09 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Faruk ÇAKIR

Birlikten zenginlik doğar


A+ | A-

Bütün dünyayı kasıp kavuran ‘global ekonomik kriz’in 100 milyon yeni kişi’yi aç bıraktığı ifade ediliyor ki, bu durum krizin ulaştığı noktayı göstermesi bakımından da dikkat çekici.

İslâm Konferansı Teşkilâtı Ekonomik ve Ticarî İşbirliği Komitesi’nin (İSEDAK) İstanbul’da düzenlediği toplantıda yapılan açıklamalar, İslâm dünyasının yapması gereken çok iş olduğunu da gösterdi. Meselâ, dünyadaki “en az gelişmiş 49 ülke”den 22’sinin İslâm ülkesi olması bunun ap açık bir delili. Neredeyse fakir ülkelerin yarısı Müslümanların çoğunluk olarak yaşadığı ülkeler.

Peki bu durum kabullenilecek bir durum mudur? Daha doğrusu imkânlar ve fırsatlar karşısında elden gelenler yapıldığı halde mi bu netice ile karşı karşıyayız? Bu soruya ‘evet’ cevabını vermek mümkün değil. Çünkü iyice bakıldığında görülecektir ki; Müslüman ülkeler bazen varlık içinde yokluk çekerken, bazen de ‘zengin toprakların fakir bekçileri’ durumunda kalıyorlar. Meselâ Sudan fakir bir ülke, ama aynı zamanda ham petrole sahip olması bakımından ‘zengin.’ Elbette bu zenginlik ‘sanal’ bir zenginlik, ama İslâm ülkeleri el birliği yapıp Sudan’a yardımcı olsa, petrolü değerlendirme imkânı bulunsa Sudan’da fakirlik kalır mı?

Aynı toplantıda ortaya çıkan tabloya göre İslâm ülkeleri, 7 trilyon dolarlık bir ‘ekonomik güç’ oluşturmuş durumda. Elbette bu ülkelerin bir kısmı fakir, bir kısmı da zengin ülkeler listesinde yer alıyor. Fakat komşusu açken tok yatamayanlar, herhangi bir İslâm ülkesinin fakir kalmasına nasıl göz yumabilir?

Tabiî ki İslâm ülkelerinin fakir kalmasının pek çok sosyal ve siyasî sebepleri var. Bu sebeplerden birini, Üstad Bediüzzaman şöyle tesbit etmiş: “Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 136)

Avrupa zalimlerinin yaptıklarını ‘anlamak’ bir derece mümkün, çünkü neticede zalim... Peki, “Asya münafıkları”nın yaptığına ne demeli? Her halde “Münafık, kâfirden daha tehlikelidir” anlamındaki Nebevî ikâz imdadımıza yetişir!

İslâm dünyasının problemler yaşadığı herkesin malûmu. O halde ne yapılmalı? Bu noktada ittihad ve ittifak imdadımıza koşabilir. Tek başına problemlerle başa çıkamayan ülkeler, ‘komşu’ ülkelerle işbirliği yaparak sıkıntılarını geride bırakabilir. İslâm ülkelerinin işbirliği yapması başka ülkeleri de endişeye sevk etmemeli. Çünkü nihayetinde bu işbirliğinden hem zenginlik hem de huzur doğacak. Meselâ, Birleşmiş Milletler’in hedefi ‘dünya barışı’nı temin etmek değil mi? İşte size fırsat: İslâm ülkelerinin birbirini tanıması ve işbirliği yapmasını engellemeyin, aksine teşvik edin. Onlar kendi aralarında kopmaz bağlarla birbirine bağlandıkça; fakirlik ve cehaleti yenip mağlûp ettikçe bundan siz de, dünya da kazançlı çıkacak.

Dünyada huzur ve barış isteyen ‘güç odakları’ bu gerçeği görmeli ve İslâm dünyasının ittihad etmesinden ürkmemeli. Tabiî ‘dünya barışı’ iddiasında samimî iseler!

09.11.2009

E-Posta: [email protected]



Yeni Asyadan Size

Buruk haftanın ardından


A+ | A-

Buruk ve hüzünlü bir haftayı geride bıraktık. Çarşamba gününün ilk saatlerinde Hakkın rahmetine kavuşan değerli yazarımız Şaban Döğen’i, ertesi gün ikindi vakti, memleketi Kargı’daki Mihri Hatun Camiini ve avlusunu dolduran binlerce insanla birlikte kıldığımız cenaze namazının ardından, Cennet bahçelerinden bir bahçe olduğuna inandığımız kabrine tevdî ederek berzah âlemine uğurladık.

Biz inanıyoruz ki, bu dünyadaki hizmetini başarıyla tamamlayıp terhis belgesini alarak aramızdan şimdilik ayrılan Döğen, yeni menzilinde, hakkında güzel kitaplar ve yazılar yazdığı Peygamberimiz (a.s.m.) başta olmak üzere, geçmiş asırları aydınlatan İslâm büyükleri; genç nesilleri tanıştırdığı Müslüman İlim Öncüleri; Üstad Bediüzzaman, saff-ı evvel Nur talebeleri, kendisinden evvel irtihal etmiş akrabaları ve bu meyanda yıllar önce, henüz yeni gelinken trafik terörüne kurban verdiği sevgili kızı ve doyamadan ayrıldığı torunu ile hasret gideriyor.

Ve geride kalanların sürdürdüğü hizmetteki gelişmeleri de, hayattayken olduğu gibi, büyük bir şevk ve heyecanla takibe devam ediyor.

***

Taziye mesajları

Döğen için bize ulaşan taziye mesajlarından bir kısmını okurlarımızla paylaşıyoruz:

Mustafa Başoğlu (Sağlık-İş Başkanı): Gazetenizin değerli köşe yazarlarından Şaban Döğen’in vefatını üzüntüyle öğrendim. Merhuma Yüce Allah’tan rahmet, siz değerli mücadele arkadaşlarına başsağlığı dilerim.

Mürsel Turbay (BEM-BİR-Sen Belediye ve Özel İdare Çalışanları Birliği Sendikası Başkanı): Gazeteniz yazarı, değerli fikir adamı, muhterem şahsiyet Şaban Döğen’in vefatını üzüntü ile öğrenmiş bulunmaktayız. Türk basınında ilkeli, onurlu duruşunu bozmayan, kalemini halk ve Haktan yana kullanan ender yazarlardan biri olan Döğen’in ani vefatı bizleri fazlasıyla üzmüştür. Merhuma yüce Allah’tan rahmet, size, gazetenize, camianıza, ailesine ve yakınlarına sabır ve başsağlığı dileriz.

Turgut İnal (Avukat): Bizim de tanıdığımız ve görüştüğümüz yazarınız Şaban Döğen’in rahmetli oluşunu üzüntüyle öğrendim. Kendilerine Allah’tan rahmet diler; ailesine, sizlere, yazı kurulundaki ve gazetenizdeki arkadaşlarına, dost ve tanıyanlarına taziyelerimi sunarım.

Gültekin Avcı (Eski savcı): Şaban Döğen beyefendinin vefatını şu an öğrenmiş bulunmaktayım. Kıymetli Yeni Asya ailesine başsağlığı diler, yakınlarına Rabbimden sabr-ı cemil niyaz ederim. Hürmet ve muhabbetlerimle...

Umut Uzun (TOKAD Toplumsal Dayanışma Kültür Eğitim ve Sosyal Araştırmalar Derneği Başkanı): İnandığı gibi yaşadığına bizim de inandığımız değerli Şaban Döğen’e Rabbimizden rahmet ve merhamet diliyor, siz dostlarına ve sevgili ailesine sabr-ı cemil niyaz ediyoruz. Rabbimiz hepimize hayırlı ve yolunda bir ölüm nasip etsin. Başınız sağolsun. Allah’a emanet olunuz.

Erol Erdoğan (SP İstanbul İl Başkanı): Değerli yazarınız Şaban Döğen Beyin vefatından üzüntüyle haberdar oldum. Merhuma Cenab-ı Haktan rahmet; size, ailesine ve dostlarına sabırlar dilerim. Mekânı Cennet olsun.

***

Said Nursî ve demokratik açılım

Biliyorsunuz, bu hafta “Said Nursî ve Demokratik Açılım” haftası. Önümüzdeki Cuma günü broşürümüzü okurlarımıza takdim edeceğiz. Ek taleplerin en geç Çarşamba günü akşamına kadar Abone Servisimize bildirilmesi hususunu tekrar hatırlatıyoruz.

***

Temsilciler toplantısı

2009 güz dönemi toplantısı için, geçtiğimiz Cumartesi günü İstanbul’daki merkezimizde bir araya gelen temsilcilerimizle, geçmiş dönem faaliyetlerini gözden geçirdik ve yeni döneme ilişkin hazırlıklarımız için bilgi verdik. Vakıf hizmetlerinin de müzakere edildiği toplantının hayırlara vesile olmasını diliyor; teşrif edip katkıda bulunan bütün temsilcilerimize teşekkür ediyoruz.

09.11.2009

E-Posta: [email protected]



Hasan GÜNEŞ

Genleri değiştirilmiş fikirler


A+ | A-

hükümet en nihayet uzun süredir bekleyen, genleri değiştirilmiş organizmalar ve gıdalarla ilgili yönetmeliği resmî gazetede yayınladı. Yönetmelik, izin mi veriyor yoksa sınırlandırıyor mu? Tartışma devam ediyor.

Elbette teknolojiye karşı değiliz. Yeni üretim metotlarıyla mahsül, ıslâh edilmeli ve yeryüzünün hazineleri, insanlığın hizmetine sunulmalı. Ancak teknolojinin de suiistimal edildiğinde ve kontrolden çıktığında büyük tahribatlara sebep olacağını akıldan çıkarmamak gerekiyor. Gerçekten de, bugün yediğimiz içtiğimiz her şeyde bir çok katkı maddesi var… Sağlığa verdiği zararlar ve yan etkiler buz dağının sadece görünen kısmı gibi. İnsanların ekseriyeti neredeyse, açlıktan değil, tokluktan ve beslenme bozukluklarından kaynaklanan hastalıklardan ölüyor. Bunların üstüne bir de, genetiği ile oynanmış, kontrolsüz gıdalar da piyasaya sürülünce endişeler kat kat artıyor. Ayrıca arkasında da mazisi temiz olmayan milletler arası büyük güçler olunca daha dikkatli olmak gerekiyor.

Toplumun ve ilim adamlarının yiyecek ve içecekte gösterdiği hassasiyet her şeye rağmen sevindirici. Ancak küresel güçlerin ve büyük devletlerin değiştirdikleri ve oynadıkları genler sadece bunlar mı? Ya da bizimki gibi hükümetlerin ve devletlerin boyun eğdiği veya ortaklık yaptığı sistem değişiklikleri sadece maddî hususlarda mı?

Bilindiği gibi Risâle-i Nur’da, balığın yuttuğu Hz. Yunus (as) kıssasında, kısacık dünya hayatı değil, nefis ve hevâsı tarafından yutulan ve ebedî hayatını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalan günümüz insanını bekleyen tehlikelere dikkat çekilir. Yine Hz. Eyyub (as) kıssasında olduğu gibi, kalb ve dilin ibadet ve zikrine engel olan hastalıktan şikâyet edilir. Yani dünyevî tehlikeler esas hayat olan uhrevî hayatı tehdit eden tehlikeler için bir semboldür.

Bugün bir kısım insanların, laboratuvarlarda bitki ve hayvanların genleriyle oynayarak büyük paralar kazandığını ve piyasayı ele geçirmek istediğini bilmekle birlikte, benzer güçlerin en büyük engel olarak gördükleri dinleri, kültürleri, gelenekleri, cemiyetleri, cemaatleri ve aile yapısını istedikleri şekle getirmek için siyasî ve sosyal laboratuvarlarında boş durduklarını düşünmek fazla iyimserlik olur.

Zaten dünya imtihan dünyası. Şeytan, Hz. Âdem (as) ve Havva’ya daha ilk günden cephe almış; gerçekte gıdadan ziyade bir sembol olan, yasak meyve hadisesinde olduğu gibi, türlü türlü hilelerle tezgâhını kurmuştur. Şimdi de insî ve cinnî şeytanların boş durmadıklarını unutmamak gerekiyor.

Maalesef, kısacık dünya hayatımızı ilgilendiren gıdalara gösterdiğimiz hassasiyetin binde birini, ebedî hayatımızı yok edecek, koca milletleri yoldan çıkaracak, hatta canavarlaştıracak ve tedavisi mümkün olmayan içtimâî hastalıklara maruz bırakacak fikir ve uygulamalara, taviz ve tevillere ve reformlara karşı gösteremiyoruz.

Evet insanları ve toplumları yok eden alenî ve açık saldırılardır. Ancak onlardan daha kolayı; yoldan çıkaran ve saptıran faaliyetlerdir, suret-i haktan gözükerek hilelerle yolu değiştirmektir. Yolda kalan elbet bir gün toparlanır, ancak yoldan çıkan ya da yanlış yola giren kolay kolay iflâh olmaz.

Sosyal bilimcilerin de iyi bildiği gibi, bir fikri, bir ideolojiyi veya bir dini yok etmek çok zordur. Hatta batıl dinler ve yanlışlığı bir çok tecrübelerle sabit olmuş ideolojiler bile binlerce sene devam etmektedir. Yok etmek mümkün değildir ancak saptırmak ve kurucusunun tanıyamayacağı hale getirmek hatta tam zıddına dönüştürmek mümkündür ve diğerinden çok daha kolaydır. Genetiği değiştirilen organizmalarda olduğu gibi, her türlü derde deva bir gıda ve bir nimet, insanın sadece kendini değil nesillerini de mahveden bir zehir haline gelebiliyor.

Tarih bunların sayısız misalleri ile doludur. Museviliği, Hz. Musa’nın (as) tanıyamayacağı hale getiren nedir? Bugünkü İsrail, Hz. Musa’nın mı (as), yoksa firavunun mu yolunda? Şimdi o topluluk bilim-kurgu filmlerinde olduğu gibi genleri değiştirilmiş bir canavardan farksız.

İsrail ve Roma’nın güçlü iktidar ve kadim felsefesiyle bir türlü yok edemedikleri Hıristiyanlık, genleriyle oynanmış olacak ki, en nihayetinde, Roma, Yunan ve Yahudi sentezine maruz kalarak teslise, emperyalizme, ırkçılığa ve sefahate dönüştü. Misaller çoğaltılabilir. Elbette en son ve en mükemmel ve dâveti umumî olan İslâmiyet, aslını muhafaza etmesi ve sünnet-i seniyye gibi prensipleri ve hayatın bütününü içine alan hükümleri sayesinde büyük farklılıklara sahiptir. Risâle-i Nur’da ifade edildiği gibi, “Hazret-i İsa Aleyhisselâm, dünyaca hâkim ve sultan olmadığından ve kavânin-i umumiye-i içtimâîyeye merci’ olmadığından; esasat-ı diniyesi, hariçten bir libas giydirilmiş gibi, şeriat-ı Hıristiyaniye namına örfî kanunlar, medenî düsturlar alınmış, başka bir sûret verilmiş….”

Yine aynı bahiste farka dikkat çekilerek İslâm’ın prensiplerinin elbise değil, cild gibi olduğu ve değiştirilemeyeceği ifade edilir. Yani bizde genlerle oynamak, bir canlının cildini soymak gibi öldürmek demektir, cinayettir.

Bu net ve açık farka rağmen Müslümanlar, “yaş ve kuru her şeyin içinde olduğu” kitab-ı mübin olan Kur’ân-ı Kerim’e ve hakikî tefsirlerine İncil muamelesi yapmamalı. Yani imanî meseleleri Kur’ân-ı Kerim ve tefsirinden, içtimaî meseleleri Tevrat , Roma ve Yunan misâlinde olduğu gibi, eski kitaplardan ve bugünkü mimsiz medeniyetten almamalı. “Ucu ecnebi elinde olan” cereyanlara âlet olunmamalı.

Genleri değiştirilmiş organizmalar neden cazip ve neden revaçta? Daha ucuz, daha çok, üretimi daha kolay ve seri; görünümü ve cazibesi daha fazla… Bu arada kendini yenileyemeyen, üretim ve gayrette geri kalan klâsik üreticinin de eksiklerini ihmal etmemek ve ders çıkarmak gerekiyor.

Genetiği değiştirilen fikirler ve metotlar da aynı popüler cazibeye sahip ve halk tarafından daha dikkat çekici görülüyor. Kesret-i etba, yani sayı çokluğu tarihte pek çoklarını yanılttığı gibi şimdi de aynı tehlike mevcut. Fakat keyfiyetin, kemiyete yani kalite çokluğunun sayı çokluğuna her zaman tercih edilmesi gerektiğini unutmamak gerekiyor. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri: “Abdülkadir-i Geylânî şimdi gelse, ‘Said, sen bu mesleğinden bir parça taviz versen, milyonlar insanlar senin kitaplarını okuyacak…’ dese, mesleğimden en küçük bir taviz vermem’” demiştir.

09.11.2009

E-Posta: [email protected]



Recep TAŞCI

Sıcak para afyondur


A+ | A-

Milâttan önce Anadolu’da hüküm süren Lidya Krallığı’nın icadı olan paraya çeşitli sıfatlar takılmış.

Kara para, iyi para, kötü para, helâl para, haram para, kirli para, sanal para, bozuk para, madenî para, sahte para, kâğıt para, sıcak para, soğuk para...

Yazı konumuz, sıcak para.

Söyleşilerde, köşe yazılarında sıkça adı geçer.

Şöyle tanımlanabilir.

Aşırı kazanç peşinde koşan, küçük bir riskle karşılaştığında hızla dışarı çıkan, faizin yüksek olduğu ülkeleri seçen kısa vadeli sermaye hareketi.

Biraz açalım.

Kısa vadede...

Para ticaretinden

Yüksek kazanç sağlayan

Zoru görünce

Kaçan

Bir paradır.

İstihdam, üretim ve yatırımı hiç düşünmez.

Yüksek faiz veren ülkeler, hareketli ve spekülasyona açık borsalar tercih sebebidir.

Tek derdi en fazla emeğini sömürecek, kanını emecek bir ülke bulmaktır.

İlgi alanları...

Devletlere borç vermek...

Borsa...

Mevduattır.

Sıcak para nazlı ve alıngandır.

Siyasî ve ekonomik istikrarsızlığa tahammülü yoktur, derhal çeker gider.

Dövize ihtiyacı olan ve bütçeleri açık veren ülkelerin yöneticileri bundan dolayı sıcak paranın ürküp kaçmasından korkar, korumacı bir yaklaşım sergiler.

İğneden ipliğe her türlü mal ve hizmet ile asgarî ücretliden küçük esnafa kadar her kesimden vergi alınırken sıcak para sahipleri kazançları üzerinden ya hiç vergi ödemezler ya da sembolik öderler.

Kamu vicdanını yaralayan böyle bir uygulamaya neden göz yumulur?

Çünkü, sıcak para iktidarların can simididir, koltuklarının güvencesidir.

Reel sektör can çekişirken, iflâslar, işten çıkarmalar yaşanırken, ekonominin pembe görünmesini sağlar, gerçeklerin üzerini örter.

Sıcak para sayesinde;

Döviz boldur,

Borsa coşar.

Yerli para değerlenir.

İthalat patlar.

Piyasa ithal mallarıyla dolup taşar.

Ucuzluk ve bolluk içinde yüzülür.

Enflasyon haliyle iner.

Büyüme rekorları kırılır.

Sanal bir cennet oluşur.

Halk afyon yutmuş gibi rüya âlemine dalar.

İktidar da koltuğunu sağlama aldığından mutludur, ekonomik göstergelerle övünür.

Peki gerçek nedir?

Ucuz ithalat yavaş yavaş yerli sanayiyi öldürür.

Yatırımlar durur.

İhracat düşer.

İşsizlik artar.

Cari açık büyür.

Borçlar kabarır.

Hele bir de sıcak para aniden ülkeyi terk ederse tam bir kaos doğar.

Finansal göstergeler terse döner.

Borsa endeksi dibe vurur.

Enflasyon azar.

Kurlar sıçrar.

Ülke bir sente muhtaç olur.

Afyonun etkisi geçmiştir artık.

Rüyadan uyanan halk şaşkındır.

Bedelini öder.

Bu sebeple sıcak paranın patlamaya hazır serseri bir mayın gibi dolaşmasına izin verilmemeli, denetlenmeli ve vergilendirilmelidir.

Nitekim, tehlikeyi sezen Brezilya hükümeti, geçen hafta aldığı bir kararla sıcak para girişine yüzde iki oranında adına Tobin denilen bir vergi koydu.

Bunun üzerine sıcak para ülkeyi terk ederek rotayı daha cazip bir pazar olan Güney Afrika’ya çevirdi.

Ülkemizde ise sıcak para stoku Ekim 2008’de 82 milyar dolar civarındayken krizle birlikte yarıya yakını kaçınca Şubat 2009’da 44 milyar dolara geriledi, bu dalgalanmada dolar da 1,2 TL’den 1,7 TL’ye kadar tırmandı.

Dünyada en yüksek faiz veren ülkelerden biri olmamız nedeniyle sıcak para tekrar kapımızı çaldı ve ağustos sonu itibariyle 78 milyar dolara ulaştı, dolar düştü.

2010 yılında küresel likidite bolluğunun etkisiyle sermaye akımı güçlenerek sürecek gibi görünüyor.

Uluslararası Finans Enstitüsü’nün tahminlerine göre 2009 yılında gelişmekte olan ülkelere yönelecek sermaye akımı 348 milyar dolar hesaplanmışken 2010 yılında bu tutar 672 milyar dolara çıkacak.

Bu tutarın 460 milyar doları doğrudan sermaye yatırımı olacak.

Doğrudan sermaye yatırımı, sıcak para gibi değildir, üretim ve istihdama katkısı olur.

Soğuk para diye adlandırılır.

Sıcak para denen portföy yatırımları yerine soğuk parayı ülkemize çekecek yasal ve idarî düzenlemelere gidilmesi, ekonominin içinde bulunduğu dar boğazdan kurtulması için gereklidir.

Sıcak, soğuk para derken ılık paradan da bir cümle ile bahsetmeden yazımızı noktalamayalım.

Ilık para yeni yatırımlar için değil, faaliyetlerini sürdüren mevcut işletmeleri satın almak için gelir.

Faydalı mı zararlı mı tartışılır.

09.11.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

İSEDAK toplantısı ve Ömer el Beşir


A+ | A-

İSLÂM Konferansı Teşkilâtı Ekonomik ve Ticarî İşbirliği Daimî Komitesi’nin (ISEDAK) İstanbul’daki toplantısı, bu kez katılımcılarıyla dikkatleri çekti. Ardı ardına çeşitli toplantıların yapıldığı Komite toplantılarında Ekonomi Zirvesi bugün başlıyor. Katılan ve dünya kamuoyunun ilgisini çekenler ise İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad ile Sudan Cumhurbaşkanı Ömer el-Beşir oluyor.

Uluslar arası Ceza Mahkemesinin Darfur’daki katliâmlar sebebiyle hakkında tutuklama emri çıkardığı Ömer el-Beşir’in Türkiye’ye gelmesi Amerika ve AB ülkelerini rahatsız etti. Türkiye ise hem bunun Türkiye’nin dâveti üzerine gerçekleşen bir ziyaret olmayıp İslâm Konferansı Teşkilâtı’nın bir programı olduğunu, hem de Uluslar arası Ceza Mahkemesini (ICC) kuran antlaşmayı imzalamamış olması dolayısıyla, bu mahkeme kararlarının kendisini bağlamadığını söylüyor. Cumhurbaşkanı Gül de AB’nin Beşir’in gelişi dolayısıyla nota verdiği yolundaki soruya çok sert tepki verdi: “Onlar ne karışırmış ki? Kim kime nota veriyormuş?”

Uluslar arası Ceza Mahkemesi 1998 yılında Roma Antlaşması ile kuruldu ve 1 Temmuz 2002 yılında yürürlüğe girdi. Halen 110 devletin taraf olduğu bu antlaşmaya taraf olmayan ülkeler arasında ABD, İsrail, Sudan ve Türkiye de bulunuyor. Türkiye özellikle PKK konusunda sıkıntıya sokulabileceği kaygısıyla bu antlaşmayı imzalamıyor.

İşte bu mahkeme 4 Mart 2009’da yedi suçtan dolayı Ömer el-Beşir hakkında tutuklama emri çıkardı. Bu yüzden Beşir mahkemenin yetkisini kabul eden taraf ülkelere gidemiyor. Türkiye ise ikinci kez Beşir’i ağırlıyor.

ABD Dışişleri Sözcüsü Ian Kelly’nin Türkiye’yi bu konuda AB ile birlikte hareket etmeye çağırdığı ileri sürülmüştü. Ancak Sözcü bu konunun tamamen Türkiye’nin takdirine bağlı olduğunu söylüyor. Tek bekledikleri Beşir ile yapılacak görüşmelerde “işlediği iddia edilen suçlara ilişkin konuların gündeme getirilmesi”. Ama Türkiye’nin bunu yapmaya niyeti yok.

Bu toplantı vesilesi ile Ahmedinecad da Türk kamuoyuna sıcak mesajlar verdi. Son zamanlarda İran’ı uranyum zenginleştirme tesisleri konusunda sıkıştıran ve taviz vermeye ikna etmeye çalışan Batılı ülkelerin bu tutumlarına karşı Türkiye’nin arabuluculuk yapmaya ve ortamı yumuşatmaya çalışması İran’ın sempatisini kazandırırken, Batılıların son zamanlarda moda olan “Türkiye doğuya mı kayıyor?” kaygılarını arttırmaktan başka bir etki yapmıyor.

Bu hengamede İslâm Ülkeleri Teşkilâtının bu önemli toplantısının asıl amaçları gözden kaçırılıyor. Aslında bu toplantının en önemli gündemini Cumhurbaşkanı Gül ortaya koydu. Cumhurbaşkanı Cumartesi günü yaptığı açılış konuşmasında İslâm medeniyetinin bilgi, tecrübe ve barışçı yönünü dünyaya tanıtmanın tam zamanı olduğunu dile getirdi.

Bu vesile ile İslâm Ülkeleri Teşkilâtının maalesef adına yakışır bir ağırlık ortaya koyamadığını, gerek uluslar arası konularda gerekse bölgesel sorunların çözümünde öncülük etme rolünü yerine getiremediğini belirtmek gerekiyor. Umarız bu toplantı hayırlara vesile olur.

09.11.2009

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

“Düşmanın silâhıyla silâhlanmak” ne değildir?


A+ | A-

Dünya global bir ekonomik krizin ardından çalkalanmaya devam ediyor. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler bu krizden en fazla nasibini alanlar oldu. Dibi gördük, göreceğiz derken azgın kapitalist sistemin cenderesinde milyonlar derdi maişetle imtihan olmaya devam ediyor. Bütün bu hengâmede bu işten maksimum kârlı çıkanlar ise bankalar ile birlikte silâh şirketleri oldu.

Dünyada herkes zarar ederken kâr açıklayan bankalardan sonra, bir kâr açıklaması da ABD’li silâh şirketlerinden geldi. Pentagon Savunma Güvenliği İşbirliği Ajansı’nın yayınladığı verilere göre ABD’nin silâh ihracatı, dünyadaki ekonomik krize rağmen bir önceki yıla göre yüzde 4.7’lik artış gösterdi.

Hâlbuki hükümetler ekonomik krizi bahane ederek, kıt kanaat geçinmekte olan vatandaşın kemerini sıkmakla meşgul. En hayatî tüketim ve ihtiyaç kalemlerine zam üzerine zam yağdırılıyor. Bununla beraber bütçede emekliye, memura ve bilumum mağdur kesime ayrılan pay ise fındık kabuğunu doldurmayacak cinsten. En son AKP hükümetinin memura 2010 yılında reva gördüğü yüzde iki buçukluk zammı hatırlayalım… Benzeri durumlar dünyanın az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerinde de yaşanıyor. Bu silâh işinin bir ürkütücü tarafı daha var. Zira yayınlanan verilere göre ABD en fazla silâhı İslâm ülkelerine satıyor.

Evet, yanlış duymadınız. ABD’den en fazla silâhı İslâm ülkeleri satın alıyor.

Buna göre en fazla silâh ithal eden ülke 7.9 milyar dolar ile Birleşik Arap Emirlikleri. 2009 yılında 38.1 milyar dolarlık silâh ihraç eden ABD’nin ikinci en büyük müşterisi ise 5.4 milyar dolar ile her gün intihar saldırıları ve çatışmalarla gündeme gelen Afganistan. Afganistan işgalinin ABD’ye yarayan bir de bu boyutu var ne yazık ki. ABD bu mevzuda da bir koyup beş alma siyasetini izliyor.

Verilere devam edelim. ABD’nin silâh ihracatının 2008 yılına göre yüzde 4.7’lik artış gösterdiğini söylemiştik. 2007 yılına göre ise artış tam yüzde 65’i buluyor. Yapılan açıklamada artış hızının önümüzdeki yıl da devam etmesinin beklendiği ifade ediliyor. Bu da demek oluyor ki, ABD tarafından 2008 yılında olağanüstü derecede yüksek miktarda silâh ihracatı gerçekleşmiş. Aynı paralelde, Afganistan’da 2008 yılının, Taliban rejiminin 7 yıl önce devrilmesinden bu yana en şiddetli yıl olduğu biliniyor. Bu, tesadüf olamayacak derecede şaşırtıcıdır.

Pentagon’un raporuna göre, ABD’nin diğer önemli silâh müşterileri ise Suudi Arabistan (3.3 milyar dolar), Tayvan (3.2 milyar dolar), Mısır (2.1 milyar dolar) ve Irak (1.6 milyar dolar) olarak sıralanıyor.

Hemen bu bilgilerin ardından, iki gün önce 25. İSEDAK toplantısı çerçevesinde yayınlanan İslâm Konferansı Teşkilâtının 2009 yıllık ekonomik raporundan şu bilgiyi aktarmak gerekiyor. Buna göre İslâm Konferansı Teşkilâtı (İKT) üyesi ülkelerde kişi başına düşen millî gelir 3 bin 95 dolardan 2 bin 631 dolara gerileyecek. Raporda yer alan ana unsur ise küresel krizin İslâm ülkelerinde de etkisini büyük oranda gösterdiğiydi.

“Düşmanın silâhıyla silâhlanmak” şüphesiz bizzat Allah Rasulu (asm) tarafından verilmiş mühim bir emirdir. Ancak görünüşe bakılırsa İslâm dünyası bu mesajı yanlış anlıyor. Zira bu mesajın anlamı “düşmanın size sattığı silâhlarla silâhlanın, onları sizden ekonomik olarak daha üst düzeye çıkarın, bu arada onların size sattığı silâhlarla hem birbirinizi vurun hem de kendi halkınıza zulüm ve baskı aracı olarak kullanın, böylece devletler arenasında hep teknoloji üreten değil, teknoloji satın alan, gelişmiş değil gelişmekte olan, güçlü değil, güce boyun eğen ülkeler olun” mânâsında olmasa gerektir. Bunun yanı sıra İslâm dünyası yeni asırda esas düşmanının “işgalci batıdan” ziyade, “cehalet, zaruret ve ihtilâf” olduğunu keşfetmemiş, keşfedememiştir.

İşte problemin esas kaynağı burada. Çözüm teklifleri ise Kur’ân-ı Kerim ve çağdaş tefsirlerinde yer alıyor. Tabiî ki anlayan veyahut anlamak isteyenler için...

09.11.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Ergenekonculukta “püf noktası”


A+ | A-

Bu tartışmaların arefesinde de söylemiştik. Ergenekonculuk mahiyeti meçhul bir suçlama olarak; hissî, siyasî, maddî çıkarlar, tarihî intikamlar ve başka başka saiklerle karşıtların birbirlerine doğrulttuğu ve onunla rakiplerini bertaraf etmeye çalıştığı bir silâha dönünce Ergenekon tartışmaları ister istemez herkese zararlı olmaya başladı.

Bu süreçte hükümet ve yargı daha şeffaf olamaz mıydı? Süreç, olayı bütünleyici, köklerine inerek daha kapsayıcı ve yalnızca hadiselere fiilen dahil olanları belirleyici tarzda; tarafgirliklere, sloganlara, karartma ve bilgi kirliliklerine kurban edilmeden yürütülemez miydi?

Şayet Ergenekonculukla millet iradesini silâhlı yollarla etkisiz kılmak, iktidar yoluna cinayet çeteleri kurmak ve cuntalar oluşturmak kastediliyorsa, daha öncesinde yaşanan bu tip hadiseleri ve faillerini bir tarafa bırakarak 2003-4’e gelinemeyeceğini daha önce de yazmıştık.

Domino etkisini başlatan ilk harekete ulaşmadan, oradan günümüze ilmî, mantıkî ve insanî tahliller yaparak gelmeden “Ergenekon destanının” anlaşılamayacağını, siyasetle ilgilenenlerin bilmeleri lâzımdı.

Yani, 28 Şubat müdahalesinin asıl mahiyetine kimseciklerin itiraz edemeyeceği şeffaflıkla izah ettikten sonra 12 Eylül hareketine, oradan 12 Mart muhtırasına, oradan 27 Mayıs ihtilâline, oradan Serbest Parti denemelerine, İzmir suikastına, Birinci Meclis üyelerinin dağıtılmasına ve ta 31 Mart hadisenin hâlâ meçhul mahiyetine, mahlû ve mazlûm padişahın Selanik’teki Carls Allattini Köşkündeki hapsine ve hatta 1906’da Selânik’teki “Hür Subaylar” teşkilâtlanmalarına gidilerek, tam yüz seneden fazladır bu millete musallat olmuş “ihtilâl sıtmasının” virüsünün mahiyetini ortaya koyarak, Ergenekonculuğun geçmişi ve şerri konusunda millet aydınlatılabilirdi.

Zincirin halkaları gibi yekdiğerini ele veren aktüel ve tarihî hadiselerden kaçarak “kahramanlık destanı” elbette yazılamazdı.

Bediüzzaman Hazretleri şehit Menderes’e neden “kahraman” demişti? Yukarıda arz ettiğimiz tarihî süreç içinde Ergenekoncular tarafından idam edilen “Ahrarlar” kahraman değiller miydi?

“Ergenekon” meselesini gündeme taşıyanların iddiaları büyüktü. İddianın büyüklüğü nisbetinde tehlikeli yönü de vardı. Millet olarak yüz seneyi içine alan, tarihin can alıcı mahrem hadiselerini bağrında taşıyan ve yüz binlerin hukukunu ilgilendiren mühim bir meselenin günlük politikalara, siyasî infazlara ve tarihî husûmetlere alet edilmesinin ne denli yanlış ve tehlikeli olduğunu, önümüzdeki günler daha da net gösterecektir.

Ergenekonculuk meselesini son iki seneden beri gündemlerinin birinci maddesi olarak sürdürenlere, bu meselenin mahiyetini doğru bir şekilde anlatmak artık vacip olmuştur. Yarına bırakırlarsa, başkaları “doğru belge ve bilgilerle” onların sahiplenmeye çalıştıkları ekranlara çıkar, çok sıkıntılar yaşatabilirler. Geri dönüşü olmayan bir yola girildiğini hepimiz görüyoruz. Hem Hakkın yanında ve hem de halkın nezdinde yetkilileri bu tartışmalarda “temize çıkarıp” kurtaracak tek yol; Türkiye’nin Osmanlıdan tevarüs ettiği bu “ihtilâlcilik hastalığının” haritasını efkâr-ı ammeye doğruca anlatmaktır.

09.11.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

"Kim takar Yalova Valisini" mi?


A+ | A-

“Kim takar Yalova kaymakamını” deyiminin hikâye versiyonları muhtelif. Birisi şöyle: Yalova’ya ilk kaymakam tayin edildiğinde, halk iskele meydanında toplanır, neşe içinde onu beklemektedir. Kaymakam vapurdan iner, kenarda duran çocuğa ayakkabılarını boyatırken sorar: “Bu kalabalık niye toplandı evlât?”

“Kaymakam gelicekmiş!..”

“İyi de, sen niye buradasın; sen de karşılasana?”

“Amaaan amca, kim takar Yalova kaymakamını!”

***

Durup dururken bu fıkrayı anlatmadık! Yalova Gazipaşa Caddesi sakinleri, 2006 yılından beri, kimi zaman münferiden, kimi zaman topluca Valilik makamına, Belediye Başkanlığına çıkar veya şu mealde dilekçe verir, arz-ı hal eder:

“Eğlence ve türkü barlar, özellikle Köylüm Türkü Evi, gece saat 03:00’lere kadar yüksek sesle müzik icra ediyor. O saatlere kadar gözümüze uyku girmiyor. Bebeklerimiz var, okula giden çocuklarımız var, hastalarımız var, yaşlılarımız var, misafirlerimiz var… Yıllardır illallah diyoruz… Gerekenin yapılmasını saygılarımızla arz ediyoruz…”

Yazılı olarak verilen resmî cevaplar da şu mealde:

“Dilekçenizde şikâyetçi olduğunuz umuma açık istirahat ve eğlence barları, 10.08.2005 tarih ve 25902 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanan yönetmeliğe göre ruhsat alıyor. Yönetmeliğin 37. maddesine göre, bu gibi iş yerlerinin asayiş ve güvenliği kolluk kuvvetleri tarafından kontrol ediliyor. Buna göre, Gürültü Kontrol izin belgesi alınması ve gerekli teknik cihazların ses sistemine monte edilmesi gerekiyor. Bu cihazlar, insan sağlığını olumsuz etkileyecek şekilde, içeriye veya dışarıya ses yayını yapılmasına teknik olarak engel oluyor.

Yetkili kurum tarafından mühürlenen bu cihazlar, Çevre ve Orman Bakanlığı teknik elemanlarınca kontrol ediliyor. Şikâyetler mahallî en büyük mülki amirliğine… belediye başkanlığına iletileceği…

Diğer ticarî işletmelerin, başkalarının huzur ve sükûnetini bozacak şekilde gürültü yaptıklarında, 5326 Kabahatler Kanununun 36. maddesi, kolluğa, idarî para cezası yetkisi verdiğinden…

İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına göre, açılış, kapanış Belediye Encümeni tarafından belirleniyor. Yalova Belediye Başkanlığı, 01.06.2006 ve 15.09.2006 tarihleri arası “barların” kapanış saati olarak 03:00 olarak tesbit edilmiştir. Gürültü konusu Emniyet Müdürlüğü ekiplerimizce takip edilmekte olup, 1.1.2006-27.07.2006 tarihleri arası yapılan denetimlerde 8 adet işletmeye çevreyi rahatsız edecek şekilde gürültü oluşturduklarından dolayı tutanak tanzim edilmiş, Belediye Başkanlığınca da bu işyerlerine 10.700 TL para cezası uygulanmıştır. Bilgi ve gereğini rica ederim.” Yalova Valiliği…

Belediye Başkanlığı da, gerekli yasal işlemleri yaptığına dair cevap verir…

***

Ne var ki, Belediye Başkanı değişti (DP’li kazandı), Vali değişti (tekrar geri geldi galiba), vatandaşlar telefon üstüne telefon, karakola, belediyeye dilekçe üstüne dilekçe vermesine rağmen Köylüm Türkü Evi’nden gürültü değişmedi, gece 03:00’lere kadar aynen devam ediyor!

Ayrıca, vatandaşlarla bar sahipleri arasında şiddete dayalı konuşmalar, tartışmalar da… Umarım daha vahim sonuçlara varmaz…

Bazı sakinler diyor ki: “İl olunca, artık, ‘Kim takar Yalova kaymakamını!‘ sözü değişecek, bundan sonra takacaksınız Yalova Valisini” dedik, öyle de umduk… Ama, durum bu ki, kim takar Yalova Belediye Başkanını, kim takar Valisini, kim takar Çevre Müdürlüğünü, kim takar Emniyetini!..

Ve bazıları der ki: Acaba bütün bu kuruluşları mahkemeye versek, mahkemeyi takarlar mı?..

Eğer vatandaş kendisini takmazsa, başkası niye taksın? İşte Bediüzzaman’ın teşhisi:

“Zulüm meşrûtiyetin (demokrasinin) hatası değil, belki kafanızdaki cehaletin zulmetindendir. Bir millet cehaletle hukukunu bilmez ise, ehl-i hamiyeti de müstebit (diktatör) eder.” (Münâzarât)

09.11.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

De Gaulle'ün çıkışı, dönüşü ve gidişi


A+ | A-

Fransa'nın 9 Kasım 1970'te ölen seksen yaşındaki efsanevî lideri Charles De Gaulle (Dö Gol), askerî olduğu kadar siyasî ve diplomasi sahasında da ehliyet ve kabiliyetini ispat etmiş bir şahsiyettir.

1890 yılında dünyaya gelen Dö Gol, askerî akademiyi bitirdikten sonra 1912'de orduya katıldı. 1914'te Avrupa'da başlayan I. Dünya Savaşında Almanya'ya esir düştü.

Savaştan sonra, gerek Fransa'da ve gerekse bu ülkeye bağlı kolonilerde uzun yıllar hizmet etti.

II. Dünya Harbi başlarında Tuğgenerallığa yükseldi. Teslim bayrağı çeken Fransa'nın Almanya ile ateşkes imzalanması üzerine İngiltere'ye gitti. BBC radyosunda yaptığı bir konuşma ile bir anda yıldızı parladı. Konuşmasında, savaşın henüz bitmediğini ve Fransız halkının da pes etmediğini söylüyordu.

Dö Gol'ün ilk büyük çıkışı bu oldu. Onun bu cesaret verici konuşması, Fransız gazeteleri tarafından geniş kitlelere yansıtıldı. Halkta yeniden bir ümit ve heyecan dalgası uyandı.

Ne var ki, İngiltere ile olan münasebetlerin sağlıklı gimediğini gören Dö Gol, 1943'te karargâhını Cezayir'e taşıdı ve mücadeleye buradan devam etti.

Koloni (sömürge) durumundaki Cezayir'de kurduğu Fransız Millî Kurtuluş Komitesi'nin başına geçti. Bu komite, aynı zamanda gölge kabine hüviyetine büründü.

Bir süre sonra Paris'e gitti. Burada da kurmuş olduğu iki geçici hükümetin başkanlığını yaptı.

Bu hükümetler, koalisyon tarzında teşekkül etmişti. Koalisyon partileri arasındaki sürtüşmeleri gideremeyince de, Ocak 1946'da Başbakanlıktan istifa etti.

Dö Gol'ün dönüşü

İstifa ettikten sonra tam on iki sene müddetle siyasetten uzak kalan Dö Gol, 1958'de yeniden siyasete dönmek mecburiyetini hissetti.

Çünkü, Fransa iç savaşın eşiğine gelmişti.

Cezayir'deki Fransız birlikleri, Dördüncü Cumhuriyet yönetimine karşı ayaklanmış ve kanlı eylemlere girişmişti.

Yönetime taraf olanlarla isyancılara taraf olanlar karşı karşıya gelip kan dökülmeye başlayınca, tecrübeli bir asker ve devlet adamı olan Dö Gol'e ihtiyaç duyuldu. Kendisine teklifler gitti. Israrlı bir şekilde siyasete dönmesi ve ülkenin mukadderatıyla doğrudan ilgilenmesi istenildi.

Sonunda, o da ısrarlı dâvetlere kayıtsız kalmadı ve Beşinci Cumhuriyeti kurmak dahil, siyaset dairesine çok büyük bir iddia ile yeniden adımını atmış oldu.

Aralık 1958'de yapılan seçimler sonucu, Dö Gol'ün partisi UDR zafer kazandı. Ardından, parlamentonun yüzde 78 desteğiyle Cumhurbaşkanlığına seçildi. Seçildikten sonra da, Beşinci Cumhuriyeti ilân etti.

Dö Gol'ün bu esnada yakın çevresiyle şu kanaatini paylaştığı rivayet ediliyor: "Fransız halkı, ancak bir bunalım döneminde bana teveccüh gösterir."

Dö Gol, iktidara hükmettiği dönemde, ABD'den uzaklaşma, Rusya ve Çin'e yaklaşma eğilimine girdi.

Güçlü konumda iken, hem Beşinci Cumhuriyeti kurma, hem de Fransa'nın yerleşik dış politikasını değiştirme noktasında büyük başarılar sağladı.

Öyle ki, Fransa'nın Cezayir ve İsrail politikasını dahi büyük çapta değiştirmede muvaffak oldu.

Büyük sıkıntılar yaşanmasına ve şiddetli reaksiyonlarla karşılaşmasına rağmen, Cezayir'in artık sömürge statüsünden kurtarılması ve Filistin'deki İsrail işgallerinin de önüne geçilmesi gerektiğini savundu.

Onun bu görüşü, köstek kadar destek de gördü. Cezayir, Mart 1962'de Fransa'dan ayrılarak bağımsız bir devlet hüviyetini kazandı.

Avrupa Birliği fikri

Birleşmiş, bütünleşmiş bir Avrupa'nın süper gücün iki kanadı olan Rusya ve ABD'ye karşı üçüncü bir güç merkezi olarak kendini koruyabileceğini düşünen Dö Gol, bu yönde ciddî adımların atılması gerektiğini açıkladı.

Bir bakıma, bugünkü AB'ye giden yolun açılmasına ön ayak oldu.

Ancak, onun İngiltere hakkında ciddî bir çekincesi vardı. İngiltere'yi, Avrupa'da ABD'nin bir nev'î Truva Atı olarak görüyordu.

Nitekim, daha evvel ismi AET olan birliğe İngiltere'nin 1963'te 1967'de olmak üzere iki kez yapmış olduğu başvuruyu veto ettirerek, bu ülkeyi birliğin dışında tutmaya çalıştı.

Öyle ki, İngiltere'nin AB'ye girebilmesi, ancak Dö Gol'ün ölümünden sonra mümkün olabilmiştir.

Dö Gol, ölümünden bir yıl evvel, şahsına karşı yapılan ve giderek yaygınlaştırılan tepkilere daha fazla dayanamadı ve 1969'da Cumhurbaşkanlından istifa etmek zorunda kaldı.

9 Kasım 1970'te ise, 80. yaş gününe çok kısa bir süre kala dünyadan göçüp gitti. Öldüğünde, fakir bir durumda olduğu ve ailesinin de mülkiyeti olan evi satmak zorunda kaldığı anlaşıldı.

09.11.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Namazda sütre


A+ | A-

Yaşar Bey: “Namazda önüne sütre koymanın hükmü nedir? Sütresiz namaz kılınırsa sahih olur mu?”

Namaz kılan kimsenin, ister küçük mescitlerde, ister büyük camilerde, ister evinde, ister boş arazide; nerede olursa olsun, önünden geçilme ihtimali olan her yerde kendisine sütre edinmesi sünnettir. Sütre, namaz kılan kişinin, önünden başkasının geçmesine mâni olacak şekilde, secde mahallinin önünde veya yakınında, kıbleye karşı bulundurduğu duvar, direk, değnek, kürsü, sandalye gibi herhangi bir maddeden ibarettir. Halife-i zemin olan insanın yaratılış olarak Allah katında saygın bir yeri vardır. Namazda ise insan sadece Allah’a tazim eder, tesbih eder, tekbir eder ve şükreder.1 Bu bakımdan namazdaki insanın önünden geçilmesi namazın ruhuna uygun düşmez.

Musa bin Talha (ra) anlatmıştır: Biz namaz kılarken hayvanlar önümüzden geçiyorlardı. Bunu Resûlullah’a (asm) zikrettik. Resûlullah Efendimiz (asm): “Önünüzde semerin arka kaşı gibi bir şey olursa, onun önünden geçenler zarar vermez” buyurdu.2

Abdullah bin Ömer (ra) anlatır: Resûlullah Efendimiz (asm) bayram günü namaza çıktığı zaman bir harbe taşınmasını emrederdi. Harbe namazda karşısına dikilir, kendisi ona doğru namaz kılar, halk da onun arkasından namaza dururdu. Bunu seferde de yapardı.”3 

Abdullah bin Ömer’in (ra) başka bir rivayeti de şöyledir: Resulullah (asm) binek devesini kendisiyle kıble arasına alır ve ona doğru namaz kılardı.

Ebu Cüheym el-Ensârî (ra) dedi ki: Allah Resulü (asm) şöyle buyurdu: “Namaz kılanın önünden geçen kimse ne kadar günah işlediğini bir bilse, namaz kılanın önünden geçmektense, kırk gün yerinde durmayı daha hayırlı bulurdu.”4

Özürsüz olarak; başkalarının gelip geçeceği yeri veya yolu önüne alıp, sütresiz bir şekilde namaz kılan kişi günahkâr olur. Özürsüz olarak, namaz kılan birisinin sütresi ile kendisi arasından geçmek de haramdır.

Önü açık yerlerde namaz kılan, önünden birilerinin geçebileceğini tahmin ediyorsa, alnının hizasına, secde yaptığı yerin hemen önüne sandalye hacminde bir şey koyar. Eğer bir şey koymak mümkün olmuyorsa, secde yaptığı yerin önüne uzunluğuna veya yarım dâire şeklinde bir çizgi çizerse, bu da sütre vazifesini yapar.

Cemaatle kılınan namazlarda, yalnız imamın secde mahallinin önünde sütre bulunması, cemaat için de yeterlidir. Cemaatin ayrıca sütre edinmesine gerek yoktur.

Camilerde veya mescitlerde öndeki safta bulunan boşluğu doldurmak için, başka yer yoksa namaz kılanın önünden geçmek caizdir. Kâbe’yi tavaf eden kişinin de, tavaf esnasında, sütre edinmeksizin namaz kılan kimsenin önünden geçmesi caizdir.

Büyük camilerde veya açık arazilerde namaz kılanlar kendilerine sütre edinmişlerse, kendileri ile sütreleri arasından geçilmemelidir. Eğer sütre edinmemişlerse, kendilerinin takriben üç metreye kadar önlerinden geçilmemeli, daha gerisinden geçilmelidir. Küçük mescitlerde veya oda içlerinde namaz kılanların ise, kendileri ile kıble duvarı arasından geçilmemelidir.

Sehl ibni Sa’d es-Saidî (ra) şöyle demiştir: Resulullah’ın (asm) namaz kıldığı yer ile kıble cihetindeki duvar arasında ancak bir davar geçebilecek kadar bir yer vardı.5

Dipnotlar:

1. Sözler, s. 44.

2. Müslim, Salât, 242; Tirmizî, Salât, 248.

3. Müslim, Salât, 245; 3-a.g.e., 247.

4. Müslim, Salât, 261; Tirmizî, Salât, 249.

5. Müslim, Salât, 262.

09.11.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.