19 Mayıs 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Gültekin AVCI

Orgeneral ve Stay Behind


A+ | A-

Eski Genelkurmay başkanı Yaşar Büyükanıt’ın TV’deki konuşmalarını izleyince sarsıldım doğrusu. Bu sarsıntının en büyük sebebiyse generalin profiller yelpazesinin neresinde durduğunun ve başkalarının kendisine göre aldığı pozisyonun tam şuurunda olmamasıydı. Yani kafası karışıktı generalin. Neden mağdur olduğunu bilmediği gibi 27 Nisan muhtırası cihetiyle neden mağdur ettiğini de bilmiyor bir görüntü bıraktı bende.

27 Nisan muhtırasını kendisinin yazdığını açıkça ifade etmesi, belki bir orgeneralin açık yürekliliği zaviyesinden puan alır, ama bunu kendisinin önüne geçemediği bir derin kitleye verilmiş taviz gibi göstermesi, kendince memleketin içinde bulunduğu ‘şartlar’dan dem vurması hiç tatmin edici değildi.

Memleketin içinde bulunduğu şartları, Genelkurmay’ın değerlendirme lüksü yoktur.

Türkiye’nin de özel şartları yoktur. “Özel şartlar, öyle ama…” bakışıyla askerî vesayet günden güne mesafe kat etmedi mi? Özel şartlar dedikleri, yıllardır teneffüs edilen demokrasi aromalı askerî diktatorya havasıdır.

27 Nisan madem Büyükanıt’ın dediği gibi muhtıra değil, sadece görüş belirten bir bildiriydi, neden tüm basında e-muhtıranın üzerine aylarca yorumlar yapıldığı halde bugüne kadar Genelkurmay seviyesinde ‘Bu muhtıra değil, bir görüş bildirisidir’ açıklaması yapılmadı acaba? Yapılmadı, çünkü bal gibi muhtıraydı. Eğer ‘Bildiridir’ açıklaması yapılsaydı amaçladıkları tepkiyi koymamış olacaklardı.

“Derin devlet olsaydı, 53 yıldır görürdüm” diyor Yaşar Paşa. Ama Genelkurmay’da hiçbir general, NATO konseptinde sivillerin ve Meclisin bilgisi dışında kurulan ve faaliyet gösteren Stay Behind (orduya paralel perde arkası oluşumlar) yapılanmasını derin devlet kabul etmez ki? Bunun her NATO ülkesinde mevcut makul bir yapılanma olduğunu düşünürler. Bu yapılanmanın kontrol dışılığı ve yozlaşmasının memleket vücudunda oluşturduğu habis tümörleri görürler, ama kabul edemezler.

İtalya’da 1974’de Operasyon Tora Tora darbesi soruşturmasında Savcı Tamburino’ya ifade veren Albay Amos Spiazzi gibi. Ne diyordu darbe teşebbüsünün aktörlerinden Albay Spiazzi: “…Savcıya bazı şeyleri söylemem mümkün müydü? Hayır; çünkü askerî gizlilik buna engeldi.”

İtalya gibi askerî vesayetin mecburî kâbus olmadığı bir ülkede, bir Albayın askerî gizliliğe verdiği öneme bakınız. Bir de, yıllardır askerî vesayet prangasında demokrasi damarları kurutulmuş bir ülke olan Türkiye’de askerî gizliliğin hangi boyutlarda olabileceğini ve ne gibi değerlere rağmen korunabileceğini düşünün. Hukuka rağmen, yaşanan zulümlere rağmen, kanlı ihtilâllere rağmen, millete rağmen… Ergenekon tutuklu sanığı Yarbay Mustafa Dönmez için Genelkurmay’ın silâh ve mühimmatını kaçırmaktan askerî mahkemede dâvâ açılıyor. Hal böyleyken Genelkurmay, “Ergenekon yapılanması orduda kimleri potasında eritiyor?” düşüncesine kapılmadan sadece ve sadece “Bu silâhları, belgeleri ve bilgileri dışarıya nasıl sızdırıyorlar ve nasıl sızıyor?” sorularının peşine düşüyor.

Bugün Türk Stay Behind illegal şebekesinin içinde muvazzaf generaller mevcuttur. Henüz bu kişiler savcılarca alınamamıştır. Bu şebekenin içinde olmayan, ama TSK’nin sivillere rağmen motor güç olmasını kabul eden, balans ayarlarını makul bulan generallerin sayısı kesinlikle az değildir. Ekseriyettir. Ve bu şebekenin içinde olmayan bir generalin de böyle güçlü ve kendisini aşan bir sofistikasyona sahip bir yapıyı ‘Evet, var’ diyerek kamuoyu önünde deşifre etmesi mümkün mü? Bunu beklemek mantıklı mı?

Büyükanıt, derin devletin olmadığını beyan eden açıklamasıyla çelişkili bir şekilde “Ergenekon mağduruyum” diyor. Ama Ergenekon’un ordu içinde kurulmadığı düşüncesiyle. Halbuki Ergenekon, ordu içinde kurulmuştur. Yaşar Paşanın böyle bir gerçeği kabul etmesi, kendisini de mesuliyet altına sokar, zira “Neden engellemedin veya böyle bir yapıyı kabul etmesen de neden göz yumdun?” sorularının altından kalkamaz.

Kimse unutmasın.

Her Ergenekoncu darbecidir, ama her darbeci Ergenekoncu değildir.

Aziz milletimiz ise hem darbeciliği, hem de Ergenekonculuğu lânetlemektedir.

19.05.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Güneşi yeniden keşfetmek


A+ | A-

Yaşanan ekonomik krizin belki bir ‘fayda’sı, kapıya dayanmış olan ‘enerji krizi’nin ertelenmesi olmuştur. İşlerin ‘iyi’ olduğu ve fabrikaların yoğun çalıştığı dönemlerde, ciddî bir enerji kriziyle karşı karşıya olduğumuz tartışılıyordu. Bilhassa yaz aylarında ‘serinlemek’ için klimaların aşırı kullanılması bu krizi tetikliyordu.

Dünya ile birlikte Türkiye’nin de ciddî bir ekenomik krize sürüklenmesi, fabrikaların kapasitesinin düşmesi ve üretimin azalması sebebiyle göreceli olarak enerji krizi de uzaklaşmış oldu. Elbette bu durum ilânihaye böyle devam etmez. Önümüzdeki yıl ya da yıllarda krizden çıkılmasıyla birlikte enerjiye duyulan ihtiyaç yeniden ortaya çıkacak ve bugün için problem olarak görülmeyen enerji ihtiyacı, o gün belki de gündemin ilk maddesi olarak kamuoyunu meşgul edecek.

Peki, Türkiye olarak enerji konusunda ‘yarın’a hazır mıyız? Geçmişte yaşandığı gibi yeniden enerji krizleri yaşayacak mıyız? Günlük ya da haftalık ‘elektrik kesinti saatleri’nin ilân edildiğine mi şahit olacağız?

Aslında bugün yaşanan durumu gerekli tedbirleri alarak avantaja çevirebiliriz. Belki de bunun ilk adımını, bu güne kadar ihmal ettiğimiz ‘güneş’i keşfetmekle atabiliriz. Enerji konusunda her ülkenin kendisine göre avantajları ya da dezavantajları vardır. Güneşten istifade etme noktasında Türkiye avantajlı sayılabilir. Son yıllarda en azından suların ısıtılması noktasında güneşten istifade ediyoruz, ama enerji üretimi noktasında aynı şeyi söylemek kolay değil.

Geçmişte, akarsularımızdan da istifade etmeyen bir ülke olmuşuz ki; “Su akar, Türkiye bakar” anlamına gelecek ‘atasözleri’ kullanılmaya başlamış. Zamanla akan suların önüne barajlar yapılmış ve bu çalışmalar maddî kalkınmamıza büyük destek sağlamış. Aynı anlayışla güneşin önüne de ‘santral’ler koyamaz mıyız?

Güneş enerjisinden elektrik elde etme fikri elbette bugünün fikri değil. Fakat pahalı bir yatırım olması sebebiyle ‘patron’lar bu konuya para harcamayı düşünmemiş. Ancak son gelişmeler sevindirici. Yıl sonuna kadar Meclisten çıkması beklenen ‘teşvik yasası’ bu durumu temelden değiştirmeye aday görülüyor.

Belki farkında değiliz, ama bunca ‘baraj’ımıza rağmen enerji konusunda yüzde 70 ‘dışa bağımlı’ bir ülke durumundayız. Bu, iç açıcı bir durum olmasa gerek. Nitekim, kış aylarında meydana gelen bazı uluslar arası siyasî tartışmalar sebebiyle Türkiye’ye gelen ‘gaz’ın Rusya ya da başka komşu ülkeler tarafından kısılması paniğe neden olmuştu.

Günlük siyasî tartışmalardan uzak bir şekilde enerji ihtiyacımızı karşılamak istiyorsak, gecikmeden güneşi yeniden keşfetmeli ve onun enerjisinden istifade edebilecek sistemleri kurmalıyız. Güneşi erken keşfeden ülkelerin başında İspanya geliyor. İspanya, 20 bin konutun bütün ihtiyacını güneşten elde ettiği enerji ile karşılıyor.

Türkiye de bir an önce ‘güneş tarlaları’ kurmak durumunda.

19.05.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Üstad, talebelerini ne kadar düşünürdü?


A+ | A-

1950’li yıllardı. Birgün Büyükdoğu ve Serdengeçti dergilerinde bir İslâm âliminin cesaret ve fedakârlıklarından bahsedildiğini, Bediüzzaman isimli bu büyük zâtın Emirdağ’da oturduğunu öğrenince, yaratılışı icabı kahramanlığı seven bu insan adresini alıp hemen yola koyuldu.

Kahramanmaraşlı, 1922 doğumlu, Risâle-i Nurlar sebebiyle 24 defa mahkemeye verilen, 8 defa tutuklandığı halde her seferinde beraat eden, 1947’den beri birçok gazete ve mecmuâda yazılar yazan Mustafa Ramazanoğlu’ydu bu. Hemen Emirdağ’a gitti. Çalışkan kardeşleri buldu. Ziyaret için geldiğini Üstada iletmesini rica etti.

Heyecanlıydı. Acaba Üstad kabul eder miydi? İstanbul’da her ziyaretçiyi değil, ancak ihlâsla, halis niyetle gelenleri kabul ettiğini öğrenmişti. Gelecek haberi hac yolcusu bekler gibi bir heyecan ve sabırsızlıkla bekledi. Çalışkan’ın tebessümle gelip kabul edildiğini söylemesi üzerine sevinçten uçar hâle geldi. O ânı “Dünyada en çok tat ve lezzet aldığım ânım işte o andı. Kabul sözü bana dünyadan daha tatlı gelmişti. Sürûrum sonsuzdu” diye anlatır.

Çalışkan’la birlikte Üstadın evine kadar gittiler. Çalışkan başındaki fötr şapkayı çıkarmasını, Üstadın sevmediğini söyleyince, girişteki odunların üzerine şapkayı fırlatıverdi ve sonra da hiç başına koymadı. Kapıyı çalıp içeri girdiler. Çalışkan, “Üstadım, misafiriniz geldi” deyip odayı terk etmişti. Odada sadece bir karyola, üzerinde de bir yatak vardı. Üstadın elini öpmüş, mindere diz çökerek oturmuştu.

Üstad, “Bugün sûret-i kat’iyede ziyaretçi kabul etmeyecektim. İsminizi duyunca içime büyük bir sevginiz doğdu, kabul ettim” demişti.

O da, “Sağolun efendim” diye karşılık verdi.

Nereden geldiğini sorduğunda, “İstanbul’dan geliyorum” dedi. Büyük bir çeviklikle karyolanın ortasına oturdu ve “İstanbul’daki talebelerime eziyet ediyorlarmış, işittin mi?” diye sorunca Mustafa Ramazanoğlu, “İstanbul’daki bir tek Nur talebesiyle görüştüm, o da bu hususta birşey söylemedi” deyince Üstad, “Benim cımbızla etimi çeksinler, fakat talebelerime dokunmasınlar” diye karşılık verdi.

Talebelerine karşı böylesine sevgi ve şefkat doluydu. Ayrılırken eserlerini nereden temin edebileceğini sorduğunda “Seni talebem olarak kabul ettim” demiş ve Elazığ’da Hulusi’den, İslâhiye’de de Zübeyir’den alabileceğini söylemişti.

Sıkı takiplerin olduğu, yok yere sıkıntıların verildiği o günlerde Üstad, Mustafa Ramazanoğlu giderken de, “Oğlum, belki buraya geldiğinden dolayı ifadeye çekerler, ‘Niçin gittin oraya?’ derler. ‘Hastaydım onun için gittim’ dersin. Zira yalan söylemiş olmazsın, mânevî hastalık hepimizde vardır” demişti.

O büyük insanın huzurundan üzülerek ayrılmış, Kahramanmaraş’a döndüğünde, İslahiye’deki Zübeyir Gündüzalp’ı telefonla aramış, Bediüzzaman Hazretlerinin yanından geldiğini, selâm getirdiğini, eserlerinden vermesini söylediğini bildirince Zübeyir Gündüzalp heyecanlanmış, hemen geleceğini bildirmiş, o günün şartlarında 65 kilometrelik yolu şaşırtıcı bir şekilde bir saat içerisinde gelmiş, “O zâtı gören gözleri de görmek kâfidir” diyerek onu kucaklamış, gözlerinden öpmüş, yanında getirdiği birkaç kitabı, eserleri hakkında bir hayli de bilgi vermişti.1

İşte unutulmaz bir ziyaretin hikâyesi…

Dipnot: 1- Mustafa Ramazanoğlu, Zulme Karşı Direniş, s. 19-23.

19.05.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Temiz bir âile yuvası için ne yapmalıyız?


A+ | A-

Hepimiz sevmek, sevilmek, şefkat etmek, korumak, korunmak, yardım etmek, yardım almak, saygı görmek, saygı göstermek, fedâkârlık, diğergamlık gibi pekçok olumlu, ulvî, güzel duygulara sahibiz. Sevmek ve sevilmek, en mükemmel şeklini, “Bir kalbe karşı, başka bir kalbin karşılık vermesiyle” tezahür ve inkişâf etmesiyle bulur. Yani, küfüv, denk bir eş ile… Henüz yolun başındasınız. Temiz ve mutlu bir hayata sahip olmak istiyorsunuz. Bunun en uygun ve en münbit zeminlerinden birisi “âile,” yâni evlilik müessesesidir. O halde kulak vermelisiniz: Eş arama ve bulmada, aile yapısını oluşturmada Batı felsefesinin normlarına göre mi, yoksa İslâmiyetin denenmiş, olumlu sonuçları alınmış ter ü taze esaslarıyla mı teşekkül ettireceğim?

Eğer medyanın kahredici Batılı hayat tarzına, kültürüne, dayatmalarına, programlarına ve beyinleri yıkayan yayınlarına kanarsanız; yanarsınız. Zira, Batı felsefesi insanın düşünce yapısını ve dolayısıyla aileyi, “Hevâ ve hevesi tatmin, nefsin istek ve arzularına cevap verme” üzerine binâ ediyor. Ki, bu aile hayatı çöktü, târ ü mâr oldu. Batıda fert, şaşkınlığın çıkmazı içinde. Aile müessesesi, feminizmin tahribatıyla dağılmış ve parçalanmış. Toplum, hayatı mânâsız ve sıkıntılı buluyor. İnsânî münâsebetler bitmiş. Cinsî sapıklıklar kasıp kavuruyor. Yalnızlık, korkunç bir felâket gibi insanları titretiyor. Teknoloji, yeni keşif, îcad ve maddî imkânlar, onları devamlı peşinden sürükleyip “yalnızlığa” itiyor. Moral gücüne daha fazla ihtiyaç hissederlerken, duygular “nefsî” hevesâtlarla tatmin edilmeye çalışılıyor. Bu ise onları birbirlerinden daha da uzaklaştırarak egoizm ve sefahet çirkefinin koyu karanlığına atıyor. Yeteneğinizi yitirmemişseniz, Batı aile tipi ile Müslüman aile tipini kıyas ediniz. Âilenin çekirdeği fert, toplumun hücresi de âiledir. Âileye yönelik prensip ve kâideleri koyan İslâmiyet, huzurlu bir ortamın nasıl hazırlanacağını en ince ayrıntısına varıncaya kadar ortaya koymuştur. Fertleri güzel duygu, düşünce, haslet ve ahlâk ile bezeyip süslüyor. İnsânî ve ulvî duygularını inkişâf ettiriyor. Nefsimizi/duygularımızı beşikten mezara terbiye edip; kadınla erkeğin, âdî ve maddî çıkarlar için değil, ebedî bir hayat arkadaşlığı için, ayrılmamak üzere kaynaşmalarını emrediyor. İslâm, ferdlerin, yalnızlık, başıboşluk, dağınıklık ve bunlardan doğan birçok kirliliklerden korunabilmeleri, sosyal hayatın düzeni, emniyet ve âsâyişin devamı için, bülûğ çağına ayak basmış olan gençlerin evlenmelerini, ev-bark, yuva kurup çoluk-çocuk sahibi olmalarını ister, tavsiye eder: “Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık...”1

Gerek bu âyetin devamı ve gerekse başka âyetlerde, diğer varlıkların da bir erkek ve dişiden yaratıldığını, dolayısıyla evlenmenin, yuva kurmanın fıtrî bir ihtiyaç olduğunu gösterir. Kur’ânî bir göz ile evlilik müessesesine bakmaya çalıştığımızda, şu hikmetlerle karşılaşırız: “Kadınlar sizin elbisenizdir, siz de onların.”2 Erkek ve kadının birbirinin “elbisesi” şeklinde tavsif edilmesi enteresandır. Birbirini korumak, kollamak, nâmus ve hayâ timsâli olmak, beden ve ruh sağlığını muhafaza etmek gibi...

Nikâh/resmî sözleşme ise, karşılıklı bir anlaşma, hukûkî bir akit, iki cinsin bir araya gelmesi, birbirine bağlanmasıdır. Âile, Müslümanın bir nevî cennetidir. Âile hayatı, karşılıklı anlayış, sevgi, sadakat, emniyet/güven ve hürmetle devam eder. Mutluluk ve huzur ise, eşler arasındaki “güven”e bağlıdır. Bu güven ve hürmet, âile hayatının dünya hayatı ile sınırlı olmayacağı inancının pekişmesi ve insanın ulvî duygularının eğitim, terbiye ile geliştirilmesiyle mümkün.

Eş arayan, bu kültüre sahip olmalı ve bu kültüre sahip olanı tercih etmeli…

Ayrıca, anne-babalar, çocuklarının nasıl bir eşle evlenmesini istiyorlarsa, onlar da çocuklarını öyle yetiştirmeye çalışmalı ve öyle evlâtlar aramaya çalışmalı.

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Tahrim, 6.; 2- Age., Hucûrat, 13.

19.05.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Hüseyin EREN

Bir damla edep


A+ | A-

Yaz geliyor ya, edebsuz su içimlerle dolaşılıyor yollarda, caddelerde, sokaklarda otobüslerde; elde su şişesi lakayt, laubali, hevai dikilip lıkır lıkır içiliyor… Ne biçimsiz, içimsiz, ne görümsüz bir davranış; edebin buharlaşması, diğer gamlığın uçuşu, ciddiyetsizliğin revacı…

Sıcak mı, susuzluk mu, güzellik için mi, birileri yapıyor ben niye yapmayayım mı yapılan; ben malikim, istediğimi elde ederim acizliği mi sergilenen? Mün’imi hatırlamadan nimete sahiplenmek böylesi edeb fakiri ediyor, acz içinde yuvarlanan cahillik zenginlerini…

Elde var su, su hayatsa ben ona sahibim, hayatın sahibi de benim, onu istediğim gibi kullanırımlı tavırdır edebsuz su içimleri… Edeb, bir içim su değil, hayatı kuşatan settar bir elbise, çirkinlikleri örten helâlî bir hale, nimeti vereni gösteren şeffaf bir şişedir…

Bir bardak suda edepsizliğe boğulmaktır, yolda yürüyerek sol elle içilen su… Aziz suyun ayaklar altına alınışı, faziletin yerde sürünüşü, asaletin asılışıdır… Ne lezzet var, ne de tat yenilende içilende… Bismillah her hayrın başı; her hayır O’nunla başlamıyorsa edepsizlik sokaklarda sel olur gider böyle…

Kuraklık, kriz, kalbin iman âb-ı hayatından yoksunluğundan, birey, dünya ve dünyalar olarak… Su kaynakları azalıyormuş, tedbir alınması, yatırım yapılması, israf edilmemesi gerekiyormuş; bir damla edepsizlikte boğulmuşlara bunlar çok kuru sözler, çözüm olmayan çaresiz laflar…

Su içmesini bilmeyeni su, susuzlukta boğar;—Firavun gibi, Nuh kavmi gibi—Mün’im bilinmeden sahiplenen nimet sahibini zelil eder… Ölümü hatırlatmayan ölümsüz sokaklar suyu edepsizlikte boğuyor, sanki Nuh tufanı; dalgalar devasa binaları önüne katmış, vitrinleri markaları, evlerin içine girmiş gözetleme kutuları TV’leri süpürüp götürüyor… İllâ edeb, illâ edeb; Bismillah deyip Nuh’un gemisine binenlerde…

Sokakta salınarak sallanarak müstehzi içilen su, Titanik misâli boğulmak; en elde edilmişliğe sahipken her şeyden yoksun kalmak, okyanusta veya bir bardakta suda helâk olmak…

Damarlardaki, dünyadaki ve bir bardaktaki su, kâinatın Rabbi adıyla bakılmaz ve görülmezse, sokaklarda edeb buharlaşması, ahlâk yozlaşması yaşanır, yaşadığımız ve her yıl biraz daha belirgin olan tufan gibi, tusunamiler gibi... Titaniğe binmişler bilmiyorlar ki bir müddet sonra boğulacaklar... Hatırlatmak lâzım; hâl diliyle, lisanla… Kim yapacak? Nuh’un gemisine binmişler, suyun Rabbine sığınmışlar, iman âb-ı hayatını içmişler, suyu aziz kılmış Rabbi adına yapacaklar bunu, yorulduklarında su içerek yine yollarına devam edecekler…

Bir damla da, bir bardak da, bir derya da olsa illâ edepli illâ edepli su; oturarak, besmele ile önce başkasına ikram ederek...

Âfiyet olsun, şifa olsun.

19.05.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kısa cevaplar


A+ | A-

Hasan Bey: “Tevbe-i nasûh ne demektir? Nasıl yapılır? Şartları nelerdir?”

Tevbe-i nasûh, Kur’ân’a ait bir kavramdır. Ciddî, halis ve safi olarak, hulûs-u kalp ile sırf günahların bağışlanmasını dileyerek sırf Allah rızası için yapılan tevbe demektir. Nasuh, “nush ve nasihat” kökünden mübalâğa siygasındadır. Günahı günah olduğu için terk etmek, haramdan haram olduğu için yüz çevirmek, sırf Allah korkusuyla günahtan ve haramdan pişmanlık duymak, bir daha günahlara dönmemek üzere günahların şerrinden Allah’a sığınmak ve tevbe etmek demektir. Günah olan şeyi başka bir gaye için bırakmak ve başka bir nedenle pişman olmak tevbe-i nasûh olmaz. Meselâ içkiyi sağlığa zararlı olduğu için veya doktor yasakladığı için terk etmek veya bundan dolayı içtiğine pişman olmak tevbe-i nasûh olmaz. Günah olan bir şeyi menfaatli olsa dahi, Allah haram kıldı diye terk etmek ise tevbe-i nasûh sayılır.

Kur’ân’da şöyle buyurulur: “Ey iman edenler! Allah’a tevbe-i nasûh ile (tam bir ihlâs ile) tevbe edin. Umulur ki, Rabb’iniz günahlarınızı bağışlar ve sizi altından ırmaklar akan Cennetlere koyar. O gün Allah’ın peygamberi ve beraberindeki mü’minleri utandırmayacağı gündür. O gün onların nuru önlerinden ve sağlarından koşarak Cennete yol gösterirken, onlar da: ‘Ey Rabb’imiz! Nurumuzu tamamla ve bizi bağışla! Muhakkak Senin her şeye gücün yeter!’ derler.”1

Muâz bin Cebel (ra): “Ya Resûlallah! Tevbe-i Nasuh nedir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz (asm):

“Kul, yapmış olduğu günahtan öyle nedâmet eder ve Allah’a öyle özür diler ki, sağılan süt memeye dönmediği gibi, bir daha günaha dönmez!”2

Hazret-i Ali (ra) bir gün birisinin “Allahümme innî estağfiruke ve etûbü ileyke” (Allah’ım Senden bağışlanmak isterim ve Sana tövbe ederim) dediğini işitmişti. Dedi ki:

“Dil çabukluğu ile söyleyip, kalpten tevbe etmemek yalancılar tövbesidir!” Adam:

“O halde tövbe nedir?” dedi. Hazret-i Ali:

“Tövbede altı şey toplanmalıdır: 1-Geçmiş günahlara pişmanlık, 2-Farzları yapmak, 3-Kötülükleri terk etmek, 4-Düşmanlarla ve hasımlarla helâlleşmek, 5-Bir daha günaha dönmemeye azmetmek. 6-Nefsi günahlarda büyüttüğün gibi onu Allah’a itaatte eritmek ve ona günahların zevkini tattırdığın gibi, Allah’a itaatin zorluğunu ve acısını tattırmak” dedi.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Kul tövbe ettiğinde Allah onun günahlarını hafaza meleklerine unutturur. Aynı şekilde onun organlarına unutturur. İşlediği yerdeki izlerini de yok eder. Tâ ki, Allah’ın huzuruna vardığında günah işlediğine dâir aleyhinde şahitlik edecek bir şey bulunmasın!”3

***

Hilmi Bey: “1-Namaz sonrasında ‘Estağfirullah ellezî lâ ilâhe illâ hû’ demek bid’at mıdır? 2-Gündüz cemaatle kılınan namazlarda neden gizli okunuyor? Gece cemaatle kılınan namazlarda neden açıktan okunuyor?”

1. a) Namaz sonrasında duâ etmek bid’ât olmadığı gibi, sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) namazda tahıyyattan ve selâmdan sonra hangi duânın okunacağını soranlara: “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ederim” deyin ve daha sonra da isteyen istediği duâyı seçip yapsın!”4 buyurmuştur.

1. b) Namazın ardındaki duayı tövbe ve istiğfara tahsis etmek hayır ve fazilet açısından şüphesiz daha güzeldir. ‘Estağfirullah ellezî lâ ilâhe illâ hû’ cümlesi bir tevbe ve istiğfar cümlesidir. Her yerde, her zaman, tevbe ve istiğfar için okunabileceği gibi, namazın, bilhassa farz namazın ardından da okunabilir. Şüphesiz böyle duaları açıktan okumaya gerek yoktur. Herkes ihtiyacı olan duayı içinden okuyabilir.

Peygamber Efendimiz (asm): “Kim şu istiğfarı yaparsa günahları bağışlanır: ‘Estağfirullah ellezî lâ ilâhe illâ hüve’l-Hayye’l-Kayyûme ve etûbü ileyh.’ (Hayy ve Kayyum olan ve kendisinden başka ilâh olmayan Allah’tan mağfiret dilerim ve O’na tevbe ederim.)”5

Yine Peygamber Efendimiz (asm) “Kim istiğfara devam ederse, Allah o kimse için her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir sevinç yaratır ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır”6 buyurmuştur.

2-Gündüz cemaatle kılınan namazlarda kıraati gizli yapmak, gece cemaatle kılınan namazlarda ise kıraati sesli yapmak vaciptir. Bu vücubun illeti de, hikmeti de emirdir. Buna başka bir neden ve hikmet aranmaz. İbadeti ve ibadet şekillerini olduğu gibi kabul etmeliyiz.

Dipnotlar:

1- Tahrîm Sûresi: 8

2- Elmalı, H. Dini Kur’ân Dili, 7/5127

3- Câmiü’s-Sağir, 1/168

4- Nesâî, Sehv, 56

5- Riyâzu’s-Sâlihîn, 1871

6- Riyâzu’s-Sâlihîn, 1870

19.05.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

DP için çıkış yolu


A+ | A-

DP’nin, geçmişine ve çizgisine yakışır bir olgunlukla tamamladığı olağanüstü kongreden çıkan sonuç çok iyi okunmalı.

Bilhassa partinin yeni yöneticileri tarafından.

Ancak üçüncü turda ve salt çoğunluğun dahi altında bir oy sayısıyla başkan seçilen Cindoruk, Soylu’nun bilhassa 28 Şubat ve 27 Nisan bağlamında dile getirdiği özeleştirileri dikkate almalı.

Ve yeni dönemdeki parti politikaları tayin edilirken, kongrede Soylu’ya verilen destekte ifadesini bulan potansiyeli dışlamamaya ve hassasiyetlerini gözetmeye özel bir itina gösterilmeli.

“Evvelâ parti içinde barışı sağlayacağız” diyen Cindoruk’la, “Sonuna kadar DP’liyiz. Kırat sırat-ı müstakimi bulacak” diye konuşan Soylu’nun mesajları müşterek bir sağduyunun yansımaları.

Gereğine uygun davranılırsa parti de, Türkiye de kazanır. Ve AKP-CHP-MHP-DTP eksenine sıkışan siyaset, ihtiyacı olan alternatife kavuşur.

Evvelce başlatılıp yarım kalan ve yeni dönemin de ilk işlerinden biri olarak telâffuz edilen “ANAP’la birleşme”den önce yapılması gereken şey, DP’nin kendi içinde bütünlüğünü korunması.

Cindoruk’a arka çıkan emektar kadroları Soylu’ya destek veren genç kuşaklarla kaynaştıracak politikalar izlenmeli ki, yeni bir sinerji üretilsin.

(Yeni GİK listesi buna müsait mi; göreceğiz.)

Cindoruk’un başkanlığının, kendisi tarafından yeni bir “emanetçilik” görevi olarak üstlenildiği, başından beri herkesçe söylenegelen bir husus.

12 Eylül’den sonra Demirel’in yasaklı olduğu dönemde DYP’nin başkanı olmuş ve yasaklar kalkar kalkmaz emaneti sahibine teslim etmişti.

Şimdi aynı görevi, yeni ve genç bir isme yer açarak devretmek üzere bir defa daha omuzladı.

Altı-yedi ay, en fazla bir yıllık sürecin sonunda, Kırat’ın yeni süvarisinin belli olacağı beklentisi var. Bu ismin kapalı kapılar ardında, veliaht tayin eder gibi atama yoluyla belirlenmesi demokrat misyonun felsefe ve çizgisine ters olduğuna göre, bu görevi en iyi kendisinin yapabileceğine inanan herkesin katılımına açık, eşit ve âdil bir yarış zemininin hazırlanması gerekiyor.

Cindoruk ve ekibini bekleyen en önemli görevlerden biri bu. Sağlıklı bir geçişi sağlamak.

Bir diğeri, AKP bağlantılı adreslerden pompalanan darbecilik ve Ergenekon suçlamalarını boşa çıkarıp püskürtecek cesur ve tutarlı demokratik açılımlar ortaya koymak. Ve bu noktada özellikle 28 Şubat tahribatının izalesi için samimî, inandırıcı ve yapıcı bir gayret içerisine girmek.

Kongre konuşmasında “Gerçek bir din özgürlüğü mü istiyorsun? Gel, bizimle ol, çözüm formüllerini buluruz” diyen Cindoruk, bu çağrısını, 1950’de iktidar olur olmaz ilk iş olarak ezanı hürriyetine kavuşturan, dinî hayat üzerindeki baskıları kaldıran, imam hatipleri ve Yüksek İslâm enstitülerini açan... demokrat misyonun temel çizgisine uygun açılımlarla takviye edebilecek ve kırgın kitlelerin gönlünü kazanabilecek mi?

Aslında Cindoruk, son dönemde onunla ilgili olarak çizilmek istenen imajın tersine, bu konularda çok orijinal yaklaşımları olan bir siyasetçi.

Nitekim yirmi yıl önce kendisiyle yapıp Köprü’nün Ağustos-1989 sayısında yayınladığımız mülâkatındaki şu sözler bunun ilginç örnekleri:

* Yapılacak iş, devleti İslâmın genel prensipleri doğrultusunda Müslümanın inanç, ibadet, başını örtme gibi Kur’ân-ı Kerimin buyruklarını yerine getirme haklarına saygılı hale getirmektir.

* (Başörtüsü için) Anayasa Mahkemesinin, Danıştay’ın verdiği kararlarla, devlet inanca ve ibadete müdahale etmiştir. Bu müdahaleyi kaldırmak yine devletin görevidir. Devletin başörtüsüne karışması kadar abes birşey görmedim.

* Ayasofya’da, İslâmiyetin, Osmanlıların ve Türklerin İstanbul üzerindeki hakkını tescil etmek bakımından, en az 300-500 kişinin namaz kılacağı bir yer ayırmak bizim hakkımızdır, devlet hakkıdır, tarihten gelen bir hakkımızdır...

* 5816 sayılı kanun demokrasiye yakışmaz.

DP için çıkış yolu, bu çizgiye dönülmesinde.

19.05.2009

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

Türkiye Batı’ya sırtını mı dönüyor?


A+ | A-

Türk dış politikası son dönemlerde oldukça hareketli ve sancılı dönemlerden geçiyor. Birçok bölgesel ve küresel problemle karşı karşıya kaldığımız dönemde, Dışişleri Bakanlığında bir kan değişimi yaşadık. Genç, dinamik ancak yaşı gereği tecrübesiz ve toy olan Babacan’ın yerine, yaşlı, tecrübeli ve ‘derinlikli’ Davutoğlu görev yapmaya başladı. Belki de kökü geçmişe dayanan sorunlarla mücadelede Babacan yetersiz bulunduğu ve nisbeten daha tecrübeli olan Davutoğlu’nun bu işi daha iyi kotaracağı düşünüldüğü için sözkonusu değişiklik makul karşılanabilir. Ancak bu değişikliğin çok farklı anlamları ve algılanış biçimleri de var.

Bu farklı algılanış biçimlerinden bir örneği geçtiğimiz gün Türk dış politikası hakkında ayrıntılı bir rapor ve analiz yayınlayan Finlandiya Dış Politika Enstitüsü verdi. Avrupa Birliği ve Finlandiya dış politikasıyla ilgili düşünce üreten enstitü “Yeni Stratejik Kimlik Arayışı: Türkiye Bağımsız Bölgesel Güç Olarak mı Ortaya Çıkıyor?” başlıklı bir rapor yayınladı. Bu rapor aslında Türk dış politikasının geleceğinde nasıl bir yol izleneceği konusunda Avrupa’nın algılayışını ortaya koyuyor. Öncelikle raporda Türkiye’de dış politikada derin bir dönüşüm ve değişim yaşandığının altı çiziliyor. Türk dış politikasındaki bu hızlı değişimin Batılı bir çok uzman tarafından “Türkiye Batı’ya sırtını dönüyor” şeklinde algılandığı da belirtiliyor.

Finlandiya Dış Politika Enstitüsü analistleri Hanna Ojanen ve Igor Torbakov tarafından kaleme alınan raporda şu görülere yer veriliyor:

“Türk liderleri epeydir yorulmadan Cezayir’den Suudi Arabistan’a ve Rusya’dan Azerbaycan’a dünyanın her yerinde krizlere el atıyorlar. Gittikleri her yerde yeni diplomatik inisiyatifler geliştirme eğilimini yansıtıyorlar, arabuluculuk öneriyorlar, bölgesel güvenlik yapılarını tasarlayıp ilerletiyorlar ve aynı derecede önemli olan ticari bağları güçlendirmeye çalışıyorlar.”

Türkiye’nin son dönemdeki tüm bu diplomatik faaliyetlerinin Avrasya ve Orta Doğu kuşağına oturmasının “Ankara’nın geleneksel Batılı müttefikleri Avrupa Birliği, ABD ve NATO’nun” gözünden kaçmadığının ve “ihtiyatlı teşvikle ciddî endişe arasında” karışık hisler uyandırdığının aktarıldığı raporda, “Türkiye’deki yön değişiminin ardından ortaya çıkan kendine güven ve iddianın Batı’nın stratejik amaçlarıyla ne ölçüde örtüşeceğinin ve Ankara’nın Batı’nın “sorunlu” kabul ettiği ülkelerle iyi komşuluk ilişkilerini ne kadar bağımsız işleyeceğinin” Batılı uzmanlarca cevabı aranan en önemli iki soru olduğu kaydediliyor.

Türkiye’nin stratejik bağımsızlığını güçlendirme çabalarının kavramsal çerçevesinin, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabında çizildiği anlatılan raporda, “Davutoğlu’nun stratejik derinliği, Türk dış politikasının sadece Batı yerine farklı alternatif eksenler üzerine inşa edilmesi altın fırsatını sunuyor. Son yıllarda Türkiye’nin aktif dış politikasının temeli bu kavrama (stratejik derinlik) dayanıyor” görüşlerine yer veriliyor.

Esasında Dışişleri Bakanlığı makamında değişim tam da bu noktaya tekabül ediyor. Yeni dönemde Türkiye Ahmet Davutoğlu yönetimindeki dış politikasında yüzünü doğuya, sırtını da batıya çevirmiş durumda görünüyor. AB süreci ile ilgili son dönemlerde gerek Cumhurbaşkanı, gerekse Başbakan’ın dilinden duyduğumuz sert açıklamalar da bu dönüşümün sinyallerini veriyor.

Bu gelişmeleri şu şekilde de okumak mümkün: Önümüzdeki dönemde AB süreci yavaşlayabilir, zayıflayabilir ve AB reformları da başka bir bahara kalabilir.

Ne diyelim, hayırlısı olsun...

19.05.2009

E-Posta: [email protected]



Ali OKTAY

Gönülden dile


A+ | A-

Ehl-i irfân arasında aradım kıldım talep

Her hüner makbûl imiş, illâ edep illâ edep

Laedrî (bilinmeyen)

Osmanlı Müziği’nin Mimarı

Abdülkâdir-i Merâgî

Türk Müziği’nin tarihsel olarak, bilinen en eski ismi olan Urmiyye’li Safiyüddin Abdülmü’min den sonraki kurucusu, mimarıdır Abdülkâdir Merâgî. 1353 yılında Azerbaycan da doğmuş, Türk Musıkisinin hem bestekârlık hem de nazariyat( müzikoloji) alanlarında gelişmesinde ilk derecede etkili olmuştur. Anadolu Selçuklu müziği 1400 lü yıllara kadar etkili olmuşken bu tarihlerden itibaren Osmanlı Türkleri artık Abdülkâdir Merâgî’nin çizdiği çerçevede bir tercih yaptılar.

Merâgî, din dışı musıkide olduğu gibi dini musıkide de eşsizdi. 8 yaşında iken hafız-ı Kur’ân olmuştur. Makasıdü’l Elhan (Nağmelerin Maksatları ) isimli eserinde Meragî, babasının kendisine musıki ve çeşitli ilimler öğrettiğini yazar. Camü’l Elhan (Nağmeleri Toplayan) adlı kitabının girişinde ise şöyle der: “ Allah beni küçük yaşımda Kur’ân hıfzına muvaffak buyurdu. Bu şerefi elde ettikten sonradır ki musıkiye heves ettim. Musıki üzerine yazılmış bütün kitapları yutarcasına okudum.” Çok genç yaşta müthiş bir bestekâr, müzik bilgini ve icracı (hanende ve udi ) olarak parlamıştır. Yaşadığı devirde ki birçok şair Meragî yi övmüştür. Mesela bir şair “ aklın hayali senin benzerini tasavvur bile edemez” der. Merağî’nin vefatından 2 asır sonra yazan Katip Çelebi O’nu musıki ilminin iki zirvesi olarak niteler. 1435 yılında vefat etmiştir. Bestekârımızın eserleri Farsça olup, en çok bilinen ve sevilen Rast nakış karçe bestesi şu şekildedir:

Amed nesim-i subh dem

Tersem ki aza reşkuned

Tahrik i zülfü anbereş

Ez habı bî dareş kûned

Sultanıma sultanıma

Rahmet bekün her canıma

Endem ki can berleb resid

Hem rahi kün imanıma

Azerbaycan Müziği

Değerli müzik adamı ve sanatçısı dostum Ahmet Gürsel’in önemli bir kitap çalışması var. Altaylardan Endülüse Müzik Yolculuğu adını taşıyan bu eserde 15 ülke ve kültüre ait müzik kimliği, yaşantısı anlatılıyor. Onlardan biri olan Azerbaycan Müziği özetle de olsa bu yazımızın konusunu oluşturuyor. Azerbaycan Müziği bugünkü Türk Müziğine çok yakın özellikler taşısa da büyük farklılıklar da var. Klasik Musıkiye Azerbaycan da ‘’ meclisi ‘’ ismi veriliyor. Halk Müziğine ise Çöl Musıkisi veya Aşık Musıkisi deniyor. Tar, rebab, kemençe ve keman kullanılan temel sazlardandır. Bugün Ermenistan’ la Azerbaycan arasında yaşanan en önemli siyasi sorun olan Dağlık Karabağ bölgesi, Azerbaycan şairlerinin güzel sesli insanlarının yetiştiği bir sanatkârlar okulu vasfındadır. Rast, Niahvent, Mahur, Hicaz gibi makamlar daha çok kullanlır. Uzeyir Hacıbey, Emir Sabitoğlu Mahmudof, Müslim Mugavayev, Zeynep Hanlarova’yı son dönem yetişen sanatçılar arasında sayabiliriz.

Kabri Yurt dışında olan bestekârlarımız

Ömrünü Türk Müziğine adamış müzik adamlarının bazılarının kabri kaderin bir tecellisidir ki memleketlerinden çok uzaklarda, başka ülkeler ve diyarlardadır. Onlardan dört tanesine kısaca yer verelim. Daha öncede ibretli hayat hikâyesine yer verdiğimiz Hammamizade İsmail Dede Efendi 1846 yılında Mekke de vefat etmiştir. Ölüm nedeni hac vazifesini yerine getirmek üzere gittiği Arabistan’da yakalandığı koleradır. Kabri Hz. Hatice’nin ayak ucundadır. Kanuni Hacı Arif bey ise Yemen de posta müdürlüğü görevinde bulunurken burada vefat etmiş, kabri Yemen de defnedilmiştir. Halife Abdümecit Efendi ise Osmanlı Saltanatınının son veliahti olmasının yanı sıra ressam ve bestekâr olup na’şı 1954 yılında Paris camiinden Medine’ye taşınmıştır. Mezarı Harem-i Şerifte Hz Peygamberin ayak ucuna yakın bir yerdedir. Vehhabi usulüne göre defnedilmesi nedeniyle mezar taşı bulunmamaktadır. Son Osmanlı Padişahı Mehmet Vahideddin Han’ın kabri ise Suriye ‘de Şam da Sultan Selim Camii yanındadır.

19.05.2009

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Hakan YALMAN

Yeryüzünü kuşatan muhabbet


A+ | A-

âinat her yönüyle okunması gereken bir kitap ve önümüze çıkan hâdiseler Âlemlerin Rabbi’nden bizlere yansıyan bir mesaj. Olaylar karşısında bakışımız benlik eksenli değil, Âlemlerin Rabbi tarafından şekillendiriliyor algısı ile oluşursa varlığı doğru okuma noktasında oluruz. Fizikî ve siyasî olaylar âlemimize doğru zeminde yansırsa, varlığın genel ve muhteşem âhenginden kopmayız. Aksi halde kendi aklımızın sınırlılığında oluşmuş doğruların ve haklılığın peşinde olur, kişilerle ve teşkilâtlarla irtibat içinde algıladığımız âlemin işleyişine itiraz noktasına gelebiliriz. Sabit fikirlilik ve fanatizm de bu türden bir haklılık algısı ile ortaya çıkıyor olmalıdır. Bu, varlığı kuşatan sonsuz muhabbeti algılamaya ve anlamaya en büyük engel olarak önümüze çıkar. Oysa varlık âleminde şahsiyet-i Ahmediye (asm) hakikatinden kaynaklanan sonsuz bir güzellik ve kuşatıcı bir muhabbet vardır.

Sonsuz cemal ve kemal idrak edicilerin ve şuur sahiplerinin yokluğunda gizlenmişken varlığı kuşatma istidadındaki sınırsız muhabbetin içinde yer aldığı ilk atom tohumu büyük bir patlama ile çatladı ve o muhabbet bin bir yapraklı bir gül goncası gibi asırlara yayılan serüven içinde açmaya başladı. Âlemleri kuşatan rahmet bir gülün güzelliğinde, bir böceğin süslerle bezenmiş elbisesinde, varlık âleminde güzellik ve estetik anlamında ne varsa hepsinde ve en önemlisi gül-ü Muhammedî’de (asm) tecessüm etti. Âlemdeki bütün güzellikler estetik kavramının oluşmasına hizmet eden her türlü incelikler aynı Şems-i Ezelî’nin rahmet tarzında yansımasından eşya gerisinde gizli bin bir isimden rahmet ve cemâle âyineliğinden kaynaklandı.

İlk patlama belki de en önemli boyutu ile kabına sığmayan önündeki yokluk setlerini yıkarak taşan ve maddî âlem içinde çağlayan sonsuz bir rahmetin açığa çıkışının tâ o zamanlardan günümüze kadar yankılanan sesiydi. O patlama içinde, milyarlarca yıl sonrasının kafa taslarını saran latif örtülerde binlerce kasla buluşup yüzlerde rahmetin yansımasına asırlarca öncesinden varlığın en ulvî gayesi olan rahmete ve sevgiye âyinelik için kasılacak ve gevşeyecek olan kaslarla buluşacak mineraller, kalsiyumlar, sodyumlar ve potasyumlar gizliydi. Uzayın sonsuz gibi gözüken boşluğunda savrulup uçuşarak o âna kasların, kafa taslarının ve onları şekillendirecek merkezi mekanizma olan beyinlerin buluşmak için sabırsızlıkla beklediği niyet ile buluşmak üzere milyarlarca yıl öncesinden ve kâinatın çok uzak mesafelerinden koşarak geldiler. Bütün bu işleyişlerin niyet ile buluşmasının ardından yüzlere yansıyan muhteşem bir manzara, varlığı kuşatan sonsuz rahmetin çehrelerde tebessüm gülleri şeklinde açması ve maddî âlemi kuşatan sevginin cesedin işleyişi ile buluşması anlamında muhteşem bir manzara ortaya çıkacaktır. O manzara hem yansıdığı cesede, hem de sonsuz rahmeti yansıttığı şuurlara tarif edilmez bir huzur kaynağı ve kâinatı kuşatan sevgi ile bütünleşmekten ve varlığın âhengi ile uyum içinde olmaktan dolayı ruhlarda büyük bir sükûn nedeni olacaktır.

Dünyamızı şenlendirmek ve sosyal âhenk ve refah için satın alabileceğimiz en ucuz şeylerden biri yüzlerimizde sonsuz rahmetin tebessüm şeklinde yansıması olmalıdır. Hem tebessüm edenin, hem de o tebessüme gözleri ile tanık olanın ruhlarına ılık bir meltem serinliği, ruhlarda lezzeti tarif edilmez bir huzur ve varlığın genel ritmini yakalamış olmanın verdiği bir dinginlik ortaya çıkacaktır. Bu, ilk patlamanın en önemli sebeplerinden olması muhtemel mukaddes bir sevgiden güneşe, güllere ve âlemin en güzide gülü Hazret-i Muhammed’in (asm) yüzüne ve ruhuna yansıyan bir güzellik ve sevgi seliyle bütünleşmek anlamına gelecek ve karşı çehreleri de aynı bütünlüğe dâvet edecek tahrik edici bir davet olacaktır.

Yaşadığımız âlemi daha mutlu hale getirmenin en etkili yollarından biri ve belki de en önemlisi, varlığın genel ritmine uyum sağlamak ve olabildiğince mümkün olan her fırsatta tebessüm etmektir. Yüz kaslarının çoğunun tebessüm için kullanılmak üzere verildiğine dair fizyolojik veri de, fıtratın bu tezimizi doğrulaması şeklinde algılanabilir. Yine her tebessümde mutluluğun bedendeki maddî boyutunu ifade eden seretoninde artışa yol açması aynı teze fıtratın vurduğu başka bir damga olarak kabul edilebilir. Asık suratlar, somurtganlıklar, abus çehreler fıtratın aleyhine işleyen âlemin genel ritmi içindeki çatlak sesler.

Gül benzetmesi, o zata (asm) çok yakışıyor. Çünkü gülde fıtrî bir tebessüm var ve herkese sıcak gelen bir yön var. Onunla (asm) ilgili anlatılanlar pek çok. En çok vurgu yapılan yönlerinden biri de tebessüm eksik olmayan çehresi. Kendi iç dünyasına ve çevreye hep sıcaklık, muhabbet ve pozitif enerji yayıyor olması. Özellikle bu günlerde onu (asm) daha çok anıyorken yüzümüzde zorlama ile olsa da sırf ona benzemek için tebessüm etmeye çalışalım. Hiç değilse camiden çıkarken o mânevî atmosferde suratlarımız asık olmasın. Birbirimize gülerek her fırsatta selâmlaşarak Hazret-i Muhammed’in (asm) eşyayı kuşatan nurunu açığa çıkaracağımızı unutmayalım.

Sosyal ve siyâsî olaylarda da aynı mânâ ile kâinata baktığımızda kişilerarası ilişkilerde muhabbet hâkim olacak, yaşanan her gelişme Âlemlerin Rabbi ile irtibatlı algılanıp yeryüzünde âlemlere rahmet olarak gönderilmiş zâtın (asm) kalbindeki muhabbet hâkim kılınacaktır. Bu duyguyu hissetmek ve bütün varlığa muhabbet nazarı ile bakabilmek, haklı olmaktan ve haklı çıkmaktan çok daha güzel ve huzur verici bir hâl olmalıdır.

19.05.2009

E-Posta: [email protected]



 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis