23 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Murat ÇETİN

Sıcak bir yaz yazısı


A+ | A-

Kimileri seni bir yabancı gibi karşılamış olabilir. Defalarca karşılaşmış olsalar da, sıcaklığına ısınamayanlar bulunabilir.

Ama ben seni yıllardır tanıyorum, yaz mevsimi. Hatta 35 yıldır, ki bunun en az 30’unda “aklım eriyordu”.

Yani, “Aman çok sıcak” diyenlere, “Evet yaaa, çok sıcak” demiyorum o yüzden. “Tanıştırayım, bu yaz mevsimi” demek geçiyor içimden, demiyorum. “Evet biliyorum, kendisini 30 seneden fazla bir süredir tanıyorum” demeyi düşünüyorum, vazgeçiyorum.

Elbette, ben de terliyorum, boncuk boncuk. Sıcaklığından ben de sırılsıklam oluyorum. Ama asla şikâyet etmiyorum. Biliyorum ki, sıranı savıp gideceksin. Sonra sıradaki gelecek. Ve yıllar geçtikçe o kadar çabuk savıyorsun ki sıranı, şaşıyorum.

Seni en az 30 senedir tanıdığım için, biri çıkıp beni “30 yılın en sıcak yazı” diye kandıramıyor.

Bir başkası, “Bu sene geçen seneden daha sıcak” diye yorum yapsa, gülüp geçiyorum. Seni hep önceki senelerle kıyaslamak bana çocukluk hastalığı gibi geliyor çünkü. Senin hangi yıldan daha sıcak ya da serin olduğun doğrusu beni ilgilendirmiyor.

Senin çok çok sıcak olman da beni üzmüyor. Zira, sen olsan olsan en fazla dünyanın katlanılabilir dertlerinden biri olabilirsin o kadar.

Sen varken kimsenin üşümediğini, odun kömür düşünmediğini düşünmek bazılarına Polyannacılık gibi gelebilir. Ama ben öyle düşünenlere de gülüp geçiyorum.

Hayır, seni hiç kıyaslamıyor da değilim. Şöyle ki, seni üçe ayırıyorum: Geçen yılki yaz, bu yılki yaz ve gelecek yaz: Neredeydim, nerede-yim, nerede olacağım?

İşte bu yüzden sana bazen hüzünlü, bazen buruk bir sevinçle, bazense umutla bakıyorum.

Senin sıcaklığından şikâyet edenlere de bakıp üzülme. Onlar seni kışın çok arayacaklar.

Ve merak etme, sana içi ısınan çok insan var bu dünyada.

23.07.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

"Kürt sorunu" çıkmazı


A+ | A-

Dünkü (22 Temmuz) Zaman gazetesinin "Yorum" sayfasında çıkan bir öğretim üyesinin "Kürt sorunu"na dair makalesinin başlığı, kocaman harflerle şu ifadeyi taşıyordu: "Kürt meselesinin çözümünde, muhatap kim olacak?"

Dünkü Taraf gazetesinin manşet haberi de, aynı konuyla bağlantılı olup Meclis'te grubu bulunan DTP'nin "Kürt sorunu" hakkındaki "çözüm önerisi"yle ilgiliydi. Parti tarafından ileri sürülen çözüm teklifi ise, sekiz sütuna yayılan şu ifade ile özetleniyordu: "Silâhı Öcalan'la, siyaseti bizimle"

DTP'nin bu mânâdaki teklifi, adeta Zaman'ın "Yorum"una başlık teşkil eden sorunun cevabı mahiyetinde olmuş.

Benzer mânâdaki ifadelere, sadece Zaman'da değil, bir çok basın–yayın organında rastlamak mümkün. Her önüne gelen, umumî manzaraya sathî bir nazarla bakarak "Kürt sorunu" diyerek, "Kürt meselesi" diyerek söze başlıyor. Ama, ne yazık ki, bu tarz girişlerle makas değiştirdiğinin farkına dahi varamayarak, bambaşka bir istikamete doğru sürüklenip gidiyor da, gidiyor... Eksen ve istikamet değiştiğinde ise, neticeye vasıl olmanın, çözüme ulaşmanın, imkân ve ihtimali maalesef ortadan kalkmış oluyor.

Daha evvelden de defalarca ifade ettik, bilvesile tekrar edelim ki: Türkiye'de hakikatte "Kürt meselesi" diye bir mesele ve "Kürt sorunu" diye bir sorun yoktur.

Şüphesiz ki, orta yerde bir mesele ve bir sıkıntı vardır. Ancak, bunun adı "Kürt sorunu" değildir ve olmamalıdır.

Yaklaşık yüz yıldır birike birike önümüze gelen sıkıntı ve yaşadığımız sorun, Türkiye'nin genel ve temel bir sorunudur.

Türkiye'nin bu genel sorunu ise, bir türlü sıhhatine tam kavuşturulmayan hukuk, hürriyet ve demokrasi sorunudur; bir diğer ifade ile, temel insan hak ve hürriyetleri sorunudur.

Buna sebebiyet veren veya çözüme en büyük engel mahiyetini taşıyan ise, rejimin harcına yerleştirilmiş olan "Kemalist Türkçülük" zihniyetidir.

Bu zihniyet, demokrasiden hazzetmediği gibi, tam hürriyeti de hazmedemiyor. Bir taraftan da "Türkçülük" yaparak, necip Türk milletini ırkçıymış gibi gösteriyor. Dolayısıyla, gayr–ı Türk unsurları kışkırtmak ve en büyük fitneyi uyandırmak sûretiyle, bu vatandaki "din kardeşliği"ni "düşman kardeşler" şekline dönüştürmeye çalışıyor. Temel sorun, işte budur ve asıl mesele bu noktadan kaynaklanıyor.

Bütün bu şerirleri görmezden gelerek, hastalığın adını "Kürt sorunu" diye koyduğunuz anda, kelimenin tam anlamıyla bir çıkmaza girmiş olursunuz.

Zira, "sorun" dediğiniz yerde, mecburen bir muhatap, yani bir "karşı taraf"ı da arayacak ve onunla "pazarlık masası"na oturmaya mecbur kalacaksınız.

Ee, böyle bir şey de mümkün değil. Yani, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin PKK'yı, yahut DTP'yi muhatap kabul ederek, onlarla pazarlık yapma cihetine gitmesi, imkân ve ihtimal haricidir.

Farz–ı muhal, böyle bir mecraya girildiğinde, DTP'nin beş misli çoğunlukta olan Kürtlerin başka partilerdeki mebuslarını, yani temsilcilerini nereye koyacaksınız? Keza, terör örgütünün katlettiği on binlerce masumun hayattaki sahipleri böylesi bir pazarlığın neresinde yer alacak ve daha mühimmi, ciğerleri dilhûn olan bu vatandaşların muhtemel pazarlığa nasıl bir tepki vereceğini kim kestirebilir? Yani, muhal ender muhal bir durum.

Hasılı, "Kürt sorunu" tabiri, çare arayışlarını çıkmaz bir yola sürüklemekten başka bir işe yaramıyor. Orta yerde "sorun"dan ziyade, hürriyet ve demokrasiyi lekedar eden hastalıklar, virüsler, mikroplar var; sistemin önünde birtakım ayakbağları var. Türkiye, bir bütün halinde bu hastalıkları gidermeli ve bu ayakbağlarından kurtulmaya çalışmalı. Temel hukuk, hürriyet ve demokrasinin hakkıyla işlediği bir Türkiye'de, eminiz ki "Kürt sorunu" diye bir sorunun esamisi dahi kalmaz.

Tarihin yorumu 22 Temmuz 1975

Erzurum'dan Wilson'a istiklâl muhtırası

Mahallî hüviyette görünmekle beraber, Anadolu'nun yaklaşık yarısını temsil eden Erzurum Kongresi, 23 Ağustos 1919'da açılarak faaliyete başladı. 7 Ağustos'a kadar devam eden bu kongreye, toplam 54 delege iştirak etti. Bu delegelerin ekseriyeti aylar önce (4 Aralık 1918) kurulmuş olan Vilayât–ı Şarkîye Müdafaa–yı Hukuk–u Milliye Cemiyetinin temsilcileri ve mensuplarıydı.

Bunlara ilâveten Kâzım Karabekir, Rauf Orbay ve M. Kemal gibi ordu mensupları da bu kongrede delege sıfatıyla yer aldı. Kongre, Mekteb–i Sultanî'de yapıldı. Delegelerin mutlak ekseriyeti tam bağımsızlıktan yana tavır aldı. Ayrca, hiçbir devletin mandası, vesayeti, hakimiyeti altında yaşamaya rıza getirilmeyeceği gibi, hiçbir kuvvetin işgal ve istilâ teşebbüsüne karşı da ilgisiz kalınmayacağı yönünde ortak bir fikir ve kanaata varıldı.

Nitekim, kongrenin nihaî kararları da aynı mânâ ve maksat çerçevesinde alındı.

Bu arada, dünya gündemine damgasını vuran ABD Başkanı W. Wilson'un 8 Ocak 1918 tarihli "14 Prensibi"ne de ilgisiz kalınmayarak, buna muhtıra niteliğinde bir beyannâme ile cevap verildi. Zira, Wilson'un ortaya attığı prensiplere (Fourteen Points) göre, Türkiye'nin tam bağımsızlık hareketi şimdilik uygun görülmüyordu.

Kâzım Karabekir'in 1969 baskılı "İstiklâl Harbi" isimli eserinde zikrettiğine göre, Erzurum Kongresi Heyeti adına Başkan Wilson'a 1 Ağustos 1919 tarihi itibariyle şu mânâda bir muhtıra gönderildi:

"Reis Cenapları!

"600 senelik bir saltanata ve 1500 senelik bir hayata malik olan Türk milleti, mevcudiyetleri tarihe karışmış milletlerin bile prensipleriniz sayesinde ihya olunduğu bir sırada, imhadan başka bir mânâ ifade etmeyen kararlara boyun eğmeyecektir... Artık mahvımızın hedeflendiğini anlıyoruz. Son kararı vermek bize düşüyor. Ve bu son karar ise, şeref ve namuslu ölmek ecdadımızın yiğitlik kanıyla yoğrulmuş olan bu topraklar üzerindeki hakimiyeti bizim ve evlâtlarımızın kanı ile müdafaa eyleyerek cihana yeni bir fedakârlık ve kahramanlık misali vermektir." (Age, s. 100)

23.07.2009

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Yıllar sonra Erzurum


A+ | A-

Son günlerdeki seyahat menzillerimizden biri de Erzurum oldu. Erzurum’a on seneye yakındır gitmiyordum. Yıllar sonra geldiğimizde şehirdeki bazı imar değişikliklerini müşahede ettik. Tabiî, bunun yanında da en mühimi de hizmetlerimizle alâkalı tesbitler oldu. Buraları uzaktan da olsa takip ediyorduk. Çünkü 12 Eylül İhtilâlinden sonra burada hizmeti başlatanlar arasındaydık. Cenâb-ı Hak, bizi de istihdam etmişti.

Önce Erzurum ile alâkalı bağlantımızın nereden geldiğini yazayım: Memleketim olan Ankara’dan pek bir münasebetimiz olmayan Erzurum’la alâkamız, ancak Risâle-i Nurları tanıdıktan sonra olmuştur. 1976 senesinde Bediüzzaman Hazretleri için Van’da okutulacak mevlid münasebetiyle, o senenin yaz mevsiminde ilk defa Doğu Anadolu seyahatine, dolayısı ile Erzincan’a, oradan da Erzurum’a gelmiştik. Bir-iki gün kalıp hizmet mahallerini ziyaret etmiştik. Oradan da Ağrı üzerinden Van Mevlidine iştirak ederek, Elaziz, Malatya, Kayseri üzerinden de Ankara’ya dönmüştük.

1980 senesinde ağabeyim, yedek subay olarak Erzurum’un Hasankale (Pasinler) kazasına askerlik vazifesi için gitmişti. Bir müddet sonra küçük kız kardeşimle beraber Hasankale’ye ağabeyimin ziyaretine gelmiştik. Birkaç gün sonra da onları Erzurum’a götürmüştüm. Tanıdık ve bildik bir yer olmadığından, doğruca Süleymaniye-Selimiye diye ma’ruf, Kırkıncı Hoca’nın bulunduğu yere gitmiştik. Hoca hastaymış, pek kimse ile görüşmüyormuş. Ankara’dan benim geldiğimi söylediklerinde görüşmemizi istemiş, yanına gittim. Annem ve kardeşimin olduğunu söylediğimde, onları da kendi evine, hanımının yanına yolladı. Biz de baş başa iki saat kadar sohbet ettik. İhtilâl de dahil, çok şeyi konuştuk. Bir ara bana, ”Osman kardeş, evlendin mi?” dedi. “Yok hocam daha yeni işe girdim, şu anda durumum pek müsait değil” dedim. “Seni buradan evlendirelim, bizim kızlarımız kanaatkârdır” diyerek, daha önceden de tanıdığım iki arkadaşımızın kız kardeşlerine bakmak için annem ve kardeşimin gitmesini söyledi. Şaşırmıştım, hiç böyle bir niyetim yoktu. Ama hocamız bu teklifi yaptığından itiraz edemedik. Dolayısıyla, Kırkıncı Hoca’nın başlatıp, rahmetli Zeyneb Münteha Polat’ın devam ettirmesiyle neticede biz Erzurum’dan evlenmiş olduk.

Aslında kader ağlarını örüyordu. Allah’tan hayırlar diliyordum. Nişanlandıktan sonra, Ankara’daki iş yerimden Erzurum’a tayinim için kayınvalidem tarafından çok rica edildi, biz de çıkıp geldik. 1981 Ağustos’unda tayinimizi yaptırarak geldiğimizde, cemaatî iftirakların, ne gariptir ki Erzurum menşeli en büyüğü de yaşanmaya başlanmıştı. İşte, bundan dolayı bizim hizmet tarzının orada da başlatılması için, zannederim 1982 senesinin sonbaharıydı, İstanbul’dan; Faris, Mesut, Haşim ve Hasan Beyler gelmişlerdi. Neticede benim yanıma gelerek burada bir hizmet başlatmamız için harekete geçmemizi istediler. Hüseyin ve Hasan kardeşler ile beraber, Yukarı Mumcu mahallesinde bodrum katta talebelerin kalacağı bir ev tuttuk. Derken, talebeler de gelmeye başladı. Bir müddet sonra Hüseyin, askerlik münasebetiyle ayrıldı ve dönüşte de Erzurum’a gelmedi. Hemen peşinden de ben kısa dönem askerlik yapıp geldim. Arkadaşlarla vaziyeti idare ederek götürüyorduk Allah’a şükür. Ama 1985 senesi başında Balıkesir’e tayinim çıktı ve ben de Erzurum’dan ayrıldım. Ama yine de aklımız oradaydı. Bizim hanımın Erzurumlu olması münasebetiyle de gidişlerimiz pek eksik olmuyordu. Balıkesir’den İstanbul’a iş münasebetiyle giderken, İzmit’e uğramıştım. Orada kadim dost ağabeyimiz Rıdvan Beyi görmekti maksadımız. Epey konuştuk, hasret giderdik. Erzurum’da yaptığımız faaliyetleri anlatınca, Erzurumlu Gürbüz Ağabeyin PETKİM rafinerisinden emekli olduğunu ve hizmet için Erzurum’a gidebileceğini söylediler. Gürbüz Ağabeyle görüştük. Allah razı olsun, teklifimizi kabul ederek Erzurum’a gitti ve oradaki hizmetlerimiz de ondan sonra yine aksamadan devam etti Elhamdulillah.

İşte, Erzurum’a yaptığım bu son seyahatimde aklıma bunlar geldi. Cevval, ehl-i hizmet ve misafirperver kardeşimiz Ömer’in de, fedakârlıkları ile devam eden hizmet lokomotifinin emin ellerde olduğunu müşahede edince de tabiî, ayrıca huzur duyduk. Bu hissiyatla, yıllar sonra Erzurum’u hatırlamış olduk.

23.07.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Kendinize denk (küfüv) bir eş arayın


A+ | A-

evlilik ve aile müessesesi yalnızca kuvve-i şeheviyenin tatmini için tesis edilmemiş. Veya, sırf sevdiği için evlenilmez. Bunlar önemli sebeplerinden birisidir, ama, yalnızca bunlar değildir.

Cennete, Hz. Âdem (as) - Hz. Havva (ra) ile tesis edilen aile yuvasının daha pek çok sebepleri, hikmetleri vardır. Evlenilecek adaylarda genellikle dört ana kriter aranır:

1- Güzelliği, yakışıklılığı, 2- Zenginliği, malı, mülkü, 3- Soyu-sopu, 4- Dindarlığı, ahlâkı.

Aile müessesesi hakkıda da bütün insanlığa rehber olarak gönderilen yüce Nebi (asm), bu maddelerden “dindarlığın” tercih edilmesi tavsiyesinde bulunur:

“Dindarlığını, ahlâkını beğendiğiniz bir adam sizin âilenizden bir kıza tâlip olursa, onunla evlendirin. Şâyet bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve bozgunluk olacaktır”1 şeklinde de ikaz eder.

Burada “dindarlık”tan maksat, yalnızca “başörtüsü örtmek” gibi şekilden, görüntüden veya sadece “dine meyyal bir çevreden” gelmekten ibaret değildir. Dindarlık, iman esaslarını kabul ile tahkikiye çevirmek; İslâm şartlarını yerine getirmek olduğu gibi; hayatının bütün safhalarını Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye’ye göre yaşamaktır.

-Karı - koca olarak eşler birbirine karşı olan vazifelerini yerine getirmek,

-Anne - baba, çocuk, eş, kardeş, insan, hatta hayvan ve eşya haklarına riayet etmek,

-Sosyal münasebetlerin nezaket ve nezahet içinde yürütülmesi,

-Alış verişini dosdoğru yapmak, herkese imanın özelliği olan hürriyet çerçevesinde yaklaşmak,

-İnsanlığa faydalı olmak da dindarlığın gereğidir.

Kimi zaman, “Deliler gibi seviyorum, öyle ise evlenmeliyim!” diye tutturulur. Halbuki, deliler gibi değil, “akıllılar gibi sevmeli.” Yani, kimi, ne kadar, niçin ve kimin hesabına sevmemiz gerektiği de bu dindarlığın içindedir.

Sırf sevdiği için veya güzelliği için evlilik tercih edilmez, edilmemeli. Bu durumda duygu sapması yaşanır. Özellikle gençlik ve evlilik aşamasında. Zaten bir kişi veya nesne yalnızca güzelliği için sevilmez: Ya lezzetinden, ya menfaatinden, ya güzelliğinden veya mükemmelliğinden dolayı sevilir. Meselâ bir eserden istifade etme imkânı yoksa güzel de değilse, fakat mükemmel, kusursuz ise, yine de o eser bu sıfatından dolayı sevilir.

Diğer taraftan iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve manevî kaleler de sevgi sebebidir. 2

Öyle ise, evlenmek için adaylarda sırf güzellik veya zenginlik kriter olamaz, olmamalı. Ahlâkı, bilgisi, dürüstlüğü, anlayışı, feraseti, becerisi, akıllılığı zekâsı, vs. gibi özellikler nazara alınmalı. Ki, bunlar da dindarlığın unsurlarındandır.

Evlilik, imtihanı kazanmak, neslin devamını sağlamak, dinini yaşamak, huzurlu ve mutlu olmaktır. Kimi zaman yaşayarak, kimi zaman gözlemleyerek öğrendik ki, “güzellik ve yakışıklılık” bunları temin edemez. Zaten bunlar geçici şeylerdir. Meselenin bu boyutlarını çevremize bakarak, akrabalarımızın aile hayatını inceleyerek anlayabiliriz:

Sırf güzelliği, malı ve soyu-sopu için evlenenlerin aile hayatı kısa zamanda alabora olmuştur. Ama, dindarlık ve ahlâk üzerine (sadece görüntü değil) bina edilen bir aile müessesesi, diğerlerine nazaran gayet huzurlu ve mutlu bir şekilde devam ediyor.

Bir erkek, kendine denk (küfüv) ve Kur’ân ile Sünnetin ortaya koyduğu kriterlere uygun bir eş bulana kadar, kendisini işine, hizmetine vermeli. Zaten, bir mevzua yoğunlaşmak, diğer meseleleri geri plana iter. Bu arada, kuvve-i şeheviyenin taşkınlıklarından korunmak için de Peygamberimizi (asm) dinlemeliyiz:

“Kimin maddî imkânı varsa hemen evlensin. Kim maddî imkân bulamazsa oruç tutsun. Çünkü oruç, onun için şehvet kırıcıdır.” 3

Bir bayanın, yakışıklı, fakat, ahlâkî zaaflarla malül biriyle evlenip, hem dünya hayatını zehire çevirip, hem de sonsuz hayatını mahvetmektense; nafakasını kendisi temin edip mücerret kalmayı tercih edebilir. Aile müessesesinin zedelendiğini gözlemleyen Bediüzzaman Said Nursî, “Dindar kadın, İslâmî terbiyeden nasibini almayanla evlenmek yerine nafakasını kendisi temin etmelidir” 4 tavsiyesinde bulunur.

Dipnotlar: 1- Tirmizî, Nikâh 3.; 2- Hutbe-i Şâmiye, s. 58.; 3- Kütüb-i Sitte, c.17, s. 187.; 4- Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyatı, Alman Baskı, s. 293.

23.07.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Vahdetü'l-vücut ve ölüm


A+ | A-

İzmir’den okuyucumuz: “Dokuzuncu Lem’ada, ‘Vahdetü’l-Vücudun ince kusurlarını herkes göremez ve muhtaç değil’ deniyor. Burada geçen Vahdetü’l-Vücudun ince kusurları sözüyle ne anlatılmak isteniyor?”

Dokuzuncu Lem’a, Vahdetü’l-Vücudun ince sırları ile ilgili sorulan sorulara cevap sadedinde yazılmıştır. Vahdetü’l-Vücut, varlıkta birlik demek olup, gerçek vücut sahibi olarak sadece Cenâb-ı Allah’ı bilmek, O’nun dışındaki diğer varlıkları Cenâb-ı Allah’ın varlığı yanında birer hayal veya gölge görmeye dayanan bir tasavvuf mesleğidir. Meslek, kendi bütünlüğü ve kendi mantığı içinde düşünüldüğünde doğru fikirlere sahiptir. Fakat kendi mantığının dışından bakıldığında, yani kendi bütünlüğü anlaşılmadığında, dalâlete ve yanlış düşüncelere kapı açabilecek tehlikeli kilometre taşları ihtiva ediyor.

Bediüzzaman’a göre, Vahdetü’l-Vücut mesleği her ne kadar kendi bütünlüğü içinde doğru fikirler ihtiva etse de, Kur’ân âyetlerinin açık mânâlarını incitiyor. Zira Kur’ân âyetlerine göre, yaratılmış olan mevcudat söz konusudur, mevcudat aynasında Allah’ın kudret ve iradesi ile vücut bulan nakışlar Allah’ın eserleridir. Eşyanın, Kadîr-i Ezelî’nin icat, irade ve kudretiyle yarattığı bir vücudu vardır. Esma-i İlâhiyeden Hallâk, Rezzâk gibi çok isimlerin mazharları vehmî ve hayalî şeyler olamaz. Madem o isimler hakikatlidirler; elbette mazharları olan varlıkların da haricî hakikatleri vardır. Varlıklar O değil, O’ndandır. Öyleyse, her şey O’ndandır. Öyleyse, her şey O değil ki, “Lâ mevcude illa hu” (O’ndan başka varlık yoktur) denilsin. Oysa, O’ndan başka, O’nun isimlerinin tecellileriyle vücuda getirdiği mevcudat vardır.

Öyleyse, Vahdetü’l-Vücut mesleğinde Kur’ân’ın açık mânâsını inciten hatalar söz konusudur. Fakat bu meslekte giden Muhyiddin-i Arabî makbul zatlardandır. Kendine mahsus bir makamı vardır. Bir harika kutuptur. Bir ferid-i devrandır. Fakat bu meselede eşyanın aynada yansıyan görüntüsü ile eşyanın gerçeğini kıyaslayıp, eşyanın başka mertebesini düşünmeyerek, “La mevcude illa hu” demiş. Bir mertebeyi nazara almış. Oysa eşyanın gerçek mertebesi Allah’ın isimlerine dayandığından, eşya hayalden ibaret değil, hakikattirler. Bundan dolayı da Muhyiddin-i Arabî’nin mesleği kendine mahsus kalmış, yayılıp geniş kitlelere hitap etmemiştir.

***

Ümit Bey: “Daha önce de sormuştum ama sorum yanıtlanmadı. Acaba insanın ölüm biçiminden yorumlar çıkarılabilir mi? Örneğin yatağında ölenle kazada ölen veya yüz üstü ölenle uyuyor gibi ölen arasında fark var mıdır? Ölünün yüz ifadesi acaba onun ahiretteki durumu veya zor ölümü ile ilgili mesaj verir mi?”

İnsanın ölüm biçiminden, ölünün hali ile ilgili sağlıklı yorumlar çıkarılmaz. Ölünün ölüm biçimi veya yüz ifadesi belki zor ölümü hakkında ip ucu verir, fakat ahiretteki durumu hakkında asla bilgi vermez. Ölüm hali başka, âhiret hayatı başkadır.

Ölüm esnasında duyulan ölüm acısı kişinin günahlarına kefaret olarak da gelebilir. Nasıl dünyadaki bir musîbet kişinin günahlarına bedel gelebiliyorsa, ölüm esnasında karşılaşılan zorluk veya duyulan acı da kişinin günahlarına bedel gelebilir. Bu da af ve mağfireti getirir. Bu durumda zor ölümü rahmetle yorumlamak gerekir. Çünkü arkası rahmettir. Zor, ama sabırla geçen hayatın arkası rahmet olduğu gibi.

Nitekim Bediüzzaman Hazretleri bildiriyor ki, “yol esnasında ölüm, kabir gibi görünen meşakkatler netice itibariyle saadetlerdir. Çünkü nûrânî âlemlere giden yol, kabirden geçer ve en büyük saadetler, büyük ve acı felâketlerin neticesidir.”

Demek ölüm acısından değil, affedilmemekten ve bağışlanmamaktan korkmak gerekir. Cenâb-ı Allah hepimize güzel ölüm versin. Âmîn…

23.07.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Nabız yoklama”yla kamuoyunu hazırlamak


A+ | A-

Yaz ortasında Ankara’nın gündemi yoğun. Günlerdir devam eden Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda önceki gün 16 saat süren görüşmelerde yine kriz aşılamayınca “yargıda yaz kararnâmesi”ne “ara formül” bulundu.

Rutin atamaları kapsayan 1332 kişilik kararname imzalandı; lâkin Bakanlık tarafından 6 Temmuz 2009’da HSYK’ya sunulan Adlî Yargı Unvanlı Hâkim ve Cumhuriyet Savcıları Hakkındaki Kararname Taslağı ile İdarî Hakim ve Savcılarına Ait Kararname Taslağı’na ilişkin çalışmalar devam edecek. Belli ki bu süreçte kamuoyunun tepkisi ölçülecek…

Bu arada, Meclis’in 4 Ağustos’ta olağanüstü toplanacağı Meclis başkanlığı için anamuhalefetin “Toptan’ı destekleme” deklâresine rağmen, iktidar partisinde “nabız yoklaması” devam ediyor. Ne var ki, bu “nabız yoklaması”nın da sonuçta Başbakan Erdoğan’ın ağzından çıkan isimle neticeleneceği görülüyor.

Diğer yandan, iğneden ipliğe yeni zamların yer aldığı kemer sıkma paketi ve akaryakıt zammının başını çektiği yedi maddesi yürürlüğe giren 37 maddelik “yeni zam paketi”, Mâliye Bakanlığı’nca “yalanlansa” da bunun da bir kamuoyunu alıştırma taktiği olduğu anlaşılmakta.

Zira sözkonusu açıklamada, “ekonomik program hazırlığı çerçevesinde teknik tedbir çalışmalarının sürdürüldüğü” ve “orta vadeli program”ın hazırlıklarının yapıldığı ve “henüz tamamlanmadığı”, “uygulamaya konulacak karara bağlanmış olan politikaların üzerinde çalışıldığı” bildirilmekte.

Görünen o ki Başbakan’ın belirttiği IMF ile anlaşma imzalanması öncesi, ekonomi bürokratlarının hazırladığı ve 2011 yılına kadar alınacak vergilere, ÖTV’den MTV’ye (motorlu taşıt vergilerine), ilâçtan cep telefonlarına kadar birçok hayatî kaleme “malî disiplin kapsamı”nda fahiş zamlara halkı hazırlama çalışması yapılmakta.

Önce çok ağır rakamlar telâffuz edilecek; peşinden bazıları revize edilerek kamuoyu yeni gelen vergi ve zam dalgasına alıştırılacak…

“ÖCALAN’IN MUHATAP ALINMASI” ŞARTI…

Ancak kamuoyu hazırlama ve nabız yoklamada Ankara’nın en baş tartışması, Öcalan’ın avukatları aracılığıyla Ankara’ya ulaştıracağı ve kamuoyuna duyuracağı “Kürt sorunu” için “yol haritası.”

En son Kandil’deki terör örgütünün fiilî lideri Karayılan’dan Ankara’ya iletilen “mesaj”da ve DTP’nin “İskoç ve Bask modeli” olarak “Türkiye’nin 23 özerk eyâlete bölünmesi”ni önerdiği raporlarının arkasında, çeyrek asırdır 40 bin insanın katlinden sorumlu İmralı’daki terörist başının olduğu anlaşılıyor.

Öcalan’ın, PKK’nin 25 yıl önce silâhlı eylemlere başladığı 15 Ağustos’ta açıklayacağı “dört maddelik yol haritası”nda “Kürt sorunu”na ilişkin tekliflerinin mâlûm medyada tartışılmasının “Öcalan’ı Kürtlerin baş temsilcisi” olarak lanse edip “meşrûlaştırma” ve “terörü siyasallaştırma” hedefine yönelik olduğu kaydediliyor.

“Yol haritası” öncesi Başbakan’ın MGK üyesi bakanlarla “sorunun çözümü” için bir araya geldiği ve hükûmet sözcüsü Çiçek’in, “Güvenlik ve terör konusu hükümetimizin her zaman önem verdiğimiz konulardır” sözü dahi bu maksada yorumlanıyor. Keza “devletin İmralı’yla görüşmesini uygun bulmayan patronlar kulübü TÜSİAD’ın devreye girip, DTP ile görüşecek olması da aynı amaca hizmet ettiği değerlendirmesi yapılıyor.

Zira DTP, son dönemde özellikle “özerklik önerisi” meselesinde “İmralı’nın tâlilmatı”yla hareket ediyor ve tıpkı Karayılan gibi, “terör örgütünün silâh bırakması ve dağdan inmesini” bütün teröristleri toptan affeden “genel af”la birlikte “Ankara’nın çözüm için Öcalan’ı muhatap almasını” şart koşuyor.

ANKARA, ECNEBÎ OYUNUNA GELMEMELİ…

Plân, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunu “özerklik” paravanıyla ayırmak. Etnik ayırımla bölünüp parçalanmasına; “özerklik”le ortaya atılan fitnenin tahrikiyle tefrika ve iftirakın daha da derinleştirilmesine zemin hazırlamak. Taktik, Marksist-Leninist terör örgütü başını, Müslüman Kürdlerin “lideri” konumuna getirmek. Bundandır ki, Öcalan’ın açıklamalarının, “PKK teröründe ve Kürt sorununda tarihî bir dönemeç oluşturabileceği” propagandası yapılmakta. Strateji bunun üzerine kurulmakta.

Maksat, bin sene Türklerle omuz omuza cihad eden ve yan yana şehid düşen Türklere karşı Kürtleri “kavmiyetçilik kavgası”yla kullanmak. Bediüzzaman’ın bir asır önceki tesbitiyle, “Asırlardan beri vahdet-i İslâmiyenin (İslâm birliğini ve kardeşliğinin) fedâkâr ve cesur hadimi (hizmetçisi) ve taraftarı olarak yaşamış ve dinî an’anesine sadakati gâye-i hayat bilmiş olan ve bu uğurda beşyüzbin şehid veren Kürdleri”, “iftirak emelleri”yle Müslümanlıktan toparıp tarihî ve hayatî düşmanlarının yanına itmek.

“Pek mânânsız Kürdlük davası”yla Müslüman Kürdleri, diğer Müslüman unsurlar aleyhinde istimal etmek. “Kürdleri ecnebi boyunduruğu (sömürgesi) altına sokup millet-i tâbie (esir ve sömürge millet) haline getirmek.” (Eski Said Dönemi Eserleri, 519-521)

Ankara, hâricî ecnebî oyunlarına gelmemeli…

23.07.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Yargı vesayeti


A+ | A-

Gelişmeler, 12 Eylül’ün kurduğu vesayet düzeninin yargı ayağında, AKP hakkındaki kapatma dâvâsında verilen kararla daha da perçinlenen daralmanın, seçilmiş iktidara neredeyse hiçbir hareket alanı bırakmayacak noktalara vardırıldığını düşündürüyor.

Asker vesayetindeki “hafifleme” görüntüsü, yargı vesayetindeki koyulaşma ile telâfi ediliyor.

Meclisin halktan aldığı yasama yetkisi, “üniversitede başörtüsü” ve “AKP’ye kapatma” dâvâlarındaki Anayasa Mahkemesi kararlarıyla budanıp tırpanlanırken, şimdi de “askere sivil yargı” ve “mayın temizleme” kanunları aynı mahkemede.

İktidar grubunda bile fireye yol açan mayın kanunu geniş toplum kesimlerinin de itirazları dikkate alınmadan çıkarıldığı için, iptali yönünde çıkabilecek bir karar kamuoyunda belki memnuniyetle karşılanacak, ama ne pahasına?

Meclis iradesi bir kez daha yara almış olacak.

“Demokrasi, sivilleşme ve AB süreci adına çok önemli bir adım” olarak nitelenen “askere sivil yargı” kanununun iptali durumunda ise buna ilâveten demokratikleşme umutlarının yerini yine hüsran ve karamsarlık bulutları kaplayacak.

AYM sürpriz yapıp da iptal başvurularını reddederse ayrı konu; o zaman en azından sivilleşme bahsinde yargının da demokrasiden yana tavır koymaya başladığını görerek ümitlenebiliriz.

Keşke mahkeme hepimizi böyle şaşırtsa!

Ama başörtüsü ve AKP kararlarına imza atıp, son olarak, eşi Ergenekon dâvâsında sanık olarak yargılanan Başkanvekili hakkında, AYM’de görülen dâvâlarla ilgili olarak dışarıya bilgi sızdırdığını tesbit ettiği halde işlem yapılmasına gerek görmeyen bir mahkemeden bu yönde karar çıkması maalesef zayıf bir ihtimal olarak görülüyor.

Olayın diğer bir boyutu, Meclisten ve Çankaya’dan geçen kanunların AYM’ye takılmasında, yürürlükteki anayasa gerçeğinin dikkate alınmaması ve özellikle “askere yargı yolu” örneğinde olduğu gibi, yapılan düzenleme için objektif hukukçular tarafından da “anayasaya aykırılık” iddiası seslendirildiği ve dolayısıyla önce anayasanın ilgili maddesinin düzeltilmesi gerektiği halde, bunu yapmayıp, adeta iptal edileceğini bile bile kanun çıkarma yanlışına tevessül edilmesi.

Bu iktidar, vesayeti bitirebilir mi?

Böyle gayri ciddî tavırlarla yargı vesayetini hafifletmek ya da bitirmek mümkün olabilir mi?

Yargı vesayetinin “sivil” alandaki diğer etkili kurumları, özellikle hükümetin ve belediyelerin icraatlarını “idarî işlem” olarak denetleyen; bu çerçevede öğrenci burslarından Kur’ân kurslarına ve başörtüsüne, ders müfredatlarından okullardaki Atatürk köşelerine kadar birçok konuda aldığı ideolojik kararlarla gündeme gelen—umarız, YÖK’ün katsayı kararı da oraya gitmez—ve ayrıca idare mahkemesi kararlarının temyiz mercii olan Danıştay; hukuk ve ceza mahkemesi kararlarının temyiz mercii olarak çalışan Yargıtay ve hakim ve savcı atamalarında yetkili HSYK.

(Askerî yargı alanındaki kurumlar ayrı.)

HSYK cenahında yaşanan ve adeta hükümetle yargı arasında bilek güreşine dönüşen son tıkanmayı günlerdir hep beraber takip etmekteyiz.

Ortaya çıkan fotoğraf, üçü Yargıtay, ikisi Danıştay çıkışlı beş yüksek hakimle Adalet Bakanı ve müsteşarından oluşan kurulda, hükümet tarafının atamalarla ilgili listesini diğer cenaha kabul ettiremezken, onların dayattığı kritik görev değişikliklerine şimdiye kadar direndiği, ama sonuçta kurulun kilitlendiği bir tabloyu gösteriyor.

Bu kilitlenmenin haftalardır tayin bekleyen “ünvansız” hakim ve savcıları da mağdur etmesi, önceki gece varılan “uzlaşma” ile önlendi, ancak kritik atamalarla ilgili sıkıntı hâlâ aşılmış değil.

Hükümet kurulda ortaya konulan inatçı direnişi kıramazsa, sürünceme hali devam edecek.

Ve bu durumun, koyulaşan yargı vesayeti ile iktidarsız iktidarın uzayıp giden çekişmesine dönüşüp, giderek büyüyen tehlikeli bir “devlet krizi”ni davet etmesi endişesi kuvvet bulacak...

23.07.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

‘Ah’ dedirtenler şimdi ‘vah’ diyor


A+ | A-

Ergenekon Dâvâsıyla ilgili gelişmelerin biri bitmeden diğeri başlıyor. İkinci dâvâ Silivri’de görülmeye başlarken, hazırlanan 3. iddianame de ortaya çıktı. Muhtevası açıklanmamış olsa da savcılığa teslim edilen 3. iddianamede de sanıklara ciddî suçlamalar yapıldığı ifade ediliyor.

Bu dâvâ ile ilgili sürecin uzun olabileceği baştan belliydi. Çünkü hem sanıkların sayısı fazla, hem de iddialar çok ağır. Üstelik bu iddialara her geçen gün bir yenisi daha ekleniyor. Son 20 ya da 30 yılda yapılan pek çok kanunsuz iş, doğrudan ya da dolaylı olarak bu dâvâ ile ilişkilendirilmek durumunda. Şaka gibi geliyor, ama öyle iddialar gündeme taşınıyor ki; “12 kayıp korucuyu bulmak için” bir tabur arazisinde “kazı” bile yapılıyor. Bu kazıdan ‘delil’ bulunup bulunmaması bile bir bakıma anlamını kaybetmiş. Çünkü iddia o kadar vahim ki, böyle bir iddianın gündeme taşınmış olması bile tek başına bir facia. Üstelik gündeme taşınan bu iddia sonrası “Yok, öyle bir şeyin olması mümkün değil” diyen bir ‘idareci’ bile çıkmadı, çıkamadı. Başlangıçta, Ergenekon dâvâsının açılmasına karşı çıkanlar dahil, sus pus. Daha önce gündeme taşınan benzer iddialar sonrası topraktan ‘silâh, ceset ve delil’ çıkmış olması “Böyle şey olmaz” demeyi imkânsız hale getiriyor.

Dikkat çeken bir nokta da, başlangıçta ‘sanık’ olan meşhur isimler için “Mümkün değil, bu kişiler bu işleri yapmış olamaz” diyenlerin artık susmayı tercih etmeleridir. 20 Temmuz Pazar günü Silivri’de görülmeye başlayan 2. dâvânın duruşmaya katılan ‘sanık’ları arasında kuvvet komutanlığı da yapmış bir emekli orgeneral vardı. Bugün için ‘sanık’ sandalyesine oturan kişilerin tutuklandığı günleri hatırlayınca, geçen zaman zarfında epey yol alındığı anlaşılıyor. “Olamaz, emekli generaller tutuklanamaz” diyenler onların ‘sanık’ sandalyesine oturmasına pek de itiraz edemediler.

Tabiî ki asıl gerçeği Mevlâ bilir, ama bunca iddia Türkiye’nin ciddî sıkıntılar çektiğini ortaya koyuyor. Düşünün daha varlığı ve yokluğu tartışma konusu yapılan bir Jitem konusu var. Neyse ki, haberler doğru ise Askerî Yargıtay, Jitem’in varlığını kabul etmiş ve 8 fail-i meçhul cinayeti içeren dâvâ ile ilgili sanıklarının 7. Kolordu Askerî Mahkemesince yargılanmasına karar vermiş. (Bugün g., 21 Temmuz 2009)

Elbette ‘maşa’lara da hesap sorulmalıdır, ama asıl yapılması gereken; varlığı dahi inkâr edilen bir ‘kurum’a cinayet işleten ‘ağa’lara ulaşmak değil mi? Halen görevde olan bir emniyet müdürü, Jitem ile ilgili olarak çok ciddî iddialar gündeme getirdi. Ama Türkiye’yi idare edenler ‘hiçbir şey olmamış’ gibi davranmaya devam etti. Bu millete bu kadar haksızlık yapmak biraz fazla değil mi? Ya bu açıklamaları milletten gizleyin, ya da lütfen gereğini yapın! Elbette ‘gizlemek’ çare değil. Zaten yıllardan beri yapılan da bu değil miydi? Gizlene gizlene bu noktaya geldi ve artık gerçekleri gizlemeye imkân ve ihtimal kalmadı. “Hep böyle gider” diye hesap yapanlar, masumların ‘ah’ını aldı ve hiç ummadıkları bir zamanda kirli çamaşırları deşifre oldu, olmaya da devam ediyor.

Boşuna, “Alma mazlûmun ahını, çıkar aheste aheste” dememişler... Belki de 80 yıllık ‘ah’lar bu şekilde çıkıyor...

23.07.2009

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Gurbette sıla, sılada gurbet


A+ | A-

Ve nihayet yine Van’dayım. Artık ara sıra yazamamaktan tutun, tatil havası estiren esprilere, manzum nesir tarzındaki “çeşni”lerimize kadar meşrû tercihlerimiz olacaktır. Müsaadenizle..

Geldim geleli, berzaha göçenlerimizin kabirlerini hâlâ ziyaret edemeyişimin cezası olmalıdır ki, sılaya intikal edip sıla-i rahim etmeme rağmen içimdeki gurbet hissinin ruhumu sarmasına mani olamıyorum. Berzaha intikal eden sevdiklerimizden başka burada kalanlar da hatırı sayılır bir yekûn teşkil ediyor. Avusturya ve Almanya’daki evlâtlarımız darılmasınlar, ama sıla kavramında hâlâ burası ağır basıyor. Ancak Van Mevlidi münasebetiyle Avrupa’dan gelen muhabbet erlerini, umum Avrupa’dakiler namına hasretle kucaklıyorum.

«««

Avusturya’da “alış veriş”le barışık değilim. Adı geçtiğinde daralır, nefes alış verişini sıklaştırırım. Bu yük, bütün detaylarıyla fedakâr ve vefakâr eşimin omuzlarındadır. Alış veriş çantalarını taşımaktan omuz kaslarının sertleştiği sadece onun iddiası değil, buna ben de şahidim.

Bari Van’da buna biraz ısınayım diye, gelir gelmez listeyi alıp çıktım. Koca alış veriş merkezleri dururken, köşedeki tavukçuya giriverdim. Kürt kardeşime tavuğun neresini istediğimi anlatıncaya kadar akla karayı seçtim. Kargaşaya sebep de, tezgâhın camına kargacık burgacık bir yazıyla yapıştırılan “göğüs-but” yazısı oldu. Bir yazıyla biribirine yapıştırılan göğüsü buttan ayırmak bir hayli zor oldu. On dokuz yıllık Avusturya macerasıyla kendi yöreme ne kadar yabancılaştığımı ilk defa bu kadar fark ettim.

«««

Dadaş kardeşimize sormuşlar, Erzurum’un nesi meşhurdur? Cevap şöyle gelmiş:

- Gargadir guşi, şalgamdır yemişi, sekkiz ay gışi..

Bir diğeri atılmış:

- Çaşırı, çirişi unuttun.

Soruyu soran yabancı, bu son ifadeyi “çarşının girişi” olarak anlamış.

«««

Ah benim berzahtaki şanlı dostlarım ah! Ah Molla Hamid, ah Celal Alıcı, ah Erol Kuralkan, ah Müştak Zernekli, ah Muzaffer Küçükyıldız, ah Seraceddin Yazıcı, ah Süleyman Öztürkçü, ah İsmail ve Celal Ağabeylerim ah! Ah hâlâ dünyada olup da, 12 Eylül fesat komitelerince aramıza mesafeler bırakılan dostlarım ah! 28 Şubat münafıklarının hâlâ (but’un göğüs’e yapıştırılması gibi) yakamızı bırakmadıkları, sizlerin de keskin nazarlarından kaçmadığı kesindir.

«««

Van’daki hareket alanımı daraltarak, fikren ve hayalen dünyaya ve ukbaya açılmak, kalemimin bu yöndeki ihtizazına ihtimam göstermek, en azından şimdilik makbulümdür. Hane-i saadetimden teknoloji nimetiyle dünyaya açılmayı, siz değerli okurlarımla ve muhabbet fedaileriyle manen, fikren ve hayalen sohbet ederek mutlu olmayı, en azından bu tatil havasında tercih ediyorum. Ne de olsa, “Bizim gibi hakikat ve ahiret kardeşlerin, ihtilâf-ı zaman ve mekân, sohbetlerine ve ünsiyetlerine bir mani teşkil etmez.”

Ama bu arada risâle derslerine iştirak ve dâvetlere icabet etmemiz, bizim mezkûr tercihimize aykırı düşmez, bilâkis duruşumuzu kemale erdirir.

«««

Bilhassa görücü usûlüyle evlenen kızlar için, sımsıcak baba ocağından, yabancı bir yuvaya uçmak, ilk etapta garip duygular yaşatır. İşte söz akdinin hemen akabinde evlerinin önündeki dereye bakarak ağlayan kızcağızın imdadına babası yetişir. O da derdini babasına açar:

-Babacığım, bir an düşündüm, evleniyorum, çocuğum olacak, buraya oynamaya gelecek, ya bu dereye düşüp boğulursa.. İşte bunun için ağlıyorum.

Bazılarımız, mizacı bozulmuş çocuk gibi, bahane ararız ki, ağlayalım. Böylelerine yardımcı olmak, ehl-i hamiyet ve muhabbetin şanındandır.

Muhabbet fedaisi olanlar, kin ve adavetin mü’mine yakışmadığını çok iyi bilirler ve bunu gösteren mü’min kardeşlerine acıyarak, ondaki o fena hasleti gidermeye çalışırlar.

«««

Tanımadığı ve ilk karşılaştığı birine, “Kimlerdensin?” sorusunu sormak, bazı yörelerde âdettendir. Erzurum’da kadınlar toplantısına dâvetli yabancı bir bayan, genç bir bayana, “Cici kızım, sen kimlerdensin?” diye sorunca, gelen cevap şöyle olmuş:

-Vallahi, kimlerden olduğumi bülmirem. Yuhari Mumcunun gızi, aşşaği Mumcunun geliniyem.

«««

Üstâdın hizmetkârlarından Molla Hamid Ağabeyi duymayanınız yoktur. Liseli bir genç olarak risâle derslerine katıldığımın ilk günleriydi. Sonradan Molla Hamid Ağabey olduğunu öğrendiğim zat, bana bakarak, “Kimlerdensin?” diye sordu. Öteden beri sevimli bulmadığım bu soru, bu defa sevimli bir simadan gelmişti. Tebessümle karışık şöyle cevap vermiştim:

-Görüyorsunuz ki, burdayım. Yani sizlerdenim.

«««

On dokuz senedir ki, kışlarım soğuk yüzlü Avusturya’da, yazlarım sıcak yüzlü Van’da geçer. On ay süreyle boş kalan evimizde, boş duvarlar ve in cin tarafından değil; bir hafta öncesinden evimizi temizleyip şenlendiren sevgili taallûkatın sıcak muamelesi, sıcak yiyecek ve içecekleriyle karşılanırız. Risâleler sayesinde dersaneye dönüşen evimizden sonra, evimiz gibi olan dersanemizde ap ayrı bir haz duyarız. Husûmete vakti olmayan muhabbet fedaileriyle buluşmanın manevî havasını sizler de çok iyi bilirsiniz. Her şeye rağmen şimdi de o halleri yaşıyoruz, Elhamdülillah.

23.07.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.