"Gerçekten" haber verir 01 Nisan 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Sami CEBECİ

Risâle dersleri ve seminerler sitesi başlarken



Asya Nur Kültür Merkezi inşaatına başlarken bir çok hayal ve idealimiz vardı. Meşveret zeminlerinde ortaya çıkan bu yüksek hedeflerin bir çoğuna ulaşmayı Cenâb-ı Hak nasip etti.

Avustralya’nın Melburne şehrinde ve Almanya’nın Ahlen ilçesinde örneğini gördüğüm bir hizmet modelinin aynısını gerçekleştirmek mutluluk vesilemiz oldu. Geniş bodrumu konferans salonu, girişteki büyük dükkân Kur’ân ve Risâle çeşitleri ve sâir neşriyatımızın satışa sunulduğu bir mekân, onun üstü risâle dersleri ve risâle seminerlerinin yapıldığı ve aynı zamanda dışa açık vakit ve Cuma namazlarının kılındığı geniş bir salon, üstteki iki katı üniversiteli gençlerin kaldığı dershane, en üst katı misafirhane olan beş katlı bina, çok amaçlı bir vazife ifâ ediyor. Yüzlerce gencin gelip gittiği ve programlı çalışmalarla hem imanlı, hem de ahlâklı olmasına vesile olunduğu bu şevkli tempo içinde bir hedefimiz daha vardı. O da, burada yapılan risâle derslerinin ve haftalık risâle seminerlerinin internet yoluyla yüz binlerce insanın istifadesine sunmaktı. Niyet hâlis olunca, âkıbet de hayırlı oluyor. Risâle-i Nurdaki yüksek iman hakikatlerini herkesle paylaşarak, geniş halk kitlelerinin taklidî olan imanlarını, tahkik mertebesine yükselterek dünya ve âhiret mutluluğunu elde etmelerini temin etmek zaten bizim aslî vazifemizdir. Kırk kişiden ancak birkaç kişinin kurtulabildiği bu âhirzaman şartlarında, Kur’ân ve iman hizmetinden daha büyük bir vazife ve hizmet olamaz. Üstadın dediği gibi, dünyanın en büyük meseleleri fâni olduğundan, bizim vazifemizin en küçük meselesine denk olamaz. Çünkü, onlarınki fâni, bizim vazifemiz ise bâkidir.

Teknoloji, Allah’ın çeşitli sebepler altında insanlığa sunduğu en büyük nimetlerindendir. Ancak, büyük nimetler de küllî şükür ister. Onları, Allah’ın râzı olmayacağı şekilde kullanmak, o nimetlere karşı yapılan en büyük nankörlüktür. Genel olarak bakıldığında, bu nimetlerin hayırda ve müsbette kullanmak yerine, şerde ve menfide kullanıldığı görülmektedir. Radyo, televizyon ve internetin nasıl kullanıldığı buna şahittir. Ehl-i dünya ve ehl-i dalâlet onları şerde ve habis işlerde kullanırken, ehl-i imanın da hayırda ve güzel işlerde kullanması zarûrîdir. Böyle yapılmalı ki, o nimetler küllî şükürde kullanılmış olsun.

Bahsi geçen hakikatlere binâen, meşveret zeminlerinde verdiğimiz karar gereği, Almanya’dan kiraladığımız bir server üzerinden “www.asyanur.info” adresiyle bir hizmet sitesi kurduk ve deneme yayınlarına başladık. Sitede videolardan risâle dersleri ve seminerler izlenebilmektedir. Şimdilik birkaç tanesini deneme amaçlı yüklediğimiz bu dersler, oldukça kaliteli olarak dinlenilmektedir.

“www.asyanur.info” veya “www.asyanur.org” adreslerinden girildiğinde ulaşılabilen sitemiz için daha ileri hedeflerimiz de var. Bunun için sizlerin duâsını talep ediyoruz. Cuma akşamları yapılan risâle derslerinin ve her Pazar akşamı takdim edilen risâle seminerlerinin ânında ve canlı olarak sitemizden izlenilmesi en büyük arzumuzdur. Alt yapısını güçlendirerek başarmayı umduğumuz bu çalışmaların dünya genelinde binlerce takipçisi olacağını tahmin ediyor ve rahmet-i İlâhiyeden bekliyoruz.

Kıt'alar arası uydu sistemleriyle ve karasal olarak fiber optik yansıtıcılarla birbirine bağlanan ve koskoca dünyayı küçük bir köy hükmüne getiren internet nimetiyle, hem Türkçe, hem de zamanla İngilizce olarak yapılacak risâle dersleriyle, İnşallah nice insanların Nur Risâleleriyle tanışmasına ve imanlarının kurtulmasına vesile olunacaktır.

Bu hususta en büyük istinadgâhımız Allah’ın yardımı, sonra da sizlerin yapacağı hâlisâne duâlardır. Küllî hizmetlere birlikte mazhar olmak duâsıyla...

01.04.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kâinatı kuşatan kanunlar



Mustafa Bey: “Otuzuncu Sözün İkinci Maksad Üçüncü Noktada geçen ‘Yedi Kânûnu’ açar mısınız?”

Kur’ân-ı Kerîm’in rehberliğinde kâinâtın gizli sırlarını açan, okuyan ve kâinât kitabını nasıl okuyabileceğimizi eserleriyle bize de gösteren Bedîüzzaman Hazretleri, Otuzuncu Söz’de, maddenin en küçük yapı taşı olan atomların başıboş olmadıklarını yedi kânûnla nazarımıza sunar. Bu kanunları şöyle özetleyebiliriz:

1- Kanun-u Rububiyet: Bütün varlıkları terbiye eden Sâni-i Hakîm’dir. Cenâb-ı Hak her şey için, o şeye münâsip bir kemâl noktası ve o şeye lâyık bir varlık feyzi mertebesi tayin etmiş ve o varlığa o kemâl noktaya ulaşması için bir kâbiliyet vermiştir. Bütün bitkilerde ve hayvanlarda bu kânûn hâkimdir. Bu kânûn cansız maddelerde de geçerlidir. Çünkü meselâ âdî toprağa bakıyoruz ki, elmas derecesinde ve yüksek cevherler mertebesinde bir terâkkî ve yükseliş sergiliyor. Anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Allah bütün varlıkları, bütün zerreleri ve bütün atomları hususî terbiyesi altında halden hale her an çevirmektedir. Her değişiklik daha ileri olgunluğa ve daha büyük kemâle doğru atılan yüksek bir adım olarak tecellî ediyor. Atomlara, terbiyesi altında sonsuz olgunluklara doğru sayısız hareketler veren bu “İlâhî terbiye kânûnu” kâinâtta her şeye hâkimdir.

2- Kanun-u Kerem: Cenâb-ı Hak, fıtrî olsun, irâdeye bağlı olsun, her hizmetin ücretini ya hizmet içinde, ya da hizmet bitiminde peşinen ödüyor. Meselâ nesillerin çoğalması işinde görevlendirdiği hayvanlara ücretlerini birer maaş gibi birer cüz’î lezzet şeklinde peşînen veriyor. Arı, bülbül ve sâir hayvanlara yaptıkları hizmete bedel bir makam veriyor. Kâinâtta hiçbir şey hizmetini bedelsiz ve ücretsiz yapmıyor. Bundan anlaşılıyor ki, kâinâtı bir “İlâhî ikrâm ve cömertlik kânûnu” kuşatmış haldedir.

3- Kânûn-u Cemal: Her şey olağanüstü güzeldir. Her şeyin hakîkati ve güzelliği Allah’ın bir ismine dayanıyor, o isme ayna oluyor. O şey ne kadar güzelleşse o ismin şerefinedir. Çünkü güzelliği isteyen o isimdir. O şeyin kendisi bilse de, bilmese de o güzellik Allah tarafından istenen bir sonuçtur. Atomlar bu güzel sonuca doğru kasıtla ve bilinçle sevk edilmektedirler. Her şey bu kânûnun elinde olabilecek en güzel biçimde varlığını sürdürür. Bu hakîkat kâinâtın bir “Güzelleştirme Kânûnuna” tâbi olduğunu gösteriyor.

4- Kânûn-u Rahmet: Fâtır-ı Kerîm, varlıklara verdiği kemâli ve olgunluğu, varlıkların hayatlarının bitmesiyle geri almıyor. O olgun davranışların meyvelerini, netîcelerini, mânevî hüviyetini, mânâsını ve ruhlu ise ruhunu bâkî kılıyor. Meselâ dünyada insanı mazhar ettiği olgunlukların mânâlarını, meyvelerini bâkîleştiriyor. Hattâ bir meyve üstünde söylenen “Elhamdülillah” kelimesini, cisimleşmiş bir Cennet meyvesine çeviriyor ve Cennette tekrar ona ikrâm ediyor. Şu hakîkat bütün kâinâtı sarmış görünüyor. Bu hakîkatta muazzam bir “Rahmet Kânûnu” kendini gösteriyor.1

5- Kânûn-u Hikmet: Eşsiz Yaratıcı Cenâb-ı Hak israf etmiyor, boş iş yapmıyor. Meselâ güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefât etmiş mahlûkların maddî enkazlarını bahar yaratıklarında kullanıyor. Elbette, “Yeryüzünün başka bir şekle gireceği gün”2 âyetinin ve “Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur”3 âyetinin işâretiyle şu dünyada cansız ve şuursuz olmakla berâber, mühim vazifeler gören yeryüzü atomlarını; taşı, ağacı ve her şeyi hayat ve şuur sahibi olan âhiretin binâlarında kullanmak hikmet gereğidir. Çünkü harap olmuş dünyanın atomlarını dünyada bırakmak veya yokluğa atmak israftır. Bu hakîkat bizi kâinâtı kuşatan bir “Hikmet Kânûnuna” götürüyor.

6- Kânûn-u Adl: Şu dünyanın pek çok eserleri, mâneviyâtı, meyveleri, cinlerin ve insanların amelleri, amel defterleri, ruhları ve cesetleri âhiret pazarına gönderiliyor. Elbette o meyvelere ve o mânâlara hizmet eden ve arkadaşlık eden yeryüzü atomları dahî vazîfe noktasında kendine göre kemâle erdikten sonra yani hayat nuruna çok defa hizmet ettikten ve mazhar olduktan ve hayatıyla sayısız defa Allah’ı zikrettikten sonra şu harap olacak dünyanın enkazı içinde, şu atomları öteki âlemin binâsında kullanmak adâlet ve hikmetin gereğidir. Böylece bir atomun bile ebediyet hakkı zâyi edilmiyor, tanınıyor. Şu hakîkat bizi kâinâtı saran “Adalet Kanununa” ulaştırıyor.

7- Kanun-u İhata-i İlmî: Ruh cisme hâkim olduğu gibi, kaderin yazdığı emirler ve programlar da cansız maddelere hâkimdir. Maddeler, kaderin yazdığı mânevî yazılara göre mevkî ve nizam almaktadırlar. Meselâ, çeşit çeşit yumurtalar ve nutfeler, sınıf sınıf çekirdekler, cins cins tohumlar kaderin ayrı ayrı yazdığı emirler ve programlar cihetiyle, ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Ve böylece sayısız varlıklara kaynak oluyorlar. Oysa bütün o yumurtaların, nutfelerin, çekirdeklerin ve tohumların maddeleri birdir, fakat çok muhtelif varlıklara kaynaklık etmektedirler. Elbette defalarca hayâtî hizmetlerde ve tesbihatlarda bulunmuş ve hizmet etmiş bir atomun mânevî cephesinde o mânâların hikmetlerini kader kaleminin yazıp kaydetmesi, İlâhî ilmin gereğidir. Bunda pek büyük bir “İlim Kânûnu” gözler önüne serilmektedir.

Bu pek yüksek kânûnların görünen uçları arkalarında birer ism-i Azam ve o İsm-i Azamın büyük tecellîsi görünüyor. O tecellîden anlaşılıyor ki, sâir varlıklar gibi, şu dünyadaki atomların hareketleri ve titreşimleri dahî, gâyet yüksek hikmetler için, kaderin çizdiği sınırlar içinde, kudretin verdiği emirlere göre, hassas bir ilmî ölçü içinde hareket ediyorlar. Âdetâ başka yüksek bir âleme gitmeye hazırlanıyorlar.

Öyle ise hayat sahibi cisimler, o seyyah atomlara birer okul, birer kışla, birer misafirhane hüviyetindedirler.4

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 511. 2- İbrâhîm Sûresi, 14/48. 3- Ankebût Sûresi, 29/64. 4- Sözler, s. 512

01.04.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İçtenlikle yapılan bir duâ



Her duâ kabul olur mu? Duâ nasıl yapılmalı ki kabul edilsin?

Yapılan duâlara kesinlikle cevap verileceğine inanarak duâ etmemizi öğütleyen Allah Resûlü (asm), “Şunu iyi bilin ki Allah gafil ve başka işlerle meşgul olan bir kalbin duâsını aslâ kabul etmez”1 buyururken duâda içten olmamız gerektiğini öğretmiştir.

Daha önce köşemizde yer verdiğimiz bir duâ vardı. Allah Resûlü’nün (asm) “Bismillâhi lâ yedurru maasmihî şey’ün fi’l-ardı velâ fi’ssemâi ve Hüve’s-Semîü’l-Alîm” [İsmiyle beraber bulundukça yerde ve gökte hiçbir şeyin zarar veremeyeceği Allah’ın ismiyle (sabaha erdim/akşamladım.) O her şeyi işiten ve bilendir] şeklinde buyurduğu bir duâ.2

Bu kısa, bir cümlelik duâ yer ve gökten gelebilecek zararlara karşı korumaktadır insanı.

Elbette ihlâs ve samimiyetle okunduğunda okuyan kimseye hiçbir şeyden zarar gelmez. Bu hadisi rivayet eden, Tirmizî ve Ebû Davud’da yer alan Enes bin Malik’in başından, insanın her türlü zarardan korunmasıyla ilgili şöyle bir hadise geçer:

Zalim Haccac’ın dönemine de erişen Hz. Enes’i, Haccac bir gün makamına çağırttırıp, “Duydum ki bana bedduâ ediyormuşsun” demişti.

Büyük bir cesaretle, “Evet, doğrudur” diye cevap vermişti Hz. Enes de.

“Seni öldüreceğim” diye mukabele etmişti Haccac.

Gözünü budaktan esirgemeyen Hz. Enes’in cevabı ise zalim Haccac’ı dize getirecek cinstendi. Şöyle demişti Hz. Enes: “Bilsem ki bu senin elindedir, sana boyun eğerdim. Ama Resûlullah (asm) bana bir duâ öğretti. Kim bu duâyı her sabah okusa, ona ne bir zehir, ne bir sihir ve ne de zalim bir hükümdar zarar verebilir.”

Haccac, “O duâyı bana öğret” deyince de, Hz. Enes (ra), “Neûzü billah! Ben ve sen, sağ kaldığımız sürece, onu sana öğretmeyeceğim” diye cevap vermişti.

Hz. Enes’in 103 yaşında ölümden önce hastalandığında hizmetçisini çağırıp, “Senin bende çok hakkın var” diyerek bu duâyı öğrettiğini biliyoruz. Bu duâ yukarıya aldığımız duâdan başkası değil.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Daavat: 65; Müsned, 2: 77.

2- İbni Mace, Dua: 14.

01.04.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Tire'de örnek bir tablo



Tire'deki Demokrat Nur Talebeleri, tıpkı bir zamanlar Emirdağ'daki ağabeyleri Hamzalar, Sadıklar, Tahirler, Mehmetler gibi (Emirdağ Lâhikası, s. 423; 1994) hareket ederek, tebrik ve takdire şâyân bir başarıya imza attılar.

Demokratlar'a hakkıyla bir "nokta–i istinat" olan oradaki Nur Talebeleri, sair yerlere örnek teşkil edecek bir davranış sergilediler ve Demokrat Partiyi beldelerinde yeniden iktidara taşıdılar.

Bu fevkalâde başarılarından dolayı, Tire'deki dost ve kardeşlerimizi tebrik ediyor, aynı ittifak ve imtizaç içinde kalarak daha nice hizmetlere imza atmalarını Cenâb–ı Hak'tan niyaz ediyoruz.

* * *

Bizim seçimden evvel 33 bölüm halinde neşrettiğimiz "Ahrar–Demokratın 144 yıllık serüveni" dizi yazısının mânâsı, diyebiliriz ki Tire'de gayet güzel bir sûrette tecelli etti.

O havalideki Demokrat Nur Talebeleri, yaklaşık altı ay kadar evvel harekete geçtiler ve ciddî bir hazırlık içine girdiler.

Onlar, kök ile gövdeyi ve gövde ile dalları bir güzel şekilde birleştirip kaynaştırmak sûretiyle, meyvenin, mahsulün de en iyisini istihsal etmeye azm ü cezm ü kast eylediler.

Bunda da, Allah'ın inayetiyle muvaffak ve muzaffer oldular.

Onlar, hizmette ileri, ücrette ise geri durmasını bildiler.

Onlar, teşkilâtla birlikte çalışıp çabaladılar, bu hizmette büyük emek ve çaba sarf ettiler; ancak, makam ve mansıba, şöhret ve koltuğa gözlerini dikmediler. Başkanlık makamına "dindar demokratlar"ı getirmeyi tercih ettiler.

İşte, elde muvaffakiyetin en mühim saiklerinin başında da, orada sergilenen bu ihlâs, sadâkat ve ferâgat düstûrları geliyor.

İnanıyoruz ki, aynı düşünce ile yola çıkılsa, aynı ölçüler içinde hareket edilse ve aynı tavır sergilenmiş olunsaydı, Türkiye'nin belki doksan–yüz yerinde benzer neticeler alınmış olacaktı.

Nitekim, benzer bazı tavırların bir ölçüde Yalova, Kırıkkale, Simav ve Midyat'ta da sergilendiği söylenebilir. Bu açıdan, oraları da tebrik etmek lâzım.

* * *

Esasında, bu meselede yapılacak iş gayet açık ve nettir: "Demokratlar'a nokta–i istinat olmak."

Bize yüklenen vazifenin pratikteki en mühim yönü, bu vecize ile ifade edilen ölçü ve kıstasta belirlenmiş durumda.

Buna uyulduğunda, muvaffakiyetleri neticelerin hasıl olduğu meydanda görünüyor.

Bu ölçü ve kıstas hakkıyla bilinmediği zaman ve zeminlerde ise, fikrî kargaşa ve zihin bulanıklığı meydan alıyor. Tabiri câizse, her kafadan bir ses çıkmaya başlıyor.

Böylesi durumlarda ise, yanlışlarla doğrular birbirine karışıyor ve müsbet neticelerin alınması adeta imkânsız hale geliyor.

Türkiye'nin pekçok yerinde, ne yazık ki doğrularla yanlışların birbirine karıştığı, bir diğer ifade ile Demokratlar ile Milletçilerin birbirinde tefrik edilemez hale geldiği son derece karmaşık ve çapraşık bir atmosfer hakim.

Fevkalâde önemli bir diğer husus ise, bilhassa siyaset âleminde Üstad Bediüzzaman ve Risâle–i Nur'un tatil edildiği, unutmaya terk edildiği fecî bir durumla karşı karşıya bulunduğumuzdur.

Oysa, Risâle–i Nur, her yönüyle bu vatanın ve milletin halaskârıdır. Hiçbir şekilde ve hiçbir sahada tatil etmeye gelmez.

Meslek ve meşrebi itibariyle siyasette de bir vazifesi olan Üstad Bediüzzaman'ın yedi–sekiz senedir bu sahada adeta "ademe mahkûm" edilmiş olması, bizleri ciddî endişelere sevk etmektedir.

Rabbim, bize pahalıya mal etmesin; ancak, iktisat uzmanları ve basiretli analistler, bu yılın ortalarından itibaren millet olarak daha da tahammül edilmez bir maddî krizin içine sürüklenebileceğimizi ifade ediyor.

Böyle bir şeyi hiç kimse temenni etmemeli; biz de etmeyiz. Fakat "el–cezaü mincinsi'l–amel" kaidesini de unutmamalı.

Tarihin yorumu 1 Nisan 1949

Türkiye, BM Genel Kurulunun 10 Aralık 1948'de kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesini imzaladı.

Aşağıda ilk beş maddesini sıraladığımız bu beyannameye imza koyan Türkiye'nin, bu maddelere uygulamada riayet ettiği ne yazık ki söylenemez.

Önemli ölçüde mesafe alınmasına rağmen, ülkemizde insan temel hak ve hürriyetleri yer yer çiğnenmeye hâlâ devam ediliyor.

Dileğimiz, bu konuda en iyi ülkeler arasında yer almak ve kabul edilmiş maddeleri sadece sözde değil, özde de sergilemek.

İşte, Türkiye'nin 60 yıl evvel kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesinin ilk beş maddesi.

Madde 1: Bütün İnsanlar hür haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdan sahibidirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler

Madde 2: Herkes, ırk, renk cins, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir akide, millî veya içtimaî menşe, servet, doğuş veya herhangi diğer bir fark gözetilmeksizin iş bu beyannamede ilan olunan tekmil haklardan ve bütün hürriyetlerden istifade edebilir.

Madde 3: Yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır.

Madde 4: Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz; kölelik ve köle ticareti her türlü şekilde yasaktır.

Madde 5: Hiç kimse işkenceye, gayr–i insanî ve haysiyet kırıcı cezalara veya muamelelere tabi tutulmaz.

01.04.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Reformlar başka bahara mı?



Seçim sonuçlarıyla ilgili değerlendirmeler devam edecek gibi görünüyor. Gerek iktidar ve gerekse muhalefet, kendi pencerelerinden neticeye bakıp ‘ders’ler çıkarmak durumunda. Nitekim DP Genel Başkanı Süleyman Soylu, Pazartesi günü CNN Türk’ün canlı yayınında yaptığı açıklama ile ‘partisinin oy oranını arttıramadığı’ gerekçesiyle genel başkanlığı bırakacağını açıkladı.

Görebildiğimiz kadarıyla DP ve Genel Başkanının geride bıraktığımız mahallî seçimlerde bir başarısızlığı yok. En zor şartlarda, elden gelen imkânlarla çalıştılar, fakat ortaya böyle bir netice çıktı. Elbette oylarını arttıramadılar, ama ortalamada kendilerinden daha fazla oy alan bir partiden daha fazla sayıda il ve ilçe belediye başkanlıkları kazandılar. Yine görebildiğimiz kadarıyla kamuoyunda da bir istifa beklentisi yoktu, ancak seçim öncesi verilen söz gereği DP Genel Başkanı istifa edeceğini duyurdu. Arzu edilmeyen bir istifadır, ama bu karara sadece saygı duyulur.

Sandıktan çıkan neticelere bakıldığında DP’nin en büyük probleminin büyük şehirlerdeki yapılanma olduğu anlaşılır. Anadolu’nun belli başlı il ve ilçelerinde yüksek nisbette oy alabilen DP, büyük şehirlere gelince bu başarıyı sağlayamıyor. Bu durum elbette bu günün problemi değildir. Köylerden şehirlere göçle başlayan bu değişim, belki de ‘demokrat misyon’ca yeteri kadar tahlil edilip, ihtiyaçlara göre politikalar geliştirilemedi.

‘Demokrat misyon’u sıkıntıya sokan bu durumun onlarca, belki de yüzlerce sebebi vardır. Fakat önemli olan ‘netice’ olduğuna göre bu problemin çözümü için özel gayretler sarfetmek gerektiği de ortada.

Türkiye başka bir açmazla daha karşı karşıya. Mahalli seçimlerde aldığı oy nisbetinden daha fazla oy olarak tek başına iktidara gelen hükümet, oy kaybettikten sonra söz verdiği reformları yapabilecek mi? Bir iki defa yenilenip güncellenen ve millete ilân edilen ‘vaadler’ acaba gerçekleştirilebilecek mi?

Meselâ, Avrupa Birliği üyeliği yolunda emin adımlarla ilerlemek mümkün olacak mı? Ayrıca son ayların en tartışmalı konularından biri haline gelen ‘yeni ve sivil bir anayasa’ tozlandığı raflardan icraat masasına alınabilecek mi?

Elbette yapılmasını çok arzu ederiz, ama bu seçim neticelerinden sonra daha önce yapılması için vaad edilen reformların yapılma imkân ve ihtimali maalesef azalmıştır.

Tek başına iş başına gelmiş bulunan hükümet, elde ettiği bu imkânı yeterince değerlendiremedi ve iktidardaki günlerini ‘sadece bu gün’ olarak göremedi. ‘Bugün’ün işini ekseriyetle ‘yarın’a bıraktı ve başlangıçta çok uzak olan ‘yarın’a gelip dayanmış olduk.

İktidar partisinin seçim sonuçlarını değerlendirirken “Hizmet siyaseti karşılığını bulmadı” demesi de neticeyi doğru okuyamadığı anlamına gelir.

Seçim sonuçlarını iyi okuyan ve buna göre politika geliştiren siyasî partiler kazanmaya devam eder vesselâm.

01.04.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Seçimin en ciddî mesajı…



Seçim değerlendirmeleri devam ediyor. Kırıcı ve sert bir seçim sürecinin ardından ortaya çıkan tablonun bütün siyasete mesajı var. Zira hiçbir parti göz dolduracak muhtevada oyunu arttırmış değil.

Ancak sonuçların, son genel seçimlerin üzerinden henüz 20 ay geçmişken, bu denli erozyona uğrayan iktidar partisi için özellikle ciddî bir “uyarı” taşıdığına herkes müttefik. Mahallî seçimlerde büyük etkisi olan “iktidar nimeti”ne, bakanların, milletvekillerinin seçim bölgelerini âdeta abluka altına alıp olağanüstü yüklenmelerine ve merkezî yönetim ile yüzde 75’i ellerinde tutan yerel yönetimlerde iktidar gücünü hoyratça harcamalarına rağmen iktidar partisinin oy düşüşü, bu seçimin açığa çıkan en bâriz hususiyetlerinden.

Geriye gidiş, iktidarda olduğu halde mahallî seçimlerde oy kaybeden ANAP’ın durumunu hatırlatıyor. 12 Eylül’ün yasaklı ortamında darbelerin “izni”yle kurdurulup kapatılan Adalet Partisi’nin “tapulu arazisi”nde iktidara getirilen bu partinin söz konusu oy kaybının ardından bir türlü tutunamayıp birkaç seçim sonrasında siyaset sahnesinden silinmesini andırıyor.

Başbakan’ın bizzat yürüttüğü ve bütün gücüyle asıldığı, her türlü seçim yardımı ve siyasî avantajların kullanıldığı seçimde AKP’nin Türkiye genelinde yüzde 8’e yakın erozyona uğraması; başta eski ve yeni Meclis başkanlarının seçim bölgeleri ve bazı büyükşehirler olmak üzere önemli belediyeleri CHP’ye ve MHP’ye kaptırması, yıpranma sürecinin hızlandığını gösteriyor.

“MAĞDURİYET SİYASETİ”NİN SONU

Gerçek şu ki AKP baştanberi hep “mağdurları” oynadı ve hep bu taktikle büyük kitleden oy aldı. Seçimlerinde AKP’ye oy patlaması yaptıran, başarıları değil, demokrasiye vaki dıştan dayatmalardı. Siyasî iktidar, demokratikleşme, inanç özgürlüğü, din eğitimi ve öğretimi, temel hak ve hürriyetlerdeki başarısızlıkları, “ne yapalım, yapmak istedik, ama yaptırmadılar” söylemiyle oya tahvil etti.

“Velev ki siyasî simge de olsa” çıkışıyla yasadışı başörtüsü yasağını anayasayla kaldırma yanlışına girdi; peşinden yasağın daha da katmerleşip yasakçılar nezdinde “yasallaşması”na karşı, aynı “mağduriyet” mâzeretine sığındı.

Bilindiği gibi Fazilet Partisi’nden kopan “yenilikçiler”in Ağustos 2002’de kurdukları AKP, üç ay sonra 3 Kasım 2002’de iktidara gelmesinin en etkili amili “mağduriyet” olmuştu. Okuduğu bir şiirden dolayı dört ay hapis yatan partinin Genel Başkanı Erdoğan’ın Başbakan olmadığı ilk seçimlerde halk “mağduriyet”e oy vermişti.

Peşinden Baykal’ın desteğiyle Erdoğan’ın önünü kapayan anayasa ve yasa maddeleri değiştirilip CHP’nin arka çıkmasıyla yolu açıldı. AKP, Meclis’te tek başına anayasayı değiştirebilecek güce sahip oldu; lâkin 12 Eylül ihtilâlinin darbeyi ve darbecileri koruyup kollayan demokrasi dışılıkları ayıklamadı, 28 Şubat post-modern darbe sürecinden kalma temel hak ve hürriyetleri, din eğitimi ve öğretimini kısıtlayan yasaklı yasaları kaldırmadı.

İşin ilginç yanı, 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinde gece yarısı yayınlanan e- muhtıranın ardından Anayasa Mahkemesinin “367 kararı” yine Meclis’in üçte ikisini dolduran iktidarın “mağduriyeti”ne dönüştürüldü. Ardından yapılan seçimlerde millet nezdinde “dindar Cumhurbaşkanını seçtirmediler” propagandası alabildiğine istimal edildi…

ANAP’IN AKIBETİNE UĞRAMAK..

“Mağduriyet stratejisi” devam etti. AKP seçimlerinde yüzde 47 oyla Meclis’in yüzde 65’ini elde etti. Ne var ki geçen süre zarfında bütün demokratik irâde zaaflarını “Çankaya’ya” bağlayan iktidar partisi, Çankaya’yı da elde etti ama başarısızlıkları başkalarına ihâleyle “mağduriyet taktiği”ni sürdürdü.

Yeni dönemde de demokratikleşmede arpa boyu ileri gidilemedi. “Mağduriyet”le seçilen yeni Cumhurbaşkanı’nın atadığı yeni rektörler, başörtüsü yasağını daha da yaygınlaştırdılar.

Neticede seçmen her türlü desteği verdi, iradesini emânet etti; tarihte çok az iktidara nasip olan güçlü iktidarı verdi. Fakat AKP iktidarı bunun gereğini yapmadı, yapamadı. Emânetin gerçek sahibi milletin taleplerini hep göz ardı etti; hâricî ve dahilî güçlere şirin gözükmeye çalıştı… Nihayet AKP’nin “yaptırmadılar” mazereti ve “mağduriyet oyunu”nun arkası geldi. 29 Mart seçimlerinin en ciddî dersi ve mesajı bu. Halen yüzde 40 oyla iktidarda olan AKP, milletin hakkını ve hukukunu korumalı, emanet ettiği demokratik iradenin hakkını vermeli…

Aksi halde ANAP’ın akıbetine uğramaktan kurtulamaz…

01.04.2009

E-Posta: [email protected]




Robert MİRANDA

Sudan kâr etme politikaları



Orta Doğu ve Türkiye’de bulunan en değerli tabiî kaynak olan su kaynakları şüphesiz bölge ülkeleri için en önemli su rezervleri durumundadır.

Türkiye’nin Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, Türkiye’nin su kaynaklarının, komşularla barış köprüleri kurulmasında önemli bir araç olabileceğini ve su meselesinin bir çatışma sebebi olması yerine bu yolu tercih ettiklerini ifade etti.

Türkiye’de bulunan Fırat ve Dicle nehirleri dünyanın en çok bilinen su taşıyıcı nehirleri arasındadır ve Türkiye’nin, Suriye’nin, Irak’ın ve bölgedeki diğer ülkelerin de ihtiyaçlarını karşılayacak bir kapasiteye sahiptir.

Veysel Eroğlu suyu barış için bir araç olarak kullanma çağrısında bulunuyor. Bu gerçekten onurlu ve değerli bir teklif gibi görünüyor ancak bu denilen şey ancak Türkiye’nin su kaynaklarının halkın kontrolünde olması halinde gerçekleşebilir. Aksi halde eğer bu kaynaklar çok milletli bir şirketin eline verilecek olursa, o zaman bu vizyon oldukça tehlikeli bir hal alabilir. Bu durumda suyun kâr amacı güden şirketlerin kontrolünde olması amacıyla politik baskılar artacaktır. Su gerçekten de şüphesiz bir şekilde en az petrol kadar hatta ileride petrolden daha da fazla kâr getirecek bir tabiî kaynaktır. Gittikçe azalan su kaynakları bu tabiî kaynağı zaman içinde oldukça değerli ve gün geçtikçe de değeri artan bir meta haline getirmiştir.

Dünya genelinde azalan bu su kaynağı sebebiyle, Türkiye bölgesinde “suyun Suudi Arabistan’ı” haline gelebilir ve su kaynakları sebebiyle bölgesel politikalarda faaliyet ve güç kazanabilir.

Veysel Eroğlu’nun sözkonusu fikri, bana 2001 yılında Bonn’da düzenlenen bir panelde Alman hükümeti ile Dünya Bankası’nın ortaya atmış olduğu bir fikri hatırlattı. Bu panelde Afrika’nın Nil Nehrine kıyısı bulunan 10 ülkesinin temsilcileri, Ren Nehri örneğinden yola çıkarak bir nehirden ortak bir şekilde nasıl faydalanılacağını öğrenmişlerdi.

Bu panel sırasında su kaynakları uluslar arası işbirliği ve barış için bir katalizör olarak tanımlanmıştı. Alman hükümetinin bu paneldeki amacı gelecekte su kaynakları ve suyun kullanımı konusunda çıkabilecek çatışma ve ayrılıkları önceden belirleyip önüne geçmekti, zira suyun kıtlığı ileriki zamanlarda bilhassa Afrika ve Asya ülkeleri arasında siyasî çekişmelerin temel konusu olacaktı.

Tarih içinde, su hep kamunun ortak malı olagelmiştir ve bolluktan dolayı hükümetin kontrolü altında halka dağıtılmıştır. Ancak, IMF ve Dünya Bankası kafa kafaya vererek şimdi suyun da özelleştirilmesi için projeler geliştirmiş ve su piyasasının liberalleştirilmesi ve su kıtlığı bulunan yerlere su satılabilmesi için bir piyasa oluşturulmasını sağlamışlardır.

IMF ve Dünya Bankası’nın önderliğinde Nestle gibi uluslar arası ölçekte firmalar su işine girmişler ve hem içilebilir suyu üretip, paketleyip, satmak hem de yerel yönetimlerde suyun yönetilmesi, rezervlenmesi ve dağıtılması işini yapmaya başlamışlardır.

Su kaynaklarının, tatlı su göllerinin ve halka ait kaynakların özelleştirilmesi, bu uluslar arası şirketlere suyu istedikleri kişilere ve yerlere satabilecek yetkiyi veren stratejik bir pozisyon kazandırmıştır. Böylece bir ülke yahut topluluk su almak istese bile, güya insan haklarını ihlâl ettikleri gerekçesiyle onlara su satmamaktadırlar. Bunun son örneği de Gazze’dir...

Su kaynakları özel şirketlerin kontrolünde olunca, halk kendini yöneten hükümete taleplerini yerine getirmesi için de herhangi bir baskı yapamaz hale gelecektir. Türkiye sularını özelleştirerek, Türkiye’nin bir gün bir ülkeye su satmak istediğinde bu talebinin karşılanmayacak olduğu gerçeği, Türkiye’nin siyasî çıkarlarıyla çatışmaktadır. Kendi su kaynaklarını kontrol edemeyen bir Türkiye bölgede kendi çıkarlarıyla çatışan bir durumda su kaynaklarının kendisine kazandırdığı politik gücü ve esnekliği kullanamayacaktır.

Dünyada suyun özelleştirilmesine bir çok örnek vermek mümkündür ve bütün bu örneklerde özelleştirmenin sonuçları her zaman o milletin zararına olmuştur. Hükümetlerin öncelikli işi kendi halkı için içilebilir suyu temin etmektir. Su kaynaklarını kâr ve kaynak sağlamak üzere bir özel şirketin kontrolüne vermek gerçek anlamda trajik bir hata olacaktır.

Türkiye, kendi suyunun kontrolünü elinde tutmak ve kendi halkına su teminini etkili ve etkin yollarla sürdürmeyi devam ettirmek durumundadır.

Su, dünyanın bir çok bölgesinde artık güvenlikle doğrudan bağlantılı bir meseledir. Yarının savaşları muhtemelen su üzerinden olacaktır. Bu tür savaşları önlemek için ise, su kaynaklarının halkın kontrolündeki hükümetlerin elinde bulunması şarttır.

TERCÜME: UMUT YAVUZ

01.04.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Katmerli kilitlenme



29 Mart seçiminde sandıktan çıkan sonuç, siyaseti kilitleyen 22 Temmuz tablosunu değiştiremedi, ancak o tablonun yol açtığı kilitlenmeyi daha da katmerli hale getirebilecek bir netice ortaya çıkardı.

Bunun önemli sebeplerinden biri, 22 Temmuz konjonktüründe aldığı halk desteğini, anayasanın yenilenmesi başta olmak üzere temel reformları gerçekleştirmek için kullanmayı başaramayan AKP’nin şimdi hareket alanının daha da kısıtlandığı bir konuma gerilemiş olması.

AYM’deki kapatma dâvâsından çıkan karar, iktidar partisi üzerindeki yargı vesayeti gölgesini iyice koyulaştırmıştı. 29 Mart seçiminin sonucu, AKP’nin buna karşı yaslanabileceği halk desteğinde de ciddî aşınma olduğunu gösterdi.

Gerçi AKP gerek 2002, gerek 2004, gerekse 2007 seçimlerinde aldığı, giderek artan güçlü halk desteğini akılcı bir şekilde değerlendirmeyi ve hakkını vermeyi zaten hiç başaramamıştı...

29 Mart’tan sonra bu iş daha da zorlaştı.

22 Temmuz tablosunun Meclis içi muhalefet ayağını oluşturan partilerin seçimden artı iki-üç puan artışlarla çıkmaları ise, demokrasinin önünü açmaktan ziyade, yaşanan tıkanıklığın iyice derinleşmesine sebep olacak gibi görünüyor.

Çünkü ne CHP’nin, ne MHP’nin, ne DTP’nin demokrasinin önünü açarak olumlu yöndeki değişime destek vermek gibi bir meseleleri var.

Samimiyeti tartışmalı “açılım” çabalarıyla “eski çizgide ısrar” direnişi arasında sıkışıp kalan ve son kertede galiba yine statükocu zihniyetin ağır bastığı CHP ile hangi reform yapılabilir ki?

Aynı şey, Erdoğan’ın “CHP ile ruh ikizi” olarak nitelediği MHP için de geçerli. CHP ile olduğu gibi bu partiyle de ne yeni bir anayasa yapılabilir, ne de AKP’nin dört buçuk yıldır ara verdiği AB reformlarına sür’at kazandırılabilir...

Keza, bölgeci ve etnik bir anlayışa kendisini hapsedip, terör örgütüyle irtibatını kesmeye yanaşmayan DTP ile de bunların hiçbiri yapılmaz.

AKP’nin yapmaya zaten gönlü yok.

Ancak Türkiye’de her alanda yaşanan tıkanıklıkların altında, ihtilâl anayasasının koruduğu hukuk dışı ve antidemokratik sistem yatıyor.

Dolayısıyla, anayasayı yenileyip demokratikleşme reformlarını gerçekleştiremediğimiz sürece, sistemin kaynaklık edip ürettiği tıkanıklıklar aşılamaz, aksine daha da derinleşerek sürer.

Bu durumun diğer kritik meselelere yansımaları ise, meselâ Ergenekon sürecinde özellikle asker ve yargı kaynaklı engellerin aşılamaması, 28 Şubat ürünü mağduriyetlerin daha da şiddetlenerek ilânihaye devamı veya dış politikanın en sancılı alanlarından İsrail’le ilişkilerin hiçbir şey olmamış gibi sürmesi gibi sonuçlar verir.

Veya Güneydoğu, Kuzey Irak, Kürt meselelerinde Telaviv bağlantılı denizaşırı adreslerce hazırlanan projeler uygulamaya konulurken, bizim sadece içeriye karşı hükmü geçen meşhur “kırmızı çizgiler”imizin oralarda hiçbir hükmü kalmaz, inisiyatifimiz tamamen devredışı kalır.

Bu bakımdan, yine riskli bir sürece giriyoruz.

22 Temmuz tablosunun, iktidar ayağı zayıflamış ve muhalefet ayağı cüz’î bir artış kaydetmiş olarak devamı, sistem üzerindeki yargı vesayetinin mâlûm sebeplerle daha da kuvvetlendiği bir ortamda, topyekûn siyasetin ağırlığını azaltarak ülkeyi farklı bir ara rejim modeline götürebilir.

Gerçi, Aydın Menderes’in ifadesiyle Türkiye 27 Mayıs’ta girdiği ara rejimden hâlâ çıkmış değil. Zira ülke bugün de, 12 Eylül’ün tahkim edip pekiştirdiği 61 Anayasasının millî iradeyi zoraki ortaklarla kısıtlayan hükümleriyle yönetilmekte.

Ve bu anayasadaki tuzak düzenlemeler, söz konusu bürokratik vesayetin mütemadiyen genişletilip derinleştirilmesine müsait olduğu için, halen bu gerçeğin yeni tezahürlerini yaşıyoruz.

Türkiye’nin, sivil toplumun desteğiyle bu vesayeti, kuşatmayı ve çemberi yarıp demokratik alternatif oluşturacak dirayet ve cesarete sahip bir siyaset inisiyatifine ihtiyacı iyice şiddetlendi.

01.04.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis