"Gerçekten" haber verir 31 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Selim GÜNDÜZALP

İnsana yakışan ümitli olmaktır



Hergün yaklaşık dörtyüzbine yakın insanın dünyaya geldiği belirtiliyor.

Geliyorlar da ne oluyor? Herbiri İlâhî rahmetin kesintisiz yardımını görüyor. Bu rahmet onları hiç terk etmiyor, bir ömür boyu kesintisiz sürüyor.

İnsan işte böyle bir yolcu. Böyle aziz bir misafir. “Ben bu dünyada kimin misafiriyim?” diye aklı başında olan her insan sorar ve sormalıdır. Sevmekten habersizken, bize sevecek bir kalbi kim verdi? Hayattan habersizken, bize hayatı kim verdi? Anlamaktan ve bilmekten habersizken, bize anlamayı ve bilmeyi kim verdi? Bütün bunları tek tek sormalı, cevabını bulmalıdır insan.

Evet, zerre kadar aklı bulunan, bu dünyada kendi varlığının üzerinde hükmeden, sonsuz bir rahmeti ve O’nun Rab isminin, yani terbiye edici fiillerinin tecellisini görür ve şunları düşünür:

Önce kâinat denilen sarayım yapılmış. Dünya beşiğim olmuş. Benim için güneş bir soba, bir lamba yapılmış. Ay ve yıldızlar ise gecemi aydınlatan bir kandil.

Dünya evimin her tarafına ihtiyacım olan su tesisatı döşenmiş. Onsuz bir an olsun yapamayacağım hava nimeti ise, hem konuşmam, hem de nefes alıp yaşamam için ağzımın önüne kadar getirilip konulmuş. Önce evim yapılmış, sonra da ben yaratılmışım. Bir kısmı çerden çöpten yumurta, bir kısmı otlardan süt yapan canlı fabrikalar benim için yaratılmış. Elsiz bir böcek, ipekböceği, benim için çalışıp ipek dokuyor. Arı durup dinlenmeden benim için uçuyor, çiçek çiçek bal topluyor. Ağaçlar benim için meyve veriyor. Her şey benim için ve benden çok önce yaratılmış. En sonunda ise ben yaratılmışım. Hem de arzın halifesi ünvanıyla.

Ne evim, ne bedenim, ne bu dünyadaki hizmetçilerim kendi kendine ve rastgele olmamışlar, evrim geçirmemişler. Her biri ince bir hesapla, ince bir terbiyeden geçirilerek yaratılmışlar. Kendimi, ne şuursuz bir maddeye, ne tabiata, ne de evrime verebilirim. Ben bir kulum. Beni bir su damlasından yaratan yaratmış. Yokluktan varlığa çıkarmış. Ağzıma öyle bir dil, başıma öyle bir akıl, yüzüme öyle bir göz ve sineme öyle bir kalp takmış ki, her şeyin sahibi olmayan ve her şeyi yapamayan bir zat, hiçbir şeyi bana veremez.

Benim Rabbim, ancak her şeyin sahibi ve maliki ve yaratıcısı olabilir. Ben O’nun misafiri ve O’nun kuluyum. Ne verdiyse, her nimet, Rabbimin hediyesidir.

***

Kâinat bir saray, biz içinde misafiriz. Ne insanlar başıboş, ne de bu saray sahipsiz.

Kâinat ise hiç durmadan ve her an değişiyor. Öyleyse bunları değiştiren, varlığı ve sıfatları hiçbir değişikliğe uğramayan bir zat olmalıdır.

İşte insan, bir ömür, binbir sorular içinde bu büyük gerçeğin ya da hakikatin peşine düşer. Yani Yüce Yaratıcının ‘Hak’ ismini arar ve sorar.

Nedir Hak?

“Mutlak Hak, kendi zâtı ile var olan hakikî mevcuttur ki, her hak olan mevcut da hakikatini Ondan alır.”

Bu cümleyi açarsak şunları söyleyebiliriz:

Biz bugün var isek, Allah’ın varlığı ve Mucid (var edici) ismini tecellî ettirmesi sayesinde varız.

Sûretimiz, şekillerimiz var ise, O’nun varlığı ve Musavvir (sûret verici) ismini tecellî ettirmesi sayesinde var.

Cenâb-ı Hakk’ın ‘Vücud’ yani ‘varlık,’ sıfatı gibi, diğer sıfatları da değişmekten münezzeh, mutlak ve sonsuzdur.

Meselâ, zâtî sıfatlarından birisi ‘vahdet’ yani ‘birlik.’ Bu sıfatta da bir değişme düşünülemez. O daima birdir. O’nun kudsî mahiyeti, sonradan yarattığı varlıklara benzemez. Kudreti ve ilmi sonsuzdur. Bunlarda ne bir azalma, ne de bir çoğalma olabilir. Her bir sıfatı da böyledir.

Biz işte böyle bir Allah’ın, böyle Rahman bir Rabbin misafirleriyiz. Dünyadaki görevimiz ise, Allah bizi ne için yaratmışsa ve bizden ne istiyorsa onu bilmek, onu öğrenmek ve onu yerine getirmektir. Akıl için yol birdir. Çünkü, “Allah birdir, O’nun yolu da birdir. Görmez misiniz ki, iki şeyin arasında var olduğu kabul edilen doğru ‘tek’tir. Ama cehalet ve sapıklık yolları çoktur. Nitekim, iki şeyin arasında düşünülecek eğri çizgiler sonsuzdur...” (Kınalızade Ali)

***

Hiçbir şey görüldüğü gibi değil. Fırtınalı kışın arkasındadır bahar. Tırtılda gizlenir o güzelim kelebek. Çile ve ıztırapla gelir insana gerçek huzur.

Ve asla ümitsizlik yoktur.

Rüzgâr kış geceleri şiddetle uğuldarken, ‘filizleneceğim’ diye ürperir küçük bir tohum. Ve onun duâsına cevap gelir, bir gün kocaman ağaç olur o küçücük tohum.

Küçücük bir tohum bile Allah’ın rahmetinden ümitle nasibini alırken, kuşlar ümitle ve tevekkülle her sabah rızıklarını aramak için yola çıkarken, insan da ümidin peşine düşmeli, izini sürmeli. En küçük ihtiyacını dahi rahmeti bol olan Rabbinden istemelidir. En önce de onu tanımalı ve bilmelidir.

İnsana yakışan ümitli olmaktır.

Allah’ın rahmetinden ümitli olmak, başlı başına bir ibadettir. Bu konuda Yüce Allah buyurmuştur ki: “Allah kullarına bol ihsanda bulunandır, O dilediğini rızıklandırır.” (Şûrâ, 19)

Yine Allahu Teâlâ bir başka âyette şöyle buyurmuştur; “Allah, mü’minlere karşı çok merhametlidir.” (Ahzab, 43)

Bir başka âyette ise: “De ki: Ey günah işlemede haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar” (Zümer, 53) buyurmaktadır.

Allah Resûlü’nün (asm) bu âyet-i kerimeyi okuduğunda “O günahın çokluğuna aldırış etmez. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir” buyurmuştur. (İbni Kesir; Tirmizî)

***

Yüce Allah, inancı kuvvetli olan kullarını şöyle tarif eder:

“Onlar ki, bir kötülük yaptıkları zaman ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı zikreder ve hemen günahlarına istiğfar ederler. Hem günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki!” (Âl-i İmran, 135)

Allahu Teâlâ tevekkül sahibi kullarını da şöyle bildirir:

“Onlar ki büyük günahlardan ve kötü işlerden kaçınırlar. Ancak küçük kusurlara düştükleri olur. Rabbin, affı bol olandır.” (Necm, 32)

Allah (cc) Arş’ın çevresinde tavaf eden meleklerin, mü’minler için nasıl istiğfarla meşgul olduklarını ise şöyle haber verir:

“Melekler de Rablerini hamd ile tesbih ederler ve yeryüzündeki mü’minler için mağfiret dilerler.” (Şûrâ, 5)

Rivayet edildiğine göre, Allah Rasûlü (asm) devamlı olarak ümmeti için duâ ediyordu. Nihayet Allahu Teâlâ kendisine şöyle vahyetti: “Resûlüm sen: ‘Hiç şüphesiz Rabbin insanların kötülüklerine karşı çok mağfiret sahibidir,’ (Ra’d, 6) âyetine razı olmadın mı?” (İbni Kesir; İbni Asakir)

“Hiç şüphesiz Rabbin sana istediğini verecek ve sen razı olacaksın” (Duha, 5) âyetinin tefsirinde şöyle denmiştir: Hz. Muhammed (asm), ümmetinden tek kişinin bile cehenneme gitmesine razı olmayacaktır.

Ebu Cafer Muhammed b. Ali (ra.) derdi ki: “Siz ey Iraklılar! Kur’ân’da en ümit verici âyetin: ‘Ey günah işleyerek haddi aşan ve kendine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin’ (Zümer, 53) âyeti olduğunu söylüyorsunuz. Oysa biz, Ehl-i Beyt, Kur’ân’da en ümit verici âyetin: ‘Hiç şüphesiz Rabbin sana istediğini verecek ve sen razı olacaksın,’ (Duha, 5) âyeti olduğunu düşünüyoruz. Çünkü Yüce Allah, Hz. Peygamber’e (asm) kendisini ümmeti hakkında hoşnut edeceğini vaat etmiştir. (Ebu Nuaym; Suyutî)

“Allah’ın peygamberi ve onunla beraber iman edenleri utandırmayacağı bir günde...” (Tahrim, 8) âyetinin tefsirinde şu rivayet nakledilmiştir:

“Yüce Allah, Hz. Peygamber’e (asm) ‘Ümmetinin hesabını görmeyi sana vermemi ister misin?’ diye sordu. Hz. Peygamber (asm): ‘Hayır yâ Rabbi. Sen ümmetim için benden daha hayırlı ve daha merhametlisin’ dedi. Bunun üzerine Yüce Allah: ‘Onlar hakkında seni utandırmayacağım,’ buyurdu. (İbni Ebi’d-Dünya)

Süfyan es-Sevrî: “Ben hesabımın annem ve babama dahi bırakılmasını istemiyorum. Çünkü Allahu Teâlâ bana onlardan çok daha merhametlidir,” demiştir.

Seleme b. Verdâ’nın Enes b. Malik’ten rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

Allah’ın Rasûlü (asm), ümmetinin günahları hakkında Rabbine niyazda bulundu ve: “Yâ Rabbi! Onların hesaplarını bana bırak ki, benden başkası onların kötülüklerinin farkına varmasın,” dedi. Allah ona şöyle vahyetti: “Onlar senin ümmetin ise, benim de kullarımdır. Ben onlar hakkında senden daha merhamet sahibiyim. Onların hesabını kimseye bırakmam ki; ne sen ne de başkası onların günahlarına baksın, farkına varabilsin.” (Deylemi; Suyûtî)

Bir hadiste şöyle rivayet edilmiştir:

“Kul günahlarından tövbe ettiği zaman Allah meleklerine ve günahın işlendiği yerlere onun günahlarını unutturur ve günahlarını hasenâta çevirir. Öyle ki kul kıyamet geldiğinde, yaptığı kötülüklere şahitlik edecek hiçbir şahit kalmaz.” (İbni Asakir, Hz. Enes’ten rivayet etmiştir)

Bu hadiste de yer aldığı gibi, kul günah işlediği zaman Allah, görüp şahitlik yapmasınlar diye onu meleklerden bile gizli tutar.

Bir gün Allah Rasûlü (asm): “Ey affı kerim Allahım!” dedi. Bunun üzerine Hz. Cebrail (as): “Ey Allah’ın Rasûlü, bunun ne demek olduğunu biliyor musun? Bunun mânâsı: ‘O rahmetiyle önce günahları affeder, daha sonra onları keremiyle (cömertliğiyle) iyilik ve sevaba çevirir, demektir,’ dedi. (Zebidi)

Hz. Ali’nin rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyrulmuştur:

“Kim bir günah işler de Allah onun günahını dünyada gizlerse, Allah dünyada gizlediği şeyi ahirette ortaya çıkarmayacak kadar kerem (cömertlik) sahibidir. Kim bir günah işler ve bu yüzden dünyada cezalandırılırsa; Yüce Allah, onu ahirette ikinci kez cezalandırmayacak kadar adalet sahibidir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned)

Bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “Kul bir günah işlediğinde peşinden Allah’a istiğfar ederse, Allah meleklere: Şu kuluma bakın, bir günah işledi ve yaptığı günahı affedecek ve günahtan dolayı kendisini cezalandıracak bir Rabbinin olduğunu bildi; şahit olunuz, ben onu affettim,” buyuruyor. (Buharî; Ahmed b. Hanbel)

Bir kudsî hadiste şöyle rivayet edilmiştir:

“Kul bir çok günah işlese ve günahları gök boşluğunu dolduracak dereceye varsa bile benden mağfiret dilediği ve affımı umduğu müddetçe onu affederim.” (Tirmizî; Ahmed b. Hanbel)

Bir başka kudsî hadiste şöyle rivayet edilmiştir:

“Kulum, yer dolusu günahlarla bana gelse, ben de yer dolusu mağfiretle onu karşılarım. Yeter ki bana hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Müslim; İbn Mace)

Diğer bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Kul günah işlediği zaman, melek altı saat kalemi kaldırır ve günahı yazmadan bekler. Kul, tövbe ve istiğfarda bulunursa, onu yazmaz; aksi takdirde onu bir günah olarak yazar.” (Taberani; Beyhaki)

Bu durum bir başka rivayette şöyle geçmektedir: “Melek, günahını yazdıktan sonra, kul tövbe ederse, amir olan sağdaki melek, soldaki meleğe: ‘Sen onun günahını sil, ben de buna karşılık alacağı on iyilikten birisini siler dokuz sevap yazarım,’ der. Böylece kulun kötülüğü silinmiş olur..”

Denilir ki: Yüce Allah sağdaki meleğin kalbine, soldaki meleğe verdiğinden daha fazla rahmet vermiştir. Ayrıca onu soldaki meleğe âmir yapmıştır.

Denilir ki, kul bir iyilik yaptığı zaman bütün melekler sevinir ve meleklerin sevinci sebebiyle kendisine bir çok sevap yazılır.

***

Enes b. Malik yoluyla gelen uzunca bir hadiste şöyle anlatılmıştır: Efendimiz (asm):

“Kul bir günah işlediği zaman günahı yazılır,” buyurdu; orada bulunan bir Arabî:

“Tövbe ederse ne olur?” diye sordu. Allah Rasûlü (asm):

“Sayfasından silinir,” buyurdu. Arabî aynı soruyu tekrar sordu, Allah’ın Rasûlü (asm) yine aynı cevabı verdi. Adam:

“Bu ne zamana kadar böyle devam eder?” deyince; Allah’ın Rasûlü (asm):

“Kul tövbe ve istiğfarda bulunduğu sürece devam eder. Kul, mağfiret dilemekten bıkmadığı müddetçe, Allah affetmekten bıkmaz,” buyurdu.

Rabbimiz bütün günahlarımızı af ve mağfiret eylesin. Âmin.

31.01.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İslâm’ın bilgi kaynakları ve akıl



Osman Bey: “Muhâkemât’ın başındaki birinci makalenin birinci mukaddimesinde geçen, ‘Takarrur etmiş usuldendir: Akıl ve nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat akıl, âkıl olsa gerektir’ cümlesini izah eder misiniz?”

Resûl-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, Muâz bin Cebel’i (ra) Yemen’e Vali olarak gönderirken sordu: “Ne ile hükmedeceksin?”

Hz. Muâz (ra): “Allah’ın kitabı ile hükmedeceğim.”

“Allah’ın kitabında bulamaz isen?”

“Resûlullah’ın (asm) sünneti ile hükmedeceğim.”

“Onda da bulamazsan?”

“Kolumu bağlayıp durmam! Görüşümle ictihad ederim!” Resûlullah Efendimiz (asm) bu defa:

“Resûlünün elçisini, Resûlünün razı olduğu şekilde hüküm verme tarzına muvaffak kılan Allah’a hamd olsun!” buyurdu.1

Dîn akıl sahiplerine inmiştir ve akıl sahiplerini mükellef kılmıştır. Akıl yürütmek dînimizde teşvik edilmiştir. Fakat şüphesiz akıl âkıl, yani “ilme ve hikmete düşkün, insaflı ve cerbezesiz” olmalıdır.

Bilindiği gibi şer’î deliller, yani İslâmî bilgi kaynakları dörttür. Bunlar: 1- Kitap, 2- Sünnet, 3- İcmâ-i ümmet, 4- Kıyas-ı fukahadır.

Bu delillerden ikisi naklin, diğer ikisi de aklın sahasına girerler. Kitap ve sünnet nakildir. Yani Kur’ân-ı Kerîm ile Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünneti tabiîdir ki, bize nakil yoluyla ulaşmıştır. Bununla berâber, her iki kaynak da akla büyük önem vermiştir. Kur’ân akıl yürütmeye2, düşünmeye3, akletmeye4, tefekkür etmeye5, akıl erdirmeye6 ve ibret almaya7 çok sık atıflarda bulunur. Peygamber Efendimizde (asm), bir saat akletmeyi ve düşünmeyi bir sene nâfile ibâdetten hayırlı saymıştır.

Nitekim, icmâ-i ümmet ile kıyâs-ı fukaha da zaten iki nakil kaynağının akıl ile yorumlanmasından ibâret iki alandır. Bunlardan kıyas-ı fukaha, âlimlerin ve fakihlerin, kitabı ve sünneti yorumlaması demektir. Yani kitap ve sünnette bulunmayan bir hüküm, kitap ve sünnette bulunan benzer bir hüküm ile kıyaslanmakta ve belirlenmektedir. Fakat tek kişinin aklı ve düşünceleri isâbet problemi yaşayabileceğinden, “icmâ” diye ifâde edilen diğer bir delil daha gün yüzüne çıkmıştır ki, bu delil aynı meselede bütün veya ekser akılların kurduğu ittifak ve görüş birliği demektir. Eğer bir meselede bir akıl aykırı görüş beyan eder, ama sâir akıllar farklı bir görüşte birleşirlerse, üzerinde birleşilen görüş mûteber kabul edilir. Ki, buna icmâ denir.—Bu aynı zamanda demokratik bir kuraldır da… İslâmiyet’in ne derece ileri bir din olduğuna dikkat!—Demek eğer bir meselede bütün akıllar, yani ümmet birleşmişse o konuda icma meydana gelmiş demektir.

Anlaşılıyor ki, bilgi kaynaklarımızdan nakil ile bize ulaşan kitap ve sünnet, bilginlerin akıl yürütmelerinden ibâret olan kıyas ve icmâ yolu ile yorumlanmış ve bu gün bildiğimiz hükümlere ulaşılmıştır. Bu gün yaşadığımız hükümlerin tamamına bu yol ile ulaşılmıştır. Görüldüğü gibi, akıl ile nakil iki önemli bilgi kaynağıdır. Fakat konumları ve statüleri farklıdır. Nakil akla malzeme sunmaktadır. Akıl da kendisine gelen malzemeyi yoğurmakta ve yorumlamaktadır. Akıl bu işi yaparken sağlam malzemeye ve sağlam temele oturmak zorundadır. Yoksa hükmü yanlış ve bâtıl olur. Dolayısıyla, aklın kendisine sunulan malzemenin sıhhatinden emin olmak gibi önemli bir sorunu ve sorumluluğu vardır. Malzeme sahih olmadığında akıl önemli bir handikapla karşı karşıya demektir. Nakle mi inanacak, kendi görüşünü mü esas alacaktır?

Kitabın sıhhatinden şüphe duymaya gerek yoktur. Akıl, kitabın sahih olduğundan, Allah’a ait bulunduğundan, Allah’ın kelâmının eksiksiz kitapta toplanmış ve kendisine sunulmuş olduğundan emindir. Fakat akıl, sünnet diye kendisine gelen bilgileri ve nakledilen sâir rivâyetleri mihenge vurmak zorundadır. Bunu yaparken aklın mihengi şüphesiz yine kitap ve sünnettir.

Günümüzde elimizde bulunan Kütüb-ü Sitte başta olmak üzere sahih olduğu bildirilen meşhur hadis kitaplarının hemen hepsinde aynı akıl terâzîsi ile kılı kırk yararak hadisler bir araya getirilmiş ve aklın belirlediği sıhhat ölçülerinde sünnetten malzemeler sunulmuştur. Bununla berâber gerek bu kitaplarda, gerekse sâir rivâyet ve nakil kitaplarında yer alan ve aklımızla çelişen bilgileri aklımız kitap ve sünnetin diğer bilgileri ile ölçer, biçer, yorumlar ve tevil eder.

Üstad Hazretlerinin bildirdiği gibi, akıl ile çelişen bir nakil olduğunda, hemen nakle teslim olunmaması, yani aklın asıl kabul edilmesi ve naklin yorumlanması esastır. Fakat bunun için aklın “âkıl” olması, yani yorumlama ehliyetine sahip bulunması, yani akıllı, insaflı, bilgili, tutarlı, cerbezeden uzak ve isâbetli karar alabilme ve hüküm verebilme ehliyetine sahip olması gerektir ve şarttır.8

Dipnotlar:

1. A’lâmu’l-Muvakkıîn, 1/202; 2. Bakınız: Âl-i İmrân Sûresi: 7; Ankebût Sûresi: 43; Mü’min Sûresi: 54; 3. Bakınız: Ra’d Sûresi: 19; İbrâhim Sûresi: 52; Enbiyâ Sûresi: 67; Zümer Sûresi: 9; 4. Bakınız: Mâide Sûresi: 103; Kasas Sûresi: 60; Talak Sûresi: 10; Zuhruf Sûresi: 3; 5. Bakınız: Ankebût Sûresi: 63; Sâd Sûresi: 29; 6. Bakınız: En’am Sûresi: 32; A’râf Sûresi: 169; Enfâl Sûresi: 22; Yûsuf Sûresi: 109; Nûr Sûresi: 61; 7. Bakınız: Yûsuf Sûresi: 111; Tâhâ Sûresi: 128; Haşr Sûresi: 2; 8. Muhâkemât ve İ. Ve K. Muvâzeneleri, 21.

31.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kul hakkı deyip geçmemeli



“Öyle bir günün azabından korkun ki, o gün hiç kimse kimsenin cezasını hiçbir şekilde kaldıramaz, ödeyemez, yüklenemez, kimseden şefaat kabul olunmaz, kimseden bir fidye alınmaz; onlar hiç kimseden yardım da görmezler.”

Bakara Sûresi’nin 48. âyetinde böyle buyuruyor Rabbimiz.

Kalpte Allah’a ve âhiret gününe iman kökleşmişse, bu dünyada olmasa bile Âlemlerin Rabbinin huzurunda bütün yaptıklarından sorguya çekileceğine, yargılanacağına inanan bir insan nasıl kendine çekidüzen vermez, davranışlarını kontrol altına almaz? Hele hele âyette de belirtildiği gibi hiç kimsenin cezasını hiçbir şekilde kaldıramayacağı, ödeyemeyeceği, yüklenemeyeceği, kimseden şefaat kabul olunmayacağı, kimseden bir fidye alınmayacağı, hiç kimseden yardım görülmeyeceği bir güne inanıyorsa…

İşte bu inanç sahiplerine Allah Resûlü (asm) şöyle sesleniyor: “Kim birinin namusuna veya malına zulmetmişse, dinar ve dirhemin bulunmayacağı o günden [Kıyamet Gününden] önce o kimse ile helâlleşsin. Eğer bu zulmü yapanın salih ameli varsa, zulüm yaptığı miktarda sevaplarından alınır. Eğer yoksa zulmettiği kimsenin günahlarından alınıp ona yükletilir.”1

Bütün mesele inancın kalplere hükmetmesi meselesi. Kanun, polis bir noktaya kadar insanı dizginler. Kanunun, polisin olmadığı yerde kişiyi suç işlemekten nasıl alıkoyacaksınız?

İşte bu noktada inanç devreye girer. “Beni her yerde hâzır nâzır, her şeyi bilen, gören Allah görmekte, Kirâmen Kâtibin isimli melekleriyle iyilik ve kötülüklerimi kaydettirmekte. Gün gelecek bütün yaptıklarımın hesabını vereceğim. Başıboş ve sorumsuz olamam” diye düşünen, yaptıklarının yanına kâr kalmayacağını bilen insan kolay kolay hak hukuk çiğneyemez, kimseye zulmedemez.

Evet, kendini İslâmın potasında eriten bir mü’minin haksızlık yapması, zulme girmesi söz konusu olamaz. Çünkü Allah Resûlü (asm), “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona haksızlık yapmaz, tehlikeye atmaz, tehlikeli bir durumla karşılaştığında da yalnız bırakmaz”2 buyuruyor. Ama inançlar kaybolur veya zayıflayıp etkisiz hâle gelirse insanın yapamayacağı kötülük olamaz.

Demek inancın yerini başka şeylerle doldurmak mümkün değil.

Dipnotlar:

1- Buhârî, Mezalim: 10.

2- Buhârî, Mezalim: 3; Müslim, Birr: 58; Ebû Davud, Edeb: 38; Tirmizî, Birr: 19.

31.01.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Tenkitçilerin mantığı



Yazılarımızın hemen tamamı, muhtelif internet sitelerinde de iktibasen yayınlanıyor. Arama motorlarını kullanarak, sizlerin de bunu açıkça görmesi mümkün.

Bazıları "Olabilir. Normal bir durum. Ne var ki bunda?", vesâire diyebilir.

Bu tarz işlerle meşgul olanlar gayet iyi bilir ki, değişik web siteleri tarafından yapılan bu iktibas meselesinin devamı ve dahası vardır.

Buna birkaç nokta ile açıklık getirmeye çalışalım...

1) Yazılarımızı aynen olduğu gibi iktibas edenler olduğu gibi, kısmen, ya da yazının sadece işine geldiği kısmını iktibas edenler de var.

2) Yazılarımızı, ayrıca yazarının imzasını ve gazetenin ismini hiç zikretmeden de iktibas edenler var. (Bu hususu bir web sitesi moderatörüne hatırlattığımızda, bize aynen şu karşılığı verdi: "Ben sırf hizmet olsun diye yazınızı iktibas etmiştim. Dolayısıyla, sizin imzanızı ve Yeni Asya'nın ismini ayrıca zikretme gereğini duymadım. Madem ki bu usûlü doğru bulmuyorsunuz, o halde ben de sizin yazınızı çıkarıp atıyorum.")

Doğrusu, bu tarz bir anlayışla, dürüst, âdil, hak ve hukuka dayalı bir hizmetin yapılabileceğine bir türlü kanaat getiremiyorum.

3) Web sitelerince iktibas edilen yazılarımızın önemli bir kısmı, ayrıca takdire, tenkide ve yoruma açık tutuluyor. Herkesin bilmesini isteriz ki, biz bundan müşteki değiliz ve yapılan tenkitlerden de asla gocunmuyoruz.

Yeter ki, tenkitler garazla değil, hak namına yapılsın. Yeter ki, tenkit ve yorum adı altında akıl ve mantık ölçüleri berhava edilmesin. Yeter ki, eleştiri ayağına salya–sümük küfür ve hakaretler edilmesin...

Maalesef, bilhassa son günlerde bu tarz seviyesizliklerin adedi çoğalmaya başladı. Bunlardan bir–iki tanesini misâl olarak zikretmekte fayda var.

Muhakeme melekesi nerede?

Şeflik devrinin yalancı ve yaranmacı gazetelerini okumadığı ve diktanın borazanlığını yapan tek kanallı radyosunu dinlemediği için, "Said Nursî, M. Kemal hakkında yanıldı" yavesini yumurtlayan zerzevata verdiğimiz bir cevabî yazıda, ayrıca şu hususu hatırlatmışız: "...Üstad Bediüzzaman, Kur'ân'ın feyziyle ve Resûl–i Ekrem'in (asm) tâlimiyle, (şeflik devrinde) gizli–açık yaşanan gelişmelerden aslında haberdardır."

Yazımızı gûyâ tenkit etmeye çalışan "beyazay" grubundan bir kişi, son olarak gelip yukarıdaki ifadeye takılıyor ve sıraladığı tenkit maddelerinin başına şu münasebetsiz sözleri yerleştiriyor: "Said Nursî vahiy mi almıştır? Yoksa, özel bir casusluk şebekesinin başında mıdır?"

Beyeh, muhakeme melekesesini yitirmiş kişi! Sen "Kur'ân'ın feyzinin, Resûlullah'ın (asm) tâlim ve terbiyesinin" ne mânâya geldiğini bilmiyorsan, bunları vahiy ile karıştırma garabetini sergilemekle de kalmayıp, ayrıca casusluk gibi şeylerle zihnini bulandırıyorsan, bunda bizim suçumuz ne? Esasında, tam da şeflik devrinin zihniyetini yansıtmışsın. Zira, o dönemde açılan mahkemelerde de benzer komiklikler sergilenmiş, benzer şüpheler ortaya atılmış, ancak ellerindeki bütün imkânlara rağmen, dünyalık bir tek delil bulamamışlardır. 1948'deki Afyon Ağır Ceza Mahkemesinin kayıtlarına bakabilirsiniz.

* * *

Yakın tarihe dair yazılarımıza gelen bir başka tenkit yağmuruna ise, "korlervadisi" isimli grubun sitesinde yakalandık.

Aslında, bu grubun üyelerinin çoğu bizi tenkit falan etmiyor; düpedüz küfür ve hakaret yağdırıyor. Biz ise, o küfür ve hakaret dolu sözlerini burada zikretmeyerek kendilerine aynen iade ettiğimizi ifade etmekle yetiniyoruz.

Şuna emin olunuz ki: Bu kimseler "Yakın tarih mahkemesi" serisinde dile getirdiğimiz tek parti devrine dair "Dine müdahale, dindara baskı" ile "Kahramanlar niçin dışlandı?" başlıklı yazılarımıza ilmî, fikrî ve mantıkî mânâda herhangi bir eleştiri getirmiyorlar. Ekseriyetle tekrarladıkları ve hemen bütün söylediklerinin ortak bileşkesini yansıtan yegâne şey, şu bayat ve bayağı sözlerdir: "Seni gidi Atatürk düşmanı. Seni gidi vatan haini..."

Doğrusu, bu gibi kimseleri muhatap alarak onlara ilmî–mantıkî cevaplar vermeyi değil, hiç tevil dahi götürmeyen bu tür zırvalarını tutup doğrudan çöp kutusuna atmayı daha münasip görmekteyiz.

Tarihin yorumu 31 Ocak 1914

Recaizade Mahmud Ekrem

Tanzimat döneminin güçlü yazar, şair ve romancılarından olan Recaizade Mahmud Ekrem, 31 Ocak 1914'te vefat etti.

Ercüment Ekrem Talu'nun babası ve günümüz gazeteci–yazarlarından Umur Talu'nun büyük dedesi olan Recaizade, vefat ettiği esnada Osmanlı Ayan Meclisi üyesiydi.

Recaizade Ekrem, fikir ve edebiyat sahasında meşhûr Namık Kemal ile aynı paralelde hareket ediyordu. Aralarında fevkalâde samimî bir irtibat ve yakınlık vardı. Bu sebepten olacak ki, Namık Kemal, oğlu Ali Ekrem'e (Bolayır) onun ismini vermişti.

Recaizade, Namık Kemal'le tanıştıktan sonra edebiyat dünyasına adım attığı gibi, onun Fransa'ya gitmesi üzerine ise, birlikte neşrettikleri Tasvir–i Efkâr gazetesinin idaresine geçti. Bilâhare, kendisi de birçok şair ve yazara öncülük etme gayretini gösterdi.

"Çok Bilen Çok Yanılır" isimli tiyatro oyunu, "Araba Sevdası" isimli roman kitabı, "Zemzeme" ve "Tefekkür" gibi manzum eserlere imza atan Recaizade, II. Meşrûtiyetin ilânından sonra siyasete girdi ve 1908'de kurulan Kâmil Paşa kabinesinde Maarif Nazırı oldu. Vefat ettiğinde ise, Ayan Meclisi'nde—bugünkü tâbirle—senatör konumunda idi.

31.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

“Aç kapıyı! İnşallah ben geldim!”



Adamın biri, hiç “İnşallah” demezmiş. Mütedeyyin hanımı da, “Bey, ‘İnşallah’ de!” diye ikaz edermiş. Birgün bey, tarla-çarşı-pazara gidecek olmuş.

“Hanım, ben tarlaya gidiyorum, akşama dönerim” demiş. Hanımı da yine, “Bey ‘İnşallah’ de” diye hatırlatmış. “Hava gün-güneşlik, ne diye ‘İnşallah’ diyeyim, gidip gelirim” demiş...

Bir müddet sonra öyle bir fırtına çıkmış ki, ıslak ve yorgun argın halde, gece yarısı kapıyı çalan beye, hanımı seslenmiş:

“Kim o?”

“Aç hanım, aç, İnşallah ben geldim, İnşallah ben geldim!”

***

Bir soru: “Çoğu zaman ‘İnşallah’ (Allah dilerse) demeyi unutuyoruz. Hattâ, yapmayacağımız, şüpheli şeyler için ‘İnşallah’ deriz. Bir arkadaşım, ‘İnşallah’ demenin farz olduğunu söyledi; öyle midir?”

Cevap: Şüphesiz ki, her şey Allah’ın dilemesiyle olmaktadır. Biz, kendi dünyamızda dahi, kendi irâdemizle yaptığımız işlerin herbirisinin, yüzde birisinden bile haberdar değiliz.

Meselâ, ekini sadece tarlaya ekeriz ve biçeriz, gerisine karışmayız, karışamayız. Yemeği ağzımıza koyarız. Ama, nice hayretengiz ve mükemmel faaliyetler dönmektedir, hiçbirinden haberdar değiliz. Müdâhele etme imkânımız da yok.

Kâinatta, atomdan yıldızlara, kanunlara kadar her şey çok ince ve hassas bir nizam ve intizamla yaratılmıştır. Elbette, o faaliyet ve hareketler, Allah’ın dilemesiyledir. Çünkü, akılsız, şuursuz atomlar, yıldızlar, kanunlar iş göremezler.

Biz şuûrlu insanların vazifesi, bu incelikleri fark ederek, her işimizin Allah’ın dilemesiyle olduğunu bilip “İnşallah” dememizdir. Zira, Kur’ân, gelecekte plânladığımız, yapmayı düşündüğümüz işler için “İnşallah” dememizi emrediyor:

“Hiçbir şey hakkında ‘Yarın bunu muhakkak yapacağım’ deme. Ancak, ‘İnşallah’ deyip Allah’ın dilemesi şartına bağlarsan müstesnadır. Unuttuğun zaman da yine, Rabbini an ve ‘Umulur ki Rabbim beni bundan daha hayırlı ve doğru yola eriştirir’ de.”1

Eğitim ve terbiye yolu ile kendimizi “İnşallah” demeye alıştırmamız gerekiyor. Adeta, bu, meleke hâline gelmeli, belki otomatik olarak ağzımızdan dökülmeli.

Yoksa, her seferinde “İnşaallah ben geldim!” demeye mecbur kalırız.

Dipnot:

1- Kur’ân, Kehf, 23-24.

31.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yanına kâr kalmasın



Gazze’de yaşanan dramı tam anlamıyla kavrayabildiğimi söylemek hayli zor. “İsrail saldırdı, bazı binaları yıktı... Bu arada ‘binbeşyüz’e yakın kişi katledildi. Beş bin civarında da yaralı var...” şeklinde düşünüyorsak hadiseyi kavrayamadığımız anlaşılır.

Belki ifade edilen rakamlar bu şekilde özetlenebilir, ama “Şu anda ‘savaş’ sona ermiştir” diyebilir miyiz? Büyük ölçüde İsrail denetimindeki ‘medya’dan dünyaya ulaşan bilgilere bakılırsa Gazze’de savaş sona ermiş değil. Belki bir ay önceki gibi her gün bombalar, füzeler Gazze’ye gönderilmiyor; ama en temel insanî ihtiyaçlar da karşılanamıyor.

Hâl-i hazırda Gazze, ‘büyük, açık bir cezaevi’ konumunda. Çünkü dört bir yandan İsrail tarafından ‘muhasara’ altına alınmış durumda. Sınırlar yine kapalı... Başta Türkiye olmak üzere dünyanın her tarafından Gazze’ye yardımlar sürüyor, ama bu yardımların ulaşması bile mesele. Hatırlanacağı üzere geçen günlerde Türkiye’den giden bir yardım heyeti, Mısır tarafından Gazze’ye sokulmamıştı. Başka ülkelerden gelen yardımlara müsaade edildiği halde, özellikle Türkiye’den giden yardımlar engellenmeye çalışılıyor. Bunda her halde Türkiye’nin Osmanlı’dan miras aldığı ‘sahibiyet’ duygusunun tesiri vardır. Gerek İsrail ve gerek başka bazı ülkeler, Türkiye’nin bölge ile yakından temasını istemiyor.

Belki farklı bir tavır beklemek ‘hata’dır, ama Davos Toplantılarında da görüldü ki İsrail bütün dünyanın rağmına “yüzde 100 yanlış”ta ısrar ediyor. Neredeyse bütün dünya İsrail’in ‘yanlış’ yaptığını ve hatta ‘savaş suçu’ işlediğini ifade ediyor, ama İsrail bütün bu suçlamaları duymazdan geliyor. Üstelik, her zamanki tavrıyla “Hem dövüyor, hem de ‘Eyvah, biri beni tokatlıyor’” tavrını sergiliyor.

Dünya ülkeleri, İsrail’in anlattığı dilden konuşmaya ve onu ‘yüzde 100 yanlış’ olan bu tavrından vazgeçirmeye mecburdur. Aksi halde yaptıkları yanında ‘kâr’ kalmış olur ki bu yolla ne Ortadoğu’ya, ne de dünyaya barış ve sükûnet gelir.

Kullanılması ‘savaş suçu’ sayılan “fosfor bombaları”nı İsrail Gazzelilerin üzerine atmadı mı? Ki, İsrail yöneticileri bunu inkâr etmiyor, aksine “Ben ne istersem onu yaparım” tavrını sürdürüyor. Peki, yarın bir gün başka bir ülke de bu bombaları siviller üzerinde ‘deneme’ye kalksa dünya ülkeleri nasıl karşı çıkacak? Çıksa, inandırıcı olabilecek mi?

ABD’nin yeni Başkanı Barack Obama, İslâm ülkeleri nezdinde ülkesinin itibarını kazanmak istiyorsa ilk fırsatta ‘haşarı çocuğu’ İsrail’in kulağını çekmeli. İsrail’in yanlışta ısrar etmesi, bir yönüyle de Amerika’nın hanesine yazılıyor. Amerika bu yanlışlara ‘dur’ demediği sürece, İsrail’in hatalarını savunmaya devam ettiği müddetçe İslâm ülkeleri nezdindeki itibarını düzeltemez.

Birileri Obama’ya bu gerçeği anlatmalı ki; dünyanın Amerika’ya kızgınlığının bir sebebi Bush yönetiminin hataları ise, ikinci sebebi de İsrail’in yaptıklarıdır. İsrail, ABD eliyle ‘sınırları içine’ çekilebilirse bundan en fazla menfaat sağlayacak olan ülkelerden biri de Amerika olur.

Hiç kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz ve kalmamalı. Hele hele İsrail’in...

31.01.2009

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

Kükredi, peki dik duracak mı?



Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ‘Kasımpaşalılığını’ Davos’ta da gösterdi ve İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres’e milyonların gözü önünde kükredi.

Başbakan’ın Davos’ta düzenlenen Gazze Paneli’nde BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun, Arap Birliği Genel Sekreteri Amr Musa ve onlarca seçkin izleyici önünde önce oturum yöneticisi kurt gazeteci David Ignatius’a sonra da, daha çok yakın zamanda Gazze’de yüzlerce masum sivilin ölümünden sorumlu olan İsrail’in en yüksek noktadan temsilcisi ‘kurt diplomat’ Devlet Başkanı Şimon Peres’e ağzının payını vermesi Türkiye’de ve İslâm dünyasında sevinçle karşılandı ve Başbakan’a yerel seçimler öncesi ciddî bir artı puan sağladı.

Başbakan’ın sinirine hakim olamayan, ağzını tutamayan ve çabuk köpüren bir tarafı olduğu hepimizin malûmu. Bunu artık dünya kamuoyu da öğrenmiş oldu. Zira Başbakan da Davos’ta terk ettiği panelin ardından düzenlediği basın toplantısında “yumuşak başlıyım fakat uysal koyun değilim” diyerek bu mesajı herkese vermiş oldu.

Aslında Başbakan’ı normal diplomatik ortamlarda “skandal” olan ve kriz sebebi sayılabilecek böylesi bir tepki vermeye tahrik eden bizzat Şimon Peres’in tavırları, söylemleri ve David Ignatius’un moderasyon zaafları oldu. Erdoğan, son bir aydır Gazze işgali sırasında sert söylemini her defasında sürdürmüş ve İsrail’e karşı dünya kamuoyunda en açık tepkileri veren başbakan olarak agresif bir grafik sergilemekteydi.

Davos’taki panelde bütün konuşmacıların İsrail’e yüklenmesi üzerine söylemini sertleştiren Şimon Peres tutup aralarında kadın ve çocukların da olduğu yüzlerce insanı öldürmelerini sert ve yüksek sesle savununca ve bunu alışık olunmadık bir şekilde direkt Başbakan’a dönerek, parmağını uzatarak yapınca Başbakan’a da cevap hakkı doğdu. Zaten Peres’e kıyasla kendisine yarı yarıya konuşma hakkı verilen Erdoğan, söz istedi ve zorla da olsa sözü devraldı. Peres’e ‘çok sert’ sayılabilecek şeyler söyledi. Gerçi bunlar zaten katil olan birine söylenmiş ‘sen katilsin’ kabilinden sözlerdi ve Peres bunların fazlasını da hak ediyordu. Ancak oturumu yöneten Ignatius’un bizzat Başbakan’a dokunarak ve sözünü keserek müdahale etmesi bardağı taşıran son damla oldu ve Başbakan da haklı olarak oturumu terk etti.

Şimdi kimileri Başbakan’ı diplomatik üslûbu dikkate almadan konuşmakla suçluyor ama evvelen ve bizzat diplomatik üslûbu terk eden katil devletin başkanı Şimon Peres’ti. Bu açıdan Başbakan Türkiye’nin cevap hakkını kullanmış ve milyonlarca insanın gönlünden geçenleri Peres’e söylemiştir.

Buraya kadar her şey biraz aşırı da olsa, olması gerektiği gibiydi. Ancak bizler Başbakan’ı çok iyi tanıyoruz. Gerek iç siyasette gerekse dış politikada daha önceleri de defalarca efelik yapmış ancak sonraki tavırları genelde ‘çark etmek’ kabilinden olmuştur. Lâkin İstanbul’a dönüşünde binlerce kişinin kendisini havaalanında karşılaması üzerine “Dik durduk ve dik durmaya da devam edeceğiz” demiştir Başbakan. Şimdi mühim olan bu duruşunu devam ettirmesi ve İsrail’e karşı somut yaptırımları yapabilecek cesareti de göstermesidir. Ancak bundan daha önemlisi Başbakan’ın, Türkiye’nin Filistin sorunu konusunda masadaki yerini muhafaza etmesi gerekmektedir. Bu çıkışıyla Hamas’ı savunmadığını, Filistin’i savunduğunu, insanlık adına endişe ettiğini ve hâlâ çözümden yana olduğunu göstermesi gerekmektedir. Bundan sonra Başbakan’ın Orta Doğu sorunları konusunda aktif politikası devam edecekse, Türkiye’nin yapıcı denge rolünü bir tarafa atması mümkün değildir. Türkiye bu meselede ne İran ve Suriye gibilerinin durumuna, ne de sessiz Arap ülkelerinin durumuna düşecek bir ağırlıkta ve pozisyondadır. Türkiye, Filistin sorununu sahiplenen ve çözüm odaklı yaklaşan bir ülke olarak ağırlığını muhafaza ederek, insanlık ve İslâmiyet namına olaya yaklaşmalı ve üzerine gitmelidir.

Aksi halde podyumda kükreyen, minderde altta kalan duruma düşer ki, bu da Türkiye’nin dünya nezdindeki itibarında onulmayacak yaralara sebep olabilir. Dileriz Başbakan fevri çıkışlarda bulunurken işin bu taraflarını da düşünecek feraset ve ileri görüşlülüğe sahiptir. Yoksa bugün “Benim için Davos bitmiştir” dediği gibi yarın “Benim için IMF bitmiştir, benim için AB bitmiştir, benim için BM de bitmiştir” derse bu sefer “Benim için politika da bitmiştir” demek zorunda kalır. Bizden söylemesi...

31.01.2009

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Dünyayı yeniden biçimlendirmek!



Bütün dünyayı sarsan küresel ekonomik krizin gölgesinde İsviçre’nin Davos kasabasındaki toplantıya Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in yüzüne karşı “Siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” sözünü söyleyip toplantıyı terk etmesi damgasını vurdu.

Dışişleri Bakanlığı, Başbakanlık, şimdi de cumhurbaşkanlığı yapan 85 yaşındaki Peres, belki de hayatı boyunca böyle bir tepki ile karşılaşmamıştı. İsrailliler için hiç de alışık olmadık bir durumdu bu. Başbakanları Bush’u giderayak azarlamamış mıydı?

Peres, dünyanın gözünün içine baka baka yalan söyleyip, ölen Filistinli çocuk, yaşlı ve kadını görmezden gelerek, Gazze’de yaşananlardan Hamas’ı sorumlu tutması ve adeta azarlarcasına Başbakana, “Eğer İstanbul’da roket saldırıları olsa siz ne yaparsınız?” diye sormasının bir cevabı olması gerekiyordu.

Erdoğan gereken cevabı verdi. Bir Türk başbakanına yakışanı yaptı. Müslüman âleminin yüreğine adeta su serpildi. Belki, söylendiği gibi, diplomatik kurullara uymuyordu, zaten Erdoğan da böyle bir kaygısının olmadığını, havaalanında toplanan insanlara da söyledi.

Yüzüne karşı “Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi biliyorsunuz. Plajlardaki çocukları nasıl öldürdüğünüzü, nasıl vurduğunuzu çok iyi biliyorum” denilen Peres’in Erdoğan’ı arayıp, Türkiye’nin ne kadar önemli bir ülke olduğunu söylemesi ve peşinden de “Dostlar zaman zaman kendi aralarında tartışabilirler. Kendimi Türkiye’nin ve Erdoğan’ın dostu olarak görüyorum” demesinin ardında neler yattığını bilemiyoruz. Bir Yahudi taktiği mi, dünyaya bir mesaj mı? Yoksa bir insan kendisine bu kadar ağır konuşulduktan sonra dönüp de “Siz benim dostumsunuz” diyebilir mi? Çünkü hiçbir zaman samimî oldukları görülmemiştir. Bu mu diplomasi dedikleri?

* * *

Aslında 28 Ocak’ta başlayan ve yarın bitecek Davos Forumu’nun konusu “kriz sonrasının dünyasının biçimlendirilmesi”ydi. Foruma katılanlar dünyanın bu ekonomik krizden nasıl çıkacağını tartıştılar, dünyayı biçimlendirmenin formüllerini aradılar.

Türkiye’de yaşanan ekonomik kriz de artık kendisini iyice gösteriyor. Fabrikaların kapısına kilit vuruluyor, işsizlik oranı resmî rakamlara göre yüzde 10.3’lere çıkmış. Ancak gerçek rakamlara bakıldığında yüzde 17’leri geçmiş durumda. Ocak ayında dört kişilik bir aile için açlık sınırını 736, yoksulluk sınırını 2 bin 396 TL olarak hesaplandı. Önümüzdeki hafta Meclis’in gündemine getirilecek “kısa çalışma ödeneği”yle ilgili yasa tasarısı bir nebze olsun hem işverenleri, hem de çalışanları rahatlatacaktır. Ancak yeterli olmayacağı ortadadır.

Türkiye krizi açmak için IMF’ye toplantılara, Davos toplantılarının başlandığı günlerde ara vermişti. Erdoğan Davos’a giderken, IMF ye “sert mesajlar” vermiş, “Her gün yeni maddeler geliyor. Bu nedenle bir hassasiyet oluştu. Çünkü bir yola çıkarken bu antlaşmanın içeriğinde neler varsa bunlar bellidir” demişti. Erdoğan, Davos’ta IMF Birinci Başkan Yardımcısı John Lipsky ile yaptığı görüşmenin ardından “çok çok faydalı olduğu” belirterek, çözüme yönelik bir yaklaşım gördüğünü ve IMF ile neticeye yakın olunduğunu söyledi.

Erdoğan, Kafkasların ve Orta Asya’nın stratejik ve ekonomik geleceğinin tartışıldığı “Büyük Oyun Yeniden” panelinde de konuşmuştu. Bu toplanın ismi neden “büyük oyun” oldu? Bu oyun neydi? Orta Asya ve Kafkaslar da hangi oyunlar plânlanıyor? Türkiye bu oyunun neresinde rol alacak? Şimdilik bütün bunlar konuşulmuyor.

Anlaşılan o ki, dünya yeniden biçimlendiriliyor.

Haberiniz ola…

31.01.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

AB için siyasî irade



Dört yıldır ek görev olarak koltuğu altında taşıdığı başmüzakereciliğin kendisinden alınıp Egemen Bağış’a verilmesinden rahatsız olduğu ve AB sürecindeki “ağırlığı”nı hissettirmeye devam edeceği öne sürülen Dışişleri Bakanı Ali Babacan, 2009 için herkesin seslendirdiği “kritik yıl” yorumunu tekrarladıktan sonra AB reformları için şöyle konuşmuş:

“Reformlar açısından siyasî irade sorunu yok. Ancak bürokrasi reformları sahiplenmezse uygulamada sorun olur.” (Sabah, 27 Ocak 2009)

Ve bu iki cümlede tam üç sorun var.

Biri, siyasî irade konusu. Burada gerçekten Babacan’ın dediği gibi herhangi bir sorun bulunmadığı söylenebilir mi? Eğer öyleyse dört yıldır niye reformlar için yeni bir adım atılmadı?

Reformların yavaşladığı eleştirilerini kabul etmeyip öfkeli bir üslûpla reddederek bugünlere gelen Başbakan son Brüksel ziyaretinde, 2007 ve sonrasında üç seçim kendilerini meşgul ettiği için “biraz” gecikme olduğunu ve bunu yerel seçimlerden sonra telâfi edeceklerini söyledi.

Ama aylarca sürüncemede kaldıktan sonra nihayet yürürlüğe giren ulusal programın yıl sonuna kadar tamamlanması öngörülen maddelerinde siyasî reformlar değil, ekonomi ağırlıkta.

Bu tercihin, içinden geçmekte olduğumuz ve giderek ağırlaşan ekonomik krizle irtibatlı olduğu düşünülebilir belki, ama alâkası yok. Ve faraza öyle bile olsa, demokratikleşme için atılması gereken adımları ertelemenin gerekçesi olamaz.

Tersine, Türkiye bugüne kadar tam bir demokratikleşmeyi başaramadığı için diğer alanlar gibi ekonomideki problemlerini de çözemiyor.

Onun için, her hal ve şartta önce demokrasi.

Maalesef siyasî irade ya hâlâ bu gerçeğin farkında değil veya kapatma dâvâsıyla kısıldığı kapanın içinde bunun gereğini yerine getiremiyor.

Dolayısıyla, “Reformlar açısından siyasî irade sorunu yok” sözü, fiilî gerçeklerle örtüşmüyor.

Babacan, bürokrasinin reformları sahiplenmemesi kaygısını da dile getiriyor ki, sözünü ettiği sorunun irdelenmesi gereken iki yönü var.

Biri; AKP’nin tek başına iktidarının yedinci yılında dahi bürokratik direnişten söz edilebiliyorsa—ki yakınlarda Erdoğan’ın da yine bürokratik oligarşiden yakındığını hatırlıyoruz—o zaman şu noktanın aydınlığa kavuşması lâzım:

Üst düzey bürokrat atamalarının Sezer döneminde Köşk vetosuna takılması engeli, Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle ortadan kalktı. Hükümet buna rağmen bürokrasiye söz geçirememe endişesi taşıyorsa, bunun izahı ne olabilir?

İktidarın, bir buçuk yıldır kendi tercihine uygun şekilde belirleme imkânına sahip olduğu bürokrasinin reformları sahiplenmemesinden kaygı duyduğunu açıklaması tuhaf olmuyor mu?

Konunun diğer boyutunu ise, rutin atamaların ötesinde, devlet içinde yapısal bir temele dayanan “derin bürokrasi” oluşturuyor. Ve oradan kaynaklanan direnişi aşmanın tek çaresi, AB eksenli demokratikleşme reformlarını gündemin en baş sırasında tutan ve eksilmeyen bir kararlılıkla harekete geçirmeye devam eden bir irade.

Bu noktada yapılması gerekenlerin başında, çeyrek asrı aşkın zamandır Türkiye’yi sıkboğaz eden 1982 ihtilâl anayasasını tümüyle ıskartaya çıkarıp, AB kriterlerinde ifadesini bulan çağdaş hukuk ve demokrasiye uygun yeni bir anayasayı bir an önce yürürlüğe koyma zarureti geliyor.

Böyle bir anayasa ile, AB’nin ısrarlı takipçisi olduğu “asker üzerinde sivil kontrol” ve “köklü bir yargı reformu” başarılmadan, derin bürokrasi kaynaklı direniş aşılıp etkisiz kılınabilir mi?

Evet, AKP iktidarının ilk iki yılında AB kriterleri çerçevesinde bazı reformlar gerçekleşti. Ama arkası gelmeyince yapılanlar yarım kaldı. Ve bu durum, pusuda bekleyen statükoya, bulduğu ilk boşluktan istifadeyle tekrar çullanma fırsatı verdi. Son iki yılda yaşananlar, bunun neticesi.

Yol açtıkları hasarın tamiri ve AB ufkunun yine açılması için, siyasî iradenin tazelenmesi şart.

31.01.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır