"Gerçekten" haber verir 22 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Selim GÜNDÜZALP

Ümit ve korku dengesi



Allah’ın Rasûlü (asm) sahabelerle sohbet ederken:

“Eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız” (Buharî; Müslim) buyurdu. Bunun üzerine gökten Cebrail (as) geldi ve Rasûlullah’a: “Allahu Teâlâ: ‘Neden kullarımı ümitsizliğe sevk ettin?’ buyuruyor,” dedi.

Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü (asm) sahabelerin yanına geldi, kendilerine Allah’ın rahmetinin genişliğini anlattı ve onları ümit sahibi olmaya teşvik etti. (Taberi; İbni Kesir)

Bir meşhur hadiste şöyle buyurulmuştur:

“Eğer günah işlemeseniz, Allah günah işleyen bir kavim yaratır, daha sonra kendilerini affeder.” (Tirmizî; Beyhaki)

Bir başka rivayette:

“Allah sizi dünyadan alır, yerinize günah işleyen ve O’nun da mağfiret edeceği bir kavim getirir.” (Müslim; Tirmizi)

Çünkü Allah, Gafur ve Rahîm’dir. Yani mağfiret etmek ve merhamette bulunmak O’nun yüce sıfatlarındandır. Öyleyse bu sıfatlarının tecellisi için günah işleyen kimseler gerekmektedir ki, bu sıfatlarını onların üzerinde icra etsin.

Bu mânâda İbrahim b. Edhem’in şu sözü nakledilmiştir:

Karanlık ve yağmurlu bir gecede tavaf ederken, Mültezem’de kapının yanında durdum ve Allah’a şöyle duâ ettim: “Allah’ım! Beni bütün günahlardan muhafaza et; öyle ki sana hiç isyan etmeyeyim.” Bunun üzerine Beytullah’ın içinden bana şöyle bir ses geldi: “Ey İbrahim! Sen benden ismet sıfatıyla bütün günahlardan korunmayı istiyorsun; bütün kullarım da bunu istiyor. Eğer hepsini günahtan korursam, rahmetimi kime ihsan edeceğim ve kimi affedeceğim?”

Bir hadiste, Allah Rasûlü (asm):

“Eğer hiç günah işlemeseniz; sizin için günahlardan daha kötü bir şeyden korkarım” buyurdu. Kendisine:

“Nedir bu korktuğunuz şey?” diye sorulduğunda: “Ucup (kendini ve ibadetini beğenmek)tir” buyurdu. (Beyhaki)

“Amel ediniz, amelinize sevininiz. Bununla birlikte biliniz ki, hiç kimseyi ameli kurtaramaz.” (Müslim; Ahmed b. Hanbel)

Başka bir hadiste Allah’ın Rasûlü (asm):

“Sizden birinizin ameli onu ne Cehennemden kurtarabilir, ne de Cennete koyabilir” buyurdu. Ashab:

“Sizi de mi koyamaz?” diye sorunca, Hz. Peygamber (asm):

“Evet beni de koyamaz. Ancak Allahu Teâlâ beni rahmetiyle kuşatıp ihsanı ile Cennete koyacaktır” buyurdu. (Buharî; Müslim)

Hz. Peygamber’in (asm) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Ben şefaatimi ümmetimden büyük günah işleyenler için sakladım.” (Buharî; Müslim)

Başka bir rivayette:

“Siz şefaatimin (sadece) dindar ve günahtan temiz olanlara ait olduğunu mu düşünüyorsunuz? Hayır o, ümmetimden hata ve günahlara bulanmış kimseler içindir.” (Ahmed; Heysemi)

Allah’ın Rasûlü (asm) Muaz b. Cebel ve Ebu Musa el-Eş’arî’yi Yemen’e vali olarak tayin ederken onlara bazı tavsiyelerde bulunarak şöyle buyurmuştur:

“Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” (Buharî)

Mü'minin Allahu Teâlâ’nın kullarına olan cömertliğini, gizli açık sonsuz ihsanlarını bilmesi, onu Allah’tan bir şey beklemekten alıkoymaz; rahmetini ümit etmekten ve zâtına güzel zan ile yönelmekten gevşetmez. Mü’minlerin Yüce Allah’ın azametini bilmeleri onların İlâhî korkusunu kuvvetlendirip kendilerini Allah’ın rahmetinden ümit kesmeye de sevk etmez. Çünkü kendisinden çekinilen zât, aslında onların gerçek sevgilisidir. Allah’a muhabbetleri, onları Yüce Allah’a ısındırır ve kendilerine ümit verir. Allah’ın azamet ve heybeti ise onları ürkütür ve korkutur. Onların azamet-i İlâhiyeden korkularında bir lezzet bile vardır. Onlar, İlâhî sevgi içinde zevklenirken aynı zamanda bir korku da yaşarlar. Yani onlar korku ve muhabbet arasında denge içindedirler. Yüce Allah’ın kendilerine verdiği bir kuvvet ve ilim sayesinde temkin sahibidirler. Bunun dışındaki hal ve tavırların içine girmezler.

Çünkü onlar bilirler ki Allah, bütün sıfatlarında kemal sahibidir; hiçbir sıfatında eksiklik yoktur. Rahmet ancak ilmin genişliği kadar olur. Nitekim ilim de İlâhî kudretin genişliği kadardır. Mü’minler Kur’ân’da işittikleri Yüce Allah’ın Âlîm ve Kadîr sıfatlarını müşahede edince, O’nu yakinen tanıdılar. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“Ey Rabbim! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır.” (Gâfir, 7)

Ayrıca Yüce Allah’ın şu âyetinden de bu gerçeği anladılar: “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” (A’raf, 156)

Ümit ile korkunun dindeki yeri

Yüce Allah bir kudsî hadiste şöyle buyurmaktadır:

“Ben, rahmet ve affetmeye, ceza vermekten daha yakınım.“

Bir hadiste: “İnsanlara Rableri hakkında konuştuğunuz zaman onlara korkutucu ve zora sokucu şeyler konuşmayın,” (Tabarani; Heysemî) buyurulmuştur.

Hz. Ali (r.a.) gerçek âlimin, insanları Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe sevk etmeyen ve Allah’ın azabından da emin kılmayan kimse olduğunu söylemiştir.

Yüce Allah, Hz. Davud ve diğer bazı peygamberlerine şöyle vahyetmiştir:

“Beni seviniz, beni sevenleri seviniz ve beni insanlara sevdiriniz.”

Hz. İbrahim (a.s.) demiştir ki:

“Ya Rabbi seni sevmek ve seni sevenleri sevmek anlaşıldı. Ama seni insanlara sevdirmek nasıl olur?” diye sordu. Yüce Allah:

“Beni onlara güzel şekilde anın, nimetlerimi ve ihsanımı kendilerine anlatın! Çünkü onlar benden ancak güzelin ve iyiliğin meydana geleceğini bilmelidirler,” buyurdu. (Ahmed, Müsned)

Yezîd er-Rakkaşî, Enes’ten (r.a.) şunu nakleder: Peygamberimiz (a.s.m.) bir defasında:

“Size, peygamber ve şehit olmadıkları halde, peygamber ve şehitlerin bile onların Allah katındaki makamlarına gıpta ettikleri kimseleri haber vereyim mi?” diye sordu. Sahabeler: “Onlar kimlerdir?” diye sordular. Allah’ın Rasûlü (asm):

“Onlar Allah’ı kullarına, kulları da Allah’a sevdiren insanlardır,” buyurdu.

Hz. Enes diyor ki, biz:

“Ey Allah’ın Rasûlü, Allah’ı kullarına sevdirenleri anladık. Ama kulları Allah’a sevdirenler bunu nasıl yaparlar?” diye sorduk; Allah’ın Rasûlü (a.s.m.):

“Onlara Allah’ın sevdiği şeyleri emreder, haram kıldığı şeylerden de onları uzaklaştırırlar. Bu durumda insanlar kendilerine itaat ettiği zaman Allah onları sever,” (Beyhaki) buyurdu.

Ebân b. Ayyaş ruhsatlardan ve ümitten çok söz eden biriydi. Vefat ettikten sonra birisi onu rüyada gördü; Ebân ona şunları anlattı:

“Yüce Allah beni huzuruna çağırdı ve: “Seni benim hakkımda konuşurken bu kadar ruhsata (genişliğe) sevk eden şey neydi? buyurdu. Ben: “Ey Rabbim! Benim gayem seni kullarına sevdirmekti,” dedim; o zaman Yüce Allah: “Seni mağfiret ettim,” buyurdu.

Bir haberde şöyle nakledilmiştir:

“İsrailoğullarından birisi insanlara zorluk çıkarıyor, onların Allah’ın rahmetinden ümitlerini kesiyordu. Yüce Allah kıyamet günü o adama diyecek ki: Ben de bugün seni rahmetimden ümitsiz bırakıyorum.” (Beyhaki)

.....

Allah’ın rahmetine güvenmenin ve Yüce Allah’a karşı güzel düşünce içinde olmanın gerekli olduğu konusundaki rivayetler sayılamayacak kadar çoktur. Zaten biz de bu konudaki bütün delilleri toplamayı hedeflemedik. Onların bir kısmını zikrederek çoğuna işaret ettik ve akıl sahiplerine bir kapı aralamış olduk.

Ümidi yanlış değerlendirenler

Kerim olan Rabbimizin teşvik ettiği ibadetleri şevkle yapmak ve Rahim olan Allah’ın dâvet ettiği şeyleri yapmada yarışmak da ümidin bir gereğidir. Fakat insanların günah içinde yaşayıp ve hatalara dalarak İlâhî affı ve mağfireti ummaları ve Allah’ın keremini beklemeleri, âlimlere göre ümit sayılmaz. Bu bir aldanmak, Allah’tan gafil olmak ve ilâhî hükümleri bilmemektir. Böyle yapanları Allah tehdit etmiştir ve onlara mağfiretini vadetmemiştir.

Allah’ın rahmetine güvenme ile ilgili haberler, aldanmış insanların aldanmışlığını arttırır. Günahlarının örtülmesi ve nimetlerin devam etmesi istidraç içinde olanların zararını çoğaltır. Öte yandan bu haberler, tövbe eden sadıkların ve doğruların ise derecelerini arttırır; ihlâs sahibi muhabbet ehlinin de gönlünü hoş, gözünü aydın eder. Allah’ın rahmeti, kerem ve haya sahibi insanların sevinci olur; günahlardan korunan ve vefa sahibi olanlara huzur ve rahatlık verir. Ümit ile onların şerefli halleri daha güzel hâle gelir; hayaları artar, üzüntüleri gider ve akılları sıkıntıdan kurtulur.

İnsanlara karşı iyi ahlâklı olmak, onlara sabırlı davranmak, kusurlarını affetmek, her işte idare yolunu tutmak ve bütün bunları Allah’a yaklaşmak ve ilâhî ahlâk ile ahlâklanmak, onların sevabını Allah’tan beklemek. O’nun vaat ettiği müjdelere ermeyi arzulamak ve Allah Rasûlü’nün (asm) sünnetine tabi olmak için yapmak, gerçek ümidin gerekli kıldığı işlerdendir.

Ayrıca kötü arzuları terk etmek, sapıklığa götüren şehvetlerden uzak durmak ve bunları yaparken Allah’ın yüce hazinelerinden/rahmetinden bir şeyler beklemek de ümit içinde yer alır.

Humeyd yoluyla gelen bir haberde Enes (r.a.) şöyle demiştir:

“Rahman olan Allah’ın arşının karşısında bir köşk vardır. Hz. Cebrail (a.s.) oraya varınca secdeye kapanır ve: ‘Yâ Rabbi, bunu hangi peygamber, hangi sıddık ve hangi şehid için hazırladın?’ diye sorar; Allahu Teâlâ: ‘Bunu kendi arzularını bırakıp, benim arzularımı tercih edenler için hazırladım,’ buyurur.

Devamlı itaat içinde bulunmak ve her hâlde hakka uygun hareket etmek de ümidin, Allah’ın rahmetine güvenmenin gerektirdiği bir hâldir. Bunu yapabilen insan Kerim Mevlâsından büyük nimetleri ve kıymetli manevî hediyeleri bekler. Çünkü Yüce Allah’ın onun güzel zannı sebebiyle bunları kendisine vereceğini bilir. Bu konuda Hz. Peygamber’in (asm) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

“Allah’tan bir şey isteyeceğiniz zaman büyük şeylere gözünüzü dikin, O’ndan Firdevs Cennetini isteyin. Çünkü Allah için hiçbir şey büyük değildir.” (Buhari; Müslim; Ahmed)

Başka bir hadiste ise şöyle buyurmuşlardır:

“Çok isteyiniz ve yüksek dereceler isteyiniz. Çünkü siz çok cömert ve ikram sahibi olandan istiyorsunuz.” (İbni Hibban; Taberani)

.....

Ümit hâli, insandaki sağlık ve zenginlik gibidir. Bir kısım insanların kalbi sıhhat ve zenginlikle kendisini toparlar, onlarla neşesini elde eder ve güzel işleri başarır. Onun hayrı bunlardadır. Bu konuda Allahu Teâlâ kudsî bir hadiste şöyle buyurmuştur:

“Bazı kullarıma sadece zenginlik iyi gelir; onu fakir yapsam dini mahvolur. Bazı kullarıma sıhhat iyi gelir; onu hasta yapsam hastalık onun dinini bozar. Ben kullarımın işlerini ilmimle tedbir ediyorum. Ben onların durumunu çok iyi bilmekteyim.” (İbn Kesîr; Heysemi)

Bu hadiste anlatıldığı gibi; Allah’ın kullarından bazılarına sadece reca (ümit) hâli uygun düşer ve onların kalpleri ancak ümit ile istikametini kazanır. Bu kimsenin muameleleri ancak hüsnü zan ile güzel olur. Bu durumda ümit, o insanın Allah’a giden yolu olmuş olur. Kul onunla ilâhî bilgiye ulaşır. Kulun kalbi Allah ile olur ve huzur bulur.

Şunu da hatırlatalım ki ümit yolu, kulun Allah’a giden yoludur, fakat havf (ilâhî korku) yolu ondan daha yakındır, kulu Allah’a daha fazla yaklaştırıcıdır. Bunun gibi; zenginlik ve sağlık Allah’a giden iki yoldur, fakat acizlik, fakirlik ve hastalık da insanı Allah’a yaklaştıran en kısa bir yoldur. Allah her işinde galiptir; her hükmünü yerine getirendir.

En doğrusunu yine Yüce Allah bilir.

Not: Daha geniş bilgi için Bediüzzaman Hazretlerinin 7. Söz ve 24. Söz’ün 5. Dal’ına ve ayrıca Ebu Talib el-Mekkî, Kalplerin Azığı, cilt 2, eserlerine bakılabilir.

22.02.2009

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Dine mesafeli olanlar da bazen dine hizmet eder



Vukua gelen bir çok olayı, hep kendi akıl terazimizle tartarız. İşin asıl hikmetini, perde arkasını düşünmeden aklımızın aldığı kadarıyla hadiseleri değerlendirir ve karara bağlarız. Bu alışkanlıklarımızı Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufunda olan bazı icraatlarını da kapsayacak biçimde ileriye götürüp, haddimizi aştığımız zamanlar da oluyor.

Meselâ düz mantığımıza göre, din-i mübîne hizmeti, hep dindar insanlar yapar. Kimin imanı, inancı kuvvetliyse o daha çok dine hizmette bulunur. Takvâ sahibi, feyizli, faziletli insanlar, dine ve dindarlara daha çok hizmette bulunurlar. Dine ve dinî değerlere mesafeli olan insanlardan ise, dine ve dindarlara bir hayır gelemeyeceği gibi, bu çeşit insanlar dine zarar verirler. İstisnaları olmakla beraber çoğu insanın genel kanaati böyledir.

Ama gelin görün ki, uzak ve yakın tarihte yaşanan bazı olaylar bize gösteriyor ki, yukarıda ifade etmeye çalıştığımız durum, her zaman öyle olmuyor. Yani her zaman çok dindar bilinen insanlar, dine hizmet etmediği gibi; dine ve dindarlara mesafeli olan insanlar da dine zararlı olmuyorlar. Bazen tam tersi durumlar vuku buluyor. Yani bazen, şahsî yaşantısında dindar olan kimi insanlar—bilmeden de olsa—dine ve dindarlara zarar verebildiği gibi; dinî yaşantısı öyle çok mükemmel olmayan insanların da dine ve dindarlara faydalı hizmetlerde bulunduklarını görebiliyoruz.

Yakın siyasî tarihimizi hatırlayanlar çok iyi bilirler ki, bu ülkede dine ve dindarlara hizmet noktasında, bugüne kadar en makul, en faydalı hizmetlerde bulunanlar, öyle çok da dindarlıklarıyla öne çıkmayan, belki de mânevî değerlerle pek de içli dışlı olmayan siyasî kadrolar oldu. Beş yüz civarında İmam Hatip okulunun, onlarca İlahiyat fakültesinin tedrisâta açılması, yüzlerce Kur’ân kursunun hizmet vermesi gibi mânevî hizmetlere yönelik faaliyetler başta demokrat kadrolar olmak üzere, diğer hükûmetler döneminde yapılan hizmetlerdir.

Bu meyanda dinî kimlikleriyle temayüz etmiş, manevî hizmetleri yapacakları vaadiyle iş başına gelen, şahsî yaşantılarında da gerçekten dindar olan siyasî kadroların en iddialı oldukları dinî sahada, önemli bir hizmette bulunmaları bir tarafa, hazır bugüne kadar bu alanda yapılan hizmetlere sahip çıkmayıp, zayi olmalarına sebep olmaları câlib-i dikkattir. Buradaki maksadım, siyasî mülâhazaların çok ötesinde geçmişten bu güne konumuzla alâkalı olarak yaşanan gerçekleri nazarlara sunmaktır.

Bu meyanda Üstadın saff-ı evvel talebelerinden Mustafa Sungur Ağabeyin, Bediüzzaman’dan naklettiği şu enteresan hatıraya kulak verelim: “1954 yılıydı. Bir gün Isparta’da gezerken, Üstad ‘Bu zamanda namaz kılmayanlardan veliler gibi İslâm’a hizmet edenler var...’ demişti. Üstad’ımız Barla’da iken Eşref Edip’in yazdığı İslâmiyet ve Kur’ân hakkında takdir ile kanaat izhar eden Prens Bismark ve Carlyle gibi kırk küsûr feylesof için, ‘İsimlerini yazın, ben bunlara duâ edeceğim’ demişti. Biz de bir kâğıda isimlerini yazdık, yanında muhafaza ediyordu. Bir iki ay sonra ziyaretine gelen bazı zevâta, bu feylesoflara duâ ettiğini, bir asır önce yaptıkları bu müsbet beyânâtlarıyla İslâmın inkişâfına ve bazılarının İslâm’a girmelerine vesile oldukları için kabirlerinde istifade edeceklerini beyan buyurmuştur.”

Bizler bazen şahsî ibadetlerimizi veya hiz- met-i Kur’âniyedeki vazifelerimizi ifa ederken, bütün bunların bizim için bir imtihan vesilesi olduğunu, dinin bizim hiçbir şeyimize ihtiyacı olmadığını, bizim ona muhtaç olduğumuzu unutuyoruz. Bu noktadaki bazı mükellefiyetlerimizi yerine getirirken de, sanki öyle fazladan bir şeyleri yaptığımız zannıyla yersiz havalara giriyoruz. Veya bazen de yapmakla zaten mükellef bulunduğumuz vazifelerimizi yerine getirirken, kendimizi dinin sahibi veya koruyucusu görme zehâbına giriyoruz. Sanki biz olmasak, bu din ortada sahipsiz, hâmisiz kalıp zayi olacak gibi geliyor bize. Halbuki bu dinin gerçek ve yegâne sahibi, Yüce Allah’tan başkası değildir. Bu dini koruyacak, muhafaza edecek olan da O’dur.

22.02.2009

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Yolcu gibi yaşamak…



Hayat bir yolculuk. İnsan da bu dünya sarayında bir yolcu. Çocukluktan gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre ve ölüm ötesi âlemlere uzanan bu çetin yolculukta, seyahatimizin kalitesini tercihlerimiz belirliyor. Özellikle de hayatın gençlik döneminde aldığımız kararların, belirlediğimiz hedeflerin isabetli olması çok önemli.

Hayat yolculuğunda dünya hayatının son durağı ölüm. Bu gerçeği hiçbir şey değiştiremiyor. Öyleyse ölüm sonrası hayata inanan herkesin bu değişmez gerçeği nazara alarak hedeflerini, ideallerini belirlemesi, yaşantısını fiilî bir duâ hükmünde programlayarak “hayat kalitesi”ni arttırması gerekmez mi?

CARPE DİEM!

Romalılar “ân”ı yaşamak kavramına bu adı vermişlerdi.

Akıp gidiveren zamanı en güzel şekilde değerlendirmek bütün insanların en büyük problemi oldu.

İnsanlık tarihi boyunca varlık âleminin Sultanı tarafından gönderilen peygamberler “ân”ı yaşama formülünü hep İlâhî emirler çerçevesinde sundular. Emr-i İlâhîye tâbi olanların yaptıkları her fiil ibadet hükmüne geçerek ebedîleşecek, insan bu şekilde hem dünya hem de ahirette, ölüm ötesi hayatta mutlu olacaktı. Zira ölüm bir son değildi, hayat ölümden sonra da farklı şekillerde sürecekti. Yapılan her iyilik ve kötülüğün karşılığı vardı. İnsanın vazifesi, bu gerçekle hayatını anlamlandırmaktı.

İnsanlık tarihi boyunca hayatın kısacık dünya hayatından ibaret olduğunu düşünenler için de hayat bir an önce en iyi şekilde tüketilmesi gereken bir kavramdı. Akıp giden zamanda “Ân”ı doyasıya, olabildiğince lezzet ve haz alarak, hızlı yaşamak gerekirdi! Zira her an ecel cellâdı gelebilirdi!

O yüzden adeta “yangından mal kaçırırcasına” hazzın ve hızın tutsağı olarak yaşadılar. Tarih kitapları, müzeler, antik kalıntılar bu gerçeğin sayısız delilleriyle dolu.

Günümüzde de bu gerçeği ya bizzat yaşıyor, ya da çevremizde sayısız örneklerini müşahede ediyoruz.

GLOBAL KÖY

Teknolojinin gelişmesi, dünyamızı artık küçük bir köy hâline getirdi. Medeniyetin harikaları, ânında her şeyden haberdar ediyor yerküre insanlarını. İlâhî emirler çerçevesinde teknolojiyi insanlığın faydası için kullanabilene ne mutlu!

Bugün teknolojiyi i’lâ-yı kelimetullah için kullanan gençler, iman hakikatlerini dünyanın dört bir yanına internet siteleriyle, bloglarla, uydu konferans ya da haberleşme ile neşretmekte, “hayat kalitesini yükseltmek”te! Çeşitli radyo-tv kanalları, dergiler, gazeteler, kitaplar, cd’lerle büyük bir gayretle neşredilmekte!

Sefih medeniyet de aynı vasıtaları gençleri yoldan çıkartmak için kullanmakta, hayatı dünya hayatından ibaret gören bir zihniyeti yaygınlaştırmakta. “‘Ân’ı yaşa, gününü gün et!” anlayışıyla modası, sineması, müziği, tiyatrosu, dansı, klibi, reklâmı, TV dizisi, dergisi, gazetesi ile gençliğin zihinleri darmadağın edilip, yaratılış maksatlarını tefekkürden uzaklaştırmakta.

Bediüzzaman Hazretlerinin “beşerin nefs-i emmâresi” diye isimlendirdiği, egoları şişirmekten ibaret olan modern hayat “cazibedar bir fitne” olarak insanları, özellikle de gençleri tefekkürden uzaklaştıracak her türlü donanımı adeta “zehirli bal” gibi “yalancı cennet” misâli göz boyama ve aldatma unsuru olarak kullanmakta. Sanki dünyada ebedî kalacakmış gibi! Sanki ölüm yokmuş gibi!

Beri yanda gençliğin ruh hâli de aldatılmaya müsaittir. Hayatın baharında, ömrün hazan mevsimini aklına hayaline bile getirmeyen, güçlü bir benlik duygusu, şehevî arzuları galeyana getiren eğlence ortamlarıyla nefis muhasebesi ve tefekkür gayretlerine darbe vurmaktadır.

Bediüzzaman Hazretlerinin “Gençlik Rehberi” isimli eserinde “Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmemiş bazı gençlerle bir muhaveredir” şeklinde düştüğü kayıt ne kadar da ibretlidir!

Evet hastalıklar, ölümler, musibetler insanın acz ve fakirliği ile sonsuz şefkatli olan Rabbine sığınmasını hatırlatan vesilelerdir. Her şey geçicidir, ölüm de, gençlik de, musibetler de…

Hayat bir yolculuktur, Ona varmakla neticelenen…

Yolcu olduğumuzu unutmaksızın kendi kimliğimizi ve muhatap olduğumuz varlık âlemini anlamlandırmamız gerekir.

Hani âyetteki “Her şey helâk olup gidicidir, Ona bakan yüzü müstesna…” hakikati her dem hatırda olmalıdır.

Zaten Peygamberimiz de(asm), genç bir Sahabe olan Abdullah İbni Ömer’e: “Dünyada bir yolcuymuş gibi yaşa!” dememiş midir?

22.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Yeni Asya ekolü, 40 yıla neler sığdırdı?



21 Şubat 1970’te “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır” prensibiyle Bab-ı Ali’de günlük bir gazete doğdu: Yeni Asya.

Haftalık olan İttihad, günlük gazeteye dönüştü. Yeni Asya, yayın politikasını, Said Nursî, Risâle-i Nur ve Nurculuk üzerine bina etti. Bediüzzaman ve Nurcuların, Türkiye’nin iman, ilim, irfan, demokrasi ve hoşgörü hayatında açtığı çığırları; diktatörlere, devletin dayatma ve şartlandırmalarına karşı verdikleri mücadeleleri yansıttı.

21 Şubat 1970 yılında basın hayatına adım atan Yeni Asya, 170 bin lira eksi bakiye, yani borç ile çıkarılır. Bin bir güçlüklerle yayınını sürdürür. Sadece 1980-84 arası dört sefer kapatılır, üç isim değiştirir: Kapatılır Yeni Nesil olur, kapatılır Tasvir olur, kapatılır Hür Yurt’u çıkarmaya hazırlanır ve tekrar Yeni Asya’ya döner.

Üç darbe-i münafıkane, kamuoyuna yansımayan pek çok darbe teşebbüsü, çeşitli tehdit, inkıraz, engellemelere rağmen, yılmadan, taviz vermeden sürdürülen 40 yıllık şan ve şerefle dolu bir mücâdele. Kadrolarının dağıtılması, nerede ise yazarlarının tamamının mahkemelere (DGM) verilmesi, para cezalarına çarptırılması, imtiyaz sahibinin (Mehmet Kutlular’ın) hapse atılması ve maddî baskılara maruz kalmasına rağmen; millete, ülkeye neler kazandırdığına başlıklar halinde bakarsak;

- Dinî, tarihî romancılığın, hikâyeciliğin, yayıncılığın gelişmesine önayak olması, yüz binlerce gencin onları okumasını sağlaması, istikbâlin yazar ve çizerlerini yetiştirmesi.

- Milyonların okuduğu imân ile fenni birleştiren İlim Teknik Serisi’nin yayınlanması. Sosyal serilerin de hizmet hayatına sokulması.

- Yurt sathındaki seminer, konferans, anma toplantıları gibi sosyal faaliyetler ile imân ve kültür hayatımıza hizmet etmesi. Önemli günlerde Bediüzzaman’ın anılması, anlatılması.

- Başörtüsü mücâdelesini başlatması.

- Dindarlara, dinî mefhumlara yapılan hücumlara karşı cansiperâne mücâdele etmesi.

- İlk defa imân, İslâm mevzularını video filmi hâline getirmesi ve bu noktada çığır açması.

- Kaynak eserlerle ilim ve fikir dünyasına ufuklar açması.

- Risâle-i Nur mahkemeleri ve takibatlarında korkusuzca ve pervasızca müdafaalar yaparak, resmen ve cebren estirilen teröre diretmesi.

- Sözler Yayınevi’nin kuruluşu ve Risâle-i Nur’lara kısmî serbestliğin tanınmasına vesîle olması.

- Cumhuriyet, Milliyet gibi gazetelere verdiği ilânlarla, Risâle-i Nur’un önündeki yasakların kalkmasına yardımcı ve menfî tepkilerin kırılmasına vesîle olması.

- Risâle-i Nur’ların orijinalliği bozulmadan, kaynak, lügat ve dipnot olarak hazırlanması.

- Yakın tarih çalışmaları başlatarak, tabuların yıkılmasına öncülük etmesi, ilim ve fikir adamlarının tosladığı “korku” duvarını yıkması.

- İsabetli teşhisleri ve yayınlarıyla gerek içten, gerekse dıştan kaynaklanan, sosyal ve siyâsî çalkantılara sebebiyet veren hareketlere fikrî istikamet vermesi.

- Sosyal çalkantılara, siyâsî tuzaklara objektif projektörler tutması.

- Din adına ortaya çıkan siyasî hareketlerin İslâmî esaslardan kaynaklanmadığını, bir makam ve mevki mücâdelesi olduğunu deşifre etmesi, başarısız olacağını ilân ederek efkâr-ı âmmeyi bilgilendirmesi.

- Darbe ürünü, diktatör ve menfaat şebekesi partileri deşifre etmesi. Ve bunun bugün, bütün çıplaklığıyla ortaya çıkması.

- Binlerce yazar-çizer, idâreci, teknik eleman ve genci yetiştirerek, diğer gazete, dergi ve yayınevlerinin açılmasına hizmet etmesi.

- Yetiştirdiği hukukçu, eğitimci ve fikir elemanlarıyla kültür hayatımıza katkıda bulunması.

- Vatan sathında açtığı yüzlerce dershane (sohbet ve eğitim merkezlerinde) binlerce insan yetiştirmesi.

22.02.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




İslam YAŞAR

KIRKINCI YILA GİRERKEN



‘Dile kolay, tam kırk yıl…’

Halk arasında böyle derler, geçen zamanın söyleyişindeki kolaylıkla yaşayışındaki zorlukları nazara vermek ve yaşamayı başarma azmine dikkat çekmek için.

Gerçekten de dile kolay gelen bir tabirdir ‘kırk yıl.’ Bir nefeste söyleniverir. Lâkin o zamanı yaşamak pek o kadar kolay değildir. İnsan ömründe veya müessese hayatında kırk yılı geride bırakabilmek için pek çok zorluklara katlanmak, meşakkat çekmek gerekir.

Çünkü kırk yıl, bir merhaledir. İnsan ömründe tekâmülün, olgunlaşmanın; müessese hayatında ise sistemini kurup sağlam bir zemine oturtarak istikrarlı bir şekilde işlemeye başlamanın merhalesi.

Kırk yıl hilkatinin icaplarını yerine getirerek yaşayan bir insan, beşerî zaaflardan büyük ölçüde arınır, meziyetlerle donanır ve kabiliyetlerini keşfedip maharetlerini kullanarak yaşamaya başlar.

Öyle bir insanın yaşadığı hayat şahsına münhasır kalmaz. Cemiyete emsâl olur, yeni nesiller tarafından örnek alınır, zamanı aşar ve ebede müştak, sonsuza müheyya bir hâle gelir.

Maddî ve mânevî yönden dehşetli yıkılışların, devrilişlerin, çöküşlerin, krizlerin yaşandığı bir zamanda, kırk yıl varlığının esası olan değerlerini kaybetmeden hayatta kalabilen bir müessese de tekâmül merhalesini tamamlamış demektir.

Artık orada yapılması gereken yegâne hareket, günü kurtarma gâilesinden uzak, yarına çıkamama endişesinden âzâde bir istikrarlı hâli yaşarken geleceğe hazırlanmak ve kalıcı mahsuller vermeye çalışmaktır.

Şayet medar-ı bahs olan müessese bir şahsın değil de, İslâm’ın şahs-ı mânevîsini teşekkül ettirme mükellefiyetiyle mücehhez bir cemaatin uhdesinde ise, geride kalan kırk yıl, istikbaldeki yüzlerce yılın müjdecisidir.

“İşte ey Risâle-i Nur şakirtleri ve Kur’ân’ın hizmetkârları. Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz.”

Bediüzzaman’ın bu şekilde ifade ettiği ‘insan-ı kâmil ismine lâyık’ fertlerden ve onların kurduğu ‘saadet-i ebediyeyi netice veren’ müesseselerden meydana gelen şahs-ı mânevî sıfatına sahip bir hizmete, elbette ömür biçmek veya zaman tahdidi koymak mümkün değildir.

Öyle bir hareket için kırk yıl, kararlı ve istikrarlı bir adımdan ibarettir.

O şahs-ı mânevînin hayattar bir uzvu olmak isteyen insanlar, mensubu bulundukları iman ve fikir hareketinin müesseselerine o nazarla bakarak sahip çıktıkları takdirde, onun ebedî hayatıyla hayat bulurlar ve uhrevî hasenâtından ihlâsları nisbetinde hissedar olurlar.

Yeni Asya da işte böyle uhrevî mahiyete sahip bir müessesedir.

***

1970 yılının başlarıydı.

O günlerde ülke siyasî ve iktisadî istikrarsızlıklar içinde çalkalanıyordu. Millet ekonomik buhranla boğuşuyordu. Bazı subaylar ihtilâl hesapları yaparken üniversiteler dersleri boykot ediyor, sendikalar greve gidiyor, işverenler de onlara lokavtla karşılık veriyordu.

Okuması gereken gençler, çalışması icâbeden işçiler bazı gizli mihrakların da tahrikiyle caddelere, meydanlara döküldüğü ve sloganların bitip sabırların taştığı zamanlarda sağcı, solcu gruplar birbiri ile çatıştığı için anarşi ve terör iyice azmıştı.

Hükümet âciz, millet çaresiz, cemiyet huzursuz, fert mutsuzdu. Geleceğe güvenle bakmayı unutan insanlar, yarına çıkmak bir yana, akşam evlerine sağ salim girebileceklerinden bile emin değillerdi.

Arkasında büyük sermaye sahipleri kalabalık insan toplulukları bulunan gazetelerin ekseriyeti muharrik bir yayın politikası takip ederek tiraj almaya çalışsalar da varlıklarını korumakta zorluk çekiyorlardı.

Bu karışık hengâme arasında, sükûnetle hareket eden ve istikrarla ilerleyen ender gruplardan biriydi Nur Talebeleri. Fakat onlar da haksızlıklar, kasıtlar, ihmalkârlıklar karşısında, efkâr-ı âmmeye inandıkları hakikatleri haykıracak imkânlardan, vasıtalardan mahrumdular.

Resmî muamelelerin zecrî tedbir hâlini alması, muhalif gazetelerin alenen saldırması, dinî muhtevalı mevkutelerin de çeşitli sebeplerle uzak durmaları üzerine, Nur Talebeleri seslerini duyurabilmek için günlük bir gazete çıkarmaya karar verdiler.

Böylece Yeni Asya, 21 Şubat 1970 tarihinde yayın hayatına başladı.

Arkasında bir sermaye desteği veya resmî dayanağı olmadığı, sadece okuyucularının himmetleri, gayretleri, karzları ve yardımları sayesinde çıktığı için ne kadar yaşayıp ne derece müessir olacağı meçhuldü.

İhlâsla gösterilen himmet, sebat ve gayret; menfaat beklentisiyle veya resmî ideolojiye destek mülâhazalarıyla verilen imkânlardan çok daha müessir oldu ve şartlar zor, imkânlar kıt, resmî makamlar muârız, güç kaynakları muhalif olmasına rağmen Yeni Asya yaşamayı başardı.

Hedefi sadece hayatta kalmak değil, varlığının sebebi olan Nur’un intişarına zemin izhar etmekti. Onun için zamanı geldiğinde hayatî tehlikeleri göze alarak bu kudsî vazifeyi hakkı ile ifa etmeye başladı.

Bu maksatla bir yandan Nur’un intişar edebileceği ictimâî bir zemin hazırlamak için memlekette hürriyetin, demokrasinin tesisine destek verirken diğer yandan bazı mihraklar tarafından Nur hareketine yapılan taarruzlara mukabele etti, Nur Talebelerine atılmak istenen iftiralara cevap verdi.

Hükümetleri deviren, anayasaları değiştiren, fikir gruplarının sesini soluğunu kesen ve gazetelere, dergilere, radyolara istediği gibi yayın yaptıran ihtilâller, muhtıralar, fevkalâde hâller, onu susturamadı.

Yeni Asya, ne yapılan baskılara, zulümlere boyun eğdi, ne alınan resmî tavırlara, zecrî tedbirlere teslim oldu, ne de önüne konan maddî imkânlara, cazip tekliflere tamah etti.

Zaman oldu, bünyesinde dahilî sıkıntılar zuhur etti. Zaman geldi haricî baskılara maruz bırakıldı. Bazen saklandı, yasaklandı; bazen toplatıldı, kapatıldı. Her şeye yeniden başlamak zorunda kaldığı zamanlar oldu. Yeni isimler, farklı sıfatlar almaya mecbur bırakıldığı hadiseler yaşadı.

Ama o ‘Hakikatin gür sesi’ vasfını şiâr edinmişti bir kere. Yılmadı, yıkılmadı; yanılmadı, yanıltmadı ve hayatı pahasına da olsa hakkı, hakikati haykırmaya devam etti.

Normal şartlarda mukavemeti imkânsız gibi görünen dahilî ve haricî hadiseler karşısında çok zorluk çekse de ihlâsı, sadakati, gayreti, metaneti sayesinde hepsini aşmayı başardı.

Zaman içinde büyüyüp gelişti. Yayınevi, matbaa, dergi, vakıf, enstitü, radyo gibi hepsi Nur’un naşir-i efkârı olan ve birbirine destek veren yeni müesseseler kurdu, farklı hizmet sahaları açtı.

Nur’un naşir-i efkârı olma vasfını bütün hizmet birimleri ve çalışan elemanları ile birlikte öylesine başarı ile yaşayıp yaşattı ki, kendisini ihya eden cemaate ictimâî isim oldu.

Bu gün Nur hareketinin en büyük gruplarından biri Yeni Asya adı ile anılıyor.

***

Yeni Asya’nın hususiyetlerinden biri de, mektep vasfı taşımasıdır.

Başlangıçta bir yığın zorluklar ve zaruretler içinde neşredilmeye başlanmasının da tesiriyle teknik elemanlarını, idarî personelini, yazar çizer kadrosunu ve gazeteci ekibini kendisi yetiştirdi.

Aralarında, başka gazetelerde çalışmış mahir elemanların da bulunduğu birinci kuşak gazeteciler, yazarlar ve teknik elemanlar; orada ikinci, üçüncü kuşak gazetecileri, yazarları ve teknik personeli yetiştirdiler.

Gazetede çalışanlar; başlarına hapis, ölüm gibi bir hâl geldiği takdirde hizmetin aksamaması için yerlerine yeni elemanlar yetiştirme gayreti içine girince onları sair kuşaklar takip etti.

Yeni Asya’ya her giren, hayatının bütün merhalelerini orada yaşayıp en güzel eserlerini o çatı altında vermek ve oradan emekli olmak veya hayata veda etmek kararı ile girdi.

Hayatın şartları her zaman insanın istediği gibi tecellî etmediğinden, bazıları zaman içinde maddî veya mânevî sebeplerle ayrılmak zorunda kaldılar. İçlerinden değişik iş sahalarına girenler de oldu ama ekseriyeti başka gazete, dergi ve yayınevlerinde çalışmalarına devam ettiler.

Zaman geçtikçe hizmet gelişti, müesseseler arttı, çalışanlar çoğaldı. Çokluğun olduğu yerde fıtrî imtizaçsızlıkların zuhur etmesi de tabiî olduğundan çeşitli giriş çıkışlar, gidiş gelişler vuku buldu.

Aslında buna benzer hâller, insan unsurunun bulunduğu her yerde çok daha farklı şekilleriyle yaşanan fıtrî hadiselerdi ve orada çalışanların hepsi bunun farkındaydı.

Fakat hepsinin fark ettiği bir başka hususiyet daha vardı. Yeni Asya mektebinde yetişen her yazar, çizer, gazeteci ve teknik eleman, oradan aldığı ‘yaptığı işi Allah için yaparak çalışmalarına ibadet ulviyeti kazandırma’ hassasiyetini gittiği her yerde korumaya çalıştı.

Bu hassasiyet, Nur Talebesi sıfatı taşıyan insanlara, işinin hakkını verme ve müstesna eserler meydana getirme mükellefiyeti verdiğinden basın câmiasında, Yeni Asya’da yetişen gazeteciler, yazarlar, çizerler ve elemanlar çoğalmaya başladı.

Bu gün, çeşitli gazete ve dergilerde Yeni Asya mektebinde yetişen ve orada olmasa da o ekolün meziyetlerini taşıyan, öğrendiği maharetleri kullanan onlarca yazar, çizer, gazeteci ve teknik eleman var.

Bu hayat akışı, tam kırk yıldır devam ediyor.

***

İslâm Yaşar.

Bu imza da Yeni Asya’da yetişen ve onunla yaşıt olan yazarlardan biri.

Kırk senedir bu câmiânın içinde, sizlerle birlikteyiz. Derslerin, sohbetlerin, seminerlerin, konferansların ve sâir vesilelerin yanı sıra, zaman zaman bu sayfalarda da karşılaştık.

Önceleri zuhurâta tabi olarak yazılan ve arada bir san'at eki olarak çıkarılan Elif’te yayınlanan hikâyelerle, makalelerle, şiirlerle, denemelerle başlayan bu beraberlik yıllarca devam etti.

Onları, Bediüzzaman Beşlemesi’nin ve diğer romanların, aylarca bütün sayfayı kaplayan tefrikaları, çeşitli mevzularda yapılan araştırma, inceleme yazıları ve büyük şahsiyetleri tanıtan biyografiler takip etti.

Ardından dergilerde başlayan İstanbul denemeleri gazete sayfalarına aksetti. Muayyen bir zamanı olmamakla birlikte sık sık yayınlanan o yazılar da uzun süre sayfaları doldurdu.

Nihayet 21 Şubat 2003 tarihinde, ‘İslâm Yaşar’ın Kaleminden’ serlevhası altında, muayyen bir zamanı olduğundan, itinalı bir şekilde hazırlanmayı gerektiren mutad buluşmalarınız başladı.

Muhteva, uzunluk, üslûp, dil ve seviye itibariyle bir hayli ağır olduğundan ancak san'atkâr ellerin hazırladığı illüstrasyonlarla biraz hafifleyen bu sayfada, her Pazar sizlerle birlikte olduk.

Bu beraberliğimiz fasılasız altı yıl devam etti.

Hâl böyle olunca biraz yorduk ve yorulduk.

Şimdi bir süre ara verme zarureti hâsıl oldu.

Saadet-i Dâreyne mazhariyet duâlarıyla.

Elveda…

22.02.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Geciken tedavi



Merkez Bankası, aldığı yeni bir kararla ‘kısa vadeli’ faiz oranlarını 1.5 puan indirerek ‘uzman’ları şaşırttı. Haberlere bakılırsa, ‘uzman’ların beklentisi ‘yarım’ puanmış. Merkez Bankası’nın aldığı bu kararla, son dört yıldaki faiz indirimi toplamı 5.25 olmuş.

Faiz konusu Türkiye’nin derin yaralarından biridir. Geçmiş yıllarda faiz aleyhinde konuşmak, ‘laiklik’ aleyhinde konuşmaktan daha tehlikeliydi! Kazara, şaşırarak da olsa bir ‘müftü’ bile bu konuda görüşlerini ifade etmiş olsa, hemen medya lincine maruz kalırdı. Oysa, ‘faiz’ İslâmın temelden yasakladığı bir uygulama. Görevi, insanları din konusunda ‘aydınlatmak’ olan Diyanet bile bu konuda rahat görüş beyan edemezdi. Bugün, aynı sıkıntıların devam edip etmediği de ayrı bir tartışma konusu olabilir.

Dünya şartlarındaki değişim, ‘faiz’in el emeği ve göz nuru düşmanı olduğunu bütün dünyaya gösterdi. Bu rüzgârdan Türkiye de etkilendi ve faiz aleyhinde konuşmak ‘ayıp’ olmaktan çıktı. Artık günü birlik faiz aleyhinde görüş beyan eden uzman ve iş adamlarına rastlıyoruz. Bazı uzman ya da iş adamları, faize başka niyet ve gerekçelerle karşı çıkıyor olabilir. Ama bu da hayra alâmet. İnşallah bir iki adım sonra hadisenin bu yönünü de görürler.

Türkiye’yi idare edenlerin bir hatası da ekonomi için kangren ya da kanser mesabesindeki faizin yıkıcılığını zamanında görmemektir. Ya da gördükleri hâlde başka gerekçelerle bunu ifade etmek istememişlerdir. Değil aylar, yıllardan beri Türkiye’de uygulanan faizin çok yüksek olduğu dile getiriliyor. Bu konudaki şampiyonluğu kimseye bırakmadığımız ortada. Hele hele Amerika ve Japonya gibi dev ekonomilerin faizi ‘sıfır’a yaklaştırdığı bir ortamda hâlâ yüksek faizde ısrar etmeyi anlamak mümkün değildir. Son kararla Türkiye, tarihinde ‘en düşük faiz seviyesi’ne gelmiş olmakla birlikte, bu seviye bile dünya şartlarında yüksek bir seviyedir. Dolayısı ile her türlü imkân ve fırsatı değerlendirip ‘faiz’ kıskacından kurtulmalıyız.

Faiz ve rant ekonomisinden beslenerek bu günlere gelenler elbette bu gelişmelerden rahatsız olur. Ama şu bir gerçek: Türkiye dahil, dünyanın yaşadığı ekonomik krizin temelinde ‘sen çalış ben yiyeyim’ anlayışı vardır. İşte faiz bu anlayışı temsil eden en önemli argümandır.

Tabiî ki pek çok konuda olduğu gibi ekonomik konularda da yanıltılmaya çalışılmış bir ülkeyiz. “Aman ha! Faizler düşmesin, yoksa ekonominin çarkları durur” iddialarını duyarak büyüdük. Bugün bile ekonomi eğitimi verilen fakültelerde bu temel anlayış anlatılmıyor mu? Peki, dünyanın başka ülkelerinde ‘sıfır’ ya da ‘sıfıra yakın’ faiz uygulamaları yıkıcı olmuyor da Türkiye’de niçin yıkıcı olsun? Ekonomiyi düzlüğe çıkarmak için faizlerin düşürülmesi belki tek başına çare olmaz. Ama bu yolun çok önemli bir tercih olduğunu kabul etmek durumundayız.

Faizlerin düşürülmesi doğru yolda atılan bir adımdır. Hedef, bir şekilde ‘sıfır’a ulaşmak olmalı ki; reel/gerçek ekonomi çarkları dönebilsin.

22.02.2009

E-Posta: [email protected]





Mehmet KARA

Pantolona özgürlük var da...



Meclis’in çalışma usullerini belirleyen 36 yıllık içtüzüğün değiştirilmesi için önemli bir adım atıldı. Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın çağrısıyla 16 Ekim 2008 tarihinde kurulan “içtüzük hazırlama komisyonu” çalışmalarını tamamlayarak yeni içtüzük taslağını hazırladı. “Reform niteliğinde yenilikler” getirdiği söylenen taslağa göre, son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaşanan “toplantı yeter sayısı”nın kaldırılması gibi “reform” sayılabilecek bir çok konu yer alırken, 136 maddeden oluşan taslağa seçimlerin ardından son şekli verilecek.

Taslaktaki “reformlardan” birisi de bayan milletvekillerine pantolon giyme özgürlüğünün getirilmesi. Yürürlülükteki İçtüzüğe göre kadınların “tayyör” giyme zorunluluğu bulunuyor. İçtüzükte yapılacak değişiklikle kadınların tayyörün yanı sıra pantolon giymelerine imkân sağlanıyormuş. Bayan milletvekilleri “daha rahat çalışmalarını sağlayacağı” için bu değişiklikten hayli memnunlar. “Devlet memurları giyerken biz niye giyemiyoruz” diye şikâyetler olmuştu.

Taslak Meclis’te görüşülürken gündeme gelir mi bilemeyiz, ama bayan milletvekillerine pantolon giyme özgürlüğü sağlanırken, başörtüsü özgürlüğü ne olacak? Pantolona özgürlük oluyor da başörtüsüne özgürlük olmuyor mu?

* * *

YAN ETKİSİ YOK MU?

Adayların seçim kurullarına teslim edilmesinden sonra mahallî seçimlerin havasına iyice girildi. AKP ve CHP’de son günde yaşanan “liste depremleri” seçimi daha da heyecanlı hale getirdi. Adaylar olmadık vaatlerde seçmenin karşısını çıkmaya başladılar.

Teknolojinin bu kadar ilerlediği günümüzde belki önümüzdeki günlerde “Beni seçerseniz deniz getireceğim” türü vaatler olmayacak ama en az bu kadar “komik” vaatlerde olacaktır.

“Yandaş medya”nın da gayretleri ile iki kutuplu siyaset oluşturulmaya çalışıldığı bu seçimlerde İstanbul’daki belediye başkanlığı adaylığı ön plânda... CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Kemal Kılıçdaroğlu parlatılmak istenirken, internete ilginç bir “seçim materyali” düştü. Kılıçdaroğlu bunu kendisi mi düşündüğü bilemeyiz, ama seçim kampanyası için nelerin kullanılabileceğine şahit olduk. “Kemalin” isimli bir ilâç yapıp millete dağıtılacağı bildirilirken, internet sitelerine yansıyan fotoğraflara baktığımızda ilâcın kapağında “Yolsuzluk haksızlık tedavisi içindir siyasetzomin Sülfat. Yolsuzluk tedavisine yardımcı olur” yazısı dikkat çekici.

İlâcın prospektüsünde, ilâcın nelere iyi geldiği yer alırken, dikkatimizi çeken her ilâcın prospektüsünde yer alan “yan etkileri”nin yazılmamış olması. Reklâmı hazırlayanlar bunu niye yazmadılar merak ettik doğrusu. Madem reklâmı yapıyorsunuz tam yapın!

* * *

SEÇİM OTOBÜSÜNDE SABAHLAYACAK

Türkiye seçim havasına girdi. Bazı liderler değişik illerde mitingler yaparken, bazıları henüz meydanlara inmedi bile. Seçim meydanlarında en çok göze çarpan lider AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan. Erdoğan’ın seçime kadar 60 ilde miting yapmayı planlandığı açıklanmıştı.

Meydanlarda olan diğer bir lider de, mitingleri canlı verilmeyen ve gazete haberlerinde yer alamayan ama genel başkanlığa seçildiği günden bu yana Türkiye’yi adım adım dolaşan DP Genel Başkanı Süleyman Soylu. Bugün İstanbul’da adaylarını tanıttıktan sonra yarın seçim gezilerine başlayacak Soylu, 47 ilde, dörtyüze yakın ilçede miting yapmayı plânlıyor.

Bu programlarla ilgili partiden yapılan açıklamada, “29 Mart’a kadar seçim otobüsünde sabahlayacağı” bildirildi. Bakalım seçim otobüsünde sabahlamanın millet nezdindeki karşılığı ne olacak?

* * *

TASARRUF ETMEYİN,

TÜKETİMİ ARTTIRIN!

Ekonomik kriz kendisini iyiden iyiye hissettiriyor. Açıklanan resmî işsizlik rakamları kriz olduğunu gösteriyor. Dünya Bankası, gerekli tedbirlerin alınmaması halinde, krizin bir “insanlık krizi”ne dönüşülebileceği ikazını dile getiriyor. TÜİK, Türkiye genelinde işsiz sayısını Kasım 2008 döneminde önceki yıla göre 645 bin kişi artarak 2 milyon 995 bine, işsizlik oranının ise 2.2 puan artışla yüzde 12.3’e yükseldiğini açıkladı. Açıklanan rakamların iki ay öncesinin rakamları olduğu dikkate alınırsa, Aralık ve Ocak’taki rakamlarının daha olumsuz olacağı aşikâr. Türkiye İş Kurumu verilerine göre ise işsizlik başvuruları Ocak’ta geçen yılın aynı ayına göre yüzde 94.9 artarak 151,530 kişi olmuş. İşsizliğin ciddî boyutlara ulaştığı şu günlerde hükümet kadar özel sektöre de görev düştüğü ortada.

İşsizlikle mücadelede boş durmayanlar da oluyor. İşsizliğin “sosyal bir patlamaya dönüşmemesi” için ilginç tedbir yöntemleri dile getiriliyor. Türkiye Finans Katılım Bankası Genel Müdürü Yunus Nacar, İSO ile yapılan protokol imza töreninde bir tavsiyede bulunmuş. İnsanların camilerde tüketimleri azaltmaları için uyarıldığını söylerken, “İnsanlar beyaz eşya, otomobil almazsa tüketim durur ve insanlar işsiz kalır” demiş ve peşinden tavsiyesini şöyle dile getirmiş. “Gerekirse Diyanet’i işe dahil etmeli ve camilerde tüketimin arttırılması için hutbe okutmalı!”

Bir yandan tasarruflu olun diye hutbe, bir tarafta tüketimi arttırın diye bir hutbe…

22.02.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kahramanlar kafilesi



Yeni Asya’nın 40. yıl neşriyatında özel bir yer tutan “40 yıllık okuyucular” dosyamızda, Üstadın “Risale-i Nur’u matbuat lisanıyla konuşturma” idealine ömrünü vakfetmiş kahramanların örnek serencamı var.

Üstad, kendisiyle beraber, birbirine kelepçelenmiş olarak jandarma kordonunda cezaevinden mahkemeye veya mahkemeden cezaevine götürülen Nur Talebeleri için “asra meydan okuyan kahramanlar kafilesi” ifadesini kullanmıştı.

Meydan okudukları “helâket ve felâket asrı”nın nitelikleri olarak ifade edilen “hasta, gaddar, bedbaht” gibi sıfatlar ise, bu dehşetli zamanın “ahirzaman” olma özelliğini dile getiriyordu.

O mazlum ve mağdur, ama başı dik, alnı ak kahramanlar, Üstadın sözünü ettiği “meydan okuma”ları ile, bu çağın çoğu zaman birbiriyle iç içe vaziyette hücum eden fitne, tuzak ve desiselerine teslim olup boyun eğmeme irade ve kararlılığının saff-ı evveli teşkil eden öncüleriydi.

İşte Yeni Asya’nın 40 yıllık okuyucuları da aynı ölümsüz ideale gönül vermiş fedakârlar olarak bu kervana dahil olan örnek mücahitler.

Onlar İhlâs Risalesi’ndeki tariflerle, ”insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin âzaları, hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları ve sahil-i selâmet olan darü’s-selâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeler” olarak hizmeti omuzladılar.

Manevî cihadın cephe ülkesi Türkiye’de, en zor şartlarda dahi en küçük bir zaaf ve tereddüde düşmeden, yalpalamadan, gevşemeden, risalelerde en çok vurgulanan hizmet esaslarından olan sebat ve metanetlerini hep koruyarak, ihlâs ve istikamet çizgisinde yollarına devam ettiler.

Para, pul, makam, mevki, şan, şöhret gibi ahirzaman tuzaklarına asla iltifat etmeden; “Meziyetin varsa hafâ türabında kalsın, tâ neşvünema bulsun” düsturuna bağlı kalarak, “sırran tenevveret”in sırlı hikmetlerini yaşayarak çalıştılar.

Yeni Asya’yı Risale-i Nur’a basamak ve köprü yaptılar; bu yolla birçok insanın ebedî hayatının kurtulmasına vesile olmanın hazzı yetti onlara.

İnanılmaz ve dayanılmaz zorluk ve badirelerle dolu çileli bir yolculuktu bu, ama onlar sarsılmaz imanlarından aldıkları ve her gün tazelenip kuvvetlenen bir güç ve enerjiyle bu zorlukları göğüslediler. Hizmetleri için hiçbir karşılık beklemediler, almadılar; tam tersine hep verdiler.

Gerektiğinde kendi zarurî ihtiyaçlarından bile kıstılar; ama bunu hizmete asla yansıtmadılar.

Her hal ve şartta hizmete koşmak, külfetlere omuz vermek, çileye talip olmak; ama her çeşit ücret ve mükâfattan kaçmak onların şiarı oldu.

Çünkü risaleden aldıkları “Bu dünya ücret değil, hizmet yeridir” dersi bunu gerektiriyordu.

Kendi ömür sermayelerinin 40 yılını Yeni Asya’nın 40. yılına geliş süreciyle bütünleştirerek, tavizsiz istikrar çizgisinin bugünlere ulaşmasında çok büyük emek ve gayretleri geçen bu kahramanlar kafilesinden, 40. yıla erişemeyip, terhis belgesini alarak berzaha göçenlerin sayısı bir hayli fazla. Hepsini rahmetle yâd ediyoruz.

İnanıyoruz ki, Üstadla güzide saff-ı evvel talebeleri başta olmak üzere hepsi, berzahtaki cennet menzillerinde 40. yıl sevincini paylaşıyor, manevî alkışlarıyla bu coşkuya iştirak ediyorlar.

Halen aramızda bulunanlar ise, “Hizmet bizden netice Allah’tan” düsturuna yürekten inanmakla beraber, emeklerinin boşa gitmediğini ve bayrağın genç kuşaklarca daha yükseklerde dalgalandırılmakta olduğunu görmenin hazzı içerisinde, Allah’a hamd ü senalar ediyorlar.

Hiç şüphe yok ki, fâni ömür sermayesini bâki ve hak bir dâvâya vakfederek ebedîleştiren böyle bir hizmette istihdam olunmak, herkese nasip olmayacak çok özel bir nimet ve mazhariyet.

Şükrü, ancak, son nefese kadar devam edecek soluksuz bir maratonda daha çok hizmetle eda edilebilecek bir nimet. Allah muvaffak eylesin.

Ve kahramanlar kafilesine selâm olsun.

22.02.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır