26 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Yasemin YAŞAR

Zindan-ı atalet yazıları (4)


A+ | A-

Atalet ve yanlış kader inancı

İnsan iki şekilde kader inancına sahiptir. Birisi, bir faaliyeti yapmadan önce, diğeri ise eylemi yaptıktan sonraki kader inancıdır. Bir işi yapmadan önceki yanlış kader inancı, o insanın çaba ve gayretini yok eden, hiçbir faaliyet ve aksiyonda bulunmayan bir halet oluşturacaktır ve bu, atalet hâlidir.

Genelde acz ve nefsin itimatsızlığından ortaya çıkan tefvîz (havalecilik) hastalığı, ümitsizlik kaynaklı olup, ümitsizlik de yanlış kader anlayışının bir neticesidir. Böyle kader inancı taşıyan insanlar her şeyin kaderde olduğunu düşünür, “Kaderimde varsa olur” düşüncesiyle kendini tembelliğe atar. İstikbal için kullanımı yanlış olan bu düşüncenin altında acizlik ve kendine olan güven kaybı vardır, neticesi de atalettir.

Doğru kader inancı, içinde sabır ve tevekkül bulunduran inançtır. Yani kişi elinden geleni yapar, neticeyi Cenâb-ı Hakk’a bırakır. Bu düşünce insanın psikolojik olarak ruh sağlığını da koruyucu bir inançtır.

Tevekkül, doğru bir kader inancının neticesinde ortaya çıkan yüksek bir haslettir. Üstelik yapılan işin neticesini düşünmek, insanın kaygılarını arttırır. Kaygının artması stresi, stres ise, düşünme kapasitesini zayıflatan bir durumdur. Dolayısıyla insanın kontrol edemeyeceği bir şeyi hedeflemesi hem sabır, hem de kader inancı noktasında kişiyi sıkıntılara sokacaktır.

İnsanın hasenâtlara, iyi neticelere, hayra kavuşmasının şartını Bediüzzaman, iman, duâ, rıza ve şuur olarak tesbit etmiştir. İşte rıza denen şey de bu olsa gerektir. Yani, neticeye razı olmak hâli. Bu düşünce insanı mutlu kılar. Çünkü neticeyi kontrol etmek bizim elimizde değildir. Bu aynı zamanda kulluğun edebine de yakışmaz. İşte bu yanlış kader inancı, mutezilevârî fikir akımlarını netice vermiştir. Kişi, tercihleri ile kendi fiillerini ve neticeyi de oluşturacağını düşünmektedir.

Bir başka anlayışta ise, razı olmadan kabullenme vardır. Eylemsiz, hareketsiz ve tembelce bir kader anlayışıdır ki, buna cebrî kadercilik de denir. Her ikisi de itikadî açıdan doğru değildir. Birisi, ‘Kul kendi fiilinin yaratıcısıdır’ diyerek, Yaratıcıyı dışlayan bir yaklaşımda bulunur, diğeri ise, ‘Kul, rüzgârın önündeki bir yaprak gibidir’ anlayışıyla, cüz’î iradeyi dışlar ve sorumluluktan kaçar. Olması gereken; aktif bir halde olup, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıp, neticeden korkmadanve neticeye karışmadan faaliyetini yapıp, kötü sonuç çıksa, sabır ve rıza ile kabullenmeyi başarmak anlamında olan ehl-i sünnetin kader anlayışıdır. Bunu başarabilmek elbette sağlam bir imanî alt yapı gerektirir. Bu yüzden Bediüzzaman, kader meselesini, imanın nihayet hududunu gösteren bir mesele olarak tesbit etmiştir. Böyle bir kemâlâta ulaşmanın ve doğru kader inancına sahip olmanın yolu, çektiği sıkıntılara isyan etmemek, rıza ile karşılamak, ahirette alacağı mükâfatı, rıza-i İlâhîyi ve peygamberlere bu noktada kardeş olacağını düşünmektir.

İnsan, şu Kur’ânî düsturu hayatına mihenk yapsa, bir çok noktada ifrat ve tefritten kurtulacaktır: “Ger istersen hayatı, çareleri bulunan şeyde acze yapışma / Ger istersen rahatı, çaresi bulunmayan şeyde ceza’a sarılma.” (Bediüzzaman, Lemaât) Yani, elinden gelen şeyler noktasında acze düşme, çalış. Senin elinde olmayan şeylerde de, ceza’a, yani sabırsızlıkla sızlanmaya sarılma, aksine neticeyi kabullen ve tevekkül et.

İnsandaki kader inancını bozmaya çalışan şeytan, tevekkül konusunda da insanı kandırmaya çalışır. Doğru tevekkül, kalbin Allah’a güven duyması demektir. Fakat bu güven duyması, onu çalışmadan, faaliyetten alıkoyan, tembelleştiren bir güven duygusu değil, tam tersi insanı aksiyoner bir hale getiren, gayrete ve hamiyete sevk eden tevekküldür. Şeytan, tembellik ve tenperverliğin adını bazen tevekkül olarak algılatıp, insanı tembelliğin kucağına atar. “Tevekkül ettim” zannıyla onu azıksız, hazırlıksız yola çıkarır. Bir gün, “Tevekkül ederek Mekke’ye azıksız gitmek istiyorum” diyen adamın birine Ahmed bin Hanbel: “Öyleyse kafileden ayrıl ve tek başına git” der. Adam, “Hayır, onlarla gideceğim” deyince, İmam Hanbel, “Öyleyse sen insanların çantalarına tevekkül etmişsin” der. Yani tevekkül etmek isteyen, sadece Cenâb-ı Hakk’a tevekkül etmesi gerekir. Tembelliğin, acziyetin ve miskinliğin adını tevekkül koymak, tembelliğe kılıf bulmak anlamındadır.

Kişiyi atalete atmak için şeytanın türlü türlü hileleri vardır. Bunlardan biri de, şöyledir: “Ben salih kimselerden değilim. Nasıl başkalarına nasihat ederim, hizmette bulunur, faaliyetlerin içinde yer alırım” diyerek, emr-i bi’l-maruf, nehy-i ani’l-münker vazifesini terk ettirir, himmeti zapteder. Aslında ataletine bir özür niteliğinde sunduğu bu düşünce, kişiyi farz vazifesinden uzaklaştıran şeytânî bir düşüncedir. Oysa bir kişiye nasihatta bulunmak, onu yanlışa gitmekten kurtarmak için bir çaba ve himmet sergilemek, kişi aynı günahı kendisi işlese bile, başkasını ondan men etmeye çalışması vaciptir. Fakat şu da bir gerçektir ki, kötülüklerden uzak ve başkasını uyardığı günahı işlemeyen birisinin sözündeki tesir daha kuvvetli olacaktır.

26.06.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Cami açılışındaki başbakan


A+ | A-

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olmasını istemeyenlerin ileri sürdükleri gerekçelerden biri de Türkiye’nin “İslâm ülkesi” olmasıdır. Bunu ifade ederek ülkemizin AB’ye üye olmasını istemeyen kişi ve kuruluşlar hem içeride, hem de dışarıda vardır.

Türkiye’de yaşayanların büyük ekseriyetinin Müslüman olması sebebiyle ülkemizi “İslâm ülkesi” olarak görmek, yorumlamak ve değerlendirmek elbette itiraz edilecek bir durum değildir. Bundan gocunmak da mümkün değil. İyi ki Müslüman bir ülkeyiz ve 1 milyara yakın ‘kardeşimiz’ var.

Müslüman bir ülkeyiz, ama Müslüman bir ülkede olmaması gereken ‘hastalıklarımız’ da var. Bu hastalıkların başında ‘yasakçılık’ ve mensup olduğumuz “fıtrat dini İslâm”ı yeterince tanımamak geliyor. Dinimizi ve barındırdığı güzellikleri yeterince tanımayanların başında da maalesef ‘idareciler’imiz var. İyileri müstesna, bazı idarecilerimiz İslâmın güzelliklerini bilmediği için maalesef ona ‘düşman’ nazarıyla bakıyorlar. Hele geçmiş yıllarda bazı idarecilerimizin ‘ezan’ okunmasını dahi yasaklamış olması ve ibadet mekânları olan camilerimizi kısmen satarak ve kısmen de başka maksatlarla kullandırmış olmasını hatırlayınca içimizin burkulması kaçınılmaz oluyor. Hatırlamak lâzım ki, bütün bunlar “Müslüman Türkiye”de olmuş...

Bunun yanında “Müslüman olmayan bir AB üyesi ülke”de bakın neler olmuş ve olmaya devam ediyor:

“Fransa Başbakanı François Fillon, başkent Paris’te bir caminin açılışını yaptı. Paris’in Argenteuil banliyösünde inşa edilen caminin açılış töreninde, Başbakan Fillon’un yanı sıra kaçak göçe karşı sert politikaları savunmasıyla tanınan İçişleri Bakanı Brice Hortefeux de hazır bulundu. Caminin açıldığı banliyöde 28 bin Müslümanın yaşadığı bildirildi. Fransa’da çoğu kuzey Afrika ülkelerinden olmak üzere 5 milyon civarında Müslüman yaşıyor.” (AA, 24 Haziran 2010)

Bakınız, Fransa ki; genel olarak “Avrupa’da İslâma en kapalı ülke” olarak bilinir ve tanınır. Nitekim, başta Avrupa olmak üzere dünyadaki “Hür ülkeler” arasında başörtüsüne kısmî olarak ‘yasak’ uygulayan bir ülkedir. ‘Yasak’çıların sevinmemesi için Fransa’daki ‘yasak’ uygulamasının ayrıntılarını bilmekte fayda var. Fransa’da sadece orta öğretimde ve sadece ‘devlet okulları’nda başörtüsüne yasak vardır. Yani, ilkokuldan başlayarak üniversiteye kadar hiçbir özel okulda başörtüsü yasağı yoktur. Ayrıca, ‘devlete ait üniversite’lerde de yine başörtüsü serbesttir. Bunu bilmekte fayda var, çünkü bazı ‘çokbilmiş’ler Fransa’daki uygulamadan yola çıkarak ve tabiî ki oradaki uygulamayı ters yüz ederek; “Bakın, Avrupa’da da başörtüsü yasak” diyebilirler. Oysa gerçek durum farklı...

İşte böyle bir ülkede, her zaman için ‘laikler’in de oyuna muhtaç olan bir başbakan; Müslümanların ibadet mahalli olan bir caminin açılışına katılıyor. Gizli kapaklı değil, sadece cami ziyareti değil, resmen açılışına katılıyor. Görebildiğimiz kadarıyla Fransa’nın ‘katı laiklik uygulaması’na rağmen bu açılışa katılmakla Fransa çökmüyor, hiçbir Fransız da bunu iddiâ etmiyor.

İşte, bizdeki ‘yasakçı anlayış’ın dünyada eşine ve benzerine rastlanmayacağını gösteren bir gelişme. Bediüzzaman’ın, yıllar önce “Avrupa bir İslâm devletine hamiledir, gün gelince onu doğuracaktır” meâlindeki müjdesinin tahakkuk ettiğini gösteren benzer haberlerin çoğalması duâsıyla...

26.06.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Yaş sınırı ya da yasağa devam


A+ | A-

Türkiye’nin gündemini terör olayları belirliyor. Bu gündem arasında Balyoz soruşturmasında mahkemenin aralarında Çetin Doğan, Engin Alan, Tümgeneral Varol ile emekli Orgeneral Şükrü Sarıışık’ın da olduğu 26 kişiyi tahliye etmesi, soruşturmada sadece iki albayın tutuklu kalması gündeme pek gelmedi. Bir diğer gündeme gelmeyen konu da Meclis’te görüşülen fakat milletin istediği şekilde yapılmayan değişikliğin yapılmaması oldu.

1 Temmuz’da kapanması gereken Meclis’in tatile girme tarihinin 16 Temmuz’a ertelenmesi akıllara, erken seçimi ve Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliğini görüşeceği 5 Temmuz’da Meclis’in açık tutulmasını akıllara getirdi.

Meclis tatile girmeden önce son yıllarda olduğu gibi “acil” olan bazı kanunları çıkarmak için yoğun çalışma kararı alındı. Bu kanunlardan birisi de Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilât Yasası. Bu yasa 1975’ten beri idarî yasası bulunmayan Diyanet ve çalışanlar için hayli önemli. Birçok bakan bu konuda hazırlıklar yapmış, fakat bir türlü kanun çıkarılamamıştı.

Tasarı komisyonlardan geçtikten sonra bugün yarın genel kurulda görüşülmesi bekleniyor. Tasarının bir çok maddesinde değişiklik isteyen sendikalar, tasarının bu haliyle yasalaşması durumunda eleştirilerin ve değişiklik taleplerinin sözkonusu olacağını dile getiriyorlar. Tasarıyla ilgili milletvekillerine mektup gönderen Din-Bir-Sen Genel Başkanı Şenocak, din görevlilerinin durumlarının iyileştirilmesi için tekliflerini gerekçeleriyle birlikte sıralarken, tasarı ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın özerk ve özgür bir yapıya kavuşturulmadığını savunuyor. Bunun olabilmesi için ise başkan ve yardımcılarının seçimle gelmesi gerektiğini düşünüyor.

* * *

Diğer bir konuya gelince…

Bu kanunun içerisinde olması istenen fakat olmayan bir konuyu yazmak istiyorum. Malûmunuz okullar tatile girdi. 15 milyon öğrenci tatilde. Bu öğrencilerin birçoğu hafta başından itibaren yaz Kur’ân kurslarına gitmeye başladı. Dinini, Kur’ân-ı Kerim’i, dinî bilgileri öğrenmek için bu kurslara akın etti. Ancak yine bu öğrencilerden kanuna göre yaşı tutmayanlar camilerin kapısından çevrildi. Diğer bir kısmı ise bazı din görevlilerinin müsamahası ya da ceza almayı göze alarak öğrencileri kabul etmesiyle kurslara yazılabildi.

Cami kapısından geri dönen öğrenciler 12 yaşını doldurmamış ve ilköğretim 5. sınıfı bitirmemiş öğrencilerden oluşuyor.

Diyanetten Sorumlu Devlet Bakanı Faruk Çelik, geçtiğimiz yıl okulların açıldığı günlerde yaptığı açıklamada Diyanet İşleri Başkanlığı Teşkilât Yasası ile yaz Kur’ân kurslarındaki yaş sınırlamasını kaldırmayı planladıklarını belirtmiş ve “Bu konudaki kısıtlamanın doğru olmadığı inancındayız” demişti. Ancak kanun Meclis’te görüşülmeyi beklerken, yaş sınırının yine kaldırılmayacağını görüyoruz. (Kanun görüşülürken önerge ile bu yasak kaldırılırsa binlerce insan mutlu olacaktır.) Yoksa, 28 Şubat ürünü 11 yıllık yasak bu sene de kalkmayacak, öğrenciler yine camilerin kapısından geri dönmek zorunda kalacak.

Oysa Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nun da ifadesiyle “anne-babaların en önemli görevlerinden birisi olan çocuklarına dinini öğretme görevi” için çocuklar camilere gönderilemeyecek. Böylece Bardakoğlu’nun bütün velilere çocuklarını erken yaşta Kur’ân öğretimine teşvik etmeleri tavsiyesi de havada kalmış olacak.

Diğer yandan toplumdaki yozlaşma, televizyon ve internetteki zararlı yayınlardan bir nebze olsun korumak için velilerin çocuklarını bu kurslara göndermek istedikleri yapılan araştırmalarda ortaya çıkıyor. Yaş sınırının başladığı 1999 yılı baz alınarak hazırlanan araştırmalarda, Kur’ân kurslarına ilginin üç kat arttığı görülüyor.

Yetişkinlerin katıldığı uzun süreli Kur’ân kurslarına 2000-2001 eğitim yılında katılan öğrenci sayısı 90 bin 353 iken 2009-2010 döneminde bu sayının 297 bin 247’ye çıkması bir ihtiyacın göstergesi. Yine, en az ilköğretim 5. sınıfı bitirmiş olan öğrencilere yönelik düzenlenen yaz Kur’ân kurslarına ilginin de son on yılda 2.5 kat arttığı görülüyor. İki ay süreli bu kursların sayısının son 10 yılda 3 bin 268’den 8 bin 696’ya çıkması da velilerin hassasiyetini göstermesi açısından önemli. Rakamların dilini okuyabilene bu rakamlar çok şey ifade edecektir.

Diyanet-Sen Genel Başkanı Mehmet Bayraktutar, önceki gün yaptığı açıklamada şunu söylemişti: “Çocukların yaz Kur’ân Kurslarına gitmeleri engellenmemeli, bilimsel verilere, pedagojiye uymayan bu saçma yasak bir an önce kaldırılmadır.” Böyle demişti demesine ama duyan olmadı ve (son anda bir değişiklik olmazsa) Kur’ân öğrenmeye yaş sınırı bu sene de kalkmadı. Burada Din-Bir-Sen’in yaş sınırının “hiç değilse” okullarda din kültürü ve ahlâk bilgisi derslerinin okutulduğu 4. sınıfa indirilmesi teklifini de hatırlatmak gerekiyor.

Oysa, bilindiği gibi yaş sınırı pedagojik kurallara da, insan hak ve hürriyetlerine de, BM Çocuk Hakları Sözleşmesine ve diğer uluslar arası sözleşmelerde yer alan din eğitimi hak ve özgürlüğüne aykırı. Kur’ân öğrenimine yaş sınırı bütün bunlara rağmen kaldırılmadıysa, çocuklar televizyonlara ve internetin zararlı yayınlarına bırakıldıysa bunu eleştirmek de herkesin en tabiî hakkı olur. Ve millet söz verip de yapmayanlara zamanı gelince cevabını verecektir.

26.06.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Teröre tedbir tartışmaları


A+ | A-

Millî Güvenlik Kurulu’nda da öne çıkan terörle mücadele tedbirlerinin başında, şüphesiz hudut birliklerinin profesyonelleşmesi ile uluslararası işbirliği ve istihbarat paylaşımının geliştirilmesi geliyor.

Keza sınırötesindeki terörün tasfiyesi için yalçın dağların arkasında düz tampon bölge oluşturulması yeniden ortaya atılan tedbirlerin arasında.

İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşı’nda komşu ülkeler arasında fitne ve kavgaya sebebiyet vermesi maksadıyla en sarp ve denetlenemez bölgelerden geçirdiği Türkiye-Irak sınırının kaydırılıp güvenli bir coğrafyanın oluşturulması, dıştan gelen terörün engellenmesi açısından elbette önemli.

Ne var ki ülkeler arasında uzun müzâkerelerle orta vâdeye kayacak ve tek başına çözüm olamayacak bu tedbirden önce âcil önlemlerin alınması gerekiyor. Bunların başında da şüphesiz terör örgütünün vur-kaç eylemlerine karşı tamamen terörle mücadele için yetiştirilmiş, donatılmış ve terör örgütünün taktiğine karşı eğitilmiş, hareketli özel harekâtın yeniden devreye sokulması zarûrî görülüyor.

Kaçakçılığa karşı zamanla kurulan karakolların terörist saldırılara hedef olmakla zâfiyet teşkil ettiği; buna mukabil nitelikli profesyonel personel ve uzmanlaşmış askerî birliklerle takviye edilecek oluşumun ancak terörle mücadelede başarılı olacağı, ifâde ediliyor…

ANKARA’NIN “YOL HARİTASI” VAR MI?

Bütün bunların yanısıra, özel harekât timleri ve uzman askerî birliklerle sınır güvenliği sağlansa bile, içte teröre destek olunduğu ve terörü türeten bataklık kurutulmadığı sürece, Türkiye’nin bu belâdan kurtulması mümkün görülmüyor.

Gerçek şu ki terörün hüküm sürdüğü ortamda demokratikleşme ve özgürlükler olmuyor. Bu bakımdan salt askerî güvenlik önlemleriyle kalınmaması, terörle mücadelede sözü edilen “açılım”ın içinin doldurulması, beklentilerin karşılanması; ekonomik, psikolojik, siyasî tedbirlerle bundan sonra izlenecek “yol haritası”nın belirlenmesi gerekiyor.

Aksi halde alt yapısı hazırlanmadan açıldığından tıkanan “açılım” gibi, iktidar partisinin tek başına yaptığı terörle mücadelede bir netice alınamaz…

Bunun içindir ki öncelikle ülke içinde terör tehdidinin bertaraf edilmesi için toplumsal geniş bir mutâbakat âciliyet kesbediyor. Temel hak ve özgürlükleri, hukukî yasal düzenlemeleri kapsayan ciddî bir demokratikleşme irâdesi büyük ehemmiyet kazanıyor.

Tesbit şu ki, son günlerde “derin devlet bağlantıları” deşifre edilen İmralı’daki teröristbaşı Öcalan, terörü siyasallaştırmak ve sözde bir “siyasî figür” olarak mahkûmiyetini “ev hapsi”ne çevirmek için terör örgütünü kullanıyor.

Bu amaçla her ne kadar “Çekiliyorum!” dese de kendini olayların merkezine koyuyor. “Resmen muhatap alınması” hesâbına her türlü taktiğe başvuruyor. Bir yandan “Bundan sonra karışmayacağım, devlet ve hükûmetle örgütü karşı karşıya bırakıyorum” diyor; diğer yandan, “terörün artacağı” tehditleri şamatasında “serbest bırakılması halinde PKK silâhlı güçlerini bir alanda toplayıp etkisiz hale getireceği” şantajını savuruyor…

Ne garip ki AKP hükûmeti, buna tepki verip sâdece şikâyetle kalıyor. Adalet Bakanlığı, uluslararası kurallara göre teröristbaşını enterne edemiyor.

Merhum Menderes’in Yassıada’da avukatlarıyla ve hatta âilesiyle görüşmesinde Ada Komutanı Egesel’i bulundurup mâsumane âilevî sohbetlerini dahi engelleyen, elli kelimeyi geçemeyen mektuplarını kontrol edip sansürleyen devlet, 30 bin insanın katlinden sorumlu teröristbaşının içeriden terör örgütünü ve terörü yönetmesini engelle(ye)miyor!

“BAŞKASININ SİLÂHIYLA, GÖZÜYLE, KULAĞIYLA…”

Bu arada önemli bir bölge ülkesi olduğunu iddia eden Türkiye’nin hâlâ güvenliği için teröre karşı yeterli istihbarat uydu ve uçaklarını devreye sokmadığı anlaşılmakta. Her ne kadar Genelkurmay’dan “ABD istihbarat paylaşımı konusunda bir sorun olmadığı” açıklansa da, karakol saldırılarıyla başlayan ve en son İskenderun’dan Şemdinli’ye askerî üslere ve birliklere kalabalık gruplar halinde saldırıya varan gruplar halindeki terör hareketlerinin Türkiye’ye bildirilmediği bâriz bir biçimde ortaya çıkmakta.

Başbakan Erdoğan’ın Şemdinli saldırısının ardından partisinin Meclis grubunda, “Başkasının silâhıyla, gözüyle, kulağıyla ve teçhizatıyla ne kadar terörle mücadele edileceğin sizin takdirinize bırakıyorum” cümlesi, bunun ikrarı…

Belli ki Başbakan da “üçlü mekânizma” çerçevesinde PKK’yı “düşman!” ilân eden ve bölgeyi uydularla tarayan “stratejik müttefik” ve “model ortak” ABD’nin yüzlerce teröristin Türkiye’ye sızmasına dair istihbarat bilgilerini yeterli düzeyde paylaştığına pek inanmıyor!

Ve bütün bunları bile bile, “one minute” krizine ve dokuz vatandaşın hunharca katledildiği Mavi Marmara saldırısına rağmen İsrail’le Heron casus uçağı ihâlesini iptal etmeyen Ankara, hâlâ “taşeron terör” hakkında eksik istihbarat veren Washington’la “istihbarat paylaşımı”na devam ediyor. Erdoğan, Obama’dan “destek” istiyor… Peki neden?

26.06.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Devlet reformu şart


A+ | A-

Meclis Başkanı Şahin’in, 9 şehit verdiğimiz Mezargediği saldırısı için Genelkurmay’dan tatminkâr bir açıklama talebinde bulunduktan sonra maruz kaldığı eleştirilere “Meclisin bir görevi de denetimdir” diyerek bir anlamda sözlerinin arkasında durduğu mesajı vermesi önemli, ama tek başına yetersiz.

Aynı tavrın Cumhurbaşkanı, Başbakan, iktidar ve muhalefet partileri tarafından da paylaşılması gerekir ki, netice alınabilsin. Ama gördüğümüz kadarıyla, böyle ortak bir tavır yok.

Sembolik olarak da olsa başkomutan sıfatını taşıyan Cumhurbaşkanı, alışılmış ve klasik kınama açıklamaları yaparak, Genelkurmay Başkanının katılmadığı terör zirvesi düzenlemenin ve muhalefet liderleriyle görüşmenin ötesine gidemezken, Başbakan da işin o boyutuna girmiyor.

O da bilinen söylemleri tekrarlayıp, komutanlarla birlikte, sınırdaki mevzilerde görevli askerlere moral ziyaretleri yapıyor. Ama en azından göründüğü kadarıyla, Genelkurmay’a “Bu saldırıda nasıl bu kadar şehit verdik?” diye sormuyor veya kapalı kapılar ardında sorduysa bile cevaplarından tatmin olup olmadığı bilinmiyor.

Özellikle seçmenin ülkeyi yönetmekle görevlendirip yetkili kıldığı hükümetin bu çeşit olaylarda verdiği görüntü tam bir ikilemi yansıtıyor.

Veya Meclis Başkanının sözleriyle, infial halindeki toplumun “gazı alınırken,” diğerlerinin tavrı “rol paylaşımı” gibi bir görüntü arz ediyor.

Prensip olarak, yolunda gitmeyen şeylerin siyasî sorumluluğu hükümetin üzerinde. Ama aynı hükümetin devlet içinde irade ve inisiyatifini hakim kılamadığı “dokunulmaz” alanlar var.

Hükümet üzerinde bir “devlet” olgusu mevcut ve Cumhurbaşkanı Gül bile “Hükümetler üstü meseleler MGK’da görüşülür” beyanıyla bu vâkıanın önemli boyutlarından birini açığa vurdu.

Aslında âdil, dengeli ve demokratik bir hukuk devleti için gerekli olan kuvvetler ayrılığı prensibinin, bizde yasama ve yürütme üzerinde bilhassa yargının öne çıktığı bir bürokratik vesayet düzenine dönüşmesi ve bunun ortaya çıkardığı parçalı devlet yapısı, her alanda sıkıntı getiriyor.

İnisiyatif ve çalışma alanı günlük rutin ve teknik işlerle sınırlanıp, “devlet siyaseti” ile ilgili alanlara müdahil olmasına fırsat verilmeyen bir hükümet sonuçta ülkeyi yönetemez hale getirilirken, anayasa ve ilgili yasaları değiştirerek bu duruma son verme yetkisine kâğıt üzerinde sahip olan Meclis de bu yönde irade gösteremiyor.

Yasama organının, Meclisteki çoğunluğu elinde bulunduran iktidar partisi üzerinden yürütme organına ve oradan da parti liderine bağımlı tarzda çalıştığına dair eleştiriler ayrı konu.

Bu duruma son vermek için, yürürlükteki sistemi A’dan Z’ye değiştirip, çağdaş demokratik prensipler çerçevesinde yenileyecek kapsamlı bir devlet reformuna ihtiyaç var. Bunun da öncelikli şartlarından biri, demokratik bir anayasa.

Böyle bir anayasada, devlet bir bütün olarak hukuk ve demokrasi kriterlerine göre yeniden dizayn edilmeli. Devlet içi derebeyliklere son verilmeli. Seçmen iradesinin belirleyici olduğu ve son sözü milletin söylediği bir sistem kurulmalı. Ancak bu sistem çoğunlukçu değil, çoğulcu bir anlayışa bina edilmeli. Çoğunluğun da, azınlığın da mağduriyetine meydan verilmemeli.

Yargı, seçilmişlerin görev yaptığı organları ideolojik önyargılarla denetleyip vesayet altında tutan bir kurum olmaktan çıkarılıp, hiçbir tesir altında kalmadan münhasıran adaleti tecellî ettirme hedefiyle çalışan bir yapıya kavuşturulmalı.

Ve devlet bir bütün olarak millete hizmet için var olmalı, tüm kurumlarıyla beraber ahenk içerisinde ve samimiyetle bu hedef için çalışmalı.

Kurumların birbiriyle çatışıp yekdiğerini suçladığı, seçilmişlerin engellenip haklı itiraz ve eleştirilerinin kaale alınmadığı, kritik kararların bürokratik mahfillerce seçilmişler dışlanarak veya “Davul birinde, tokmak diğerinde” mantığıyla alınıp uygulandığı parçalı yapı sona ermeli.

26.06.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.