31 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Faruk ÇAKIR

Havanda su mu dövdük?


A+ | A-

2009 yılının son gününde, geride bıraktığımız günlerin bir muhasebesini yapmakta fayda var. Her yıla olduğu gibi 2009’a da iyi temennilerle girmiştik. Siyaset ve ticaret dünyası 2009’dan çok şey bekliyordu. Ne var ki küresel kriz, bütün dünya ile birlikte Türkiye’yi de derinden sarstı. Şimdi benzer umutlar, 2010 için dile getiriliyor.

2009’da en çok tartıştığımız konulardan biri de Türkiye’nin Avrupa Birliği yolundaki ilerlemesi oldu. Çok ağır da olsa bu yolda adımlar atıldı, ama yeterli olduğunu söylemek mümkün değil. Zaten bu durumu hükümet temsilcileri de itiraf ediyor.

Yargı konusu da geride bıraktığımız yılın tartışılan konularından biri oldu. ‘Ergenekon dâvâsı’ etrafında gelişen hadiselere her gün bir yenisi ilâve edildi. Tam “her şey netleşiyor” derken ‘karartma’ çalışmalarına hız verildiği de görüldü. Bütün bunlara rağmen; dünya şartlarındaki değişmenin de etkisiyle Türkiye’nin daha hür ve daha demokrat olmasının engellenemeyeceği söylenebilir.

Geçmiş yıllarda olduğu gibi 2009’da da “kanunsuz başörtüsü yasağı”yla mücadele devam etti. Sivil toplum kuruluşlarının gayretiyle konu sürekli gündemde tutuldu ve yasağın sona ermesi istendi. Hemen her hafta konu ile ilgili açıklamalar ve protestolar yapıldı. Bir ara yasağın kalkma ihtimali ortaya çıktı ki, araya giren ‘derin çevreler’ bunu engelledi.

Bugün için başörtüsü yasağının sona ermesine ihtimal vermeyenler olabilir. Ama bu kanunsuz yasağın devam etmesi mümkün değildir, etmemelidir. Elbet bir gün ‘cesur bir rektör’ çıkıp; yürürlükteki hiçbir kanuna dayanmayan bu yasağı tuz ile buz edecektir.

Düne kadar başörtüsü yasağına sessiz kalan Avrupa ülkeleri de artık bu yasağın sona ermesini isteyen raporlara imza atıyor. Türkiye’deki yasakçıları korkutan ve ürküten de budur. Yakın bir zamanda bu sesler daha gür çıkacak ve “başörtüsü yasağını sona erdirmek” AB’ye üye olmak için sayılan şartlar arasında yer alacaktır.

Çok mu iyimseriz? Öyleyiz ve kötümser olmayı gerektiren bir durum da görmüyoruz. Minareyi yasaklayan İsviçre’ye karşı en büyük itiraz kimden geldi? Tabiî ki hür ve demokrat düşünen Avrupalı yöneticilerden. Hatta ve hatta bazı kiliseler “Bizim ‘kule’mizi minare gibi kullanın” diye Müslümanlara çağrı bile yaptılar. Bir adım daha atıp yılbaşı kutlamaları arasına ‘minare’ figürlerini bile aldılar. Bunu hangi güç, hangi kuvvet, hangi reklâm yaptırabilirdi?

Nasıl ki İsviçreliler böyle bir karar almakla insanların İslâmı daha fazla merak etmesine—istemeyerek de olsa—sebep oldular, Türkiye’deki yasakçılar da daha çok kişinin tesettürü tercih etmesine sebep oluyorlar.

Türkiye’nin tek problemi elbette başörtüsü yasağı değil, ama acil çözülmesi gereken problemlerden biridir. “Bunun için ilk adım olarak 12 Eylül 1980 İhtilâl Anayasası değiştirilsin” diyenlere elbette bir itirazımız olmaz. Türkiye’ye ayak bağı olan ihtilâl anayasasını değiştirelim ve yasakları da ‘çöp’e atalım.

2009’da bu konuları her zaman gündeme taşıdık, nasip olursa 2010’da da taşımaya devam edeceğiz. Hiç kimse yaptığımız işi ‘havanda su dövme’ye benzetmesin. Niyetimiz ve duâmız, daha hür, daha adil, daha müreffeh ve daha demokrat bir Türkiye için...

31.12.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Nuristan'a doğru...


A+ | A-

Bu ülkenin insanları, her halükârda birlikte ve birada yaşamak durumunda. Bir kesimin çekip gitmesi, bu vatanı bırakıp terk etmesi, söz konusu dahi olamaz.

Ekseriyetini Türkler ve Türkleşmiş unsurlar teşkil etmekle birlikte, Anadolu ve Rumeli'deki topraklarımız üzerinde bugün en az otuz beş ayrı din ve etnik temele dayalı unsur yaşamakta.

Bunların da mutlak ekseriyetini Müslümanlar oluşturmakta. Gayr–ı müslimler ile İslâmiyetten çıkmış olanların yekûnu yüzde beşi dahi bulamamakta.

Bu durum gösteriyor ki, bu vatanda iç savaş çıkmaz. Çıkması için, dahilî ve haricî ihanet odakları her türlü dolabı çevirdi, her türlü fitneyi körükledi, ancak yine de başarılı olamadılar, biiznillah olamayacaklar.

Zira, bu vatanda hakim olan şey din hissidir, kardeşlik bağlarıdır. İman kardeşliğinin yerini, başka hiçbir şey tutamaz. Tutmamıştır da...

İmân nurdur, kuvvettir, servettir. En büyük şevk ve zenginlik kaynağımızdır.

Bu kaynak var olduğu müddetçe, vatandaşlar ve dindaşlar arasındaki bağı koparmaya hiçbir cereyan güç–kuvvet yetiremez.

İmandaki bu muazzam hazine, ülkenin sınırlarını da aşıyor. Alem–i İslâmı, hatta bütün dünyayı dolaşıyor.

Bu mukaddes nurdur ki, bütün cihanı nuristana döndürüyor.

Dolayısıyla, herkese yetecek kadar nur var, sürûr var, huzur var, bu iman kardeşliği dairesinde.

Başka daireye girmeye, başka yerler dolaşmaya, başka kapıları çalmaya ihtiyaç bırakmıyor.

Nur–u imân dairesi içine girenler, kendi aralarında harikulade bir anlaşma, uzlaşma ve paylaşmayı sağlarlar. Herşeyi kardeşçe bölüşüp paylaşırlar. Allah'ın yarattığı meşrû hiçbir şeye yasak getirmez, hiçbir şeyi birbirinden esirgemezler.

Onlar, dünyaya ve dünyalılara yaranmak için zillet göstermezler. Daima izzet içinde, vakar içinde, ciddiyet içinde kalarak hizmetlerini sürdürürler.

Başkalarına tabi olma, başkalarının peşinden gitme ezikliği göstermezler; dünyalılara perestiş etme ihtiyacını hissetmezler.

İman ve imandaki nur, onlara kâfi geliyor, vâfi geliyor.

* * *

Bu seneki Şarkî Anadolu'ya yaptığımız bir seyahat esnasında, bazı milliyetçi gençler etrafımıza toplandılar. Sohbet esnasında, onlardan biri şunu söyledi: "Latif Bey. Siz yıllardır Türkistan için çalışıyorsunuz. Biraz da Kürdistan için çalışsanız ne olur?"

Onlara kısaca şunları söyledim: "Türkistan (Büyük Turan) için çalışanlar var. Kürdistan için çalışanlar da var. Benim ise, dâvâm başka. Ben 'Nuristan' için çalışıyorum. Bütün hayatımda, bütün gayretimle ben Nur kardeşlerimle birlikte dünyayı nuristana çevirmeye çalışıyorum. Bu çalışma, bütün insanları Nuristan vatandaşı yapıncaya kadar, dolayısıyla kıyâmete kadar devam edecek demektir. Biz, bu büyük ve mukaddes hizmeti bırakıp başka dâvâların peşinde gitmeyiz. Gitmek mecburiyetinde de değiliz. Herkesin dâvâsı kendisine..."

Evet, hiç tereddüt eseri dahi göstermeksizin inanıyoruz ki, insanlarımızın ve bütün insanlığın kurtuluşu Nur'dadır: İmân nuru, Kur'ân nuru, İslâmın nuru...

Bu muazzam nurun dışındaki herşey ve her yer zifiridir, karanlıktır, bulanıktır, bataklıktır...

O karanlıklı bataklıklara girmeye hiç mi, hiç niyetimiz yok.

Allah, âhir ömre kadar bizi Nur dairesi içinde istihdam etsin ve bu mânâdaki Nuristan'dan ayırmasın.

Tarihin yorumu - 31 Aralık 1920

"Ethem'in üzerine gidin!" talimatı

Mustafa Kemal, 1920 yılının son gününde Seyyar Kuvvetler Kumandanı Ethem Beyin üzerine gidilmesi ve kuvvetlerinin dağıtılması talimatını verdi.

Talimatı alan Batı Cephesi Komutanı Miralay İsmet Bey (Paşa), işi–gücü bırakarak Çerkes Ethem'i takibe koyuldu.

Bu sırada, Yunan kuvvetleri Bilecik ve Bozöyük'ü işgal etmiş, İnönü sınırına gelip dayanmıştı.

Düşmanın istilası Anadolu'nun içlerine doğru hızla yol alırken, Albay İsmet Bey de Kütahya (Gediz) taraflarında Ethem Beyi kovalamakla meşguldu.

Bu takip kovalama hareketi, yaklaşık 20 gün sürdü.

Ethem Bey, nihayet 22 Ocak (1921) günü, emrindeki Seyyar Kuvvetlere bağlı askerlere "Kuva–yı Milliye" birliklerine katılma yönünde teşvik ve tavsiyelerde bulunarak, o çok sevdiği Anadolu topraklarını terk etmek mecburiyetinde kaldı.

* * *

Ethem Bey, özellikle iç isyanlarda başarı üstüne başarı kazanmış bir cengâverdi. Gerçek bir vatanperverdi. Vatan uğrunda elinden gelen her türlü gayreti sergiledi.

Ancak, Ankara'nın âfâkını saran entrikalardan habersizdi. Albay İsmet tarafından kuyusunun sinsice kazılacağını hiç hesaba katmamıştı.

Kuvâ–yı Milliye'de yer alan herkesi kendisi gibi vatanperver, milletperver olarak görüyordu. Cesurdu; ancak, ayak oyunlarını bilmiyordu. Sonunda, sinsice hazırlanan bir tuzağa düşmekten kurtulamadı.

Tıpkı, daha sonraları benzer tuzaklara düşmekten Ali Şükrü Bey, Hüseyin Avni Bey, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Refet Bele, Cafer Tayyar Paşa, Dr. Adnan Adıvar, Dr. Rıza Nur ve Rauf Orbay gibi Millî Mücadelenin en ön safında yer alan şahısların kurtulamadığı gibi...

31.12.2009

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Yeni yıl


A+ | A-

Aslında değişen bir şey yok.

Güneş yine doğudan doğuyor, yine batıdan batıyor.

Asır başkalaşmıyor.

Zaman değişmiyor.

Şartlar başkalaşmıyor.

İnsanın acizliği,

İnsanın çaresizliği,

İnsanın fakirliği bitmiyor.

Her şey bir anlamda yerli yerinde duruyor.

Sadece takvimler değişiyor.

Günler yine yedi gün olarak aynen devam ediyor.

Sabah oluyor,

Öğle oluyor,

İkindi oluyor,

Akşam oluyor,

Yatsı oluyor,

Gecenin karanlığı devam ediyor.

2009 bitiyor,

2010 milâdî yılı başlıyor.

Fark sadece bu...

Bazılarınca bu bir çılgınlık âleti olabiliyor.

Şu hâle bir bakınız!

Milyonlarca insanın ümidi piyangoya bağlı.

Milyonda bir şansın şanslığına inananlara ne denir?

Buna bir mânâ veremiyorum.

Üstelik bunun devlet eli ile yapılmasına kahroluyorum.

Üstelik “millî” ünvanı altında…

Düşen bir sonbahar yaprağı gibi,

Solan bir gül goncası gibi….

“Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım?”

Bir fırtına gibi,

Bir rüzgâr gibi…

“Eyvah aldandık” demeden,

“Keşke toprak olsa idim, bu âkıbet başıma gelmese idi” demeden,

“Cümle göçmüş kervan bîhaber” demeden,

“Ölüm Allah’ın emri, şu ayrılık olmasaydı?” demeden…

Neyin eğlencesini yapıyoruz anlamıyorum?

“Güleriz ağlanacak halimize” demişlerdi bir zamanlar.

Yeni yıl işte her insanın dünyasında ayrı ayrı mânâlar canlandırıyor.

Kimi ağlıyor, kimi ise divaneliğini çılgınlığına veriyor.

Hayat ise böylece çekip gidiyor.

Şeytanın kol gezdiği kepazelikler yaşanıyor.

Biz ise; iki elimizi başımıza koyarak Rabbimizden affımızı diliyoruz.

Evet, ”Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım?” diyebiliyoruz.

Halbuki her şey haberli ve belirli idi.

Hayırlı yıllar ve günler efendim.

31.12.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Son yolculukta görevlerimiz


A+ | A-

Rusya Nartkala KBR’den Recep Mavlyudov: “Bir Müslüman ölünce, onu toprağa koyuncaya kadar onun için Kur’ân ve sünnete uygun olarak ne yapılmalıdır?”

Topraktan yaratılan insanın, ölünce yeniden toprağa tevdî edilmesi mükerrem oluşu ve kerâmeti sebebiyledir. Nitekim insan topraktan yaratılmıştır.

Ölen bir Müslüman’ı yıkamak, cenaze namazını kılmak, onu kabre kadar sükûnetle ve tefekkürle taşımak ve onu yeniden dirileceği güne kadar, kendisinden yaratıldığı toprağa iâde etmek; yani toprağa defnetmek farz-ı kifayedir.

Cenazeyi kabre kıbleye dönük olarak koymak vaciptir. Sağ yanı üzerine koymak ise sünnet-i seniyyedir. Cenazeyi kabre indirenler, “Bismillâhi ve alâ milleti resûlillâhi Sallallahü Aleyhi Vesellem” demelidir; bu müstehaptır. Cenaze kabre başka bir yönde yatırılmış ve üzerine toprak atılarak kabir kapatılmış ise artık bir daha kabir açılmaz; ama eğer henüz toprak atılmadan hatâ yapıldığı anlaşılmış ise düzeltilir. Ancak Hanbelî ve Şafiî mezheplerine göre; cenazenin başı kıble tarafından başka bir yönde konulmuş ise, kabir kapatılmış bile olsa açmak ve başını kıbleye çevirmek vaciptir. Kabir içinde ölünün baş ve ayaklarını, toprak ve taş gibi şeylere dayamak müstehaptır. Yer nemli ve yumuşak ise sanduka içinde konulabilir; aksi halde sanduka içinde koymak, beraberinde yastık ve örtü gibi şeyleri bulundurmak dört mezhebe göre mekruhtur.

Cenaze kabre konulduktan sonra orada hazır bulunanların her birisinin, iki avucuyla üçer def’a toprak atmaları; toprak atarken birinci atışta, “Minhâ halaknâküm” (Sizi topraktan yarattık); ikinci atışta, “Ve fîhâ nu’îdüküm” (Ve sizi oraya iâde edeceğiz); üçüncü atışta ise, “Ve minhâ nuhricüküm târaten uhrâ” (Ve sizi bir kez daha topraktan çıkaracağız) 1 âyetini okumaları müstehaptır. Bu durumda üç atışta Tâ-hâ Sûresinin 55. Âyet-i kerîmesini okumuş olmaktadırlar. Bundan sonra, kabir tamamen kapatılıncaya kadar kürekle veya mümkün olan araç-gereçlerle toprak atılır. Cenazenin gündüz defnedilmesi müstehaptır. Gece defnedilmesi ise, câizdir. Kabrin üzerine toprak atılırken tefekkür edilmesi için susulabileceği gibi, bu esnada Kur’ân-ı Kerîm’den âyetler veya sûreler de okunabilir.

Resûlullah Efendimiz (asm) definden sonra kabrin başında bir müddet durur; etrafında bulunanlara, “Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret isteyin; sorguyu şaşırmadan cevaplandırmasını dileyin; o şu anda hesaba çekilmektedir” 2 buyururdu. Cenazeyi defnettikten sonra hemen oradan ayrılmayıp, bir müddet duâ ve istiğfar ile meşgul olmak sünnet-i seniyyedir.

Telkin mes’elesine gelince; Resûlullah Efendimiz’in (asm); “Ölülerinize lâ ilâhe illallah'la telkin ediniz” 3 hadis-i şerifi bazı âlimler tarafından “ölmek üzere olanlar için telkin yapılacağı, yani yanında yumuşak ve tatlı bir sesle lâ ilâhe illallah söylenerek ona hatırlatılacağı” şeklinde yorumlanmış; bazı Hanefî âlimlerince de defnedildikten sonra telkin vermenin yasaklanmadığı dikkate alınarak, telkin vermek meşru’ görülmüştür.

Ölen kimsenin yakınlarının, imkânları nispetinde, sevabını ölene bağışlamak üzere fakirlere sadaka vermeleri sünnettir. Yemek vereceklerse, yemeği fakirlere tahsis etmeli ve sevabını ölüye bağışlamalıdırlar. Sadaka veya yemek vermeye güçleri yetmezse, kendilerini zorlamamalıdırlar. Sevabını bağışlamak üzere nafile namaz kılınabileceği gibi, ölü için duâ, tövbe ve istiğfar da edilebilir.

Ölen kişiyi iyilikleriyle anmak ve ona duâ etmek, kötülükleriyle anmamak ve ona bedduâ etmemek sünnet bulunmaktadır.

Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Ölülerinizin iyiliklerini anın, kötülüklerini anmayın.” 4

Enes bin Malik (ra) bildirmiştir: “Bir cenaze geçirildi ve hayırla anıldı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm): ‘Vâcip oldu. Vacip oldu. Vacip oldu’ buyurdu. Bir cenaze daha geçirilmişti. Bu da şerle anıldı. Bunun için de Peygamber Efendimiz (asm) tekrar: ‘Vacip oldu. Vacip oldu. Vacip oldu’ buyurdu. Hazret-i Ömer (ra):

“Anam babam sana feda olsun yâ Resûlallah! Bir cenaze geçirildi ve hayırla anıldı. Siz üç defa ‘vacip oldu’ buyurdunuz. Bir cenaze daha geçirildi. Bu da şerle anıldı ve siz tekrar üç defa ‘vacip oldu’ buyurdunuz. Bunun sebebi nedir?” diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm):

“Hayırla andığınız kimseye Cennet vacip oldu. Şer ile andığınız kimseye de Cehennem vacip oldu. Çünkü sizler yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz. Sizler yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz. Sizler yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz” buyurdu.5

Cenâb-ı Hak, ölenlerimize rahmetiyle muâmele buyursun; âmin.

Dipnotlar:

1- Tâ-hâ Sûresi, 20/55.

2- Ebû Davud, c. 3, s. 209.

3- Müslim, Cenâiz, 1.

4- Tirmizî, Cenâze, 33; Nesâî, Cenâze, 51.

5- Müslim, Cenâiz, 20; Nesâî, Cenâze, 50.

31.12.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Varlığa bakışımızı doğru çizgiye çekelim


A+ | A-

Şeytan ile nefsimizin bizi maskaraya çevirmesinin sebeplerinden birisi; varlığa ve dünyaya olan çarpık bakışımız, yanlış değerlendirmemizdir. Şeytan bizi dünyanın cazibedâr, maddî, fânî yüzüyle aldatmaya kalkmaktadır. Eğer bakışımızı rayına oturtabilirsek; duygularımızın kontrolünü de ele geçirebiliriz. Bunu nasıl başarabiliriz?

* Kâinata, varlığa mânây-i harfî ile bakmak gerekir. Yâni, bir cümledeki harflerin, kelimelerin şekline, maddî yapısına, rengine değil, onların anlamına bakmak, kimin niçin yazdığına, yarattığına bakmak gerekir.

* Yaratılanları alabildiğine, ancak Allah hesabına sevmeli.

* Ene/benlik, ego kendisine mânây-ı ismiyle baksa, kendisine hıyânet eder.

* Dünya, kâinatın kalbi, imtihan ve hizmet yeridir.

* Allah, dünyayı bir bayram yeri gibi yapmış, bütün güzellikleri ve isimleri ve sıfatlarını onda tecelli ettirmiştir.

* Dünyanın üç yüzü vardır. Ahiretin tarlası ve Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği yüzü sevilmeli; kendisine, maddeye bakan ciheti ilgiye değmez. Bekaya/sonsuzluğa giden yol, fani dünyadan geçiyor.

* Dünya, âhiret âleminin bir fihristesidir, bir nümûnegâhıdır ve Allah’ın Samedânî mektubudur. O mektupları okumak için buradayız.

* Dünya, ahirete giden vasıtanın bekleme salonudur. Ona neden dalıyoruz ki?

* Zamanın en dehşetli, en büyük musîbeti, dünyayı âhirete severek tercih etmektir.

* Dünya âhiret hesabına sevilmelidir.

* Din ile dünya avına gidilmemelidir.

* İnsan dünyayı sırtlanırsa, altında ezilir. Maddî cephesini ayakları altına alırsa rahat eder.

* Gaddar dünya, bir üzüm yedirir, yüz tokat vurur.

* Dünya mutluluğu, dünyaya Kur’ân dürbünüyle bakmak, dinin emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından uzaklaşmakla elde edilir.

* Dünyadaki lezzet, dünyevî lezzeti terk etmekle olur.

* Dünya ve içindekileri Allah hesabına sevilirse değer kazanır, lezzet verir. Aksi halde, ni’metler soldukça insan da onlarla beraber solar...

* Dünya saadeti, meşrû dairedeki keyif ile elde edilir.

* Dünyayı bedenen, cismen değil, kalben terk etmek gerekir.

* Sırf dünya için yaratılmadık ki, bütün vatktimizi ona sarf edelim.

* Dünya, mü’minin zikirhane-i Rahmanî’sidir.

* Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır. Misafir, ev sahibine tâbidir ve beraberinden getirmediği şeylere bağlanmaz.

* Dünyanın bütün güzellikleri Cennetin yanında bir hiçtir. Katrilyonlarca rakamın sonsuzun yanında ne değeri olabilir ki!

* Dünya, ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değil. İnsan, yatırımlarını, asıl vatanına, devamlı kalacağı mekâna yapmalı...

31.12.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Cevher İLHAN

Türkiye’nin “2009 AB raporu”


A+ | A-

Onca “açılım” iddialarına rağmen Türkiye’nin demokratikleşmede sınıfta kalması, aslında siyasî iktidarın AB fiyaskosunun bir sonucu…

Kıbrıs Rum Kesimi’nin üyeliğini engelleyemeyen Ankara, Türkiye’nin müzâkere sürecinin, limanlarını Rum gemi ve uçaklarına açmasına odaklanmasına seyirci. Rum kesimi AB’yi şaşırtıyor; Türkiye’nin limanlara dair yükümlülüğünü yerine getirip getirmediğine daha gelecek yıl yeniden bakılacakmış. Ankara AB’nin KKTC’ye verdiği sözleri tutmada başarılı olamıyor.

Şu hale bakın; bütünüyle ABD’nin küresel ve bölgesel egemenlik ve çıkarlarını önceleyen politikalarla AB müzâkere süreci durma noktasında. Avrupa Birliği zirvesinde Türkiye ile müzâkere sürecinin gözden geçirilmesine ilişkin bir tarih bile vermiş değil.

Fransa, askıya alınan sekiz müktesebat başlığının yanısıra “söz alınan” beş başlığı da müzâkere masasına getirmiyor. Rum kesimi altı faslının açılmasını tek başına veto edeceğini belirtiyor. Türkiye halen 11 başlığı müzâkere ederken, açılabilecek çevre, eğitim-kültür, sosyal politikalar ve enerji başlıklarından ancak “çevre” başlığı açıldı.

AB Başmüzâkerecisi Bakan, bu vaziyeti “başarılı” buluyor, hatta “Türkiye’nin katılım hedefinin teyidi” yorumunu yapıyor; lâkin Türkiye, toplam 33 fasıldan şimdiye kadar ancak 12’sinde müzakereleri başlatmış. İçlerinde fevkalâde önemli ve zorlu olan 18 başlık açılmamış. En başta demokratikleşmede, inanç ve ifâde özgürlüğünde AB ile uyum yetersiz…

AB’YE REST, ABD’YE DESTEK!

Türkiye’nin AB kırılganlığının asıl sebebi, kamuoyunu oyalayan zevâhiri kurtarıcı günübirlik makyajlarla demokratik reformların sürekli ertelenmesi. Ankara’nın AB’nin değil, ABD’nin peşine düşmesi…

Gerçek şu ki AB sürecinin sürekli tavsadığı son yedi yıllık AKP iktidarında Türkiye hep ABD’nin yanında yer aldı. Hükûmet mâlum “tezkere”yi Meclis’ten geçiremedi ama Irak’ta işgalcilere her türlü lojistik desteği verdi. Meclis’i by ederek “destek hamûlesi”yle havaalanlarını ve limanlarını Amerikan askerlerinin her türlü silâh, savaş uçağı yedek parçası, mühimmat ve teçhizatının nakil ve dağıtımına açtı. Aynı inancı, tarihi ve kültürü paylaştığı Müslüman komşusuna karşı okyanuslar ötesinden gelen ecnebilerle “savaş ortağı” oldu…

Başbakan Erdoğan, açıkça “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanı olduğunu” bütün dünyaya duyurdu. Millî Savunma Bakanı, İncirlik Üssü’nden havalanan uçaklarının Irak üzerine dörtbine yakın sorti yaptığını söyledi.

Bu dönemde Türkiye, ABD’nin Afganistan işgaline de tam destek verdi, veriyor. Sarkozy gibi Amerikan muhipleri bile Afganistan’a asker vermezken, Amerika ziyareti öncesi daha Obama istemeden, Afganistan’a yeni askerî birlik gönderildiği, 750 askere bin askerin daha ilâve edildiği, bizzat Başbakan tarafından açıklandı.

Bu süreçte her fırsatta AB’ye rest çeken ve meydan okuyan Erdoğan, Irak işgaline Türkiye’nin bunca destek verdiği ABD’nin Süleymaniye’de Mehmetçiğin başına çuval geçirmesine bir şey demedi. Hatta en azından bir “nota” verilmesini isteyenlere, “Ne notası, müzik notası mı?” diye çıkıştı.

Keza ABD’nin Türkiye’nin bütün hassasiyetlerini altüst etmesine, “kırmızı çizgileri”ni çiğnemesine seyirci kaldı. Irak’ın resmen bölünmesine, toprak bütünlüğünün parçalanmasına, peşmergeleri himâyeyle Kerkük’ün statüsünün değiştirilmesine, Türkmenlerin ve Arapların katline ve sürülmesine ses çıkarmadı.

Türkiye’yi “stratejik müttefik” ilân eden Bush’tan sonra “model ortak” gören Obama’nın da PKK’yı -nihâyet- “terör örgütü” ve “ortak düşman” etmesine mukabil, ABD’nin bölgede cirit atan yüzlerce terörist elebaşıdan bir tekini teslim etmemesini hiç mesele yapmadı.

ANKARA, AB’NİN DEĞİL, ABD’NİN PEŞİNDE…

Yine ABD’nin kontrolündeki Kuzey Irak’ın Kandil’e ve terör örgütüne silâh, ilâç ve malî yardım kanallarını kapatmamasına, uyuşturucu, insan kaçakçılığı ve finans kaynaklarını kapatmamasına, propaganda merkezlerini açık tutmasına en ufak bir ta’rizde bile bulunmadı.

Ankara’nın, Obama’nın “ricâsı” ve “güvencesi”yle NATO Genel Sekreterliğini “onayladığı” Rasmussen’in Peygamberimize hakaretle dolu karikatürlerden dolayı “özür dileme” ve “bir Müslümanı Genel Sekreter Yardımcılığına getirme” vaadini yerine getirmemesine de hükûmet hiçbir tepki vermedi. Başbakan, Amerika’da “verilen sözlerin yerine getirilmesini bekliyoruz” demekle yetindi.

Özetle, AKP döneminde Ankara AB sürecine değil, ABD endeksli küresel ve bölgesel politikalarla ABD’nin “terör ve güvenlik konsepti”ne kapandı; yeni “sivil anayasa”yı, demokratik reformları, hak ve özgürlükleri kaale almadı…

AKP hükûmeti AB’yi bir tarafa bırakmış, ABD’nin ardına düşmüş; Türkiye’yi AB kapısında bekletip ABD’ye mecbur edilmesi taktiğini güden “AB içindeki Amerikancılar”ın “AB ve Türkiye karşıtları”nın insafına terk edilmiş.

Yıllarca Beyaz Saray’ın “yeminli tercümanlığı”nı yapmış birini “AB’den sorumlu bakan” olduğu AKP hükûmetinin AB ciddiyeti ve samimiyeti, “2009 AB Türkiye İlerleme(me) Raporu”yla belgelenen bâriz başarısızlıkla ortada…

31.12.2009

E-Posta: [email protected]



Ali OKTAY

Osmanlı ve Batı’da müzikle tedâvi...


A+ | A-

Osmanlı’da yaygın olarak müzikle tedavinin kullanıldığı bilinen bir tarihî gerçektir. Ancak biraz daha geriye giderek 9. yüzyıldan beri Türklerin bu tedavi yolunu kullandığını söylemek mümkün. Avrupa’da ruhsal hastalıkları olanlar olmadık eziyetlere maruz bırakılırken, Osmanlı’da darüşşifalarda bu hastalara çare aranıyordu. Buna dair çarpıcı bir misal verelim: 1802 yılında Ayasofya Camii’nde Binbaşı Abdullah Ağa isimli biri namaz kılar ve akabinde cemaatten birini kılıcı ile yaralar. Kaçarken bir çocuğu daha yaralar. Abdullah Ağa yakalanır ve tutuklanır. Muayene sonucu bu kişide bilinç bozukluğu olduğu anlaşılması üzerine Süleymaniye Darüşşifası’na (Akıl hastanesi) konur.

Yine ilk psikiyatri hastanesinin Kahire’de Türkler tarafından kurulduğunu tarihçiler yazar. 1154 yılında Nureddin Zengi tarafından kurulan Nureddin Hastanesi, Amasya Darüşşifası (Bimarhane), Kayseri Gevher Nesibe Tıp Medresesi, Divriği Ulu Camii Darüşşifası, Süleymaniye Tıp Medresesi ve Şifahanesi, Fatih Darüşşifası, Edirne II. Bayezid Darüşşifası, Enderun Hastanesi Osmanlı ve Türk tıp tarihinde tedavide müziğin kullanıldığı bazı şifahanelerdir. Birkaç yıl önceki Edirne seyahatimizde Edirne Şifahanesini de gezmiştik. Evliya Çelebi 1653 yılında Edirne’yi ziyaretinde Edirne Şifahanesinden bahseder. II Bayezid akıl hastaları için bir müzik heyeti kurulmasını istemiştir. Heyet haftada 3 gün hastanede konser vermiştir. Bu hastaların ipek yorganlarda yattıklarını, çok güzel yemekler yediklerini, ilâç ve müzikle tedavinin yanı sıra güzel kokularda kullanıldığını Evliya Çelebi anlatır. Anlaşılan bugünkü doktorlar ve hastanelerimizin daha yapacağı ve öğreneceği çok şey var. Aradaki fark o kadar belirgin ki...

Peki Batı’da durum nasıldı? Batı’da müzikle tedaviyi kliniğe sokmak isteyen ilk isimlerden biri nörolog Phillipe Pinel’dir. Amerika’da ise Dr. Willer Van Der Wall’u görmekteyiz. Dr Wall, hapishane ve hastanelerde müziğin yatıştırıcı etkileri olduğunu belirlemiştir. Özellikle 1950’lerden itibaren gerek Avrupa, gerekse ABD’de bu daha yaygın bir hal almıştır. Nitekim 1980’den sonra müzikterapi alanında oldukça ilerlemeler kaydedilmiştir. Müzikterapi, 1997 yılında Amerikan Müzikterapi Birliği’nin yaptığı tanımla: “İhtiyaç duyan bireylerin fiziksel, psikolojik, sosyal ve zihinsel ihtiyaçlarını karşılamada müziği ve müziksel aktiviteleri kullanan bir uzmanlık dalıdır.”

II. Dünya Savaşı sonrası yaralı askerlerin tedavisinde müzik kullanımı ile bu dalın farkına varılmıştır. Batılı tarihçilerden Kraft Ebing, Avrupa’nın müzikle tedaviyi Türklerden öğrendiğini yazar. Bu gerçeğin bir ifadesi olarak Batılıların kurduğu Farabî Enstitüsü bunun en güzel delillerinden biri olsa gerektir. Bugün ABD ve Avrupa’da pek çok üniversite de müziğin tedavide kullanımına dair ciddî araştırmalar ve deneyler yapılmaktadır. Bu yazıda, kitabından yararlandığım, kendisi de bir uzman psikiyatr ve müzik adamı olan ve yine bir dönem üniversite korosunda da birlikte bulunduğumuz Dr. Adnan Çoban’ın bu alanda yazdığı “Müzikterapi” isimli kitabını tavsiye etmek isterim.

Müzikte makamlar ve etkileri..

Fârâbi, tıp, astronomi ve fizik alanındaki bilgisinin yanı sıra müzik biliminde de söz sahibi idi. Farabi, müzikteki makamların insan ruhuna etkilerini ve daha çok hangi zaman dilimlerinde kendini hissettirdiğini şu şekilde açıklar:

Rast Makamı: İnsana neşe ve huzur verir. Güneş iki mızrak boyu yükselince etkilidir.

Rehavî Makamı: İnsana beka düşüncesi verir. İmsak vakitlerinde etkilidir.

Isfahan Makamı: Güven hissi verir. Gün batarken etkilidir.

Uşşak Makamı: Gülme duygusu uyandırır. Öğle vaktinde etkilidir.

Zirgüle Makamı: Uyku hali verir. Sabah ve öğle arası etkilidir.

Saba Makamı: Şecaat yani kuvvet ve cesaret hissi verir.

Hüseyni Makamı: Barış, sakinlik ve rahatlık hissi verir. Sabah vakti etkilidir.

Hicaz Makamı: Tevazu verir. İkindi vakti etkilidir.

Osmanlı’dan beri ezanın muhtelif makamlarda okunmasında, bu etkilerinin büyük hissesinin olduğu anlaşılmaktadır.

NURDAN DAMLALAR

“Fakat o kulak, küfürle tıkandığı zaman, o leziz, mânevî, yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri îras eden avazlar, mâtem sesine inkılâp eder. Kalbde, o ulvî hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.”

İşârâtü’l-İ’câz

31.12.2009

E-Posta: alioktay@alioktay. net



Ali Rıza AYDIN

Geçmişe “âh” etmemek!


A+ | A-

Uslanmak bilmeyen nefis hâlden hâle koyar bizi. Bir gün olsun doymaz gözü.

Üst perdeden bakılınca hayata, alçaltıyor, zelil ediyor canı. Çünkü, “ene” çıkmış perdeye, arkasında kör nefis!

Ezâ cefâ çekilir, sıkıntı da görülür; “beterin beteri”ni hemen hatırlamalı.

Şükretmeli, kocaman.

Darlık, zorluk yaşanır, olur ya! Midesine “taş bağlayan” sahâbî’yi anmalı; tasavvur etmeli onu.

Dünyadaki zorluklar, dünya gibi geçici. “Sabreden derviş, muradına erermiş” misâli, aşılmayan ne var ki?

Her şeyden önce, gönlü ferah tutmalı.

Yaşanan sıkıntıları çabucak unutmalı; ders’ine sahip çıkıp, kendini bırakmalı. Çünkü:

“Zevâl-i elem lezzettir.”

“Sırça saray”lar oluşmuş, gönlümüze taht kurmuş saadet dolu günler; yâr olmamış, geçip gitmiş elinden.

“Zevâl-i lezzet elemdir.”

Me’yûs olma, üzülme!

Bîkarar fânîlere bedel, bâkî şeylere meylet. Çünkü:

Âh’ın, vâh’ın faydası yok kimseye.

Madem burada imtihan için varız; başa gelen geldi de, geleceğe razıyız.

Dünden ibret alarak dünü, dünde bırakmak; daha önemli olan, yarınları kurtarmak!

Dün, gitmiş; bugün, olmuş; yarına da henüz var. Öyle olunca:

“En hakikî ömrünü bulunduğun gün bil!”

Gönlündeki güzel şeyi yaptın, yaptın; şu anda! Terk edecek ya o seni, ya sen onu, sonunda.

Hz. Ali (r.a.): ”Hayra niyet edince acele et ki, nefis seni yenip de niyetinden caydırmasın” diyor.

Onum yok, bunum yok; onu alamadım, şunu satamadım; buna kavuşamadım deyip durup, dövünme. Bu, nefsinin desisesi.

Rıza göster hâline. Bugüne bak.

“Âh” edilen şeylerin pek çoğu dünya için.

Değer mi?

Esas kaygı, esas tasa, günahımız olmalı. Yapamadığımızın “emel”ine değil, yapmadıklarımızın “elem”ine düşmeli.

Hz. Ebû Bekir (ra): “Şikâyetçi olup ağladığım nice günler oldu ki, zaman gelip ona ağlamışımdır” diyor. Saâdetli gününe “bal”, geçmişe “hanûb” diyor.

Kalbi hüşyâr “Sıddık”tan gönlü “âmâ” bizlere, “küpe” kabilinden bir ders!

Selmân-ı Farisî gibi:

“Ey nefis! Kalk, Rabbin’e kulluk et…” demek düşmez mi bize?

Giden gitmiş çare yok, kurtardığımız kârdır.

Ovuşturup gözleri, uyarmalı “öz”leri!

Zarar tene dokunmadan…

31.12.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Ekrem KILIÇ

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl