30 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Yasemin YAŞAR

Davranış ve duygunun ölçü ve ayar zamanı-2


A+ | A-

Ramazan ayı, Cenâb-ı Hakk’ın Rububiyetinin idrakinin en dorukta olduğu bir aydır. Rububiyet kısa anlamıyla, Cenâb-ı Hakk’ın terbiye etmesi, koruyup gözetmesidir. Yani kâinatın her ânına nazar eden, her ânındaki her mahlûkla ilgilenen ve mahlûkatın kemâle doğru seyahati esnasında mümanaat eden manileri def eden, Rahman ve Rahimiyetiyle rızıklandıran, aynı zamanda şefkatle terbiye eden gibi anlamlarıyla düşündüğümüz, belki de aynelyakin ve hakkalyakin idrak ettiğimiz Allah’ın sıfatıdır. Çünkü insan, Ramazan ayı dışındaki zamanlarda, sebeplerin esaretinden kurtulamayabiliyor. Fakat Ramazan, sebeplerin belki de anlamını yitirdiği, her şey olmasına rağmen O’nun emri olmadan hiçbir şeyin yapılamayacağının anlaşıldığı bir aydır.

Allah, insanın eline, Rububiyetini ve sıfat ve isimlerini tanıtacak, hakikatlerini gösterecek işaret ve nümunelere cami bir ‘ene’ vermiştir. Okuma işlemi beyin, göz, kulak ve ağızla yapılan kolektif bir iş ise, mânâ okumaları da ene başkanlığında nefsin, vicdanın, kalbin ortak çalıştığı bir okumadır. Burada asıl olan ene başkanlığında bu mânâ okuma işinin yapılmasıdır. Aksi halde ene bu işlevinin farkına varmaz ve anlamaz ise, devreye nefis girer ve mânâlar okunamaz hâle gelir. Çünkü nefis emmâredir. Emmâre nefsin rengi de siyah yani karanlıktır. Dolayısıyla nefsin, bu mertebede (emmâre) kendinde nurların, sırların, isim ve sıfatların tecellileri görülmediği için, mânâ okuması yapması güçtür. Bununla beraber insan sadece nefisten ibaret değildir. İnsanın kalın ipini oluşturan diğer cihazlar, duygu ve hislerden ihtarlar gelmeye başlar. Duygular faniliğin ihtarını verir. Kalp fani şeylere muhabbetin ayn-ı elem olduğu ikazlarını yapar. Akıl delil ister, anlık zevklerden hoşlanmaz. En önemli ihtar da vicdandan gelir. Mânâsı okunmayan her şey, yaşanan her hadise, mutluluk bile olsa, insana daimî bir zevk vermez.

İşte Ramazan’ın, enenin haddini bildiren açlık ile her şeyin daha bir mânâ kazanması, nefsin susup kalpte hikmet ve nurların parıldamaya başlaması, Cenâb-ı Hakk’ın gizli bir hazine olup bilinmek istemesinin neticesinde insan tarafından isim ve sıfatlarıyla anlamaya çalışıldığı bir ay olması bu bakımdan önemlidir.

Ramazan ayındaki açlık ile nefis terbiye olduğu için, ene (mânâsını bilen) devreye girerek, insana yavaş yavaş düğümler çözülür. İnsan böylece zahiren açık, hakikatte kapalı olan âlemlerin anahtarlarını bir bir keşfetmeye başlar. Bu keşifleri arttırdıkça mutluluğu da artar.

Şüphesiz her ibadetin insanın hem şahsî hayatına, hem içtimâî hayatına bakan hikmetleri vardır. Oruç ibadetinde de insan aşırı duygularını en etkili bir biçimde disipline etmeyi öğrenir. Görmediği Rabbini görüyor gibi inanan, inancının gereği hiç kimsenin olmadığı yerde yemeyip oruç tutan insan, benzer konumlarda da aynı inançla hareket edecektir. Kimsenin görmediği yerlerde şehvetine hâkim olmayı öğrenecektir. Dolayısıyla oruç ibadeti, ona sadece yeme şehvetini disipline etmeyi sonuç vermeyecek, aynı zamanda iffetini de korumayı öğretecektir. Yani, helâl bile olsa, her şeyin bir zamanı olduğunu ihtar edip, sabır kuvvetini geliştirecektir.

Hâsılı, insan, ibadetlerin sağladığı iç disiplin ile iffetli, hikmetli, şecaatli yani adalet sahibi ve ahlâklı birisi olacaktır. İbadetler sayesinde iç âleminde vasatı yaşayan insan, içtimâî hayatta da vasatı yaşayacaktır. Aksi halde bu ibadetleri yapmayan bir insanın, içtimâî hayatta da barışık ve dengeli, adaletli olması mümkün değildir. İnsan, kendi iç dünyasıyla düzen ve istikamete kavuşmadıktan sonra, dış durumu itibariyle kat’iyyen güzel olamaz, güzel görünemez, görünse de uzun zaman öyle kalamaz.

Böyle binler hikmetlerle dolu bir aydan nasipsiz kalmak, Bediüzzaman’ın tabiriyle insan ismine yakışmaz.

30.08.2009

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Hizmette hırs göstermek doğru mu?


A+ | A-

Çok daha geniş çevrelere, çok daha uzak diyarlara, çok daha muhtaç gönüllere Nur’lardaki hakikatleri duyurmak, müellif-i muhteremin fikir ve düşüncelerini taşımak güzeldir ve her Nur Talebesinin en önemli gayesidir.

Bu gaye için çalışıp çabalamak, bu yolda her türlü zorlukları, manileri aşarak, her çeşit zahmetleri göze alarak hizmette bulunmak, yine her Nur hâdiminin peşinen kabullendiği, aşk ve şevkle üstlendiği meşgalelerdir.

“Hizmette sınır yoktur” prensibinin bir gereği olarak Nurlarla hizmeti hayatlarının değişmez bir gayesi olarak kabul eden her bir ferd, isterse hayatının bütün dakikalarını, ömrünün bütününü bu yolda harcayabilir, sarfedebilir de... Tabiî bu noktada şükür ve kanaati ve ihlâs esaslarını göz ardı etmemek şartıyla... Bunlar göz ardı edilirse, istenilen maksat hâsıl olmayacağı gibi, hizmette olmaması gereken bazı hayal kırıklıklarına da sebebiyet verilebilir.

Konu ile alâkalı olarak Bediüzzaman’a kulak verelim:

“Gerçi umur-u uhreviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür. Fakat mesleğimizde ve hizmetimizde, bazı arızalarla, inkisar-ı hayal cihetiyle, şükür yerine, me’yusiyetle şekva etmeye sebep olur; belki de hizmetten vazgeçer. Onun için, mesleğimizde kanaat, daima şükrü ve metaneti ve sebatı netice verdiği için, ihlâs dairesinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde, neticelerine ve semeratına karşı kanaatle mükellefiz.” (Emirdağ Lâhikası, s. 80)

Görüldüğü gibi hayatımızın her safhasında geçerli olan “kanaat”, Nur hizmetlerinde de geçerlidir. Çünkü hizmette kanaat beraberinde şükrü, metaneti ve sebatı getiriyor. Ayrıca hizmetteki hırs ve kanaatsizlik, beraberinde bir nev'î ümitsizlik ve karamsarlık olan hayal kırıklığını getirebiliyor. Hayal kırıklığına dûçâr kalan bir insanın hizmet-i Kur’âniyede bulunması ise, bir nev'î hayal gibidir.

Dolayısıyla, Bediüzzaman meseleyi şöyle bağlıyor: “..ihlâs dairesinde, hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz halde, neticelerine ve semerâtına karşı kanaatle mükellefiz.”

Üstad’ın Dokuzuncu Mektub’daki ifadelerinden de anlıyoruz ki, bir insan bu dünyaya bakan mal-mülk, makam-mevki gibi geçici şeyleri kazanmak için gösterdiği hırs neticesinde, bunların fani ve geçiciliğini derk ettiğinde, kendisinde bulunan o “hırs” hissini rıza-i İlâhî yolunda, âhirete yönelik ibadet, tâat gibi amel-i salihe bakan hizmetlerde kullanırsa, kendisine verilen hırsı müsbet mânâda kullanmış olur.

Göz önünde bulundurmamız gereken en önemli husus, hizmet noktasında hırs gösterilecek ise, beraberinde mutlaka “ihlâs” olmalıdır. İhlâstaki mühim bir nokta, üzerine düşeni hakkıyla yaptıktan sonra, Bediüzzaman’ın ifadesiyle “vazife-i İlâhiyeye karışmamak”, yani neticeyi Allah’a havale etmek, sonuca kanaat etmektir. Aksi takdirde yapılan hizmetler, beklenilen semereyi veremeyecektir. Bu noktada Bediüzzaman’ın “Bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister” (Lem’alar, s. 150) tespitini de göz ardı etmemek lâzım.

Başka hiçbir amaç gütmeden, yalnız ve yalnız ahirete yönelik olarak, rıza-ı İlâhiyi esas alarak hizmet noktasında hırs göstermek elbette makbuldür. Bunun dışında “Hizmeti daha ileriye götüreceğim, daha geniş çevreleri daireye dahil edeceğim” diye ihlâs düsturlarını gözetmeden, kardeşler arasındaki uhuvvet bağlarını rencide ederek, şahıs endeksli bir hizmet tarzıyla, şahs-ı maneviyi nazara almadan yapılacak olan faaliyetlerin, faydadan ziyade zarar getireceğini göz önünde bulundurmak lâzım diye düşünüyorum.

30.08.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Şeytanın hileleri


A+ | A-

Şeytanın görevi insanlara verdiği vesveseler; yaptığı hileler ve oyunlarla aldatmak, yoldan çıkarmaktır. Bunun için her fırsatı kollar.

Hz. Âdem’le (as) Hz. Havva nasıl Cennette kalabilir, mutlu bir hayat sürebilirlerdi. Bunu hazmedememişti şeytan. Onların Cennete geçici bir süre için konulduklarını, üstelik bir ağacın meyvelerini yemelerinin yasaklandığını öğrenmişti. Ne yapıp yapmalı, onları Cennetten çıkarmalıydı. Sinsi bir plan hazırladı. Cennetten çıkarılmıştı. Onun için Cennetin kenarlarında dolaştıkları bir ânı kolladı ve gördüğünde de hemen yanlarına koştu. Onlara yasak meyveden yedirmeye çalışacak, Cennetten çıkarttıracaktı. Bunun için elinden gelen her şeyi yaptı. Nasıl avlayabilirdi onları? Melekleşmek hoşlarına giderdi. Ondan bahsetmeliydi. Hele ölümsüzlük, üstelik Cennet gibi bir yerde ölümsüzlük hiç kaçırılır mıydı?

Sonunda onları bu hassas noktalarından vurdu: “Rabbiniz, ya melek olur veya ebedî Cennette kalırsınız diye bu ağaçtan yemenizi yasakladı” 1 dedi. Bunlardan daha önemli başka ne olabilirdi bir insan için? Ancak Allah, şeytanın onlara olan düşmanlığını bildirmiş, üstelik o meyveyi yemelerini de yasaklamıştı.

Şeytan bıkmadı, usanmadı. Bu cazip teklifi her fırsatta tekrarladı. Onlara iyilikten başka birşey dilemediğini söylüyor, yemin üstüne yemin yağdırıyordu. Âdem babamızla Havva anamız ilk defa duymuşlardı Allah adına yemin edilişini. Doğru olabileceğini düşünerek yasak meyveden yediler. Meyveden yer yemez avret yerleri açılmış, mahcup hâle gelmişlerdi. Cenâb-ı Hak, “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Ben size ‘Şeytan apaçık düşmanınızdır’ demedim mi?” 2 diye seslenmiş, onlar da hatalarını itiraf edip pişmanlıklarını, “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan oluruz” diye dile getirmişlerdi. Bu pişmanlık, tevbe, istiğfar onların affına yetmişti.

Şeytan tongaya düşmüştü. Onların tevbe edeceklerini düşünememiş, kendisi gibi olmalarını istemişti. İnsan tevbe etmezse, günahlara devam ede ede zamanla onlara alışır, derken hoş görmeye başlar, kalbi kapkara kesilir, bu da imanı kaybetmeye kadar götürürdü. Şeytanın bütün ümidi buydu. Tevbe ve istiğfarları onun belini kırmıştı. Evet, tevbe ve istiğfarla Hz. Âdem’le Hz. Havva helâk olmaktan kurtulmuş, affa uğramışlardı. Ama Cenâb-ı Hak yasak meyveden yediklerinde Cennetten çıkarılacaklarını bildirdiği için Cennetten çıkarılmışlardı.

Dipnotlar:

1- A’raf Sûresi: 20. 2- Taha Sûresi: 121.

30.08.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Malın kirli yüzü - 1


A+ | A-

Salih Bey: “Zekât malı arındırır sözünü açıklar mısınız? Nasıl arındırır? Bir alın teri ürününden ibaret olan helâl malın kirleri nelerdir ki, zekâtla arınmış olsun?”

Haram mal zaten kirli maldır. Bu açıdan haram malın zekâtı verilmez. Okuyucumuz bu yüzden haram malı sormuyor. Helâl maldaki kirlerin ne olduğunu soruyor.

Alın teri ile kazanılan, hakkı verilerek elde edilen, helâl bir işin getirisi olan kazançlar helâldir. Fakat helâl malın da kirleri vardır. İşte kelime anlamı arındırmak demek olan zekât, gerek helâl malı, gerekse helâl mal sahibini kirlerinden arındırır.

Helâl malın kirlerinin ne olduğuna gelince: Malın üzerinde, ödenmediği takdirde malı ve mal sahibini kirleten iki türlü hak vardır: Bunlar şunlardır: 1- Allah hakkı. 2- Kul hakkı.

Bunları sırayla görelim:

1- Allah hakkı:

Malın gerçek mülkiyeti Allah’a aittir. Mal insana Allah’ın bir emaneti olarak verilir. Veren Allah’tır. Allah malı dilediğine verir, dilediği kadar verir, dilediğinden çekip alır, dilediği kadar çekip alır. Bu yüzden insan hırs ile mal edinemez. Ancak Allah verirse insan mal sahibi olur. Şu âyet bunu bildiriyor: “De ki, ey mülkün hakikî Sahibi olan ve âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden mülkü çekip alırsın. Sen dilediğini aziz eder, yükseltir; dilediğini zelil kılar, alçaltırsın. Bütün hayır ve iyilik yalnız Senin elindedir. Sen her şeye kadirsin.” 1

Mal üzerindeki mülkiyetin yüzde yüzü Allah’a ait olunca, mal insanın elinde sadece bir emanetten ibaret olunca, insanın mal ile ilgili olarak görevi sadece bir dağıtım memuru olmaktan öteye geçmeyince; Allah’ın, verdiği malın nerelere ve nasıl harcanması gerektiği konusunda yönlendirme yapmasının ve nerelerde ve nasıl harcandığını denetlemesinin, Kendi Yüksek Zâtına ait bir Rububiyet hakkı olduğu anlaşılmış olur. Malın mahşere dönük büyük ve çetin hesabı bundan doğmaktadır. İnsan, mal üzerinde dilediği gibi tasarruf etme, çarçur etme, israf etme ve hakkını vermeden biriktirme hakkına sahip değildir. Çünkü mal kendisinin değildir. Çünkü malı Veren böyle istemiyor. Nitekim Cenâb-ı Hak, Müslüman’ın mal ile ilgili görevini şöyle hatırlatıyor: “Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunurlar.” 2

Dolayısıyla, mal üzerinde Allah’ın emrini yerine getirmek bir zorunluluk bulunuyor. Malı israf etmemek, malı haramda sarf etmemek, malı hayırda ve helâl yollarda harcamak, mal ile insanlara iyilik yapmak, maldan sadaka vermek, malı Allah yolunda harcamak, malın zekâtını vermek birer Allah emri olarak mal sahibinin mal ile ilgili zorunlu görevleri arasında bulunmaktadır. Mal sahibinin, malını kirlerden arındıran ilk adımı, malı ile ilgili bu görevlerini yerine getirmesi olacaktır. Aksi takdirde Allah’a ait olan malı Allah yolunda harcamamış olur ki, mal helâl da olsa, bu davranış malı kirletir.

2- Kul hakkı: Mal sahibi bilerek veya bilmeyerek kazancına kul hakkı karıştırmış olabilir. (Hiç şüphesiz bilerek yenen kul hakkı zekâtla telâfi edilmez. Bunun telâfisi için, bire bir malı mal sahibine geri ödemek gerekiyor.)

Fakat mal sahibinin malına, bütün dikkatlerine rağmen, bilmeyerek kul hakkı karışmışsa, cömertçe verilen zekât maldaki bilinmeyen kul hakkının meydana getirdiği kirliliği giderir. Meselâ ortaklar arasında, komşular arasında, arkadaşlar arasında, kardeşler arasında, müşteri ile satıcı arasında, taraflardan birine bilmeyerek hak geçmesi söz konusu olabilir. Kazanç paylaşımında ortaklar küçük ayrıntılara girmemişlerdir ve iki taraftan birisine çok belirgin olmasa da hak geçmiştir. Senin tavuğun, komşunun ürününe zarar vermiştir. Satıcının terazisinde bilinmeyen bir arıza vardır ve eksik tartmıştır… Satıcı fahiş fiyat uygulamıştır. Alıcı bunu haksız bulmuştur, fakat almak zorunda kalmıştır. İş veren işçisinin iş verimine göre değil, kendi cimriliğine göre az maaş ödemiştir. Yol kenarında bulunup, yenmesi helâl edilmeyen mallarda, yoldan gelip geçen aç ve muhtaç insanların göz hakkı kalmıştır… vs. örnekleri arttırmak mümkündür.

Böyle bilinmeyen durumlarda taraflardan birisine kul hakkı geçmişse eğer, dil ile helâlleşmek bir çözüm olmakla berâber, bilâhare fakire verilen zekât da bu helâlliği pekiştirmekte ve malı bilinmeyen kişilerin haklarından doğan kirlerden arındırmaktadır. Böylece mal kirlerden temizlenmekte, sahibine bir mahşer yükü olmaktan çıkmakta; tam tersine, mahşerde yüz akı olmaktadır.

Zekâtın, helâl mal sahibini nasıl arındırdığını ise, İnşallah yarın işleyelim.

Dipnotlar:

1- Âl-i İmran Sûresi: 26.

2- Bakara Sûresi: 3

30.08.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Batı dünyasından hakikat kâşifleri


A+ | A-

Dinimiz bütün dünyada hızla yayılıyor. Bilginin hızla neşrolduğu günümüzde bunun haberlerine artık daha kolay ulaşabiliyoruz. İnternette özel ihtida öyküleri sitelerinde insanlar İslâmı niçin seçtiklerini sanal günlükler hâlinde yayınlamaktalar. TV programları, kitaplar, filmler sayesinde onların hakikati arayışlarını ve İslâmı nasıl kabullendiklerini takip edebilmekteyiz.

Peygamberimizin (asm) mânevî şahsiyeti, şefkati bütün insanları kucaklıyor. Yeter ki, hakikati arayan olsun!

Bugünkü Satırarası’nı, Peygamberimiz (asm) ile ilgili anekdotlara ayırdık. Batı dünyasının mütefekkirleri, san'atçıları, tarihçilerinden seçtiğimiz isimler, bakın İslâmı ve Peygamberimizi (asm) nasıl anlatıyorlar:

Bir kahve içme rahatlığında…

“Muhammed’in (asm), bu harikulâde adamın hayatını inceledim. O İsa aleyhtarı değil, bütün insanlığın kurtarıcısı olarak bilinmelidir. Onun gibi bir adam, bugün dünyanın idaresini eline alsa, eminim ki dünyayı, hasretini çektiğimiz barış ve saadete kavuşturur.

“Sırasıyla söyleyelim: 19. yüzyılda Carlyle, Goethe, Gibbon gibi büyük düşünürler, Muhammed’in (asm) dininde hakikî bir kıymet gördüler ve bu sayede Avrupa İslâmiyete karşı daha müsait bir vaziyet almaya başladı. Bugünkü Avrupa bu yolda daha ileri gitti, Muhammed’in (asm) dinine âşık olmaya başlıyor. Gelecek yüzyılda daha da ileri gidecek, Avrupa içine düştüğü zorluklardan kurtulmak için, bu dinin ne kadar kıymetli bir vasıta olduğunu takdir edecektir. Benim iddiamı bu yolda anlamalısınız. Hâlihazırda bile vatandaşlarımdan ve diğer Avrupalılardan birçok kimseler, Muhammed’in (asm) dinini kabul etmişlerdir. Sorunuzdaki ‘İslâmlaşmak’ tabiriyle ne demek istediğimi izah etmiş olduğum kanaatindeyim.

“Müşkülün müşkül üstüne, problemin problem üzerine yığıldığı günümüzde, bütün problemleri bir kahve içme rahatlığında çözen Hz. Muhammed’e, beşeriyetin çok ihtiyacı vardır.”

Bernard Shaw, 1925 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi

İrlandalı oyun yazarı, eleştirmen. (1856–1950)

Birinciliği değişmez!

Prof. Dr. Michael Hart, tarihin 5 bin yılını araştırmış ve insanlığa en çok hizmet eden kimseler arasından 100 kişi seçerek ve bu yüz kişiyi kendi aralarında da sıraya koyarak, bir değerlendirme tasnifi yapmıştır. Bu zat, aralarında peygamberler, siyasîler, san'atçılar, mucidler, ilim ve din adamlarının da bulunduğu 100 kişi arasından insanlık âlemine en etkin ve en çok hizmet eden kişinin Hz. Muhammed (asm) olduğuna karar verip 1978 yılında yayınladığı kitabında onu 1. sıraya yerleştirmiştir. Eseri dilimize “En Etkin 100” adıyla çevrilmiştir.

Kitabıyla bütün dünyada yankılar uyandıran Amerikalı bilim adamı Prof. Michael Hart, kitabın yayınlanmasından on yıl sonra, Kahire’de çağırıldığı bir ödül töreninde, El-Ahram gazetesi muhabirlerince sorulan, “Kitabınızın yayınlanmasının üzerinden 10 yıl geçti neredeyse. ‘100 ünlü Adam’ adlı kitabınızda birinci yeri Hz. Muhammed’e (asm) ayırmıştınız, hâlâ bu görüşünüzde ısrarlı mısınız?” şeklindeki soruya şu cevabı vermişti:

“Bu ünlülerin ilk listesi. Bu sayı 200-300’e bile çıkarılsa Hz. Muhammed’in (asm) listenin başındaki yeri sabittir. Ben ünlüleri incelerken bazı sabit kriterler ortaya koydum. Bunlardan biri de, ünlülerin insanlık tarihinde bıraktıkları geniş ve derinlemesine izlerdir. Benim, ünlülerin en ünlüsü olarak Hz. Muhammed’i (asm) tercihim ise, onun hem peygamberliği, hem de dinî ve dünyevî seviyede fevkâlâde başarılı olmasıdır. İnsanlık, ahlâkı, felsefî ve hukukî olarak İslâmdan daha mükemmel bir din görmemiştir. Hz. Muhammed’in (asm) vefatından sonra da İslâm, dünyanın doğusunda ve batısında yayılmaya devam etti. Dünyada hâlâ bir çok insan kalpleriyle ve akıllarıyla İslâma yöneliyor. Hz. Muhammed’in (asm) dâvet ettiği din, 14 yüzyıl önce medeniyetin ve kültür merkezlerinin dışındaki bir bölgede doğmuştu. Ve zor şartlar altında yol aldı. Buna rağmen İslâm, dünyanın her yönüne yol buldu. Ve inanıyorum ki Hz. Muhammed (asm) gibi, her yönüyle mükemmel bir insan, bir daha gelmez.”

Gerçek bir kahraman

“Kral ve vezirler gibi azamet ve debdebe perdeleriyle gizlenmiş değildi. Kendi hırkasını kendi yamalar, kendi ayakkabısını kendi tamir ederdi. Harbe gider, ashabı ile istişare eder, emirlerini onlarla beraber verirdi. Nasıl bir insan olduğunu her yönü ile kavminin bilmesi için böyle yaptı. Ona artık, siz ne isterseniz öyle deyiniz. Dünyada taç ve ihtişam sahibi hiçbir imparatora, yamalı bir hırka içindeki bu insan kadar hürmet ve itaat edilmemiştir. Yirmi üç yıllık dünya imtihanı, gerçek bir kahraman için lüzumlu bütün unsurları taşımaktadır.”

Thomas Carlyle, meşhur İngiliz mütefekkir

İnsanların eşit olduğu din

“Hz. İbrahim’in, Hz. Muhammed’in, Kur’ân’da adı geçen bütün peygamberlerin diyarı olan kadim kutsal beldede bütün renklere ve bütün ırklara mensup insanlar arasında görülen sarsılmaz gerçek kardeşlik ruhunun bir eşine daha rastlamadım. Her renkten insanın bana gösterdiği cana yakınlık karşısında büyülenmiştim, dilim tutulmuştu sanki. Dünyanın her yerinden yüz binlerce hacı vardı. Her renkten insan vardı; mavi gözlü sarışınlardan tutun da Afrikalı karaderililere değin. Ama hepimiz de birlik ve kardeşlik anlayışına bağlı kalarak, aynı ibadetleri yapmakla bütünleşiyorduk. Oysa Amerika’da gördüklerimize bakıp ‘beyazlar’la ‘ötekiler’ arasında hiçbir zaman kardeşlik diye birşeyin var olamayacağına inanırdık. Sarışın, mavi gözlü, beyazlar beyazı olan Müslüman kardeşlerimle aynı tabaklardan yemekteyiz, aynı bardaklardan içmekteyiz, aynı halılarda yatmaktayız…”

Malcom X, ABD’de bir suikaste kurban

giden, zencilerin Müslüman lideri

İrkiliyorum…

“Son Peygamber Hz. Muhammed (asm) cahillik ve kara günler içinde bulunan, Hz. İbrahim’in getirdiği dinin kaybolmaya başladığı ve parçalara ayrıldığı Mekke’de dünyaya geldi. İnsanlığa rahmet ve şefaat için gönderildi. O bütün zamanların en mükemmel insanıdır. Müslüman olduğumdan bu yana, Peygamberimizin (asm), o büyük insanın hayatını araştırıyorum. Onu okudukça, onu anladıkça, etrafımı saran bilgisizliği, cehaleti daha iyi görüyor ve irkiliyorum.”

Yusuf İslam (Cat Stevens),

İngiliz mühtedi ve şarkıcı

30.08.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Nişan, nihaî karar değildir!


A+ | A-

Birbirini görüp, tanıdıktan ve sağduyularıyla “Evlenebilirim!” kararını verdikten sonra, sıra nişanda.

Nişan, sünnet ile de sabit.

Bütün hayatı, iffet ve ahlâkın zirvelerinde olan yüce Nebî’nin (asm) Hz. Aişe vâlidemizle üç yıl nişanlı kaldığını1 temel kaynaklar naklediyor.

Nişan, aynı zamanda yerleşmiş örfî ve güzel bir uygulama.

Hukûkî bir bağlayıcılığı olmamakla birlikte, ahlâkî ve dinî bir noktada kabul görmüş bir müessesedir.

Nişanlılık, “Kesin evleneceğiz!” demek değil. Nişanlılık, gençlerin ve ailelerin birbirini daha iyi tanıma devresidir. Yani, “Evlenip evlenmeyeceğimize sonra karar vereceğiz!” demektir.

Nişan, adaylara, birbirini, ailelerini ve çevrelerini daha iyi tanıma fırsatı verir.

Ne kısa, ne uzun tutulmalıdır.

Önemli olan, adayların hiçbir şüphe ve vesveselere meydan vermeyecek şekilde birbirini tanımaları ve hür irade ile karar verebilmeleridir.

Evlenecek adayların birbirini ve aile çevrelerini tanımaları son derece önemlidir. Zira evlilik, basit bir alışveriş veya kısa bir birliktelik değildir. Hem dünya, hem de sonsuz hayatın huzur ve mutluluğuyla veya şekavet ve mutsuzluğuyla ilgilidir.

Kılı kırk yararcasına bir tanıma devresi olmalıdır nişanlılık. Nişanlılıkta adaylar birbirini yakînen görür. Duyguları, düşünceleri, hayat felsefeleri, meselelere bakış açıları, hedefleri hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olabilirler.

Aileler de, birbirini tanır ve kaynaşıp kaynaşmayacaklarını test ederler.

Burada en önemli husus, tarafların açıklık, şeffaflık prensibini işletmeleridir.

Herkes düşüncelerini, eksiklerini, zaaflarını rahatlıkla ortaya koymalı.

Tâ ki, aldatılmışlık ve aldanılmışlık duygusu ortaya çıkmasın. Zirâ, bunun nasıl sonuçlar doğuracağını kestirmek zor. Evlendikten sonra, nasıl olsa her şey ortaya çıkacaktır.

Evet nişanlandık, ama, bu nihâî bir karar değil, bu bir tanıma ve karar verme sürecidir. Nişanlılık devresinde, adayların, âilelerin birbirini daha iyi tanımalarına iyi bir fırsattır. Nikâh kıyarak, bu fırsatı büyük mahzurlar getiren bir duruma düşürmemek gerekir.

Zirâ, adaylardan birisi herhangi bir sebepten dolayı evlenmek istemeyebilir, kanı ısınmayabilir veya karşı tarafın aile hayatını, eğitim ve terbiye metodunu uygun bulmayabilir.

Nişanlılık merasimi için ve bu sürede birbirine çok ağır şartlar ve hediyeler vermekten de sakının.

“Mutlu Çağın” en mutlu, en bahtiyar aile reisi ve muallimi, rehberi Peygamberimiz (asm), “En hayırlı evlilik, en kolay olanıdır” buyurdu.

Öyle ise, nişanlılık çok daha kolay olmalı. Unutmayın, nişanlılık nihaî bir karar değil ve bozulma riski de taşır. Dolayısıyla, ağır şartlar ve hediyeleşmeler, ağır sonuçlar doğurabilir.

Dipnot:

1- Ebû Dâvud, Nikâh: 31.

30.08.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Mehmet KARA

Fuar ve açılım…


A+ | A-

Kur’ân ayı Ramazan’ın huzur iklimini yaşadığımız şu günlerde Ankara ve İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin birçok ilinde kitap fuarları düzenleniyor. 28 Şubat sürecine kadar “Dinî Yayınlar Fuarı”, sonrasında ise “Kitap ve Kültür Fuarı” adına dönüştürülen fuar, önceki gün Ankara’da, dün de İstanbul’da açıldı ve 15 Eylül’e kadar açık kalacak.

Kitap fuarları kitapla okuyucuyu buluşturması açısından son derece önemli. Diğer önemli bir tarafı da 28 yıldır geleneksel hale gelmesi. Yani çeyrek yüzyılı aşan bir süredir okuyucu ile kitap, Ramazan ayında buluşuyor. Ancak burada olumsuz olan tek şey, her geçen yıl okuyucu sayısının azalması. Bu yapılan araştırmalarda da ortaya çıkıyor.

* * *

Ankara’daki fuarın açılışını “demokratikleşme açılımı”nın koordinatörlüğünü de yürüten İçişleri Bakanı Beşir Atalay yaptı. Atalay, okuma ile birbirini anlama ve paylaşmanın paralel birbirini tamamlayan ilişkisi olduğunu söyledi. “Okuyan ve düşünen daha fazla anlar. Çok okumaya ihtiyacımız var” derken, konuyu demokratik açılıma getirdi. “Birbirimizi daha az anlıyorsak veya hiç anlamıyorsak temelinde bunlar yatıyor. İyi anlamayınca da yeterince sevmeyebiliyoruz. Az anlayış, yeterince anlamama, dinlememe o diyalogları kesiyor, kapıları kapatıyor” diye konuşurken, duâsını da şöyle dile getirdi. “İnşallah bu Ramazan ayı ruhlarımızı inceltir. İnsan sevgimizin artmasına ve birbirimizi daha iyi anlamamıza yardım eder ve daha fazla diyalog içinde olmamıza ve kendi sorunlarımızı kendimizin çözmesine katkı verir…”

İki haftadır yazılarımızda Beşir Atalay’ın dikkatine bazı şeyler yazıyoruz. “Güneydoğu sorunu konuşulurken din faktörü, kardeşlik duygusunun pekiştirilmesi açısından Bediüzzaman’ın görüşleri önemlidir” diyoruz.

Atalay fuarın açılışından sonra stantları tek tek gezerken, Yeni Asya Neşriyat standına da gelmesi bu yazdıklarımızı kendisine söyleme fırsatını verdi. Dar bir zamana geldiği için bir dakikalık sürede söyleyeceklerimizin tamamını söyleyemedik, ancak söyleyeceklerimizin asıl kaynağı olan Bediüzzaman’ın Münâzarât isimli eserini kendisine vererek, “Said Nursî’nin Güneydoğu meselesine bakışı ve çözüm önerilerini içeren görüşleri bu kitapta” diyebilme fırsatımız oldu. Bakan’a bir de “Eski Said Dönemi Eserleri” kitabını takdim ettik. Bakan teşekkür ederek Cuma namazı için Kocatepe Camiine girdi.

Kardeşliğin yeniden tesis edilmesi içinde en büyük reçetelerden birisi de Sayın Bakana takdim ettiğimiz eserlerde mevcuttur.

* * *

Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu da açılışta yaptığı konuşmada Bediüzzaman’ın yaklaşık 100 yıl önce söylediği bir gerçeği dile getirdi. (Bildiğiniz gibi Bediüzzaman Hazretleri din ve fen ilimlerinin beraber okutulacağı ve Van, Bitlis ve Diyarbakır gibi illerde “Medresetü’z Zehra” adıyla bir üniversitenin kurulması için girişimlerde bulunmuş, ancak değişik mülâhazalarda kurulamamıştı.) Bardakoğlu da yaptığı konuşmada, “Keşke fen bilimleri ile sosyal bilimler arasında dengeyi kurabilseydik. Keşke bilgi ile hikmet arasında dengeyi kurabilseydik” diyerek bu eksikliği vurgulamış oldu.

İşte Bediüzzaman’ın Güneydoğu için ortaya koyduğu formülü:

Bediüzzaman önce üç problemi ortaya koymuş. Bunları “cehalet, zarûret (fakirlik) ve ihtilâf (ayrılık)” olarak açıklamış, çaresini ise “san’at, mârifet (ilim) ve ittifak (birlik ve beraberlik)” olarak saymıştır…

Kitap fuarından yansıyan demokratik açılımın özeti şuydu: Kardeşlik, kardeşlik, kardeşlik…

30.08.2009

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Araplar: “Bediüzzaman’ın müsbet iman hareketi örnek alınmalı”


A+ | A-

Şiddetli esen küfür ve dinsizlik fırtınaları karşısında kökleri yerin derinliklerinde bulunan bir çınar gibi eğilmeden ve bükülmeden duran Bediüzzaman Said Nursî, başlatmış olduğu iman hareketi ile ilhad cereyanlarının önünde bir sed oluşturmuştur. Üstad, ortalığı kasıp kavuran dinsizlik rüzgârlarının İslâm toplumu üzerinde açmış olduğu yaraların; ancak, ihlâsla donatılmış olan, kalbe ve akla aynı anda hitap eden bir iman hareketi ile tedavi edilebileceğini tesbit etmiştir. Ümmetin düşmüş olduğu sıkıntılara çare arayanlar; Risâle-i Nurların öncülük ettiği müsbet iman hareketinin örnek alınmasını tavsiye etmektedirler.

Bediüzzaman’ın iman hareketine hayran olan Ürdünlü Hüseyin el-Hiyâri, Risâle-i Nurlar ve onun müellifi hakkında zaman zaman makaleler yazıyor ve bu makaleler Ürdün’ün itibarlı gazetelerinde yayınlanıyor. Hüseyin Bey’in makalelerinden ikisini tercüme edip bu köşede yayınlamıştık. Makaleleri okuyan değerli okuyucularım, Üstad hakkında dış basında çıkan makalelerin tercüme edilmesinden duydukları memnuniyeti dile getirmişlerdi. Hüseyin el-Hiyâri son olarak, “Said Nursî: İlhad rüzgârlarının üzerinde parçalandığı kaya” başlıklı bir makale yazmış. Makale 8.6.2009 tarihli Ürdün es-Sebîl gazetesinde yayınlanmış. Bu makaleyi de biraz kısaltarak siz okuyucularıma aktarmak istedim.

Said Nursî: İlhad rüzgârlarının

üzerinde parçalandığı kaya

“Hilâfetin yıkılmasıyla, Türkiye üzerinde şiddetli dinsizlik fırtınaları esmeye başladı. Bu fırtınalar; sahip olduğu kuvvet ve elde ettiği iç nüfûzu kullanarak, Batı’nın da destek vermesiyle, toplum üzerinde izinin dahi kalmaması için İslâm dinini kökünden sökmeye çabaladı. Türkiye’nin Müslüman doğu yüzünü, laik batı yüzüne çevirmek için, geçmişiyle ve İslâm medeniyetiyle sılasını koparmaya çalıştı. Ve bu arzusunu yerine getirmek için de, korkutma, baskı ve zulüm gibi her türlü vesileyi kullandı.

Allah, kuvvetli esen bu rüzgârların şiddetini parçalamak için; karşısına, yüksek dağ gibi boynu bükülmez metin bir adamı çıkardı. Bu adam, rastgele bir adam değildi. Mücadeleci, imanlı, ihlâslı olup; İslâm dini ve onun ebedî dâvâsına sadık idi. 1. Dünya Harbinin akabinde Müslümanların yenik düşüp topraklarını kaybetmesi üzerine, ümmetin parçalanıp dağılmasından dolayı duyduğu hüzün ve acı yüzünden kalbi paramparça olmuştu....

Bu adam; İslâm’ın öğrettiği üzere, kendine de, başkasına da zulüm yapılmasına razı olmayan, kahraman mücâhit, korkusuz âlim Said Nursî idi. Hastalıkların, yaşlılığın, sürgün ve hapislerin kendisini yoramadığı, yüksek himmet sahibi, demir iradeli, onurlu bir adam idi Said Nursî.

O, Şair el-Mütenebbi’nin dediği gibiydi:

“Ve izâ kânet en-nüfûsu kibâren”

“Ta’ibet fi murâdiha el- ecsâmü”

(Yüksek hedefleri olan nefisleri taşımaktan bedenler yorulur)

Kaya gibi metin olan bu şahsiyet, bütün imkânsızlıklara rağmen, Allah’ın yardımı ve inâyetiyle ilhad hareketinin sinsi planları önünde yüksek bir dağ gibi durmuştur. Sahip olduğu harikulâde zekâsıyla, dinsizlik komitelerinin, Müslümanların göğsündeki imanı yok etmek ve memleketin suretini değiştirmek istediğini anlamıştır. Ve bu tehlikenin önüne geçmeyi de bilmiştir. İşe Kur’ân terbiyesinden geçmiş olan kendi nefsinden başlamıştı. Allah’a tevekkül ederek, kalbini, sözünü ve amelini ihlâsla donatmıştı.

Allah, Said Nursî’nin ihlâsına binâen onu muvaffak kılmış; dinsizlik cereyanlarını üzerinde parçalamıştır. Peki; yalnız, garip ve sürgün olan bu adam, nasıl oldu da iç ve dış mihrakların kuvvetli planlarını alt üst edebildi?

Kuşkusuz, bu başarının arkasındaki sır ihlâs idi. Kim ki Allah’a inanır, amelinde rıza-i İlâhiyeyi gözeterek ihlâslı amel işlerse, Allah onu arzu ettiği şey de muvaffak kılar. İşte, Allah rahmet etsin Üstad’ın hali böyle idi. Hapisler, sürgünler, zehirlemeler Üstad Said Nursî’nin bileğini bükememiş; onu himmetinden geri koyamamıştır. Aksine, daha da kuvvetlendirmiştir. Dinsizlik cereyanlarının karşısında, aslı sabit olup dalları semaya yükselen, Allah’ın izniyle meyvelerini en güzel şekilde veren güzel sözle (Risâle-i Nurlar) durmuştur. Evet, güzel söz Üstad’ın silâhıydı. İhlâs onun delili, Allah’a tevekkülü ise izlemiş olduğu yoldu.

Hastalığına ve yaşlılığına rağmen, Allah tarafından omuzlarına yüklenen, dağların dahi tahammül edemeyeceği vazifesinden feragat etmemiştir. İşte bu yüzden, Allah hapishaneleri medreseye, sürgünleri tatil yerine, yalnızlığı ise, Risâle-i Nurları yazması için paha biçilmez kıymetli vakitlere çevirdi.

Üstad Said Nursî; hapis, sürgün ve yalnızlık içinde Kur’ân’dan ilham alan Risâle-i Nurları yazdı. Hakikaten de Risâle-i Nurlar, sâhirlerin sihirlerini ve hilelerini etkisiz kılan, Firavun’un yalanını ve zayıflığını ortaya çıkaran Âsa-yı Musa gibiydi. O, küfür ve şirk ehlinin yüzünü parçalayan bir Zülfikâr kılıcı idi.

Risâle-i Nurlar, Üstad’ın, dinsizlik planları ve hedefleri karşısında sarsılmaz kale gibi duran barışçı silâhıydı. Öyle ki, mü'min ellerin yazıp çoğalttığı ve taşıdığı Risâle-i Nurlar; büyük bir hızla yayılarak, elden ele, evden eve, köyden köye, şehirden şehire derken, memleketin en ücra köşelerine kadar ulaşmıştı. Yüzbinlerce genç, kadın ve erkek Risâle-i Nurlardan eğitim almışlardı. Kur’ân’ın nuru yayılmış; ziyası, Türkiye semasını saran karanlığı aydınlatmıştı.

Bu nur Allah’ın ebedî nurudur. Enbiyanın, Evliyânın, Salihlerin, Muhlislerin risâletidir o. Bütün ilhad ve cahiliye komitelerinin biraraya gelip söndüremeyeceği ebedî nurdur bu nur.

Ey gençler: Eşi benzeri az bulunan bu nâdir insanın hayatını okuyun. Risâlelerini okuyup ondan, kurtuluşa ve başarıya giden yolun ihlâstan geçtiğini öğrenin. Risâle-i Nurları okuyarak, ihlâsı elde eden insanın mu'cizeler gerçekleştirebileceğini ve de ümmeti doğru yola eriştiren öncü olabileceğini idrak edin.

Bu ihlâslı ve mü’min şahsiyetin hayatı, sizin hayattaki mürşidiniz olsun....

Ey gençler: Duâlarınızda Molla Said Nursî de bulunsun. Onun için mağfiret, rahmet ve Cennet isteyin. Allahtan, onun gibi, bütün zorluklara ve engellere rağmen hakkı korkusuzca söyleyen ihlâslı âlimleri arttırmasını isteyin.”

30.08.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Kazım GÜLEÇYÜZ

Ramazan’da Risale-i Nur


A+ | A-

Mukaddes kitabımızın Rabbimizden Peygamberimize (a.s.m.) Kadir Gecesinde indirilmiş olması sebebiyle, bu geceyi içinde saklayan Ramazan’a “Kur’ân ayı” diyoruz.

Onun için Ramazan’da en çok Kur’ân okunur, hatimler indirilir, mukabeleler tertiplenir.

Okunan her bir Kur’ân harfi için bin, Cuma geceleri binler ve Kadir Gecesinde otuz bin sevap verileceği müjdesi, mü’minleri bu yoğun okumalara teşvik eden en önemli saiklerden biri.

Dolayısıyla, Kur’ân’ı ne kadar fazla okursak, manevî kazancımız da o derece yüksek olacak.

Ancak Kur’ân’ın metnini okurken, mânâsını izah eden tefsirleri, özellikle Risale-i Nur’u okumaya da ayrı bir itina göstermemiz gerekiyor.

Bu bağlamda, Kur’ân’ın bu çağa hitap eden orijinal tefsiri olarak Risale-i Nur’daki birçok önemli bahsin Ramazan’da yazılmış olması, ayrıca üzerinde durulması gereken ilginç bir nokta.

2003 Ramazan sayfamızda, yazarımız Fatma Özer’in, bu mübarek ayda telif edilen risalelerle ilgili çok değerli bir araştırması yayınlanmıştı.

İşte Ramazan’da telif edilen risaleler:

* Barla’da yazılanlar: Ramazan Risalesi, Otuz İkinci Söz’ün Birinci Mevkıfı, Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesi, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Üçüncü ve Beşinci Kısımları, On Dördüncü Söz’ün (deprem hakkındaki) zeyli.

* Eskişehir hapsinde yazılanlar: Otuzuncu Lem’a’nın Üçüncü Nüktesi, Birinci Şua.

* Kastamonu’da yazılanlar: Âyetü’l-Kübra, Sekizinci Şua ve gençliğin iffet ve istikamet dairesinde muhafazasına dair bahis başta olmak üzere Kastamonu Lâhikası’ndaki bazı mühim mektuplar, Hizbü’n-Nuriye Risalesi.

* Denizli’de yazılanlar: Hapishane mektupları.

* Emirdağ’da yazılanlar: Meyve Risalesi’nin Onuncu Meselesi olan Emirdağ Çiçeği, Hizbü’n-Nuriye’nin özeti olan Hulâsatü’l-Hulâsa, Münâcâtü’l-Kur’ân, Leyle-i Kadir’de ihtar edilen bir mesele-i mühimme, Hutbe-i Şamiye’nin Türkçesi, Yirmi Dokuzuncu Lem’a’nın İkinci Babı.

* Afyon’da yazılanlar: On Beşinci Şua’nın (ElHüccetü’z-Zehra) İkinci Kısmı ve mektuplar.

* İstanbul’da yazılan: Lemaat.

Ramazan için okuma programı

Görüldüğü gibi, bu listede yer alan bahislerin çoğu, iman, tevhid ve tefekkür ağırlıklı. Ama çok önemli içtimaî tahliller ihtiva eden bazı eserler de Ramazan’ın mahsulü. Dolayısıyla, bunları belli bir kategoriye sığdırabilmek zor.

Zaten risaleler bir bütündür; Üstadın da ifade ettiği gibi, her birinin kendi sahasında riyaseti var ve biri diğerine tercih edilmez. Hattâ mahkemeler için hazırlanan müdafaaların dahi iman hakikatlerinin neşir ve serbestiyeti için hazırlanmaları cihetiyle “bir nevi ibadet” olarak vasıflandırılması bu bağlamda çok dikkat çekici.

Ama bütün bunları hatırımızda tutarak, en azından bir Ramazan’ı, bu ayda telif edilmiş risaleleri okumaya tahsis edecek bir program hazırlamakta ve o risaleleri, Ramazan atmosferinde, yazıldıkları şartları düşünüp hissetmeye çalışarak okumanın ayrı bir letafeti olsa gerek.

Meselâ Âyetü’l-Kübra’daki feza, sema, bahar, çiçek, dağ, deniz, nehir... bahislerini, yaz mevsimindeki rahmet ve hikmet tecellîlerini de temâşâ ederek okumanın hazzı tarife sığar mı?

Ama bunun için, günlük hayatın gittikçe hızlanan koşturmacasından sıyrılıp, daha sâkin ve âsude bir yaşayış üslûbunu yerleştirmek lâzım.

Ve Ramazan’ın tatil mevsimi yaza kaymakta olması, bu cihetten bize yeni fırsatlar sunuyor.

Kur’ân’a ve Risale-i Nur’un Ramazan’da telif edilen bahislerindeki tefsirlerine yoğunlaşabilmek için, tatil Ramazan’ları çok uygun ve elverişli bir fırsat olabilir. Tabiî, değerlendirebilene.

Bu yöndeki bir irade ve inisiyatif, yaz mevsiminin ve tatilinin getirdiği gaflet tuzaklarından kendimizi koruyup, vaktimizi yaratılış maksatlarımız çerçevesinde kıymetlendirme gayretlerimize de kuvvet vererek işimizi kolaylaştırır.

30.08.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.