki gösterdi. İsrail Büyükelçi Goby Leby, Ankara’ya “protesto notası” iletti. Bu Telaviv’deki Türkiye Büyükelçisi Namık Tan İsrail Dışişleri Bakanlığına çağrılarak “uyarıldı.”

İsrail, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejât’ın ziyaretinde aynı “saygısızlığı” yaptı. “Yerli medya” 1996’dan bu yana İran`dan Türkiye’ye yapılan ziyareti ve İstanbul’da gerçekleşen enerji işbirliğinin de içinde bulunduğu görüşmeleri, “Anıtkabir’e gidip gitmeme” tartışmaları arasında karalamaya kalkışırken, İsrail Türkiye’nin hükümranlığına müdahâle etti; “Türkiye İsrail’le dostsa İran Cumhurbaşkanı Türkiye’ye ayak basmamalı” türü ilkel, ırkçı ve “dostluğa” yakışmayan saygısızlıklar sergiledi.

Türkiye’nin Annapolis öncesi, İsrail Cumhurbaşkanı Peres’i Abbas’la buluşturup ve ilk defa bir “siyonist lideri” TBMM’de konuşturması “jesti” bir kalemde silindi

Keza işgal altındaki Irak’la komşuları Türkiye, İran ve Suriye’nin, ABD ve İsrail’in destek verdiği bölgedeki terör örgütü PEJAK ve PKK ile mücadele işbirliğini öneren Tahran’la Ankara’nın işbirliğini, bu çerçevede petrol ve gaz mutâbakatını geliştirmesini, İran gazını Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıyacak bir boru hattının döşenmesini açıkça istemedi.

Suriye’deki tesisleri bombalayan İsrail savaş uçakları, yakıt tanklarını Türkiye topraklarına attı. Dışişleri “nota” vermek yerine salt “izâhat”la yetindi, sessiz kaldı. Keza Başbakan’ın “ricâsı” üzerine Kudüs’e giden Türk heyetinin araştırmalarıyla, İsrail hükûmetinin Hârem’üş Şerif civarında İslâm eserlerini tahrip eden kazılara ve yıkım çalışmalarına daha da hız verildi…

KUDÜS-Ü ŞERİF’E VE MESCİD’ÜL AKSA’YA SAYGI…

Şüphesiz İsrail’i bu denli pervâsızlığa iten, son altı yıldır Ankara’nın onca zulüm ve katliama rağmen İsrail’le işbirliği ve anlaşmaları sürdürmesi, yenilerini imzalamasıydı.

AKP’li Murat Mercan, TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı sıfatıyla, İsrail’in Dışişleri eski Bakanı Şaransky’nin başkanlığını yaptığı Adelson Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nün davetlisi olarak gittiği İsrail’de Haaretz gazetesine verdiği demeçte, “Nükleer bir İran’ın Türkiye için de tehdit olduğunu ve İran’a önlemlerin etkili olmasını” önerdi.

Türkiye’nin ve tüm bölgenin nükleer silahlardan arındırılması gereğini dile getirdi. Lâkin “Buna İsrail’in nükleer silâhları da dahil mi?” sorusuna, “İsrail’in ancak kendini tehdit altında hissetmediği zaman nükleer silâhlarından vazgeçebileceği” cevabını verdi!

İsrail’le antlaşmalara yenilerinin eklendiği bu süreçte, Gazze’yi bombalayan, çocukların ve kadınların çoklukta olduğu 350 insanın katledildiği, binden fazlasının yaralandığı katliamda İsrail uçakları, Konya ovası üzerindeki eğitim uçuşları yaptı. Tıpkı İncirlik’ten ve Anadolu’daki diğer üslerden havalanan işgalci Amerikan uçaklarının Müslüman komşu Irak kent ve köylerini bombalaması gibi…

Bundandır ki Ankara, artık “Yahudi lobisi”ne iliştirilmiş “yerli” masonik mahfillerin “Aman İsrail’le ilişkileri bozmayın, aksi halde daha da azgınlaşır” türü örtülü tuzak tehditlere ve telkinlere gelmemeli.

Son bir yılda üç kez Filistin’e büyük saldırı düzenleyen ve fırsat buldukça yüzlerce mâsum sivili, çocuk, kadın ve sivili katleden İsrail’e mutlaka etkili diplomatik yaptırımlar uygulamalı. Başta savunma işbirliği alanındaki askerî işbirliklerini, ekonomik mutâbakatları, enerji anlaşmalarını, silâh ihâlelerini iptal etmeli…

Dörtyüz yıl Osmanlı idâresinde kalan Filistin’e ve İslâm’ın üçüncü mukaddes beldesi Kudüs-ü Şerif’e saygı budur. Milleti oyalamaya gerek yok; zira Filistin’i zulümden, Mescid’ül Aksa’yı işgalden kurtarman başka yolu yok…

01.01.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

2009’a girerken



Yeni bir yıla, bir önceki seneden devralınan ve özellikle son haftalarda daha da derinleşme işaretleri veren sorunlarla ve bunların getirdiği endişelerle giriyoruz.

İsrail’in Gazze’ye yönelik yeni katliam operasyonu, en çok, arabuluculuğa soyunan Türkiye’yi zora soktu. Erdoğan saldırıyı “insanlık suçu” olarak niteledi, ama tepkisi “Arabuluculuk için Olmert’i arayacaktım, vazgeçtim” demekten öteye gitmedi. 28 Şubat’ta hız verilen Türkiye-İsrail ortak proje ve tatbikatları ise tamgaz sürüyor.

Hal böyle iken Erdoğan’ın çıktığı Ortadoğu turu ne işe yarayacak, doğrusu merak konusu.

2008’den intikal eden bir başka önemli problem, dünyayı sarsan küresel krizin bize yansımalarının 2009’da, özellikle de yılın ilk altı ayında daha büyük sıkıntılara yol açacağı beklentisi.

Söylendiği gibi bu kriz önümüzdeki hafta ve aylarda derinleşerek sürer ve 29 Mart yerel seçimi bu ortamda yapılırsa, sandıktan çıkacak sonuçlar siyasî dengeleri de alt üst edebilir mi?

Ve Türkiye, Meclisi de yenileyeceği bir erken genel seçim zaruretiyle karşı karşıya kalır mı?

Böyle bir seçim, dış mahfillerde de şimdiden dile getirilmeye başlanan “AKP inişe geçebilir” öngörülerini doğrular mı? Öyle bir durumda hangi siyasî aktör öne çıkar? Bazılarının arzu ettiği gibi CHP mi, MHP mi, yoksa mevcut siyasî denklemde gözükmeyen başka bir parti mi?

Veya günümüzün siyasî tablosunda beklentilerine karşılık verecek bir alternatif göremediği için sandığa gitmeyerek ya da boş oy kullanarak ifade edilen bir protesto tavrı mı gösterilir?

Gerçi bu son şık bizim seçmenimizin alışık olduğu bir davranış değil ve herşeyin çözümünü demokratik sistem içinde, sandıkta arama prensibiyle pek bağdaşmayan bir “siyasetten ümit kesme” psikolojisini yansıtıyor; ama anketlerde kararsızlar veya “hiçbiri” diyenler de artıyor.

Bu durumu iyi tesbit edip doğru yorumlayarak, halkın talep ve beklentilerine cevap verecek gerçekçi ve tutarlı politikalar geliştirerek alternatifler oluşturmak ise siyasetçilere düşüyor.

Bakalım, 2009, tıkanan 22 Temmuz siyasetini aşacak demokratik alternatifleri getirecek mi?

Geride bıraktığımız senenin son günlerinde patlak veren tartışmalarla daha derin boyutlar kazanan bir başka kriz de yargıda yaşanmakta.

AKP hakkındaki Anayasa Mahkemesi kararıyla başlayan süreç, AKP ve siyasetle birlikte bütün ülkeyi yargı vesayetine soktu. Yargının siyasallaşması ise bu durumu çok daha sıkıntılı bir noktaya getirdi.

İşin bir diğer vahim tarafı; hiçbir tesir altında kalmadan sadece adaleti tecellî ettirmekle görevli ve sorumlu olan yargının bu hale getirilmesi, bizatihî kurumun kendisine de çok zarar vermeye başladı.

Meclisin çıkardığı kanunla kapatılan belediyelerle ilgili tartışmada AYM ve Danıştay’ın birbirine girmesi, dahası AYM içindeki bölünmüşlüğün kutuplaşma noktasına vardığının ortaya çıkması ve bunun etik dışı yöntemlerle açığa vurulması, siyasallaşmanın düşündürücü sonuçları.

Bu tartışmada YSK’nın sergilediği tavır ise, seçmen kütükleriyle ilgili iddiaların bulandırdığı bir ortamda seçime yeni gölgeler düşürdü.

Böylece, cami, okul ve kışla için öteden beri seslendirilegelen “Siyaset girmemeli” söylemine mahkemeyi de dahil etme gereği ortaya çıktı.

Tabiî, yargıda yaşanan bu kriz, AB reformları kapsamında sürekli gündemde olan “yargı reformu”nun bugüne kadar gerçekleştirilememiş olmasının da neticesi. Asker-sivil ilişkilerinde olduğu gibi, yargıda da AB kriterlerine uyum sağlayamayışımızın faturasını bu krizlerle ödüyoruz.

Yargıdan sâdır olan hukuk dışı kararlar cabası.

2008’in son günlerine damgasını vuran bir diğer gündem, Soros desteğiyle yapılan bir “araştırma” ile, toplumun hassas alanlarından birinde, çoktandır pişirilmeye çalışılan laik-antilaik kutuplaşmasının yine körüklenmek istenmesi.

Evvelce de ifade ettiğimiz gibi, AB'den medet umar hale gelen “laikçi azınlık” için bu “araştırma” taze bir takviye destek anlamına geliyor.

Ama bu, işin bir ciheti.

Diğer cihetinde ise, din adına siyaset iddiasının yanlışlığını nihayet kabul ettiklerini söyleyen, ama bu yanlışı “dindarların da siyasette başarılı olabileceklerini ispatlama” söylemiyle devam ettiren kadroların ve onlarla iç içe bazı cemaat yapılanmalarının böyle bir saptırmaya zemin hazırladıkları vâkıası yer alıyor.

2009’a böyle bulanık bir ortamda giriyoruz. Allah yardımcımız olsun.

01.01.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır