27 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

H. İbrahim CAN

Rasmussen niye geldi?


A+ | A-

NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen bugün Türkiye’de.

Böylece göreve başladıktan sonra ilk ziyaretini Türkiye’ye yapacağına dair sözünü tuttu. Ancak asıl tutması gereken sözleri henüz tutmadı.

Hazreti Peygambere (a.s.m.) hakaret içeren karikatürler dolayısıyla İslâm âleminden özür dilemedi. Hatta NTV muhabirinin “İslâm dünyası ile ilişkiniz açısından İslâm dünyasına nasıl bir mesaj vermek istersiniz?” sorusunu İslâm sözcüğünü bile geçirmeden geçiştirdi.

Roj TV’nin kapatılmasını sağlamadı. Muhabirin bu konudaki sorusunu da “terörle mücadelenin Türkiye’nin en önemli gündemlerinden birisi olduğunu biliyorum. Bu yüzden önceliğimi Afganistan’daki görevimize verdim” diyerek cevaplamaktan kaçındı.

Türkiye’ye NATO’da ağırlığına uygun bir önem verilmesinin sağlanması konusunda da şu ana kadar herhangi bir teklifte bulunmadı.

Peki genel sekreter seçilmek için verdiği bu sözleri yerine getirmemiş olmasına rağmen, hangi amaçla Türkiye’ye geliyor?

Maalesef Rasmussen’in Türkiye ziyaretinin gündeminde bu iki önemli konu yok. Onların yerine yine ülkemizin sırtının ‘sen en kahramansın’ diye sıvazlanıp, Afganistan bataklığına daha fazla çekme konusu gündemin ilk ve en önemli maddesi. Çünkü cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonuçlanmasından sonra, NATO’yu Afganistan’da daha sıcak günler bekliyor. Ve Rasmussen daha fazla Türk askerini—daha fazla eğitim birliği dese de— cepheye sürmeyi amaçlıyor.

İkinci gündem maddesi ise—NATO’ya nerden görev düşüyorsa—Kıbrıs sorununun çözümünün hızlandırılması. Avrupa Birliğinin Kıbrıs’taki referandum sonrası verdiği hiçbir sözü tutmadığı, Birleşmiş Milletler’in mızıkçılık yapan Rumları sıkıştırmadığı bir dönemde, konuyla ilgisi olmayan NATO Genel Sekreterinin bu konuda Türkiye’ye ne söyleyeceğini gerçekten merak ediyoruz.

Üçüncü ve son gündem maddesi ise; NATO ile Avrupa Birliği arasındaki sorunların çözümünde Türkiye’nin desteğinin sağlanması. İki uluslar arası kurum bir güvenlik anlaşmasına varamadı. Özellikle Afganistan’da bundan kaynaklanan sorunlar yaşanıyor. Türkiye ise Avrupa Birliği üyesi olmaması ve Kıbrıs Rum kesiminin de AB üyesi olması dolayısıyla böyle bir işbirliği anlaşmasına haklı olarak karşı çıkıyor. Ama bu konuda da sorun AB’den kaynaklandığına göre, çözümün aranma yeri de Ankara olmamalı.

Anlaşılan o ki; Rasmussen’in bu ziyareti vermekten çok almaya yönelik bir çalışma gezisi. Türkiye’den AB-NATO İşbirliği için taviz alınması; Türkiye’nin Afganistan’a daha çok katkıda bulunmasının sağlanması.

Peki karşılığında ne teklif ediyor?

Hiçbir şey.

Belki basınımıza binbir tevil ile olumlu anlamlar yükleyebilecekleri birkaç demeç verecek. Belki iftar saatine denk gelecek bir akşam yemeğinde Müslümanların Ramazanını tebrik edecek ve gidecek.

Yani yine beklentilerimizi boşa çıkaracak. Aslına bakarsanız bu konular Rasmussen’in hiç de umurunda değil. Zaten şu an ne Roj TV’yi kapatacak makamda, ne de Danimarka adına karikatürlerden dolayı İslâm âleminden özür dileyecek konumda.

Onun kendi gündemi var ve bu gündemi gerçekleştirmek için burada. Vermeden istediklerini alıp alamayacağını yakın gelecekte göreceğiz.

27.08.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Asıl olan, ikna


A+ | A-

Bediüzzaman’ın millî mücadele devam ederken gittiği Ankara’da Birinci Meclisten, Van'da temelini attığı, ama savaş yüzünden yarım kalan üniversite projesi için destek ve tahsisat talebinde bulunması üzerine itiraz eden meb’uslarla diyaloğunda ve aktardığı anekdotta üzerinde durulması gereken en dikkat çekici noktalardan biri, tartışma üslûbundaki seviye.

İtiraz edenlerin “dine çok lâkayd, Batılılaşma ve geleneklerden tamamen sıyrılma taraftarı” olduklarını söylüyor Üstad, ama onları “dinsizsiniz, zındıksınız” diye suçlamıyor, iknayı esas alan medenî bir üslûp kullanıyor ve ikna ediyor.

“Farz-ı muhal” kaydı koyarak, kendi hayatlarında dine hiçbir cihetle ihtiyaç duymasalar dahi onları bu yanlış nokta-i nazarlarıyla kabul edip, “garplılaşmak namıyla an’ane-i İslâmiyeyi bıraksanız ve lâdinî bir esas yapsanız bile” diyor; doğu vilâyetlerinde millet, vatan selâmeti için dine ve İslâmiyetin hakikatlerine taraftar olmanın, onlar için de “lâzım ve elzem” olduğunu vurguluyor.

Çünkü peygamberlerin çoğunun Asya ve doğuda, filozofların da batıda gelmeleri işaret ediyor ki, Asya’yı gerçek anlamda kalkındıracak dinamik fen ve felsefeden ziyade din duygusudur.

Üstad bu fıtrî kanunu hatırlatıp, evvelce dindar bir Türkü fâsık kardeşine tercih ederken, bilâhare Türkçü muallimlere tepki olarak dinsiz bir Kürdü dindar bir Türke tercih eder hale gelen talebesini birkaç sohbette nasıl kurtardığını anlattıktan sonra iki meb’us itirazdan vazgeçiyor.

Ve modern fenleri dinî ilimlerle kaynaştırarak öğretecek üniversite projesine destek veriyorlar.

Bugün kendilerini “modern ve çağdaş” addedenlerin, o dönemde batılılaşma, çağdaşlaşma ve modernleşme sürecinin öncüleri konumunda oldukları halde Üstadı dinledikten sonra ikna olan o iki meb’ustan alacakları önemli dersler var.

Hâlâ Said Nursî’yi dinlemez, onun dinle fennin birlikte okutulacağı üniversite projesine dudak bükmeye devam ederlerse, takipçisi olduklarını iddia ettikleri öncülerin fersah fersah gerisinde bir bağnazlık içinde olduklarını gösterirler.

Kurtarıcı sohbetlere ihtiyaç var

Aktardığımız bu tarihî ve ilginç anekdotun, Üstad tarafından birkaç sohbette ikna edilen Kürt talebeyle ilgili boyutu da çok dikkat çekici.

Orada da yanlışa sapan genç, “Yoldan çıkmışsın” denilerek dışlanmıyor, suçlanmıyor, “yola gelmesi” için ikaz ve ihtar edilmiyor; ikna yoluyla tekrar kazanılmasına çalışılıyor. Ve bunun için bir defalık bir görüşme ile yetinilmiyor, “birkaç sohbet” yapılıyor ve ondan sonra talebe, tepki psikolojisiyle içine sürüklendiği yanlıştan kurtarılarak, tekrar istikametli tavrına döndürülüyor.

Bu sohbetlerin detaylarında, davranış bilimcilerin, psikologların, pedagogların çalışma alanına giren önemli prensiplerin tatbiki söz konusu.

Bugün şu veya bu sebeple dağa çıkıp terör örgütüne katılan veya yerleşim yerlerinde sempatizanı olan insanların her birinin böyle kurtarıcı sohbetlere ihtiyacı var. Şefkatle, anlayışla, gönülleri kazanmayı hedefleyen kucaklayıcı tavırlarla ve ikna edici izahlarla yapılacak sohbetlere.

Öldürmenin çözüm olmadığı, bu fitne yüzünden 40 bin can kaybetmiş olmamıza rağmen terörün hâlâ bitirilememiş olmasıyla da sabit. Ve bu, hadisenin genel bilânçosu olarak önümüzde.

O genel tablodaki kayıplar hanesini dolduran her bir vak’a ise, başlı başına yürek yakan trajedilerle dolu. Zübeyir Gündüzalp’in “Teessür ve ıztırap karşısında kalpten bir parça kopsaydı, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerratı adedince param parça olması gerekirdi” sözüyle ifade ettiği müthiş gerçeğin, hayatlarının baharında kendilerini dinsiz teröre adayıp kurban eden her bir gençteki yansımaları ve bunların genişleyen halkalar halinde aile efradında yol açtığı derin acılar hangi tarife sığar ki?

Öldürmek için büyük masraflarla harcanan emek, ekonomik açıdan sıfır maliyetli kurtarıcı sohbetlere verilseydi bu hallere gelinir miydi?

27.08.2009

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Ölümle yüz yüze


A+ | A-

Her şey ne kadar hızlı, ne kadar çok değişmiş,

Bilen varsa söylesin, bu böyle nasıl işmiş?

Her şey o kadar sırlı, anlaşılmaz ve garip,

Hele “zaman” mefhumu doğrusu çok acaip..

Bu yaz tatili bana zamanı tefsir etti,

Ruhumu hakikata ram etti, esir etti..

Bu “esaret” kalbimi binler “bağ”dan kurtardı,

Nice bin bir tuzaktan, nice “ağ”dan kurtardı..

Meğer kendimi insan zanneden insanmışım,

Ömrümün yıllarını gelip geçmez sanmışım..

Kısa bir “an” içinde bir ömür ve bir asır,

Yaşamış gibi oldum, bir bilsem bu nasıl sır..

Halbuki bu mevsimin daha onlarcasını,

Tüm ağırlıklarıyla, belki tonlarcasını,

Bu zayıf omzuma nasıl da yüklenmiştim..

Kendimi bir “şey” bilip, hâşâ büyüklenmiştim..

Bir “nefes” ömür için elimde yoktu senet,

Madde fâniliğini görmemiştim böyle net..

Nazarlar arzî olmuş, madde istilâsı var,

Mânâya yönelişte Rahman’ın cilâsı var..

Bu hâlet-i ruhumu etmek için hülâsa,

Doğrusu en münasip kelime “ibretâsa”!

Kendi kendime sordum, acep gidici miyim?

Ruhumu Mâlikime teslim edici miyim?

Mahlûkattan “helâllik” diledim bu duyguyla..

Rahman’a arz eyledim kulluğumu, huşûyla..

Gelecek olan her şey artık “vâki” gibiydi,

Korkmadım, çünkü Allah her şeyin sahibiydi..

Bu duygular içinde âlemi seyre durdum,

Zahiren “şer” de olsa, her şeyi hayra yordum.

Ne kapıldım dünyanın gürültülü haline,

Ne dokundum kimsenin sinirine, teline..

Her an kendimi olmam gereken yerde buldum,

Gereksiz olanından bir sebeple kurtuldum..

“İran’a gitmek” fikri çıktıysa her nereden,

Döndürüldüm sınırdan, yani Esendere’den..

Avusturyalı olmak, orda makbul değilmiş,

Avrupa’nın avrosu geçerli “pul” değilmiş..

İki aylık hasılat, iki aylık bu verim,

Ne benim marifetim, ne de benim hünerim..

«««

Sılada ilk hedefim “sıla-i rahim” oldu,

İnşallah, ziyaretler “cila-i rahim” oldu...

Bir hastamızı gördüm, maddeten bitmiş gibi,

Aklen, fikren ve zihnen dünyadan gitmiş gibi..

Kemik-deri arası sanki boşalmış gibi,

Mukadder mevte doğru epey yol almış gibi..

Görüyor, gülümsüyor, velâkin “lâlüebkem”

Cildine renk katmıyor, damarlarda kalan dem..

Bedeni iş görmüyor, muhatap yok ruhuna,

“İbret-i âlem” olmuş ruhlular gürûhuna..

Bakarken mütebessim bu garip kardeşine,

Soruyordu âdeta: “Bunun burda işi ne?”

“Ya Rahim”ler çeker ya, “mır mır” ederken kedi,

Hastam mırıldanırken, sanki “Yâ Rahim” dedi..

Ve ölümle bu kadar kalınırsa yüz yüze,

Kimin yüzü olur ki, Allah’tan gayrı söze..

O bir numaralı ablam, o benim Nergis’imdi,

Ölse bile nesliyle yaşayacak isimdi..

27.08.2009

E-Posta: [email protected]



Ruhan ASYA

Nur Vakfında Ramazan bir başka güzel


A+ | A-

Biz on bir ayın sultanı, rahmet ve bereket ayı Ramazan’a hoşgeldin derken, okuyucularımızın da “Uzun bir aradan sonra siz de hoşgeldiniz” dediğini duyar gibiyim. Hoşbulduk efendim ve uzun bir aradan sonra tekrar merhaba. Arada bir kayıplara karışsak da endişelenmeyin, hayattayız Elhamdülillah. Büyük okyanusta Risâle-i Nur sefinesinde yol alıyoruz ahirete müteveccihen. Bazen gemideki yoğunluk ve hizmet temposundan yazmaya zaman bulamıyoruz desek, affa liyakat kesbeder miyiz acaba? Ya da kendini avukat gibi müdafaa eden nefsimizi susturup, kusurumuzu itiraf edelim. Evet, arada bir vazifelerini ihmal ve terk eden tembel bir tayfa oluyoruz. Kâzım Güleçyüz Abimizin ve Vakfımızın Genel Koordinatörü Fatih Yargı’nın ihtarlarıyla, Kırşehir Yeni Asya okurlarının ikazıyla uyanıp kaleme kâğıda sarılıyoruz, başlıyoruz yazmaya.

Rahmet ve bereket ayı olan Ramazan, bütün coşkusuyla yaşanıyor Melbourne’daki Müslümanlarca. Nur Vakfı çatısı altında memleketimizdeki Ramazan’ları aratmayacak bir güzellikte idrak ediyoruz bu mübarek ayı. Vakıf müdavimleriyle iftar yemeklerinde buluşup, ardından teravih namazlarımızı eda ediyoruz. Her Cumartesi vakfımız mutfağında ablalarımızca hazırlanan leziz yemeklerle, Nur Vakfı salonunda hep birlikte iftar ediyoruz. Yaklaşık iki yüz kişinin katıldığı bu iftar yemeklerine Türkiye’den ve diğer İslâm memleketlerinden okumak için gelen öğrenciler de dâvet ediliyor. Ayrıca her Pazar bu öğrencilere özel iftar yemeği veriliyor Nur Vakfında.

Nur Vakfında bir baskadır Ramazan akşamları. İftarın ardından vakıfta toplanan müdavimler, çaylarını yudumluyor, Risâle-i Nur’dan ders dinliyor teravih saatine kadar. Abilerimizce demlenen çaya doyum olmuyor ve Ramazan’dan sonra en çok aranan şeylerden biri de bu çay oluyor. Hanımlar da bir diğer salonda hoparlör sistemiyle dinliyor dersi. Hizmete yıllarını vermiş abilerimizin lisanından Risâle-i Nur dinleyerek feyizyab oluyoruz. Ardından vakfımız imamlarınca okunan yatsı ezanıyla kulaklarımızın pası siliniyor. Ezanı müteakip Reyyan kapısı diye adlandırdığımız kapıdan geçiyoruz teravih salonuna girmek için. Erkekler cami bölümünde namazlarını eda ederken, biz de onların ders salonunda hoparlör sistemiyle imama uyuyoruz. Âlem-i İslâm camiinin Nur Vakfı mescidinde saf tutuyoruz çocuğuyla, yaşlısıyla, genciyle. Dört -beş yaşındaki çocukların da başörtülerini bağlayıp, annelerinin yanında cemaatle namaz kılmaları rahmet-i İlâhiyeyi tebessüme getiriyor olmalı.

Henüz mükellef olmayan çocukların bütün ayı oruçlu geçirip, bizlerle teravih kılmaları çok ümit verici. İlkokul grubundaki çocuklarımızın kendi arzularıyla tesettüre girip, okullarına dahi başörtülü gitmeleri, oruç tutmaları, teravih namazlarını kaçırmamaları bir baharın müjdecisi İnşaallah. Meryem, Güzin, Fatmanur, Sabriye, Sümeyra, Şeyma, Sevdenur bunlardan birkaçı.

Namazın ardından hanımlar üst kattaki dersanelerine çıkıp, Risâle-i Nur’dan bir ders daha dinleyip sohbet ediyorlar. Taze simitler eşliğinde çaylar içiliyor, sohbet koyulaşıyor. Ramazan ayında Nur Vakfı çocuklar ve gençler için vazgeçilmez bir yer. Çocukların dilinden “I love coming here (buraya gelmeyi çok seviyorum)” cümlesini duymak, anne ve babaları olduğu kadar bizleri de çok mutlu ediyor. Eve gitmemek için ağlayan çocukları görebilirsiniz burada. Avustralya Nur Vakfında her Ramazan “Nerde o eski Ramazanlar“ dedirtmeyecek kadar güzel geçiyor. Diliyoruz bu güzellik kuşaklar boyu devam eder ve bugünleri özletmeyecek daha güzel Ramazanlar yaşarız.

Avustralya Nur Vakfından Türkiye’ye selâm ediyor, ümmet-i Muhammed’e (a.s.m.) hayırlı Ramazanlar diliyoruz.

27.08.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

“Hakkın hatırı âlidir”


A+ | A-

En yüce hakikat, en güzel gerçek haktır, İslâmın hakikatleridir. Hayata hayat, ruh ve esas olan böylesi hak ve hakikatler için bin can olsa, fedâ edilse yeridir. Onun içindir ki Bediüzzaman, “Hakkı tanıyan, Hakkın hatırını hiçbir hatıra fedâ etmez. Hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir” 1 demektedir.

Demek Hakkı tanıyan, Hakkın değerini ve yüceliğini bilen bir kimse Hakkı hiçbir şeye feda etmez. İnsan bir büyüğü, bir dostu, hatırı sayılan bir kimse için büyük fedâkârlıklar üstlenebilir. Ama en çok fedâkârlığa lâyık olan Allah’ın hatırı, onun bildirdiği hak ve hakikatlerin hatırıdır. Yine Bediüzzaman’ın, “Eğer bütün dünya bana verilse bir hakikat-i imaniyeyi fedâ edemiyorum” 2 ifadesi bu açıdan oldukça anlamlıdır.

Sahabenin bütün hayatı İslâm için, İslâmın yüce hak ve hakikatleri içindi. Onun için yaşar, onun için ölür, onu baştacı edinirdi. Allah ve Resûlünün (a.s.m.) söylediği her şey güzel, faydalı, değerliydi onlar için. Bu uğurda her şeylerini feda etmeye hazır idiler.

Bir içtihat sonucu Cemel Vak’asına kadar uzanan süreçte Hz. Ayşe ve Zübeyir’in tavırları o nazik noktada bile nasıl hak ve hakikate bağlı olduklarının güzel örneklerini taşır. Hz. Osman şehit edilmiş, Hz. Ali halife seçilmiş ve Hz. Osman’ın katillerini bulmak için kolları sıvamıştı. Ortalık karışıktı. Böyle bir atmosferde katilin hemen bulunup cezalandırılması çok güçtü. Sükûnet lâzımdı.

Hz. Ali de, Hz. Talha ve Hz. Zübeyir de Hz. Osman’ın katillerinin bulunmasını istiyordu. Hz. Ali, ortalık yatıştığında katilin kesin olarak tesbit edilip kısasın uygulanması taraftarıydı. Suça ortak olmayan kimse cezalandırılmayacaktı. Katil zannıyla bir masumun kanına girilebilirdi. Sonra isyancılar o anda güçlülerdi. Katil hemen cezalandırıldığında kan dökülebilirdi.

Hz. Talha’yla Hz. Zübeyir ise bu işin elebaşılarının cezalandırılmasını, Hz. Ali ise işin ciddiyetini dikkate alarak havanın yatışmasının beklenilmesini istiyordu.

Hz. Ali suçsuz yere bir kişinin dahi kanının dökülmemesini isterken adalet-i mahzayı, diğerleri de işin elebaşılarının öldürülmesini isteyerek adalet-i izafiyeyi savunuyorlardı. Adalet-i mahzanın tatbiki mümkünse adalet-i izafiyeye gidilmezdi. Şeyheyn [Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer] devrindeki adalet-i mahzayı esas alan Hz. Ali içtihadında haklı, diğerleri hatalıydı.

Hz. Ayşe orduyla birlikte Basra’ya giderlerken Hav’ab denilen mevkie gelmiş, havlayan köpeklerin seslerini işitmişti. Mevkiin neresi olduğunu sorduğunda “Hav’ab” cevabını almış, bunu duyduğunda da, Efendimizin (a.s.m.), “Keşke Hav’ab köpeklerinin hanginize havlayacağını bilebilseydim” buyurduğunu hatırlayarak geri dönmek istediğini bildirmiş, fakat olacakları önleyememişti. Onun “Ey Peygamber hanımları! Evlerinizde oturun” 3 âyetini okuduğunda böyle olaylara katıldığından dolayı oldukça üzüldüğünü, pişmanlık duyduğunu da 4 biliyoruz.

Hz. Ali, Hz. Zübeyir’le savaş esnasında karşılaştıklarında ona birgün birliktelerken Resûlullahın (a.s.m.), Hz. Zübeyir’e, “Birgün gelecek Ali ile mücadele edeceksin. Fakat sen haksızsın” dediğini hatırlatıp, “Bunları hatırlıyor musun ey Zübeyir?” dediğinde büyük bir üzüntü ve pişmanlık içerisine giren Hz. Zübeyir’in, “Bunu daha önce hatırlamış olsaydım yerimden kımıldamaz, hiçbir harekette bulunmazdım” dediğini ve onunla asla savaşmayacağını belirtip savaştan çekildiğini de biliyoruz. 5

Evet, Sahabenin hayatı hak ve hakikat içindi. Hatalarını anladıklarında da dönüş yapar, pişmanlıklarını dile getirirlerdi.

Dipnotlar: 1. Münâzarât, s. 49., 2. Mektûbât, s. 38., 3. Ahzab Sûresi: 33., 4. Tabakat, 8:51., 5. Üsdü’l-Gabe, 2:199.

27.08.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Evlilikte de istisnalar kaideyi bozmaz!


A+ | A-

Evlilik mevzuunda özellikle dindarlık üzerinde durmamız, “Dindar bir ailede yetişmeyen insanlar da iyi, ahlâklı, dürüst olamaz mı? Onlarla evlenmek ne mahzur getirebilir?” sorusunu sordurdu…

Dindar bir çevrede, başka dine mensup, hatta ateist toplum ve ailelerin içinde de gayet dindar, dürüst, ahlâklı insanlar çıkabilir, çıkmış ve çıkıyor. Çevremizde böyle harika evlilikler yapıp, huzurlu ve mutlu bir hayat sürenleri de müşahade ediyoruz.

Bunlar istisnadır, istisnalar kaideyi bozmaz. Bizim bahis mevzuu ettiğimiz, işlediğimiz dindarlık meselesi geneldir. Elbette her şeyde olduğu gibi, bunun da istisnaları var. Biz genele göre hareket etmek durumundayız, istisnalara göre değil. Bu meselenin aksi örnekleri de vardır. Meseleye şöyle yaklaşmalıyız:

* İmtihan, dindarlık - dinsizlik, dürüstlük - ahlâk ve edep, hayır-şer mücâdelesi ve ilk örnekleri Hz. Adem’in (as) oğulları ile başlamış. Peygamber olduğu halde, pekçok çocuğu Habil gibi ahlâkın zirvesinde; Kabil, katil olduğu anlatılır Mâide Sûresinin 27, 28, 29, 30. âyetlerinde.

* Keza, Hûd, 42-43. âyetlerinde, insanlığın ikinci babası sayılan Hz. Nuh’un (a.s.), karısı Vâile ve oğlunun ona imân etmediği haber verilir. Oğlu kurtuluş gemisine binmedi. Hanımı ona can yoldaşı, arkadaş, yardımcı olacağına, küfründe ısrar etti. Üstelik, Hz. Nuh’un (a.s.) sırlarını, kavminin müşrik reislerine taşımıştı.

* Hz. Lût’un (as) karısı da imân etmeyenlerden idi. Bu iki mümtaz şahsiyetin, peygamberin ateist hanımları hakkında Kur’ân’da ağır ifadeler kullanılır. 1

* Hz. İbrahim’in (a.s.) babası da diğerlerinden farklı değildi. 2

* Hz. Yakub (a.s.) ile oğlu Hz. Yusuf’un (a.s.) ve 11 oğlunun mâcerasını düşününüz. Peygamber oğulları ve peygamber kardeşleri... Kıskançlıklarından Hz. Yusuf’u küçükken kuyuya atıyorlar...

Resul-i Ekrem Efendimizin (a.s.m.) amcası Ebu Leheb, inkâr ve eziyetlerinden dolayı o günden bugüne ve kıyamete kadar da lânetleneceklerdendir. Tebbet Sûresi, onu ve karısını tel’in etmektedir.

* Yine öz amcası ve hamisi Ebû Talib, Peygamberimizin risâletini değil, ama şahsını çok ciddî sevmiş, himaye etmiş ve taraftarlık göstermiş olmasına rağmen, imân etmemişti.3

* Hz. Peygamberin (a.s.m.) sevgili kızı, cennette hanımların sultanı kızına olan nasihati:

“Kızım, baban peygamber diye sakın güvenme! İbâdetlerini yerine getirerek kendini kurtar!”

Diğer taraftan cehaletin, ateizmin, sekülarizmin, ahlâkî erozyonun yaşandığı toplum ve ailelerde çıkan pek çok insan da hidayete eriyor, gayet nezih, dürüst, ahlâklı ve hizmet yüklü bir hayat yaşıyor.

* Meselâ, 1856’da, saat imalatçısı bir babanın, ev hanımı bir annenin evlâdı olarak İngiltere’nin Liverpool şehrinde doğan, ülkenin en tanınmış avukatları arasında yer alan Henry Quilliam, Fas gezisinden bambaşka bir insan olarak döndüğünde, şehirde beyaz bir at sırtında dolaşıyor ve şehrin Hıristiyan ahalisini İslâm’a dâvet ediyordu…

* Meselâ, 21 Haziran 1948’de Londra’da Isveçli bir anne ile Yunanlı bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen Steven Demetre Georgiou’un çocukluğu Londra’nın Shaftes Buryy Caddesi ile Tarafalgaf Caddesi’nde geçer. S. T. Joseph Roman Katolik okulunda katı bir Hıristiyan eğitimi alır. 16 yaşında mezun olduktan sonra Hammersmith Art Koleji’nde eğitimini tamamlar. Çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği yerler İngiltere’nin san’at, müzik ve eğlence merkezinde geçer.

Ve bir zamanların pop starı, efsane ismi Cat Stevens, Yusuf İslâm olarak Müslüman olur. İngiltere’de kurduğu İslâm okuluyla hizmetlerine devam ediyor.

* Meselâ, 24 yaşındaki Marıa Zıveyra, Alanya’ya tatile gelir, yerleşir, 17.06.2009 Müslüman olur, Meryem adını alır...

* Ve Risâle-i Nur’u İngilizceye çevirmek gibi büyük hizmetler vermeye devam eden Şükran Vahide ismini alan Marie Weld ve binlercesi tefessüh etmiş memleketlerde doğup, çok olumsuz şartlarda yetiştikleri halde, gayet nezih bir İslâmî hayat yaşıyorlar… Bunun aksi de mümkün ve vakidir…

Çıkaracağımız sonuç şu: Dindar olmayan, hatta ateist çevrelerde yetişen bazı insanlar hidayete erer, ahlâklı, dürüst, nezih bir hayat ve mükemmel bir hizmet sürdürebilir. Bunlardan eş seçmek ise, bazı şartlarda, irade haricinde, kaderin de sevkiyle vukua gelen istisnai durumlardır. Biz eş seçerken, genel prensipleri nazara almak mecburiyetindeyiz.

Dipnotlar: 1- Kur’ân, Tahrîm, 10.; 2- Age., Meryem, 45, 46.; 3- Age, Tevbe, 113.

27.08.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Savaş meydanında başlayan kardeşlik


A+ | A-

Birinci Kosova Savaşı, Osmanlı İslâm ordusu ile Balkan ittifakına dahil olan Slav Haçlı kuvvetleri arasında yaşandı. Kaynaklarda farklı tarihler nakledilmekle baraber, en kuvvetli rivâyete göre, bu savaş 27 Ağustos 1389'da vuku bulmuştur.

Rivâyetlerde, ayrıca Sultan Murad–ı Hüdâvendigârın da aynı gün itibariyle şehit düştüğü bildiriliyor.

Bu tarihten kısa bir süre önce Osmanlı ile harbe tutuşan Bulgar Krallığı ortadan kaldırılmış ve Mora Yarımadasının birçok şehri fethedilmişti.

Buna rağmen, Balkan ittifakı kırılıp dağılmamış, aksine bu coğrafyadaki toplulukları Osmanlıya karşı daha da tedirgin edip teyakkuza sevk etmişti.

Balkan ittifakının başını Sırplar çekiyordu. Sırplar, aynı Slav ırkından olan Bulgar, Boşnak, Arnavut, hatta bir kısım Leh, Ulah ve Macar askerlerini de yanlarına alarak savaş naraları atmaya başlamışlardı.

Balkan ittifakının asker sayısı yüz binlerle (âzami 300 bin rakamı) ifade ediliyor. Osmanlı kuvvetlerinin ise, Karamanoğulları dışındaki Garbî Anadolu Beyliklerinin de yardımıyla ancak 40–50 bini bulduğu belirtiliyor. (Detaylı teknik bilgiler için bkz: İ. H. Danişmend; İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi–I/78)

İşte, 1389 yılı Ağustosunda Balkan tarihinin belki de en çetin savaşı bu iki karma kuvvetler arasında yaşandı.

Neticede, Sırpların başını çektiği Balkan ittifakı kesin bir mağlubiyete uğradı.

Aralarında ak saçlı adam yok

Zaferin kesinlik kazanılmasından sonra harp meydanını teftiş eden Sultan Murad–ı Hüdâvendigâr, ölen binlerce Slav askeri arasında "ak saçlı" bir tek kişiyi bulamadığını, hepsinin de bıyığı henüz yeni terlemiş gencecik askerler olduğunu hayıflanarak söyler.

O esnada yanında bulunan vezirlerden biri de, Sultana dönerek şu izahatta bulunur: "Hünkârım, şayet aralarında ak saçlı adam bulunsaydı, başlarına bu felâket hiç gelir miydi?"

Sultan Hüdâvendigâr şehit oluyor

Yine, aynı teftiş esnasında Sırp esirlerden Miloş ismindeki bir şövalye, Müslüman olmak ve padişahın ayağına kapanmak isteğinde bulunuyor. İsteği kabul ediliyor. Ancak, yanında sakladığı ucu zehirli hançeri ânî bir hareketle çıkarıp Sultan Murad'ın kalbine saplıyor ve Hüdâvendigârı orada şehid ediyor.

Tabiî, katil Miloş da hemen oracıkta parçalanarak öldürülüyor. Bu kişi, Sırplar tarafından asırlardır bir millî kahraman olarak yâd ediliyor.

Birinci Kosova Zaferiyle birlikte, Balkan ittifakı dağıldığı gibi, Sırp Krallığı da tarihe karıştı. Bölge, bütünüyle Osmanlı hakimiyeti altına girmeye başladı.

Osmanlı, böylelikle ileride birkaç muharebe ile hakimiyeti altına alacağı Macaristan'la sınır komşusu oldu. (1448'de yaşanan II. Kosova Savaşı, Macar kuvvetleriyle yapılan ve yine zaferle neticelenen en büyük muharebe oldu.)

Boşnakların Müslüman olması

Birinci Kosova Savaşının en önemli neticelerinden biri de, Balkan ve Rumeli coğrafyasında yaşayan bazı toplulukların Müslümanlarla tanışması ve İslâm dinini benimsemeye başlamasıdır.

Bunların başında Boşnaklar gelir. Sonra da Arnavutlar, Pomaklar, vesaire...

Kosova'daki karşılaşma, aynı zamanda farklı ırk ve dinlere mensup fert ve toplulukların yakından tanışmasıdır.

Bu ilk karşılaşma ve tanışmadan önceki durum şudur: Bulgar ve Sırplar Hıristiyan Ortodoks, Hırvatlar Katolik, Boşnaklar ise Bogomildir.

Bogomillerde teslis akidesi yoktur. Onlar tek Allah inancına sahiptir. Hz. İsa'yı (as) da Allah'ın resûlü olarak kabul ederler.

Buna göre Bogomiller, hakiki mânâda İsevî olup, İslâm literatüründe "Hıristiyan muvahhidler" olarak addediliyor. Muvahhid, Tevhid ehli demektir.

İşte, Boşnakların Müslümanlarla tanışmasından ve İslâm dininin temel akidesini öğrenmelerinden sonra Müslümanlığı kabul etmeye başlamalarının birinci sebebi, onların muvahhid olmasıdır.

Boşnakların Murad–ı Hüdâvendigâr zamanında ve bilhassa Kosova Savaşı ile birlikte başlayan Müslümanlaşma vetiresi (süreci), Fatih Sultan Mehmed'in devr–i saltanatında tamamlanmıştır.

Hâsılı: 1389'da Kosova'da yaşanan o kanlı meydan muharebesi, hikmet–i İlâhî'nin bir eseri olarak, şerden hayır ve felâketten saadet çıktığının bâriz bir misâlini teşkil ediyor.

27.08.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Bir Ramazan sünneti: Terâvih Namazı


A+ | A-

Necati Bey: “Teravih namazı hakkında bilgi verir misiniz? Oruç tutamayanlar teravih namazı kılmalılar mı? Teravih namazı sünnette kaç rekâttir? Sekiz rekât da kılınır deniyor; bu doğru mudur?”

Teravih namazları, Ramazan gecelerinin feyiz kaynağı, nûr tûfânı ve sevap fırtınasıdır. Allah Resûlü (asm) Ramazan ayı orucu ve terâvih namazı hakkında şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah Ramazan orucunu farz kıldı. Ben de Ramazan gecelerindeki namazı (teravih namazını) sünnet kıldım. Öyle ise, kim inanarak ve sevabını kesin şekilde Allah’tan umarak Ramazan ayının gündüzünde oruç tutar, gecesinde de namaz kılarsa, bu geçmiş günahlarına kefâret olur. (günahları bağışlanır.)” 1

Hz. Âişe (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) bir gece mescidde nafile namaz kılmıştı. Birçok kimse de ona uyarak namaz kıldı. Sabah olunca “Resûlullah geceleyin mescidde namaz kıldı” diye konuştular. Ertesi gece de Efendimiz (asm) namaz kıldı. Halk yine olanları konuştu, katılacakların sayısı iyice arttı. Üçüncü veya dördüncü gece halk yine toplandı. Öyle ki mescid, insanları alamayacak hâle gelmişti. Ancak Peygamberimiz (asm) bu dördüncü gecede yanlarına çıkmadı. Sabah olunca Efendimiz (asm):

‘Yaptığınızı gördüm. Size çıkmamdan beni alıkoyan şey, namazın sizlere farz oluvermesinden korkmamdır’ buyurdu. İşte bu hadise Ramazanda cereyan etmişti.” 2

Ramazan gecelerinde, terâvih namazı kılmak sünnet-i müekkededir, yani kuvvetli sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) kılmış ve kılınmasını tavsiye buyurmuştur. Her dört rek’âtte bir dinlenmek üzere oturulduğundan “terâvih” adıyla anılan bu gece namazı cemaatle kılınabileceği gibi, tek başına da kılınabilir.

Ramazan gecelerinde ayrı bir ibâdet hazzı veren terâvih namazı orucun değil, Ramazan ayının sünnetidir. Dolayısıyla bu namaz, ister özürlü, isterse özürsüz olsun, oruç tutmayanlar için de sünnet-i müekkede hükmündedir.

Teravih namazı yatsı namazından sonra, vitir namazından önce kılınır ve yirmi rek’âttir. Teravih namazında her iki rek’âtte bir oturmak ve selâm vermek sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) böyle kıldırmıştır. Böylece terâvihi yirmi rek’âtte on selâmla tamamlamak, üzerinde ittifak edilen en faziletli kılınış biçimidir.

Sünnetteki bu şekil, Şâfiîlerde vücub emri şeklinde anlaşılmış; diğer mezheplerde ise, varsa genişlik verilebilecek yönler üzerinde durulmuştur. Bundandır ki, Şâfiîlerde terâvih namazında “iki rek’âtte bir selâm vermek” vâciptir.

Hanefîlerde iki rek’âtte bir selâm vererek kılmak daha fazîletli olmakla berâber; dört rek’âtte bir selâm vermek de, iki rek’âtte bir selâm vermek gibidir. Selâmı dört rek’âtten fazla geciktirmek ise mekruhtur. Hanbelîlere ve Mâlikîlere göre ise, yirmi rek’ât tek selâmla kılınırsa namaz sahihtir; fakat her iki rek’âtte bir “selâm sünneti” terk edildiği için, böyle yapmak mekruhtur.

Aslında dikkat edilirse, dört mezhep de aynı nokta üzerinde birleşmiştir. O da şu ki: Terâvihte iki rek’âtte bir selâm vermek sünnettir ve efdal olan budur.

Cemaatle kılınan namazlarda cevaz verilende değil; efdal olanda birleşmelidir. Fakat eğer imam dört rek’âtte bir selâm vermeyi tercih etmişse, arkasındaki Şâfiî cemaati de imama uyarak dört rek’âtte bir selâm verir. Şâfiî cemaatin, imamdan ayrılarak ikinci rek’âtte selâm vermelerine gerek yoktur. İmama uydukları için dört rek’âtte bir selâm vermek kendileri için mekruh olmaz.

27.08.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.