17 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Süleyman KÖSMENE

Mânevî bir reçete: Hastalar Risâlesi


A+ | A-

İstanbul Arnavutköy Özel Arnavutköy Hastanesinden Tekin Gümüştepe: “Gazetenizin Hastalar Risâlesi kampanyasını duydum. Bu kampanyaya ben de katılmak istiyorum. Size nasıl ulaşabilirim?”

Değerli Tekin Bey, talebinizi ilgililere ilettim. Onlar İnşaallah size ulaşacaklar. İlginiz için teşekkür ediyorum. Allah razı olsun.

Gazetemizin 25 Aralık’ta vereceğini duyurduğu Hastalar Risâlesi sipariş almaya devam ediyor. Siparişler zirve yapmalı bu defa diye düşünüyorum. Çünkü bu risâle bunu hak ediyor. Nitekim hastalıklar birer manevî lütuf olarak, birer takdir-i Hüda olarak, birer ameliyat-ı cerrahiye olarak her zaman başımızda, her zaman gündemimizde. Ölüm gibi bir şey. Hatta kısa ömrümüzde bir defa ölüyoruz, ama çok defa hastalanıyoruz.

Ölümün de, hastalığın da ne olduğunu, niçin başımıza geldiğini, rahmet-i İlâhiyenin hastalıklara ve ölümlere sebep yol verip müsaade ettiğini, nazik ve aciz insanı ölümün ve hastalıkların neden hırpaladığını kavramamız lâzım. Komşularda oluyormuş gibi değil; başımıza geliyormuş gibi kavramamız lâzım. Doktora giderim, olur; diyemeyiz. Nitekim hastalık mekanik bir arıza değildir ki, usta bozulan parçayı yerine koyunca çalışmaya devam etsin. Öte yandan hastalık bir kötülük ve çirkinlik değildir ki, Hâlık-ı Rahim’in sonsuz rahmetine yakışmasın! Oysa hastalık geldiğinde incitiyor, hırpalıyor, acıtıyor, ağlatıyor. Ölüm de öyle! Öyleyse işin moral cephesi nedir, maneviyat cephesi nedir, rahmet cephesi nedir, şifa cephesi nedir? Ve bizim, hastalıklara maruz vücut sahipleri olarak, bu cepheleri muhakkak bilmemiz, kavramamız ve buna göre tevhid inancına uygun manevî duruş sergilememiz gerekiyor.

Bin kere doktora da gitsek, şifayı yine Allah’tan bekliyoruz, bekleyeceğiz, beklemeliyiz. Bin kere doktora da gitsek, hastalıkların takdir-i Hüda’nın tecelli sırasına neden girdiğini öğrenmemiz gerektiği, önemli bir vakıa olarak karşımızda duruyor. Bin kere doktora da gitsek, hastalıkların rahmet yönünü, lütuf yönünü, şefkat yönünü, mükâfat yönünü, kefaret yönünü yokmuş sayamayız. Bin defa doktora da gitsek anlıyoruz ki, hastalık izn-i İlâhî ile gelir, vazifesini bitirdikten sonra Hâlık-ı Rahîm şifa verince, ardında iz bırakmadan gider!1 Bin defa doktora da gitsek, hastalık geldiğinde insanın birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: “lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni Yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan.” 2 Bin defa doktora da gitsek, tıbbın çaresiz kaldığı, “bana düşeni yaptım, gerisi Allah’ın takdiridir” dediği, çare olamadığı nice hastalık var ki, pençesine düştüğümüzde “elimden bir tutan yok mu, bana bir umut yok mu?” diye bakan gözlerimiz bir olumlu cevap, bir içten kucaklayış, bir samimî gülümseyiş, bir gerçek teselli arıyor.

Öyleyse hastalıkları hikmetleriyle birlikte kavramamız gerekiyor. Bu, hiç ertelenmeyecek ciddî bir mesele! Kur’ân’ın ve Resulullah’ın (asm) hastalıklarla ilgili o kâmil yaklaşımını anlamamız gerekiyor. Hastalık gelince ağlayıp of ah vah etmektense, hastalıklara karşı tevhid inancına yakışır biçimde tavır almayı, yaklaşım sergilemeyi, davranış geliştirmeyi, şükreden olmayı, teslim olan olmayı, rıza göstermeyi, isyankâr olmamayı, sabreden olmayı öğrenmemiz gerekiyor. Fakat bütün bunlar komşudan duyarak öğrenilmiyor, okuluna giderek de öğrenilmiyor. Bütün bunlar, elimize Hastalar Risâlesini alınca, Hastalar Risâlesinin o mükemmel sayfalarını içercesine, yutarcasına, başımıza, beynimize, aklımıza, kalbimize dökercesine çevirdikçe öğreniliyor! Bunun için de hiç şüphesiz Hastalar Risâlesine sahip olmak gerekiyor.

Gazetemiz Yeni Asya 25 Aralık tarihinde, yani haftaya Cuma günü, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Hastalar Risâlesini okuyucularına kuponsuz, çekilişsiz, gazete biriktirmeden, bir günlük gazete ile hediye ediyor! Bu hediyeyi duyan okuyucularımız bu günlerde eşine, dostuna, akrabasına, komşusuna, alış veriş yaptığı bakkalına, berberine, kasabına, fırıncısına, marketine, iş arkadaşlarına birer Hastalar Risâlesi hediyem olsun diye sipariş üstüne sipariş veriyor. Tam da bugünlerde kış mevsiminin nezaketiyle, grip ve sair hastalıkların insanları her zamankinden daha fazla hırpaladığı bir zamanda herkese birer Hastalar Risâlesi hediyesi tam derde deva, sadra şifa olacak kabilden!

Yeni Asya Gazetesi sipariş almaya devam ediyor. O günkü baskısını siparişlere göre yapacak ve her okuyucusuna sipariş ettiği sayıda her gazeteyle bir Hastalar Risâlesi ulaştıracak İnşaallah. Mükemmel bir sıla-i rahim vesilesi! Mükemmel bir geçmiş olsun duâsı! Mükemmel bir iyadetü’l-mariz ifadesi! Mükemmel bir sıcak dost hediyesi!

Yarın Rabbimiz, “Hasta kullarımı ziyaret ettin mi?” diye soracak! Bugün; makbul amelin, zamanında yapılan amel olduğunu düşünerek, bu kampanya ile; hastanelerin bütün servislerindeki bütün yatan hastalara birer Hastalar Risâlesi takdim ettiğimizde,—siparişimizi şimdiden bunu hesaba katarak verdiğimizde—İnşaallah Rabbimiz bu amelimizi makbul sayacak! (Sahi; gelin, çevremizde ne kadar hastane varsa koordine edelim ve her hastaya bir Hastalar Risâlesi ulaştıralım! Ne makbul bir davranış olur!)

Ben bu vesileyle Yeni Asya’ya ve Yeni Asya’nın kadirşinas okuyucularına bin barekâllah diyorum ve duâ ediyorum. Allah başlarına, gözlerine, dizlerine, dünyalarına, ahiretlerine dert vermesin! Âmin.

Ve bu vesileyle bütün ehl-i iman hastalarına acil şifalar diliyorum!

Dipnotlar:

1- Lem’alar, Hastalar Risâlesi, s. 208 ; 2- Lem’alar, Hastalar Risâlesi, s. 207.

17.12.2009

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Zulüm damarı


A+ | A-

Hayat bu… Kaç çeşit hâlleri vardır... Bunlardan biri de “zulüm”dür. Bu damar insanlarda olduğu gibi bazı hayvanlarda da vardır.

Zulüm şiddeti doğurur, şiddet ise nefrete zemin hazırlar.

En mülâyim zannettiğimiz insanların bile kimi zaman nasıl canavarlaştığını görürüz. Bu, insanın bir yerlerinde gizlidir. Yeri geldiği zaman, yuvasından çıkan bir canavar gibi saldırıya geçer. O zaman yaptığı tahribâtı tarif etmek mümkün değildir. Yakar, yıkar, dağıtır, her şeyi alt-üst eder. Neticesi korkunçtur. Ya bir cana kıymış, ya bir gönül kırmış, ya da bir yerleri dağıtmıştır.

Bu haller zulüm damarının şâha kalktığı anlardır.

Bunu frenleyecek olan ise, akl-ı selimdir.

Zulmün yaşandığı ortamlarda ya gözyaşı vardır, ya da şiddetin doğurduğu karşı nefret halleri... Küçük bir mesele yüzünden dağ gibi şeyler yerle bir olur. Mesele, tamiri mümkün olmayan bir hâl alır. Sonucu ya hapishanelerdir veya gönül zindanlarıdır. Bunun cezası bedenle çekilen bir bedeldir ya da vicdan azabıdır. İş işten çoktan geçmiştir. Gönüller kırılmış, hisler hayata hâkim olmuştur.

Bu haller ya aile hayatında yaşanır veya hayatın diğer alanlarında. Hiç önemi yoktur (!); “öfke baldan daha tatlı” hâle gelmiştir.

Bunun çaresi bellidir. Taşkınlıkları ve zulüm damarını harekete geçirmeden önce “Öfkelenme!” hadisini hatırlamamız gerekiyor. Bu ültimatom bize rehber olmalıdır. Zulüm damarı haklı konularda dahi olsa müsbet netice vermesi zordur. “Kavl-i leyyin” denilen güzel davranış yabana atılmamalıdır. Cenâb-ı Hak insana sadece bu zulüm damarını vermemiştir. İnsaf düsturunu, müsamahayı, hoşgörüyü, kusura bakmamayı, affediciliği neden unuturuz?

Yersiz öfke ve neticeleri, hayatın acı halleridir. Bir çok insanı yakar ve kavurur. Hayat o zaman çekilmez hâller almaya başlar. Tamir edilmeyecek bir duruma gelir. Cehaletin ve kaba davranışların yaşandığı bu ortamlarda insî ve cinnî şeytanlar cirit atmaya başlarlar. Şeytanların istediği şey de zaten budur. Asude bir hayat çoğu zaman tatile çıkar. Ailede ve iş hayatında asık simalar sergilenmeye başlar. Bir tebessüm ve bir güzel kıvılcım, her şeyi silip süpürür halbuki. Fakat bunu her insan da yapmaz ve yapamaz. Çünkü, zulüm damarı hâlâ vazifesini devam ettirmektedir. Nice haneleri nice gönülleri yıkarak...

17.12.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Kardeşliği haykırma zamanı


A+ | A-

Hükûmetin başlatmış olduğu "açılım süreci"nin sekteye uğraması, kan ve şiddet ortamından beslenenlerin iştahını kabartmışa benziyor.

Kabaran bu iştahlarıyla, her gün bir başka mahalde hadise çıkarıyorlar.

Kalabalıkları güvenlik güçleriyle çatıştırıyorlar, hatta vatandaşı vatandaşla karşı karşıya getirmeye uğraşıyorlar.

Ne yazık ki, bu uğraşlarında yer yer emellerine ulaşıyorlar: Diyarbakır'da, İzmir'de, İstanbul Dolapdere'de ve son olarak Muş Bulanık'ta yaşanan ölüm ve yaralanma vak'ası, tırmanan tehlikenin göstergesi mahiyetini taşıyor.

Böylesi tehlikelerin zuhur ettiği zamanlarda, imân ve hamiyet sahiplerine de mühim vazifeler terettüp ediyor.

Bir şekilde bize ulaşıp "Bu gibi durumlarda biz ne yapalım, neler tavsiye edersiniz?" diye soran okuyucularımıza, kısaca şunları söylüyoruz:

Birbirine düşman hale getirilmek istenen Türk ve Kürt kardeşler, böyle durumlarda birbirine daha fazla sarılıp kucaklaşmalı. Kışkırtıcıların hevesini kursaklarına hapsedecek derecede kenetlenip kaynaşmalı. El ele, omuz omuza hareket etmeli. Hiç ayrım yapılmaksızın, birbirinin taziyesine giderek acıları paylaşmalı. Vefat edenleri hakikî kardeşlerimiz olarak bilmeli ve onlara rahmet duâları okumalı. Aynı anda, cuntacılara, terör örgütlerine, bunlara destek sağlayanlara, kan ve kin batağından beslenenlere de hep birlikte lânet yağdırmalı. Nihayet, kardeşliğimizi kimsenin bozamayacağını kat'î bir kararlılıkla ve belki de haykırarak dile getirmeli.

Evet, şunu katiyyen bilmeli ki: Kürtlerle Türklerin saadeti gibi, felâketi de birbiriyle bağlıdır, bağlantılıdır. Birinin başına felâket geldiğinde, diğeri mesut olamaz ve olamamış. Bu gerçeğe, en az bin yıllık tarihimiz şahittir.

Bediüzzaman Hazretleri, yüz sene evvel kaleme aldığı Münâzarât isimli eserinde, "Kürtlerin içtimaî hayatının, Türklerin hayat ve saadetinden" neşet edip çıktığını ifade eder. (Age, s. 126)

Gerek dinî, gerek tarihî ve gerekse sosyal gerçeklik gösteriyor ki, Kürtlerle Türklerin birbirimizden ayrılması ve kopması da, imkân ve ihtimal haricidir.

Geriye, sadece ve sadece bir tek yol, bir tek ihtimal kalıyor: Kardeşcesine birarada yaşamak...

Madem öyle, o halde bunun gereğini yapmaktan başka çıkar yol yoktur.

Görülüyor ki, kardeşler, ısrarla ve inatla birbirine düşman edilmeye çalışılıyor. Tıpkı, 1920'ler de yapıldığı gibi...

Bundan doksan yıl evvel, Paris Konferansında biraraya getirilen Kürt ve Ermeni (Şerif Paşa ile Bogos Nubar) liderler, Türkiye ve Türkler aleyhinde kullanılmak istenmiş.

Bu şer ittifakını bozanların başında ise, hiç şüphesiz Bediüzzaman Hazretleri ve Kürt uleması ile umerası geliyor.

Bu zâtlar, gerek gazetelerde yazılar yazarak ve gerekse Paris'e protesto telgrafları çekerek, şer ittifakını bozmaya muvaffak olmuşlardır. (Bkz: Sebilürreşad, 4 Mart 1920)

İşte, şimdi yine bir şer ittifakının tırmandırmaya çalıştığı dehşetli bir tehlike ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktayız.

Bu tehlikeyi bertaraf etmek için, Bediüzzaman Hazretlerinin, benzer durumlarda takındığı tavır ve söylediği sözler, bizler için harikulâde bir örneklik teşkil ediyor.

Dolayısıyla, olup bitenlere bakarak bigâne kalmak, yahut nemelâzım diyerek susmak, hamiyet sahiplerine yakışmaz.

Hasılı: Din ve imân kardeşliğini ihyâ etmede, herkese terettüp eden vazifeler var. Bunun gereğini yapmak için hemen harekete geçmeli; alevlerin bacayı sarmasını beklememeli.

Tarihin yorumu 17 Aralık 1918

Kürt Teâli, işgal günü kuruldu

İngiliz öncülüğündeki işgal kuvvetlerinin donanması, Mondros Mütarekesinin (30 Ekim 1918) ardından, İstanbul'a doğru harekete geçti.

İki hafta sonra, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan kuvvetlerine bağlı 61 parçalık donanma, İstanbul limanına demir atarak karaya asker çıkardı.

İstanbul'un kademeli şeklindeki işgali, bu sûretle başlamış oldu.

"Güvenliği sağlama" gerekçesiyle gelen işgalcilerden destek alan siyasî ve ideololojik ayrılıkçı hareketlere de, böylelikle gün doğmuş görünüyordu.

İşte, o ayrılıkçı hareketlerden biri de, Kürt (Kürdistan) Teâli Cemiyetiydi. Bu cemiyet, uzun bir hazırlık devresinden sonra, nihayet 17 Aralık 1918'de resmî kuruluş başvurusunda bulundu.

Bu başvurunun kabul görmemesi söz konusu değildi. Zira, İşgal Yüksek Komiserliğinin her kesim ve her kademe üzerinde bâriz şekilde baskısı vardı.

Üstelik, bu baskı sadece İstanbul ve hükûmet merkezi ile de sınırlı değildi.

Meselâ, Kürt Teâli Cemiyetinin resmî olarak kurulduğu aynı gün (17 Aralık), Ermenilerin de aralarında bulunduğu 1500 kişilik Fransız kuvveti Mersin'e çıkarma yaparak Anadolu'yu (Tarsus, Adana, Ceyhan, Toprakkale, Pozantı...) işgale başladı.

Yine aynı gün içinde, Hintli sömürge askerlerinin bulunduğu İngiliz kuvvetleri de Mersin'e bir başka cepheden girdiler ve oradan Anteb'e doğru harekete geçtiler.

İşgal kuvvetlerinin bu hareketinden cesaret alan Ermeni komitacılar ise, yurdun çeşitli yerlerinde taşkınlıklarda bulundular.

İşte, böyle bir zaman ve zeminde kurulan Kürt Teâli Cemiyetinin, İşgal Yüksek Komiserliğinden bağımsız şekilde hareket etmesi mümkün görünmüyor.

O zamanlar, sadece Kürt Teâli değil, yine işgal dönemi İstanbulu'nda kurulan İslâm Teâli Cemiyeti de, İngilizlerin inisiyatifi dahilinde hareket ediyordu. Yani, şu "Teâli" tâbiri, bir çeşit İngiliz patenti olup, o dönemde kitleleri aldatmaktan başka bir anlam taşımıyordu.

17.12.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Yapımız ve hayat şartları inanmayı gerektirir


A+ | A-

Gözümüz görmeye, kulağımız işitmeye, dilimiz tatmaya göre dizayn edilmiş. Aklımız, zihnimiz anlamaya, idrak etmeye, kalbimiz inanmaya, vicdanımız teşekkür etmeye göre... İnsanın en küçük iyiliğine teşekkürle mukabele eden insan, elbette kendisini hiç yoktan yaratıp muhteşem duygular ve sayısız nimetler verene karşı teşekkür etmelidir.

Öte yandan rûhumuza yüksek istidat ve kabiliyetler takılmış. Dolayısıyla mîzaç ve yapı itibariyle sayısız meyil, arzu, istek, beklenti, fikir taşırız. Bundan ötürü de en güzel, en kaliteli, en kıymetli, en süslü şeylere meyledip; yaratılışımıza yakışan bir standart ve üstün bir şerefle hayatımızı sürdürmek isteriz.

Başta emniyet içinde “yaşama-korunma-barınma çeşitli yiyecek-içecek-giyecek“ gibi temel ve bunun yanında sayısız şeylere muhtacız. Bunları yalnız başımıza karşılayabilmemiz için ihtiyaçlarımız adedince mesleklere sahip olmamız gerekir. Halbuki, ancak bir iki dalda meslek ve ihtisas sahibi olabiliriz. Diğerlerinde cahil, gabî, habersiziz.

Çok şeylere muhtaç, bütün san'atlarda maharet ve beceri sahibi olamayız. Bu, üretimi, paylaşımı, değiş-tokuşu kaçınılmaz kılar. Öyle ise, teşrik-i mesâi ile işleri ortaklaşa tanzim etmeye ve iş bölümü ile çalışmaya mecburuz. Bu ise, adaleti gerektirir.

Ancak, yine “insan” vasfımızın ortaya çıkabilmesi için rûhumuza sınırları çizilmemiş “akıl, gadap ve şehvet” gibi üç temel duygu yerleştirilmiştir. Akıl, bir şeyin zararlı ve faydalı olduğunu anlama, ölçme-değerlendirme âletidir. Kuvve-i şeheviye, menfaatli olan şeyi çekerken; gadabiye ise, her türlü zararlı nesneyi itme, def etme gücüdür! Serbest bırakılan bu duyguların, “ifrat-vasat ve tefrit” diye üç mertebesi; onların da pekçok dereceleri vardır.

Bize “insan kimliği” kazandıran, bu kuvvetleri “hür irâde“mizle istediğimiz gibi yönlendirmemizdir. Aksi halde, makamı, istidat ve kabiliyetleri sabit; alacağı zevk ve lezzeti sınırlı, yani ya melek veya hayvan seviyesinde kalırdık! Vasat mertebeleriyle gerçek insaniyeti kazanırız.

İşte, insanlar, üretimlerini paylaşırken; araya hududu çizilmemiş bu duyguların “aşırı” mertebeleri giriyor. Aldatma, zulüm, haksızlık, işkence, nâmusları paymal, şiddet, terör ve kirlilik, bu duyguların ifrat veya tefrit mertebelerinden kaynaklanmaktadır.

Bu temel duyguları “vasat” mertebeye çekecek program lâzımdır. Bunu da kendisinin dışında ve üstünde bir merciin, makamın yapması gerekir. Çünkü, insan, kendisini, duygularını bile tam olarak bilmiyor, tanımıyor. Meselâ akıl, bir anlama âleti olduğu halde; henüz kendi mahiyetini tam kavrayabilmiş değil. Nerede kaldı ki diğer duygularımız dahil, kâinattaki varlıkların sırlarını, mahiyetlerini yalnız başına çözebilsin!

Olumlu ve olumsuz duygularla bezenmiş, taraflı davranan ve tabiatı medenî olan insanın, tecavüz, zulüm ve haksızlıkları önlemek için adâlete ihtiyacı vardır. Fakat, aklı kısa, fikri kısa; bencil-egoist olduğundan, meselelere yaklaşımı nefsî, indî, hissîdir. Çünkü, insan yaratılışı itibariyle evvelâ ve bizzat kendisini sever; kendisinden yana yontar. Bu halleri aşıp yüksekten bakıp adâleti temin edemez. Teşebbüs etse de, herkesi tatmin edici, bağlayıcı ve tesirli olamaz. (Ki, yukarıda bahsettiğimiz kuvvetlerin ifrat ve tefriti dengeyi bozmaktadır.)

Öyle ise, her şeyi kuşatıp bilen, gören; ölçü ve dengeyi sağlayacak, tarafsız bir “adâlete” ihtiyaç vardır. Gözün güneşe ihtiyacı olduğu gibi, aklın da kendisinden daha üstün ve kuşatıcı bir akıldan istifâde etmesi gerekmez mi? Öyle bir akıl da, “kanun” şeklinde olur. Öyle bir kanun da, herkesi bağlayan, kestiği parmak acımayan şeriat, dediğimiz kanundur.

Kanun, kendi başına icra-ı faaliyet edemez. Yâni, bir kanun ne kadar mükemmel olursa olsun, işleri kendi başına tanzim edemez. Yani, mutlaka o kanunun tesir ve uygulamasını temin edecek bir merci, bir sahip lâzımdır. O da ancak peygamberdir.

Peygamber olan zât da, halk üzerindeki gizli-açık hâkimiyetini devam ettirebilmesi için, maddî-mânevî açıdan bir ulviyete, imtiyaza, üstünlüğe sahip olmalıdır.1

İşte insanı tanıtacak, mahiyetini bildirecek, duygularını dengeleyip “vasat-orta” yola çekecek öyle bir akıl, sadece peygamberlerde mevcuttur. Çünkü, onların “akıl, ismet/günahsızlık, hatasız, doğru, fetânet/zekâ, keskin kavrayış; emânet/dürüst ve tebliğ/duyurma” gibi üstün sıfatları vardır. Bunun yanında “mu’cize”lerle de donatılmış ve insanlığın bütün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde kendilerine “vahiy-din” verilmiştir.

17.12.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Ali OKTAY

NURDAN DAMLALAR


A+ | A-

“Hz. Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risâle-i Nur’u; ben onun zamanında gelseydim Mesnevî’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı, şimdi ise Risâle-i Nur tarzındadır.” (Son Şahitler, Cilt 4, s.150)

GÖNÜL TELİMİZİ TİTRETENLER

Mevlânâ Celâleddin-i Rumî

Bugün Afganistan sınırları içinde kalan Belh’te 1207 yılında doğdu. Ülkemizde Mevlânâ, İran’da Rumî ve Batı âleminde ise ‘Jalaluddin’ adıyla tanınır. Mevlânâ, efendimiz demektir. Rumî ise Anadolulu anlamına gelir. Babası Sultanu’l-Ulema ‘Bahaeddin Veled’ Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat’ın dâveti üzerine Anadolu’ya gelir. Babasından ve gittikleri yerlerdeki en yüksek bilginlerden dersleri alan Mevlânâ, 1244’te Konya’ya gelen Şems-i Tebriz’den manevî lezzetleri tadar. Mesnevî-i Manevî, Divan-ı Kebir, Fihi-Mafih, Mektubat isimli eserleri kaleme aldı. 17 Aralık 1273 yılında Konya’da vefat etti. Onun ‘Düğün Gecem’ dediği Şeb-i Arus’da yani vefat günü olan 17 Aralık’ta dünyanın dört bir yanından sevenleri Konya’ya gelir. Hazreti Mevlânâ’ya 736. vefat yıl dönümünde rahmet ve niyaz ediyoruz.

Mevlevî ayini ve sema nasıl yapılır?

Mevlevîler sema adını verdikleri bir nev'î ibadet kimliği taşıyan, şekil ve anlam bütünlüğü içinde bir tören icra ederler. Ayin ismi verilen bu besteler, Selâm denilen dört kısımdan oluşur. Güfte (şiir) genellikle Mevlânâ’dan seçilir. Şiirleri Farsça olduğu için ayin güfteleri de Farsça’dır. En bilinen Mevlevî ayini şerifleri Dede Efendi’nin bestelediği Hüzzam ve Neva Ayini Şerif’leridir.

Ayin sırasında dönen yani sema eden dervişlere semazen, çalan ve okuyan kişilerin oturduğu yere mutrıb, mutrıbdaki müzisyenlere Mutrıb Heyeti, ney çalanlara neyzen, kudüm çalanlara kudümzen, ayin okuyanlara ayinhan, na’t okuyanlara na’t-han denilir. Mutrıb heyetinin başı Kudümzen başıdır. Neyzenlerin başı ise Neyzen başıdır. Sema törenine başlarken, önce na’t okunur. Na’t Hz. Peygamberi (asm) ve Cenâb-ı Hakk’ı yücelten kasidelerdir. Girişte yapılan ney taksiminin ardındanki her şeye can veren Nefes’i, Nafha-yı İlâhi’yi temsil eder. Yine aynı makamda (hüzzam, neva gibi) peşrev çalınır. Peşrev, icra edilecek olan sözlü eserlere geçmeden önce çalınan saz eserleridir. Peşrev çalınırken semazenler birbirlerine selâm vererek üç kez dairesel olarak yürüyüş yaparlar. Ardından sema ayininin selâm denilen bölümlerine başlanır. Toplam dört selâm vardır. Selâm denilen bölümler her biri farklı usûllerde olup mânâ olarak da anlamlar taşırlar. Birinci selâm, insanın bilgiye, hakikata doğarak Allah’ını ve kendi kulluğunu idrak etmesidir. İkinci selâm, insanın yaratılıştaki azameti müşahade ederek Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymasıdır. Üçüncü selâm, insanın hayranlık duygularının aşka dönüşmesiyle aklın aşka kurban oluşudur. Tam teslimiyet ve vuslattır. Dördüncü selâm, semazenin manevî yolculuğunu mi'racını tamamlayıp kaderine razı olarak yaratılıştaki vazifesine kulluğuna dönüşüdür. Dördüncü selâm da okunduktan sonra son peşrev çalınır ve girişte olduğu gibi taksim yapılır. Kur’ân-ı Kerim’in okunmasının ardından post duası ile sema töreni sona erer. Semazen hırkasını çıkarmakla manen ebedî âleme hakikate doğar. Başındaki sikkesi nefsinin mezar taşı, üstündeki tennuresi nefsinin kefenidir. Kollarını çapraz bağlayarak görünüşte bir rakamını temsil ederek Allah’ın birliğini tasdik ederler. Semazenin kolları sema ederken açık, sağ eli duâ edercesine göklere sol eli yere dönüktür. Haktan aldığı ihsanı halka saçar. Sağdan sola kalbin etrafında dönerek bütün yaratılmışları kalbindeki sevgi ve aşkla kucaklar.

17.12.2009

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Faruk ÇAKIR

Şirketlerin unuttuğu gerçek


A+ | A-

Şirketlerin başarısının personel mutluluğuna bağlı olduğunu her halde bilmeyen yoktur. Bu gerçek bilindiği halde çoğu şirket bunu bilmez gibi davranır ve önce personel yerine, ne yazık ki önce ‘porselen’i; yani makineyi, tefrişâtı ve yüksek bina yapmayı tercih eder.

Geçmişte, bugün ve muhtemelen gelecekte de personele yatırım yapan firmaların başarıya ulaştığı ve ulaşacağı görülecektir. Almanya merkezli ve Avrupa’nın dev teknolojik marketler zinciri olan Media Markt, personele yatırım yapmakla haklı olarak övünüyor. Elbette personele yatırım yapan sadece Media Markt değil, yüzlerce yerli ve yabancı firma personele yatırım yapıyor ve neticede de başarılı oluyor.

Media Markt Operasyonlardan Sorumlu Türkiye Genel Müdürü Nuri Topatan, Beşiktaş mağazasının açılışı sebebiyle düzenlenen basın toplantısında bu konuya özellikle vurgu yaptı. Kurdukları sistemle ‘mağaza müdür’lerini mağazaya ‘ortak’ ettiklerini ve sorumluluk ile birlikte yetki de verdiklerini anlattı. Aynı şekilde mağazada çalışan personelin de işi kendi işleri gibi görmesini sağladıklarını anlattı. Bunun için sadece maddî katkı değil, huzurlu bir iş ortamı sağladıklarına ve herkesin güleryüzlü olmasını temin için çalıştıklarına dikkat çekti. Topatan, yaklaşımını özetlerken; “En başta ben gülüyorum ki bütün personel de gülsün. Çünkü ben gülmezsem hiç kimse gülmez. Personelimin yüzü gülerse müşteri de memnun olur. Müşteri memnun olursa neticede hepimiz memnun oluruz” diyor.

Kalabalık ve genç nüfusun Türkiye için büyük bir avantaj olduğuna da işaret eden Topatan, “Yugoslavya, Bulgaristan ve Romanya gibi ülkelere artık kimse gitmez. 71 milyonluk genç nüfus Türkiye için büyük bir avantaj” şeklinde konuşuyor.

2010 yılı sonunda Türkiye pazarında lider konumuna gelmek istediklerini söyleyen Topatan, siyasetçilerin de kulak vermesi gereken bir tesbitte bulunuyor: “Lider olmak isterseniz, bir şeyleri mutlaka değiştirmeniz gerekir.”

İnsan, ‘eşref-i mahlûkat’ yani Allah’ın yarattığı, kâinatın en mükemmel varlığı oluduğu için ‘personele yatırım’ inanç değerlerimizle de birebir uyan bir davranış. Binalara ve kulelere yatırım yapmadan önce; personele, yani ‘insan’a yatırım yapmak en başta bu değerleri bilen iş adamlarına düşer. Ne yazık ki bu önemli konu çoğu zaman ihmal ediliyor. Personele yapılan yatırım, çok yanlış bir anlayışla ‘israf’ gibi görülüyor. Bu yanlış uygulamalar birikerek, can sıkıcı ‘atasözleri’nin dilden dile dolaşmasına bile sebep oluyor. Kime sorulsa ‘Müslüman zengin’lerin çalışanlarına iyi davranmadığı, onların hakkını ihlâl ettiğini ve ‘adam yerine koymadığını’ örnekleriyle anlatır! Nasıl oldu da ‘çalışanın alnının teri kurumadan hakkının verilmesi gerektiği’ hakikati unutuldu?

Hem gerçekleri, hem de değerlerimizi hatırlayalım; yılların ihmaliyle meydana gelen ‘kötü imaj’ı silelim. Müslüman iş adamlarının ‘kâr’dan önce düşünmesi gereken konu bu olsa gerek. ‘Daha fazla kâr’ peşinde koşarken nelerin kaybedildiğinin de farkına varalım. El birliğiyle; hem zekâtları, hem de ‘sadaka’ olan ‘güler yüz’ü unutmayalım, unutturmayalım.

17.12.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

DTP’nin kapatılması ve “unsura mahsus siyasî kulüpler” (3)


A+ | A-

Geçen asrın başlarında Prens Sabahattin Bey’in, Osmanlı’nın idâmesi için Avrupa’daki akımlardan etkilenerek önerdiği “adem-i merkeziyet” fikrine karşı “cihet’ül vahdetimiz (birlik yönümüz-bağımız) olan usûl-ü merkeziyenin (merkezî sistemin) tahkimi”yle ancak millî birlik ve muhabbetin sağlanacağını kaydeden Bediüzzaman, bütünlük ve dayanışma içinde muhtelif unsurları medenileşmede bir seviyeyi getireceğini belirtir. Demokratik hak ve hürriyetlerle “etnik siyaset” arasındaki ciddî farkı belirler.

Her kavmin kültürünün, örfünün devamlılığının gereği olan millî âdetlerinin, geleneklerinin ve kendine has lisânının, irfanının, edebiyatının, fikrî istidat ve kabiliyetinin gelişmesini teminin, devletin vazifesi olduğunu, bununla ancak “makine-i terakkiyat-ı medeniyetin (medenî gelişim ve ilerleme motorunun) buharı” hükmündeki gelişme yolundaki müsbet yarışın olabileceğini anlatır.

Aksi halde, “adem-i merkeziyetin (merkezden ayrı yönetimin)” ve “onun ammizâdesi unsura mahsus siyasî kulüpler”in ırkî iftiraklar üzerine milleti tefrika fitnesi felâketine atacağını haber verir. Bu kulüplerin, antidemokratik baskıcı yöntem ve tahakkümle zedelenen, etnik ayrılık ve mezhebe dayalı ayırımcılığın şiddetiyle birdenbire merkezkaç kuvvetine dönüşeceği tehlikesini nazara verir. Sözkonusu partilerin sözde temsil ettiği ırkı ve mezhebi milletten uzaklaştırıp koparacağını uyarır.

ETNİK SİYASET, AYRILIK

FİTNESİNİ UYANDIRIR…

“Demokratikleşme” perdesinde mevcut merkezden nefretin de tahrikiyle ırkî ve mezhebî idârelerin yetkilerinin arttırılmasının, ittihadın aleyhine istismarıyla vahşetin galeyânına sığmayacağını ifâde eder.

“Adem-i merkeziyet”le tanımlanan “federatif sistem”le ülkenin eyâletlere taksiminin, Osmanlılığı ve meşrûtiyeti, bugünkü anlamıyla demokratik hürriyetçi dokuyu birden feverân ile yırtacak bir “muhtariyete (özerkliğe)”, ardından “istiklâliyete (bağımsız ayrı devlete, ayrılığa)”, sonra “tavâif-u mülûk” tâbiriyle küçük devletçiklere bölüp parçalamaya sebebiyet vereceğine dikkat çeker.

Bediüzzaman’a göre, demokratikleşme zâfiyetiyle bölgeler arasındaki eşitsizliğin ve üstün gelme meyliyle etnik siyasetin ortaya çıkaracağı kavga ve kargaşa, demokrasi ve hürriyetin verdiği büyük iyiliğe darbe vurur, hiçe indirir.

Bunun içindir ki, milletin millî birlik karakterine arız olup engelleyen demokrasi dışı dikta yöntemi ve istibdat zehrinin, iftirak meyli marazının izâlesi gerekirken, bu ayrılık ve kopuşun, “gayr-ı mahlut siyasî kulüpler” olarak nitelendirdiği tek ırkın bulunduğu partileşmenin siyasete sirayetinin, siyaseti zehirleyeceğini izâh eder.

Demokrasi ve özgürlüklerin en büyük güzelliği, millî birlik ve bütünlük iken, böyle bir iftirakın büyük günâhıyla son verip bitirmenin, “onüç asır evvel ölüm olan asâbiyet-i cahîliyeyi (cehâletten türeyen ırkçılığı) diriltmek ve fitneyi uyandırmak olduğunu” ikaz eder.

Yine bunun içindir ki evvelemirde “ırka ve mezhebe mahsus siyasî partiler”e menfezler, kapılar açmanın “ecnebinin politikası”na âlet olunarak, “frenk illeti”yle milleti birbirine bağlayan inanç birliği bağlarının koparılmasına, “din kardeşliği”nin devre dışı bırakılmasına sebebiyet vereceği beyânında bulunur.

DTP’nin akıbetine ve “unsura mahsus siyasî kulüpler”in haklarını korumak iddiasıyla ortaya çıktıkları unsur olmak üzere, milletin hak ve hürriyetlerine, birlik ve bütünlüğüne, barış ve kalkınmasına verdiği zararlara, etnik partilerin çıkmazına bir de gözle bakılmalı…

17.12.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Beş kayıp yıl


A+ | A-

Geçtiğimiz 3 Kasım’da, AKP’nin tek başına iktidar olarak ülkeyi “idare ettiği” sürecin yedinci yılını doldurup sekizinci yılına girdik. Gül’ün başbakanlığında kurulan ilk AKP hükümetinin işbaşı yaptığı tarihi esas alırsak, fiilî iktidar sorumluluğunu üstlenmelerinin sekizinci yılına da 18 Kasım’da ulaştık ve bugün itibarıyla sekizinci senenin ilk ayı dolmak üzere.

Bugünün, yani 17 Aralık’ın ayrı bir özelliği daha var. AB’den üyelik müzakerelerine başlama tarihi aldığımız günün beşinci yılı bugün doldu.

Üyelik hedefine ulaşmak için yapılması gereken reformlar açısından geriye dönüp bakınca, bu istikamette atılan adımların 17 Aralık 2004’e kadar yapılanlarla sınırlı kaldığını görmekteyiz.

Onların içinde en kayda değer olanlardan biri, MGK’yı sivilleştirmek ve işlevini kısmen de olsa demokratik kriterlere uygun hale getirmek için yapılan anayasa değişikliğiydi. Bu çerçevede kurul toplantılarına katılan bakanların sayısı arttırıldı, öteden beri bir orgeneralin üstlendiği genel sekreterlik makamı Dışişleri kökenli bir diplomata aktarıldı ve genel sekreterlik bünyesinde faaliyet gösteren dairelerin bir kısmı lağvedildi.

Psikolojik harekât ve fişleme gibi çok tartışılan faaliyetlere de son verildiği gibi bir algı oluştu.

Ama zaman içinde, bu işlevlerin Genelkurmay ve İçişleri Bakanlığı bünyesindeki farklı adreslere taşındığı anlaşıldı. Son aylarda ülke gündemini meşgul eden Albay Çiçek imzalı andıç ve benzerleri, bunu açıkça gözler önüne serdi.

Kuruldaki sivil üye sayısının arttırılması da sonraki işleyişi fazla değiştirmedi ve dönemin Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun “Yüz üye de getirseler bizim için fark etmez” diyerek ortaya koyduğu tavrı doğrulayan bir tablo ortaya çıktı.

Ve asker-sivil ilişkileri AB ülkelerinde geçerli demokratik kriterlere uygun hale getirilemedi.

Genelkurmay adına verilen siyasî nitelikteki mesajların bazı üslûp ve yöntem farklarıyla da olsa devam etmesi, hattâ bunların zaman zaman müdahale olarak algılanmaya elverişli sen derece sert tonlamalarla ifade edilmesi, temelde çok fazla değişen birşey olmadığını defaatle gösterdi.

Bu noktadaki sorunun ne kadar derin ve yapısal nitelikte olduğunu ortaya koyan en önemli göstergelerden biri, gizli anayasa olarak da adlandırılan Millî Güvenlik Siyaset Belgesi uygulamasının aynen devam ettirilmesi oldu. 17 Aralık 2004 öncesinde MGK reformunu gerçekleştiren hükümetin, 2005 yazında 28 Şubat zihniyetini yansıtan yeni bir MGSB’ne onay vermesi ise, anlaşılması ve izahı çok zor bir çelişki oluşturdu.

Sonuçta, MGK reformunun eksik ve yarım bırakılması sebebiyle, askerin demokratik ve sivil kontrolü açısından olması gereken sonuçlara ulaşılamazken, yargı reformunun bir türlü gündeme getirilememesi de, işleyişteki yargı vesayetini koyulaştıran mâlûm gelişmelerin önünü açtı.

Bu açıdan bakıldığında, 17 Aralık 2004’ten bu yana geçen beş yılı, maalesef kayıp yıllar olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu durumun, müzakere tarihi aldıktan sonra reformlara daha bir asılmak gerekirken, tam tersine anlaşılmaz bir şekilde sürecin fiilen askıya alınması ise, son derece garip bir paradoks ve çelişki oluşturuyor.

Eğer AB reformları için 17 Aralık 2004’e kadar gösterilen yoğun ve enerjik çaba, müzakere tarihi belli olduktan sonra daha da arttırılıp hızlandırılmış; bu çerçevede yeni anayasa projesi sonuçlandırılıp, bilhassa iki kronik sorun olan asker-sivil ilişkileri ile yargı alanında yapısal reformlar gerçekleştirilebilmiş olsaydı, bugün çok daha farklı ve olumlu bir noktaya ulaşabilirdik.

Demokratik açılım sürecinin tıkandığı, tam tersine yine OHAL ve sıkıyönetim senaryolarının seslendirildiği bir ülke manzarası oluşmazdı.

AB cenahındaki engelleme çabaları, Sarkozy ve Merkel gibilerin tavrı ayrı konu. Ama onlar bizdeki reform isteksizliğinin bahanesi olamaz.

Beş yıldır AB sürecini savsaklamanın bedelini AKP hem kendisi ödüyor, hem ülkeye ödetiyor.

17.12.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Kıbrıs’ta seçimden önce anlaşma olur mu?


A+ | A-

Kıbrıs’ta cumhurbaşkanlığı seçimi sürecine girilirken, seçim öncesi anlaşmaya varılması için çabalar da sürüyor. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, ‘Ben seçilmezsem, müzakereler kalır, sorun çözülmez’ tezi ile bir yandan Türkiye’yi müzakerelerdeki pazarlıklara daha esnek bakmaya zorlarken, öbür yandan da seçimlerde kendisinin desteklenmesini sağlamaya çalışıyor.

Geçen hafta bir gazetede yayınlanan röportajında Talat, seçim sonucunu kast ederek ‘Bu göreve gelecek kişi aynı anlayışta değilse sorun olur. Bu da çok açık ve nettir’ sözleriyle bu tezini savundu. Ancak bu arada araya daha önce Kıbrıs’ta çözümü engelleyen Ergenekonculardır imasını sıkıştırarak, rakibi Derviş Eroğlu’nu yıpratmaya çalıştı. Kulislerde Rum kesiminin Cumhurbaşkanlığı seçiminde Rum tarafının yüzde 20 etkili olması şartını, Talat’ın Türkiye’ye kabul ettirmeye çalıştığı söyleniyor. Ortada iki toplumca kabul edilmiş bir anlaşma olmaksızın böyle bir şartın kabul edilebilir yanı yok.

Bu arada Eroğlu da “iki halkın eşitliği,” “Türkiye’nin garantörlüğü” ve “Türk askerinin adadaki varlığının sürmesi” şartlarından vazgeçilemeyeceğini savunmaya devam ediyor. “Müzakere masasına benim alternatifim yoktur, tek alternatifim Kıbrıs’ın birleşmesidir diye oturursanız taviz vermeye mahkûmsunuz, taviz vereceğinizin mesajını veriyorsunuz demektir. İki ayrı devlet o adada yaşayabilir” diyor Eroğlu. Böylelikle kendisinin seçilmesi halinde, müzakerelerin çıkmaza gireceğinin de haberini vererek, bu görüşü savunanların desteğini almaya çalışıyor. Ancak bu değerlendirmelerinin seçime yönelik propaganda kapsamında olduğu unutulmamalıdır. Yoksa anlaşmaya dayalı olarak kurulmuş bir Federal Kıbrıs’ta garantör ülkelerin asker bulundurmasına elbette imkân kalmayacaktır.

Bu konudaki ilginç bir değerlendirme de Rum lider Dimitris Hristofyas’tan geliyor. Ekonomist’te atıf yapılan bir mülâkatında Hristofyas’ın ‘Kıbrıs’ta bir çözümün, Başbakan Erdoğan ile generaller arasındaki güç mücadelesine kurban gidebileceği’ imasında bulunduğu belirtiliyor.

Bütün bu değerlendirmelerin taraflı olduğu kuşkusuz. Ortada bir gerçek var. Müzakereler sürüyor ve bazı konularda mutabakat da sağlandı. Bunlar arasında iki kurucu devletten oluşan bir federal devlet kurulması da var. Ancak bu yönetimin ayrıntıları, devlet başkanının seçimi, parlamentonun oluşumu, toprak ve mülkiyet, garantörlük gibi çok önemli konularda henüz bir uzlaşmaya varılmadığı gibi yakın zamanda varılması da zor görünüyor. Tabiî bunda Rum kesiminin zaten acil çözüm arayışı içinde olmaması, AB tarafından Türkiye’ye baskı yapılarak limanların açılması halinde başkaca bir sorununun kalmayacağını düşünmesi de önemli yer tutuyor.

Bu yüzden Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacağı Nisan ayına kadar bir anlaşmaya varılması, bu anlaşmanın iki toplumca oylanarak kabul edilmesi imkânsız denecek kadar güçtür. Bu seçimleri Derviş Eroğlu’nun kazanması da büyük ihtimaldir. Öyleyse Türkiye’nin meseleyi bu gerçeklerin ışığında ele alması ve seçim sonrasında müzakerelerin sürmesini sağlayacak adımlar atması gerekmektedir. Talat’ın iddiasının aksine, Eroğlu’nun seçilmesi halinde, müzakereler kesintiye uğramayacaktır. Zira Eroğlu’nun Türkiye’nin politikaları ve taleplerine aykırı bir politika izleyerek, uzlaşmaz bir tutum benimseyeceğini düşünmek yanlış bir tavır olacaktır. Geçmişte Türkiye’nin Kıbrıs politikalarını belirleyen güç dengesinin değiştiği ve yeni durumda Kıbrıs’ta bir çözüme gidilmesini isteyen görüşlerin egemen olduğu, bu yüzden Eroğlu’nun da geçmişteki tavrını sergileyemeyeceği unutulmamalıdır.

Kısacası; çözümün seçim sonrasına kalması ihtimali yüksek olsa da, yeni cumhurbaşkanı müzakereleri Türkiye’nin politikaları doğrultusunda sürdürecek ve Kıbrıs’ta bir anlaşmaya çok da uzak olmayan bir gelecekte ulaşılacaktır.

17.12.2009

E-Posta: [email protected]



Robert MİRANDA

İsviçre’de referandum, korkunun gücünü yansıtıyor


A+ | A-

İnsanların anlamadığı ve bilmediği şeylere karşı beslediği korku duygusunun yol açtığı çılgınlığa bir örnek geçtiğimiz haftalarda İsviçre’de, seçmenlerin çoğunluğunun minare yasağına destek verici yönde oy kullandığı referandumla yaşandı. Bu oylama, oy verenlerin Müslümanlarla ilgili önyargılarının en açık seçik deliliydi.

İslâmiyet dünya üzerinde yaşayan bir milyardan fazla insana umut ve teselli veren bir dindir. Din özgürlüğü asırlardan beri mücadelesi verilen bir haktır ve sayısız trajik çatışmalara yol açmıştır. Birleşmiş Milletler, din ve inanç özgürlüğünü 1948 yılında yayınlanan Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin 18. maddesinde şu ifadelerle tanımıştır: “Herkes özgür düşünme, vicdan ve dinî inanç hakkına sahiptir. Bu hak her türlü dini veya neye inanırsa inansın her türlü inancı kapsamaktadır.”

Amerikan Başkanı Thomas Jefferson bir defasında şunları yazmıştı: “Din özgürlüğü hakkı, insanoğlunun tabiî haklarından biridir ve bu hakkı kısıtlayan veya engelleyen herhangi bir eylem tabiî hakların ihlâli anlamına gelmektedir.”

Batılı toplumların İslâm korkusunun kökeninde, sağ kanat muhafazakâr siyasetçilerin İslâm karşıtı retorikleri yatmaktadır. Bunlar Müslümanların genellikle “fundamentalist (köktendinci), militan, radikal, terörist ve bütün dünyayı İslâmlaştırmaya çalışan demagoglar” olduklarından dem vururlar. Peki Müslüman dünyasının düşmanlarını Haçlı zihniyeti etrafında birleştiren ve Müslümanları ve İslâmı karalama ve her kötülüğün kaynağı olarak gösterme çabasına sebep olan bu korkunun kaynağı gerçekte nedir?

Batılıların modern İslâm korkusunun kaynağını Batılı emperyalist devletlerin yeni düşmanlarını tanımlamakta kullandığı şu terimde bulabiliriz: “Haydut devletler”... Bu terim, Amerika Birleşik Devletleri’nde, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından ve Sovyetlerin dağılmasından çok kısa bir süre sonra sıkça kullanılmaya başlandı. Eski Savunma Bakanı McNamara, 1989 yılında Senato’nun Bütçe Komisyonu toplantısında, ABD Savunma Bakanlığı’nın yüksek miktarda yaptığı harcamalara devam edebilmek için yeni gerekçelere ihtiyacı olduğunu söyleyecekti. İşte Pentagon’un yapmış olduğu yüksek miktarda harcamaları için bulduğu mazeretin ana felsefesi “haydut devletler ve yasadışı nükleer faaliyetlerdi”...

George W. Bush bu uyduruk argümanları 2003 yılında Irak’a saldırmak için bahane etti. Irak Savaşı Amerikan halkına yapay gerekçelerle anlatıldı ve Batılı petrol şirketlerinin kârlarını arttırmaya ve Avrupa, Japonya ve Amerika’ya petrol akışını kontrol altına almaya yaradı.

Bütün bunlar bir yana, İsviçre, esasında Batılıların halihazırda idrak etmekte zorlandığı bir fenomeni yansıtıyor. Nasıl olurda İslâm Avrupa’da bu kadar hızlı bir şekilde yayılırken, Hıristiyanlık geriye gidebilir? Batılıların esas korku duyduğu şey, İslâm’ın herhangi organize bir misyonerlik faaliyetine gerek duymadan Avrupa’da önlenemeyen şekilde yayılma kapasitesidir..

Bu korku İsviçre’de minare yasağı şeklinde yansıdı. Bunun sebebi İsviçrelilerin İslâmı, kontrol edilemeyen bir tehdit olarak görmesi miydi? İsviçrelilerin yaşadığı korkunun kökeninde yatan şey, onların İslâm’ın hiçbir organize tebliğ faaliyetine gerek duymadan yayılma hızı ve kapasitesine şahit olmaları ve her gün ihtida eden yüzlerce insanı örnek olarak görmeleridir.

İslâm daha ilk doğduğu günden itibaren, mantık ve sebeplere dayanan izahlarıyla yayılmış ve asla misyonerlik anlamında bir faaliyeti olmamıştır. İslâm’ın kuralları Kur’ân’a, Hz. Muhammed’in (asm) sözleri ve fiillerine, kıyaslı çıkarımlara, âlimlerin konsensüsüne ve bireysel muhakemeye dayanır, insanları dönüştürmeye çalışan bireylerin evanjelik faaliyetlerine değil.

Peygamberimizin çağdaşları İslâm ve Müslüman kelimelerini duyduklarında, bunu insanoğlunun “Allah’a teslim olması” ve “Allah’a teslim olan insan” olarak algıladılar. Tıpkı Kur’ân’da (3:57) geçen ve Hz İbrahim’i (as) tanımlamak için kullanılan “hanif” (Allah’ı bir tanıyan, hakka yönelen) tabiri ve (3:52)’de geçen Havariler’in Hz. İsa’ya söyledikleri: “Şahit ol, biz Müslümanlarız” tabirlerinde olduğu gibi...

Marshall G. S. Hodgson, “Dünya Tarihini Yeniden Düşünmek” adlı eserinde şunları söyler: “İslâm’ın Allah’ın iradesine bağlı bir dünya düzeni konusundaki bilinçli ümidi, bizlere dünya tarihindeki en muhteşem vaadi yansıtır ve...insanlık değerleri ile yüklüdür...”

Biz Müslümanlar, toplumların ırk, din ve gelir adaleti bakımından büyük farklılıklarla bölündüğüne şahit olmaktayız. Müslümanlar, tıpkı diğer başkaları gibi, mutlu, huzurlu ve ailelerimizin temel ihtiyaçlarını karşılayabileceğimiz bir hayat istemekteyiz. Öyle bir hayat ki, bütün insanlık, ırkı, dini, makamı ve varlığı ne olursa olsun saygın bir şekilde yaşayabilmeli...

Tercüme: Umut Yavuz

17.12.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl