04 Temmuz 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

Hastane kapısı


A+ | A-

Hastanenin iki kapısı var; biri giriş, diğeri ise çıkış. Çıkış kapısı genellikle morga yakın oluyor. Vefat edenlerin cenazesi sahiplerine oradan veriliyor. Bunu hastanenin içinde bulunan herkes gayet iyi biliyor.

Dünya da böyle... Yaşayanlar olarak bizler de bir giriş kapısından adımımızı attık. Şimdi yolun neresindeyiz bilmiyoruz, ama çıkış kapısına yaklaştığımız kesin. Yolun yarısı zaten geçmiş. Son düzlüğe giriliyor. Hayatı bir hizmet yarışı olarak görürsek yarışmacıların gerisinde kalmamak için bir adım atmamız gerekiyor. Son iki yüz metrede, belki de son yüz metrede…

Fazla vaktimiz kalmadı. Öleceğimizi bile bile, ölümü göre göre yaşıyoruz. Ve yaşarken de ölümü unutuyoruz. Gün boyu acıkan midemizin sesini duyuyoruz, ama acıkan ruhumuzun sesini duysak da, duymazlıktan gelip erteliyoruz.

İhtiyacı ve istekleri yerine getirilmeyen mideden hangi sesler yükseldiği malûm. Konuşuyor hiç durmadan. Ve takatsiz kalıyorsunuz. Mutlaka ihtiyacınızı gidermek zorunda hissediyorsunuz kendinizi ve gerekeni yapıyorsunuz sonunda.

Ruhun açlığını gideren merkezlere uğrayanlar az. Ruh ise, kendi yalnızlığını yaşamaya devam ediyor sürgündeki bir hayat gibi. Yazık oluyor ruhumuza, yazık oluyor o en güzel yanımıza.

İhtiyacını duy ruhunun. Arzusu ne, öğren onun.

Hani şu elektrikle çalışan motosikletler var; geldiğinden gittiğinden haberimiz olmuyor, ruh gibi. Her ne kadar ruhun motoru sessiz çalışsa da dışarıya vuran işaretlerden anlaşılıyor, ‘ah’, ‘oh’ seslerinden hissediliyor ki, ruh ebedî bir hayatın, ebedî bir ihtiyacın peşindedir.

Günahlar, hatalar, adım adım Allah’tan uzaklaştırıyor ruhu, olması gereken yerden çekip alıyor. Üşüyen vücudumuz için sıcaklık neyse, ruhumuz da kendini kucaklayacak, sarıp sarmalayacak bir şeyler arıyor. Rahman ve Rahim olan Rabbimizin o eşsiz şefkat ve merhametinin kucağında kendini bulmak, kendine dönmek istiyor.

Tarihte meşhurdur, on binlerin ric’atı var. Şimdi milyon ruhların ric’atı, dönüşü; milyar ruhların ric’atı söz konusu. Tabiî ayaklarındaki zincirleri çözüp, önlerindeki engelleri aşabilirlerse öz yurduna ulaşacaklar İnşâallah. Zorlu bir sınav bekliyor ruhumuzu. Hayra ve güzele dâvet edenler de az. Günaha çıkan yollar ise çok fazla. Bu yolların sonu, ruhu alev alev yakıyor, yandırıyor. Bir yol var sadece. Tek yol. Rahman’a götüren o yol, ruhun önünde duruyor. O yola giren kurtuluyor. Dileriz yollarda oyalanmadan hedefine varır, Rabbine ulaşır, hakikate yanaşır İnşâallah ruhlarımız.

Ruhlarımız ihmal ediliyor.“Yok mu sesimizi duyan? Yok mu bizi bir anlayan?” diyor. Kimi insanlar on tane yabancı dil biliyor ve bununla övünüyor haklı olarak. Ama ne bedenin, ne de ruhun dilini kimse bilmiyor. Garip değil mi? Çalış, çalış ki ruhunun da bir dili var, o dili bilesin, öğrenesin. Ruhun dilini bilenlerden olasın. Ruhun dilini bilenler, onun ne istediğini bilenlerdir. İhtiyacına koşturanlardır.

Hani kişiler tanıtılırken bilgi verilir ya, isim, kimlik, doğum, zanaat vs., en sonunda da yabancı dil, hangi dilleri bilir diye yazar ya, bir tanesinin olsun altında ‘ruhunun dilini bilen adam’ diye bir ifade yok. Ruhunun dilini bilen adam, bütün dilleri bilen adamdır oysa. Bin dil bilse de, ihtiyacını dile getiremedikten sonra o dil neye yarar ki? Asıl öğrenilmesi gereken dil, ruhumuzun dilidir.

Gittiğiniz yerin dilini bilmeseniz de orada, öyle ya da böyle ihtiyacınız karşılanıyor. Oysa ruhun dilini ve o dilin söylemek istediklerini dile getiremeyenler hem iç, hem de dış dünyalarında sürgündeler. Ruhlar yalnızlaşıyor. Ruhun şifreleri çözülemedikçe hayatın şifreleri de açılamıyor, okunamıyor. Birçok insan bu değerli hazineyi açamadan, anlayamadan göçüp gidiyor dünyadan. Gerçi bedenimiz ölüyor, ama ruhun dili ve derdi bilinmedikçe, bedenimizden önce ruhlarımız ölüyor. Parça parça oluyor, lime lime oluyor. Bölünmeyen ruhumuz bölünüyor, ölmeyen ruhumuz ölüyor. Ölmek dediğimiz, hayattan gitmek demek değil elbette. Hayattan kopmak, hayatı anlayamamak. Hayatı Rahman’ın bir armağanı olarak yaşayamamak. Ruhun ölümü bu değil de nedir?

Ruhumuzla konuşalım, dilini öğrenmeye çalışalım. Ruhumuz ihmale gelmiyor. Ruhumuz çığlık çığlığa, duyuyor muyuz?

İzninizle gidiyorum. Ruhumla konuşmaya... Bakalım, dilini, derdini anlayabilecek miyim? Ruhuma yabancılaştığımı hissediyorum her gün. Şükür ki, bu soğukluğu giderecek, ruhumun dilini çözecek çareler var elimde. Risâleler, ruhun dilini bilen eserler. Bediüzzaman, ruhumuzu anlayan bir insan, anlamakla kalmayıp bir de anlatan bir insan. Müsaadenizle ruhumla konuşmak ve onunla baş başa kalmak istiyorum.

Hep öyle oluyor. Ruhuma yabancılaştığımda, aramızdaki soğukluğu, küskünlüğü kaldırıyor bir risâle. Aynı yalnızlığı, aynı ihtiyacı duyan birilerini bulmak da zor olmuyor. Risâleleri her elime alışımda gurbetten yurda dönen bir insanın hâlini yaşıyor ruhum. Yuvaya dönen bir garibin hâlini. Coşuyor, ağlıyor, seviniyor. Garip haller oluyor. Bırakın sayfalar dolusu ifadeleri, bazen bir cümle bile ruhumu ateşlemeye yetiyor.

Merak ediyorsanız ruhumu dün akşam hangi sözlerin doyurduğunu, hemen paylaşayım sizinle. İşte o sözler:

“Allah, melce ve mencedir. Kâinattan küsmüş, dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence O’dur.” (Mesnevî-i Nuriye, Habbe, 111)

***

Bir furyadır gidiyor son zamanlarda: Kopyalama furyası. Ne yaparsanız yapın ruhunuzu kopyalayamazsınız. İşte ruh böyle özel, böyle güzeldir. Bırakın öyle kalsın bu güzellik. İşte bu güzelliği anlamamıza yardım edecek bir öykü.

“Hemşirelik yaptığım hastaneye birkaç gün önce bir kız çocuğu yatırılmıştı. Doktorların durumunu oldukça ümitsiz gördükleri hasta çocuğun sürekli elinde tuttuğu toprak dolu kap dikkatimi çekti. Çocuk kabı hiçbir yere bırakmıyor ve arada sırada içindeki toprağa yarım bardak su döküyordu.

Merak edip, bu toprak kapta ne olduğunu sordum.

Küçük kız, yattığı yerde halsiz gövdesini doğrultarak:

‘Bu benim bezelyem’ dedi. ‘Onu hastaneye yatacağım gün diktim. Kim başını daha önce kaldıracak diye, bezelyemle ben yarışıyoruz.’

Birkaç gün sonra küçük kız başarılı bir ameliyat geçirmiş ve bezelyeyle yaptığı yarışı kazanmıştı.”

***

Hastalığımız sebebiyle duâlarını ve taziyelerini ileten dostlarımıza teşekkür ediyoruz, bil mukabele duâlarımızı iletiyoruz.

04.07.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Safdil olmanın bedeli


A+ | A-

Siyasetle, bilhassa bugünün günü birlik siyasetiyle hiç ilgilenmediğimizi bizi tanıyan veya yazılarımızı takip eden dostlar biliyorlar. Fakat bazı olaylar ve meseleler var ki, siyasî olmakla beraber doğrudan veya dolaylı olarak taraf olduğumuz kudsî değerlerimizi ilgilendiriyor. Meselâ bilfiil siyasetle ilgilenen, siyasetin içinde olan bir kişi veya bir parti mensubu, dinî değerlerimizin lehinde veya aleyhinde konuşuyor, faaliyetlerde bulunuyor. İşte bu gibi durumlarda biz de Risâle-i Nur’un bize gösterdiği ölçü ve prensipler ışığında fikir ve düşüncelerimizi söylemek zorunda kalıyoruz. Ki bu meyanda söylediklerimiz, yazdıklarımız kesinlikle siyasî yazılar değildir.

Akıldan çıkarmamamız gereken bir durumdur ki, her zaman ve zeminde ifsat komiteleri üstlendikleri roller gereği, dîn-i mübine zarar vermek ve dindarların önünü kesmek için her çareye, her yola başvurmaktan geri durmazlar. Bu emellerine ulaşmak için bazan açıktan, çoğu zaman da gizliden, ehl-i dine akla gelmedik plân ve tuzaklar kurarak, gayelerine erişmeye çalışırlar.

Meselâ cumhuriyetin ilânıyla birlikte, bazıları, kendilerince ilerlemenin önünde engel gördükleri dini ve dinî değerleri tasfiye maksadıyla tek parti diktası altında milleti “laikleştirme” projeleriyle gayelerine ulaşmaya çalıştılar. Ama bu plân ve projeleri tutmadı, milletin dine yönelmesini önleyemedi.

Çok partili demokrasiye geçilip, tek partinin hegemonyasına son verilip, milletin üzerindeki tazyik ve baskılar kısmen de olsa kalkınca, milletin dine temayülünü, bununla ilgili arzu ve isteklerini göz önünde bulunduran Demokrat Parti iktidarı dinî hayatın rahatça yaşanması için önemli bazı icraatlarda bulundu. Bu şekilde milletin dine yönelişi hız kazandı.

Bu durumu hazmedemeyen ifsat komiteleri ise, bu defa daha münafıkâne, daha dessasâne plân ve tuzaklarla, bilhassa siyaset alanında “safdil” bazı insanlardan faydalanarak, dindarlığın içini boşaltmaya başladılar ve maalesef bunda muvaffak da oldular.

Bediüzzaman; yıllar önce “safdil hocalar”, “safdil dindarlar” ifadelerini kullanmıştı. Bu gibi ifadelerle Bediüzzaman, aldatılmaya müsait, saf, elinde bir ölçüsü olmayan, dikkat ve teyakkuzu elden bırakan insanlara dikkatleri çekmeye çalışıyordu. Bilhassa siyaset alanında bu gibi insanların ifsat komitelerinin tuzaklarına düşebileceklerini hissediyor ve onları bu noktada uyarıyor, ikaz ediyordu.

Bediüzzaman’ın bu uyarılarından birine kulak verelim isterseniz: “Otuz beş senedir ki siyaseti bırakmıştım ve Nurculara da ‘Bırakınız’ diyordum. Sebebi, siyaset ihlâsı kırar. Fakat şimdi hissettim ki, bazı münafıklar dindarları perde yapıp dini siyasete âlet; sonra da siyaseti dinsizliğe âlet etmeye çalıştıklarından, safdil dindarların hatırı için bir-iki defa siyasete baktım...” (Beyanat ve Tenvirler, s. 201)

Görüldüğü gibi, dini siyasete âlet edenlerin arkasında da siyaseti dinsizliğe âlet eden malûm zihniyet var. Meş’um plânlarını gerçekleştirmek için, önce bazı “dinde hassa, muhakeme-i akliyede noksan” insanların dini siyasete âlet edebilme zeminini hazırlıyor, sonra da onları bahane ederek siyaseti dinsizliklerine âlet etmeye devam ediyorlar.

Aynı konu ile alâkalı olarak Bediüzzaman’ın şu tesbitlerine de kulak verelim isterseniz: “Bu asırdaki ehl-i İslâmın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlicenabâne affetmesi ve bir tek haneseyi (iyiliği), binler seyyiâtı (günahı) işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibâdı (kul hakkını) mahveden adamdan görse, ona bir nevî taraftar çıkmasıdır. Bu sûretle, ekall-i kalîl (azın da azı) olan ehl-i dalâlet ve tuğyan, safdil taraftarla ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musîbet-i âmmenin devamına ve idamesine, belki teşdîdine kader-i İlâhiyeye fetva verirler; ‘Biz buna müstehakız’ derler.” (Kastamonu Lâhikası, s. 48)

“Safderunluğun” bu derecesinden Allah’a sığınmak gerek... Sözleriyle, icraatlarıyla dine ve dindarlara en büyük darbeyi vurmaya çalışan birilerini ille de dindar gösterip temize çıkarmanın da bir neticesi olarak, hâlen yaşamakta olduğumuz umumî musîbetlerin şiddetlenerek devam ettiğini görüyoruz maalesef.

04.07.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Şefkat kahramanları (23)


A+ | A-

Emine Tola (1898–1976)

Bu haftaki misafirimiz, Bediüzzaman Hazretlerinin Senirkent talebelerinden Ali İhsan Tola’nın değerli annesi Emine Tola.

Emine Hanım, Tola ailesini Risâle-i Nur’larla tanıştıran Abdullah Nail Tola’nın kızkardeşidir.

Emine Tola, Risâle-i Nur’ların matbaalarda resmen basılmasına vesile olan DP Milletvekili Tahsin Tola’nın ve geçtiğimiz hafta tanıttığımız Saadet Tola’nın halasıdır.

Onun hayatını temâşâ ederken, pek çok ibret dersi almak mümkün. Torunları Handan ve Nurdan Tola’nın anlattıklarından ortaya çıkan kişilik profilinden anlıyoruz ki, o medenî cesaretli, becerikli, samimî, güçlüklerle baş etmeyi bilen, ibadetlerinde tavizsiz, tâbiri caizse tuttuğunu koparan bir Osmanlı hanımıdır.

Bediüzzaman Hazretlerine verdiği söz gereği oğlu Ali İhsan, “annesinin yanında, ama Risâle-i Nur’un hizmetinde” olur hep… Bu yüzden Ali İhsan Tola bazen aylarca eve uğrayamaz. Evdeki bütün işler, erkeğin yapabilecekleri de dâhil hanımların omuzundadır.

İşte bu yüzden Emine Tola, aynı zamanda yeğeni olan gelini Saadet ile birlikte evin bütün işlerine omuz verir. Tarla, bağ, bahçe işlerini geliniyle takip eder. Yeter ki, Ali İhsan Tola Risâle-i Nur hizmetiyle daha çok ilgilenebilsin…

Dilerseniz, Emine Tola’yı daha yakından tanımak için zaman şeridinde biraz gerilere gidelim

1920’lerİn Senİrkent Beledİye BaşkanI: Abdullah Fehmİ Bey

Hacı Molla Abdullah Fehmi Bey, Konya Mekteb-i Âlisinden mezun, Senirkent’in eşrafından değerli bir zattır. İlk eşi vefat edip de çocuklarıyla baş başa kaldığında yeniden evlenmeye karar verir. Akrabalarından olan Emine Hanımla evlenir.

Emine Hanımın bu evlilikten dört evlâdı olur. Bunlardan bir tanesi de Ali İhsan Tola’dır.

İşin ibret alınması gereken yanı, Emine Hanım kendi çocuklarıyla, diğer çocukları maddî-manevî birbirinden hiç ayırmaz. Şefkatle muamele eder.

Abdullah Fehmi Bey uzun yıllar Senirkent Belediye Başkanlığı yapmıştır. Yeniliği seven, geniş ufuklu bir zattır. Türkiye’de Fransa ve İngiltere’ye ilk halı ihracatını “Turan halıları” ismiyle o gerçekleştirmiştir. O yıllarda Uluborlu’da yaşayan ve halı dokumada usta olan Rumları Senirkent’e dâvet etmiş, 300 halı tezgâhında Rum ustalar Senirkentlilere halı dokumanın inceliklerini öğretmiştir. Bu halılar çok ince, ipekten dokunmuş san'at eserleridir…

KIymetlİ mİsafİrler

Abdullah Fehmi Bey, Mekteb-i Ali, yani bugünkü tâbiriyle üniversite mezunu da olduğu için Ankara’daki mecliste samimî dost ve arkadaşları vardır. Dolayısıyla Cumhuriyetin kurulduğu o ilk yıllarda yapılması planlanan yeniliklerden önceden haberi olmaktadır.

Şapka inkılâbı yapıldığında eşinin “Bir de bunu giymeleri için halka ilânât vereceğim!” diyerek hüngür hüngür ağlayarak gözyaşları içinde evde şapka giydiğini, Emine Tola yıllar sonra torunlarına ibretle anlatır.

İnsanlara yardım etmeyi seven, özellikle talebelere elinden gelen bütün yardımı yapan Abdullah Fehmi Bey, tekke ve zaviyelerin kapatıldığı, Doğu’nun önde gelen simalarının sürgüne gönderildiği ya da asıldığı, faili meçhul cinayetlerin çokça yaşandığı o günlerde bir karar verir. Doğu’daki tekke ve medreselerde dinî hizmetleri organize eden 11 şeyhi “Ruhî durumu bozulan hasta bir yakınımı okumaları için getirdim” diyerek “muhafaza” maksadıyla Senirkent’e dâvet eder. Ailesi geniş olan bir şeyhi de dikkat çekmemesi için Uluborlu’da ağırlar. Altı ay boyunca misafirlerinin bütün ihtiyaçlarıyla ilgilenir.

O yıllarda altı yaşlarında henüz okula gitmeyen küçücük bir çocuk olan Ali İhsan Tola, her gün bir şeyhi sırayla misafirhanelerinden alır, Senirkent’in ileri gelenlerinden Dağıstanlı Şeyh Mustafa Efendi’ye götürür. Orada sohbetlerinin bitmesini bekler, dönüşte de misafir ile birlikte evine geri döner. Onların duâsını alır.

“Senİ 6 yaşIndan berİ talebelİğe kabul ettİm!”

Yıllar sonra Ali İhsan Tola, Bediüzzaman Hazretlerini ilk ziyaretinde (1953) Üstad Hazretleri “Ben seni 6 yaşından beri tanıyorum, talebeliğe kabul ettim” der. “Ben daha önce sizi ziyarete gelmedim. İlk defa geliyorum” cevabını alan Bediüzzaman, tekrar “Seni 6 yaşından beri tanıyorum, talebeliğe kabul ettim” der. Ali İhsan Tola tekrar itiraz eder. Bediüzzaman Hazretlerinin üçüncü tekrarında Zübeyir Ağabey sessizce “İtiraz etme, o seni görmüştür” diyerek Ali İhsan Tola’yı ikaz edince artık susar, cevap vermez.

Ali İhsan Tola, Bediüzzaman Hazretlerinin bu sözlerinin sırrını yıllar sonra çözer. Altı yaşında küçücük bir çocukken o mübarek zatlara yaptığı hizmetleri hatırlar…

Koca (evlİya) Emİne

Selçuklu ve Osmanlı tarihinde “Koca” sıfatı bilinen mânâlarından çok farklı olarak “evliya” anlamında da kullanılır. Emine Tola’yı yakından tanıyanlar ona “Koca Emine!” sıfatıyla hitap ederler.

Bilgilidir. Çeşitli otlardan, yağlardan halk ilâçları yapmakta çok mahirdir. Kırlara çıkıp zamanı gelen otları toplar; kimilerini kurutur, kimilerinin tohumlarını alır, kimilerini de zeytinyağı ile karıştırarak, cam şişeler içinde bütün yaz boyu güneşte bekletir. Böylelikle şifalı yağlar hazırlar.

Her evde bulunan kuru üzüm, soğan, tarhana, sirke, turşu, hamur gibi gıda maddeleri onun elinde ilâca dönüşür.

Evdeki özel dolaplarında muhafaza ettiği bu malzemeleri ihtiyaç anında hemen kullanarak, ağrıları, sızıları, yüksek ateşi, kırık çıkıkları, kesikleri tedavi eder, hastalardan duâ alır.

Doktor olduğu halde zaman zaman yeğeni Tahsin Tola bile ondan yardım ister. Ağzında sık sık çıkan yaralardan muzdarip olan ve kullandığı kortizonlu ilâçlardan bile fayda göremeyen Tahsin Tola “Hala yine yara çıktı!” diye geldiğinde Koca Emine Hala şap, karanfil ve daha bir kaç maddeyi havanda ezerek bir karışım yapar, yeğenine verir. Dr. Tahsin Tola, halasının yaptığı bu tür ilâçları sık sık kullanır ve her defasında da Allah’ın izniyle şifa bulur.

Emine Tola ibadetlerinde çok titizdir. Ateşler içinde kıvrandığı ağır hastalıklarında bile namazını ayakta kılar, kazaya bırakmaz. Üç aylar girdiğinde oruçlarını tam olarak tutar. Her yedi senede bir kurban keser, ahaliyi yemeğe çağırır.

Merttir. Asla kimsenin arkasından konuşmaz. Söylenmesi gereken bir şey varsa kişinin yüzüne söyler. Sözünün eridir. Dürüstlüğü ile tanınır. Genç yaşta vefat eden kocasının ardından çocuklarının hepsinin de tahsilini yaptırmıştır.

Misafirlerine ikram etmeyi çok sever. Her gelen misafirine evde ne varsa hazırlayıp sofra çıkartır. Özellikle üzüm bağlarıyla tanınan Senirkent’te taze asma yaprağının çıktığı günlerde onun konuklarında her sene özel olarak hazırladığı bir yemek vardır: Her gün koca bir tencere yaprak sarması hazırlar. Kimi zaman etli, kimi zaman mercimekli, kimi zaman zeytinyağlı hazırladığı bu sarmaları her gelene ikram eder. Akşam olduğunda tencere ertesi gün için boş vaziyette hazır beklemektedir. Soranlara “Annemden böyle gördüm!” der…

Bir gün bahçede teknede hamur yoğurmaktadır. “Emine Hanım, artık evin medresenin bir şubesi olacak!” diye kendisine seslenilir. Şaşırır, etrafına bakar, kimseyi göremez. Az sonra içeri giren eşi Abdullah Fehmi Bey “Emine, bundan sonra hanımların sohbetleri, hatim duaları, zikirleri bizim evde yapılacak!” haberi ile gelir… Emine Tola’nın evi uzun yıllar bu hizmet için de kullanılır.

“Valİdenİn, aİlenİn İznİ olmadan asla!”

Handan Tola anlatıyor:

Küçüktüm o zamanlar.

Babam sık sık Üstad Hazretlerinin yanına gider, uzun zaman gelmezdi. Bir gün bahçedeki çardağın ortasına battaniyesini serdi, üzerine yorganını, yatağını, yastığını yerleştirip, balya yaptı. Nereye gideceğini söylemedi. Babaannemin elini öptü. Annemi öptü. Veda etti, çıktı gitti evden.

Annem de babaannem de hıçkırarak ağlamaya başladılar arkasından. Dakikalarca ağladılar. En sonunda babaannem “Kalk Saadet, evden çıkalım da gözümüz gönlümüz açılsın!” dedi. Akrabalarımıza gittik. Onların tesellisi ile biraz rahatlayıp evimize döndük. Biraz sonra kapı çalındı. Bir hamal babamın eşyalarını getirmişti. Arkasından da hemen babam girdi. “Ben gittikten sonra siz ne yaptınız? Üstad Hazretleri bana ’Validenin ve eşinin izni olmadan asla seni yanıma almam!’ dedi.”

Böylelikle babam eve geldi, ama Üstadın yanında onun hizmeti ile hemhâl olma arzusu hiç bitmedi. Hep annesini razı etmeye çalıştı. Olmadı.

En sonunda “Eğer annemi de Üstadıma götürürsem, belki Üstad Hazretleri annemi ikna edebilir!” düşüncesiyle babaannemi Üstada götürmeye karar veriyor.

“AkrabalarIm gelecek!”

Üstad Hazretlerini ziyaret etme fikrini duyan babaannem “Ben de Üstadı ziyarete gideceğim!” diye çok seviniyor. Hemen yolculuk hazırlıklarına başlıyor. Üstad Hazretlerine hediye olarak şeker götürmeye karar veriyor. O zaman şeker karaborsada, çok da önemli bir hediye olduğundan 15 gün boyunca Senirkent ve çevresinde 2 kg şeker arattırıyor, bulamıyor.

Şeker bulamayınca bu sefer de gidecekleri günün öncesinde tandırda katmer pişiriyor. Yiyeceklerden oluşan bir çıkın hazırlıyor. Babam her ne kadar “Anne, Üstad Hazretleri hediye kabul etmiyor!” dese de duymazlıktan gelip “Benimkini kabul edecek” cevabını veriyor.

Ertesi sabah yanlarına akrabalarımızdan Nafiye ve Hesna Teyzeleri de alarak sabah erkenden eşeklerle yola çıkıyorlar. Önce Çam Dağı’nın yakınındaki köyde hayvanlarını bırakıp, dağa tırmanmaya başlıyorlar.

Babaannem astım hastasıydı. Düz yolda giderken bile tıkanırdı. Annem ve akrabalarımız bu sebeple onun bu yolculuğu nasıl gerçekleştireceğini çok merak ediyorlardı.

(O ise sonradan akrabalarına bu seyahat macerasını şöyle anlatır: “Çam Dağına çıkarken, sanki bir el ayaklarımın altından tutup kaldırıyordu. Yolda tıkanmadığım gibi bir daha da o hastalığı hiç görmedim.”)

Beri yanda, Üstad Hazretleri Çam Dağı’nda bir gün önceden “Yarın yağmur yağacak! Hazırlanın, Barla’ya gideceğiz!” demiştir. Sungur, Bayram, Ceylan Ağabeyler sabah namazından ve dersinden sonra toparlanmışlar, fakat Üstad Hazretleri gitmek için harekete geçmemiştir. “Misafirlerim gelecek!” demektedir. Sungur Ağabey kimin geleceğini sorduğunda “Akrabalarım gelecek!” demiştir. Misafirler gelir. Yaşlı hanımlar Üstadın cübbesini üzerinden dirseğini öperler. Babaannem hediye olarak hazırladığı yiyecek çıkınını uzatır.

Babam, annesinin hediye verme çabasından dolayı Üstad Hazretlerinden özür diler. Üstad Hazretleri “Valideye lâf yok! O benim de validem” der. Ardından talebelerine yiyecek çıkınını boşaltmalarını söyler.

Tabiî babaannem hediyesinin kabulünden çok sevinçlidir…

“Gİt ona teblİğ et! Menzİlİ yakIn…”

Bu küçük hanım kafilesi, yanlarında babamız olduğu halde Üstad Hazretleri ile görüşürler:

Nafiye Teyzemiz eşinin çok içki içtiğini anlatır ve duâ ister. Üstad Hazretleri cevap vermez. Nafiye Teyze bu sessizlik üzerine eşinin artık ibadetlerine, namazına da dil uzatmaya başladığını söyleyince Üstad Hazretleri babama “Git ona tebliğ et! Menzili yakındır” der.

Nafiye Teyze aldığı cevabı hayra yorarak çok sevinir.

“Aİleler hasta!”

Hesna Teyze de kızı ile damadının şiddetli geçimsizliğini anlatarak “Arada çocuklar da var!” diyerek şikâyet eder. Üstad Hazretleri “Aileler şimdi hep geçimsiz, hasta!” der. Teyze ikinci kez tekrarlar, yine “Aileler şimdi hep geçimsiz, hasta!” cevabını alır. Hesna Teyzenin üçüncü tekrarında Üstadımız “İnşallah iyi olacaklar!” der.

“İhsan’I bana ver!”

Sıra babaanneme gelir. Babaannem Üstad Hazretlerine hiçbir şey söylemez. Fakat Üstad Hazretleri ona “İhsan’ı bana ver, talebe olarak yetiştireyim!” der.

Babaannem “Ben ihtiyarım. 12 çocuktan yanımda bu kaldı, veremem” der.

Üstad dileğini tekrarlar. Babaannem yine “Veremem!” der, kabul etmez.

Üstad Hazretleri üçüncü kez dileğini söylediğinde babaannem “İhsan’ı veremem! İhsan başıma harç” der.

(Bu tâbir Handan Tola’nın ifadesiyle “Bana lâzım” anlamında, yöresel kullanılan bir deyimdir.)

Bu cevabı alan Bediüzzaman Hazretleri “O zaman İhsan senin yanında, benim hizmetimde olacak! Senden asla şikâyet istemiyorum” der. “Tamam! Yeter ki yanımda olsun. Şikâyet etmeyeceğim!” der babaannem. Oğlunun iman Kur’ân hizmetinde çalışmasına sözü yoktur, sadece yanında olmasını istemektedir.

Babam derdi ki: “Sanki o andan itibaren Üstad Hazretleri bana bir cihaz taktı. Nerede olursa olayım, Üstadımızın ilminden sanki yanında hizmet ediyormuş gibi istifade ettim.”

Üstad Hazretlerİnİn şeker hedİyesİ…

Babam, babaannem, Nafiye Teyzem bu olayı defalarca anlattılar bize.

Dönüşte Bediüzzaman Hazretleri “Bayram, validenin çıkınını getir, aç!” der. Ardından ağacın kovuğuna doğru dönerek, iki avucunu birleştirip uzatır. “Valideye hazine-i Rahman’dan şeker ikram edildi” diyerek avucundaki şekerleri çıkına boşaltır. Tekrar iki avucunu uzatıp aldığı şekerleri çıkına boşaltır. Elleriyle çıkını bağlar ve babaanneme teslim ederek “Yolunuz açık olsun!” der. Katran Ağacına kadar onları uğurlar. Bu arada yağmur başlamıştır.

Sungur Ağabey anlatIyor…

Giden küçük kafileyi Üstad Hazretleri yanında Sungur Ağabey olduğu halde izler. Daha sonradan Sungur Ağabey bu olayı şöyle anlatır: “Üstadımız şemsiyesini alıp Senirkent ahalisinin arkasından şemsiyenin altında çömelerek onları temaşa eder gibi bir vaziyette bulundu. Üstadımız buyurdu ki: ‘Ben bu yağmuru, onların ziyaretlerini tebrik ediyor gibi telâkki ediyordum. Sonra anladım ki, Dr. Tahsin Tola, Ankara’da çok çalışmış. Onun Ankara’daki hizmeti o kadar büyük ki; gökte melekler alkışlıyorlar! Bu yağmur onun hizmetini tebrik ediyor’ der.”1

Senirkent’te bu arada çok şiddetli yağmur yağmakta ve annem evde “Astımlı hâliyle perişan oldu!” diye üzülmektedir. Onların üstleri başları kupkuru olduğu halde eve döndüklerini görünce çok sevinmiştir. O şiddetli yağmur altında, bütün kafile eve kupkuru şekilde gelebilmişlerdir. Bu olaya hepsi şükrederler.

Babam Üstad Hazretlerinden aldığı vazifeyi yerine getirmek için Nafiye Teyzenin içkici beyi Abdullah Abiye giderek Üstad Hazretlerinin tebliğini iletir. Abdullah Abi “Bana kimse karışamaz!” diye mukabele eder ve hanımına olan tavrını hiç değiştirmez. Kırk gün sonra da vefat eder.

Nafiye Teyze bu olayı hep anlatır: “Üstad Hazretlerinin ‘Menzili yakın!’ sözünü ben hayra yormuştum. Demek ki öleceğini ima etmiş. Keşke hiç şikâyet etmeseydim!” derdi.

Hesna Teyzemin damadı ise aynen Üstad Hazretlerinin dediği gibi zaman içinde davranışlarını değiştirir, ailesine sahip çıkar, mutlu olurlar.

Babaannemin Üstad Hazretlerini ziyarete gittiğini öğrenen akrabalarımız babaanneme ziyarete gelirler. Babaannem derdi ki: “Her gelen misafire bir yan avuç şeker ikram ettim. Bir sene, Üstadımın şekeri tükenmedi!” O, hayatı boyunca kendisini ziyarete gelen akrabalarına bu olayı ibretle anlatırdı.

Babamsa Çam Dağı'ndaki o ziyaretten itibaren “Evinde, ama hep Üstad Hazretlerinin hizmetinde” çalıştı. Bazen babaannem Üstadımıza verdiği sözü unutur, şikâyet eder gibi olurdu. Babam hemen hatırlatırdı. O zaman babaannem şikâyetini hemen keser, susardı.

Babaannem babama sık sık “Oğlum sana Allah, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, kimsenin bilmediği hazinelerinden nasipler versin!” şeklinde duâ ederdi. Duasının kabul edildiğini düşünüyoruz…

Not: Feyza ve Fatih Tola’ya yardımları için teşekkürler...

Kaynakça:

1- Emirdağ Lâhikası’nda Tahsin Tola’nın hizmeti şu sözlerle yer alır: “Tahsin Tola’nın ehemmiyetli çalışmasıyla Sözler mecmuâsı resmen Ankara’da tâb’ edilmesiyle hem âsâyişe, hem Demokrata, hem bu vatan ve millete yüz sene mebusluk etmek kadar fâidesi oldu.” (Bediüzzaman Said Nursî, Risâle-i Nur Külliyatı, Emirdağ Lâhikası, s. 431)

04.07.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Büyük günah işleyenin nikâhı düşer mi?


A+ | A-

“E” Rumuzlu okuyucumuz: “Büyük günah işleyen birisi dinden çıkmış olur mu, evli ise nikâhı düşer mi? Nikâh tazeletmesi gerekir mi?”

Adına kebâir de denilen; adam öldürmek, kumar oynamak, içki içmek, anneye ve babaya âsi olmak, zinâ yapmak, iftirâ atmak, gıybet yapmak, yalan söylemek, yalan yere yemin etmek, yalancı şahitliği yapmak, hırsızlık yapmak... vs. gibi büyük günahlar hiç şüphesiz hem toplum hayatı açısından, hem de kişinin îman ve ibadet hayatı açısından çok vahim sonuçlar doğuran ve aynı zamanda seyyiât olarak da bilinen, kötülüğü herkesçe teslim edilmiş davranış şekilleridir.

Kimisi bazen bir aile faciasına, kimisi bazen bir toplumun topyekûn manevî buhran ve mahviyetine kadar götüren, ama her birisi muhakkak fertlerin ahlâkî dejenerasyonuna sebep olan büyük günahların en ortak ve en dehşetli özelliği; her birisinde küfre gidecek bir yolun bulunması, tevbe ve istiğfar edilmediği takdirde bir manevî yılan gibi kalbi ısırması ve kalbi siyahlandırmaya başlaması, hattâ siyahlandıra siyahlandıra tâ îmân nûrunu çıkarıncaya kadar kalbi katılaştırmasıdır. Kalp günah işleye işleye letâfetini kaybettiği ve katılaştığı takdirde, günah yazan meleklerin varlığı kendisini rahatsız eder, Cehennem’in inkârına doğru içinde şeytânî bir vesvese ve meyil oluşmaya başlar. Cehennemin olmadığına dâir içinde küçük bir şüphe belirse veya bir demagoji dinlese, buna büyük bir burhan ve delil gibi sarılmak ister ve Allah muhafaza küfre kadar kendisini sürükler gider.1

Fakat; büyük günah işlemiş olan birisi, Allah’ın haram dediklerini haram bildiği, öylece iman ettiği ve inkâra yeltenmediği takdirde mü’mindir; dinden çıkmaz; dinden çıkmadığı için nikâhı düşmez. Nikâhı düşmediği için nikâh tazeletmesine gerek yoktur. Çünkü nikâhı sahihtir.

Bu mes’ele geçmişte Mutezile mezhebi ile ehl-i Sünnet mezhepleri arasında çok münakaşa konusu olmuş; Mutezile mezhebi, büyük günah işleyen birisinin iman dairesinden çıkacağına hükmetmiş; ancak bu hüküm ehl-i Sünnet mezheplerince eleştirilmiş, itibar edilmemiş, yanlış ve isâbetsiz görülmüştür. Meselâ, İmam-ı Azam, Fıkh’ul-Ebsat adlı eserinde günah işleyenlerin kâfir olduğu iddiâsını reddetmiştir. Bedîüzzaman Hazretleri de, “Bir günah-ı kebîre ile îmandan çıkmadığı gibi; şems garbtan tulû etmediğinden tevbe kapısı açıktır”2 diyerek, Mutezile’nin hükmünün isâbetsiz olduğunu kaydetmiş ve günah-ı kebîre işleyenin nasıl mü’min kalacağını insanın yaratılış özelliklerine inerek îzah etmiştir.

Bediüzzaman (ra), insanda hissiyât gâlip olsa aklın muhakemesini dinlemeyeceğini, heves ve vehmin insanda hükmedeceğini; his, heves ve vehmin ise hâzır bir lezzeti Cennet’teki gâyet büyük bir mükâfâta tercih ettiğini; hazır bir sıkıntıdan, ilerideki Cehennem azabından ziyade çekindiğini; çünkü tevehhümün, his ve hevesin ileriyi görmediğini, nefis de yardım ettiği takdirde îmân mahalli olan kalp ve aklın susacağını ve mağlûp olacağını; bu durumda büyük günahları işlemenin “îmansızlıktan” gelmediğini; his ve hevesin galebesiyle, aklın ve kalbin mağlûbiyetinden ileri geldiğini beyan ve ispat etmiştir.3

Eskiden beri büyük günah işleyenlerin, ne olur ne olmaz diyerek nikâh tazeletme yoluna gitmeleri, Mutezilenin bu yanlış hükmünden, bir şuur altı tezahürü olarak kaldığı söylenebilir. Ancak yanlış bir tezahür ve isâbetsiz bir hassasiyet olduğunu hemen belirtmeliyiz. Çünkü nikâh, dinden çıkmak ile, küfre girmek ile, inkâr etmek ile düşer, âmennâ; ama inkâr etmedikçe günah işlemiş bir Müslüman dinden çıkmış olmaz ki nikâhı düşmüş olsun! Nikâhı düşmeyen birisinin ise nikâh tazeletmesine hiç gerek yok. Yani onun meselesi, Rabb’i ile kendisi arasındadır. Zâten bu kişinin içinde bulunduğu vicdan azabı ve kalbî muhasebesi de inkâr etmediğinin, mü’min olduğunun ve kendisini îman ve İslâmiyet ölçüleri içerisinde sorguladığının delilleri değil midir?

Bu durumda günahkâr bir Müslüman’ın nikâh tazeletmek yerine; tevbe ve istiğfara ehemmiyet vermesi, yaptıklarından gerçek mânâda pişman olması, kalben gerçekten nedâmet duyması, bir daha aslâ yapmayacağına dâir Cenâb-ı Hakk’a söz vermesi, günahı kul hakkını içeriyor ise helâlleşmesi ve bundan böyle kötülüklerden uzak durması; kendisinin Cenâb-ı Hak tarafından bağışlanması için önemli adımlardır.

Yoksa sadece yüzeysel ve soğuk bir tören görüntüsüyle nikâh tazeletme yoluna gitmesi, kendisini bu günahtan arındırmayacağı gibi; bütün nazarlarını nikâhın selâmetine tahsis ettiği ve Allah’ın af ve mağfiretini unuttuğu için, daha vahim ve daha dehşetli bir hatâ içine düşmüş olacağını da, aslâ akıldan uzak tutmamalıdır.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, S. 15.

2- Hutbe-i Şâmiye, S. 89.

3- Lem’alar, S. 80.

04.07.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Yaz-boz; olmadı baştan…


A+ | A-

Millî Eğitim sistemi tam mânâsıyla yaz boz tahtasına döndü. Daha iki-üç yıl önce uygulamaya konulan Seviye Belirleme Sınavının (SBS) altı ve yedinci sınıflarda kaldırılıp, sadece sekizinci sınıflarda uygulanacağı açıklanması bu durumun son örneği oldu.

Önceki yıllarda sadece ilköğretim 8. sınıfların katıldığı OKS, “öğrencilerin hayatını tek sınava bağladığı, fırsat eşitliğine aykırı olduğu” gerekçesiyle dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik tarafından kaldırılmıştı. Yeni sistemin, “dershanelere bağımlılığı azaltacağı” söylenmişti. Sistem geldiğinde bunun böyle olmadığını, bilâkis dershanelere daha fazla talebin olduğunu hep beraber gördük.

Bakan Çubukçu, “Üç yıl önce alınan karar da yanlış değildi. Çünkü kamuoyunda çocuklarımızın kaderi 180 dakikaya bağlanıyor eleştirisi vardı. Bunu ortadan kaldırmak için üçlü bir sınav sistemi getirilmişti” diye bir açıklama yaptı. Şimdi bu açıklamanın neresinden tutarsınız? Sistemin yanlışlığı tespit edilerek değiştirildiyse, üç yıl önce yürürlüğe konulan sistem yanlış değil, o zaman, neden kaldırıldı? Bir başka garip tarafı da ikisinin de aynı hükümet döneminde yapılması. Çık içinden çıkabilirsen…

* * *

SÖZ VERİP DE TUTULMAYAN ARTIYOR

Hükümetin söz verip de yapmadığı/yapamadığı konulara bir yenisi daha eklendi. Çözümü namus meselesi olarak görülen başörtüsü sorunu zaten kanayan bir yana olarak varlığını sürdürüyor. Son LYS sınavında peruklular bile sınavlara sokulmadı. Meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliğinde ise tam bir çözüm yerine, adaletsizliğin azaltılması yolu benimsendi…

Son olarak da Diyanet kanunu içinde yer alacağı söylenen ancak yer almayan Kur’ân kurslarına yaş sınırlaması bu sene de kaldırılmadı.

Kimse kızmasın, bunlar hakikatın tâ kendisi…

* * *

TASHİH HATASI…

Genelkurmay Başkanlığı’nın, geçen yıl belirlediği “Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye” sloganı tartışma konusu yapılmıştı. Kamuoyunda “Güçlü Türkiye mi, güçlü ordu mu önce gelir?” polemiği yaşanmış, resmî ağızdan tepki ise Turizm ve Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’dan gelmişti. Günay, “Takdim yanlış olmuş. Bütünün adı Türkiye’dir. Türkiye güçlü olursa ordu, millet, devlet, meclis, hükümet, her şey güçlü olur. Güçlü ordular, güçlü olmayan halkını, yöneticilerini, sistemlerini koruyamadı. Saddam’ın ordusu güçlüydü, ama Saddam’ı koruyamadı” demişti.

Eleştirilere cevap ise Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’dan gelmiş, “Güçlü ordunun güçlü Türkiye” demek olduğunu söylemişti.

Geçtiğimiz hafta Kara Kuvvetleri Komutanlığı kuruluş yıl dönümünde hazırladığı afişte “Güçlü Türkiye Güçlü Ordu” ifadelerini kullanmıştı. Bakan Günay slogan değişikliği ile ilgili sorulara “Teşekkürlerim var. Genelkurmayla bu kadar kolay anlaşmış olmamızdan ötürü bahtiyarım. Bakanlığımızla ilgili taleplerimizde de aynı ortak yaklaşımı bekliyorum” diyerek cevaplamıştı

Değişiklik haber yapılınca, afiş, Genelkurmay internet sitesinden kaldırıldı. Değişikliğin “teknik bir hata” olduğu belirtildi. Açıklamalarda ifadelerin yer değiştirmediğini, değişikliği Kara Kuvvetleri Komutanlığı için hazırlanan afiş için yapılan fotoğraf kolajları nedeniyle yapılan bir “hata” olarak açıkladı.

Bir teknik hata ya da tashih hatası… Bakanın teşekkürlerini de boşa çıkarmış oldu.

* * *

ÇÖZELME, ÇÖMELMEME…

İnsanlar siyasetteki polemikleri görünce hayretler içerisinde kalıyor. Artık her konu siyasette polemik malzemesi yapılabiliyor. İktidarla muhalefet birinin “ak” dediğine diğeri “kara” diyor. Hiçbir konuda uzlaşma, konsensüs sağlanamıyor. Günlerdir Başbakan’ın Gedikpaşa sınır karakolunda çömelerek poz vermesi polemik konusu yapılıyor, eleştiriliyor. Genelkurmay bunun askerî bir gereklilik olduğunu ve Başbakan ile Genelkurmay Başkanı’nı ayakta tutmanın doğru olmayacağını açıklamasına rağmen bu tartışma sürüp gidiyor.

Özellikle bu polemiği, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdoğlu’nun “Siperde çömelen başbakan istemiyoruz” sözleri daha da hararetlendirdi. Sonra Genelkurmay Başkanının eşliğinde Van üzerinden Hakkâri’ye gitti. Gitmeden önce “Çömeleceksem niye gideyim” demişti. O tepeye çıkmadı. Pervari’de saldırıya uğrayan taburu ziyaret etti ardından da sınır karakollarında incelemelerde bulundu.

Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın gittiği tepede ayakta poz verseydi ne olacaktı? Adeta inatlaşır gibi bir hareket olacağı için şehit olan 11 Mehmetçiklerin arkadaşları açısından, moralden çok moralsiz olacaktı.

Çömelerek ya da çömelmeden poz vermenin kime ne faydası olacak anlamak mümkün değil. Terörü kökünden kazıyacak mı? Çömelirse terör azacak, çömelmeyip aslanlar gibi(!) ayakta durunca terör bitecek mi? Bu görüntüyü gören terör örgütü, “aman çok korktuk biz bu işten vazgeçelim” mi diyecek?

Bunlar boş işler…

Millet artık “Yeter… Her konuyu polemik malzemesi yapmayın, bazı millî ve manevî konularda ortak hareket edin” diyor.

04.07.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Kur’ân öğrenme mevsimi


A+ | A-

Okulların yıl sonu tatiline girmesiyle birlikte öğrencilerde yeni bir heyecan başladı. Bilhassa ilköğretim okullarında okuyan öğrenciler, yaz tatilini Kur’ân öğrenerek değerlendirmek için cami ve Kur’ân kurslarını doldurdu.

Kur’ân öğrenimiyle ilgili olarak “28 Şubat süreci”yle birlikte uygulamaya konulan ‘yaş sınırı’ hâlâ devam ediyor olsa da, millet nezdinde reddedilmiş, itiraz edilmiş bir uygulamadır. “Unutanlar” için hatırlatmak gerekirse, 28 Şubat 1997 sürecinde alınan karar gereği, ilköğretim 5. sınıfı bitirmeyen çocuklarımızın Kur’ân öğrenmesi yasaktır! Böyle haksız ve insafsız karara hukuk çerçevesinde itiraz edilmez mi?

28 Şubat sürecinde alınan bu yanlış kararlar ülkemizde büyük ölçüde fiilen devre dışı kalmış olsa da, benzer sıkıntıların ‘yavru vatan’ KKTC’de yaşandığı anlaşılıyor. Gazetelere yansıyan haberlere bakılırsa, KKTC’de yaşananlar 28 Şubat sürecini bile aratır cinsten!

Haber özetle şöyle: “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) Millî Eğitim Bakanlığı ve Din İşleri Dairesi’nin birlikte koordine ettiği yaz Kur’ân kursları sendikaların baskınına uğradı. Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası Başkanı’nın ‘Yaz Kur’ân kurslarına asla izin vermeyeceğiz’ ifadeleri Ada halkının büyük tepkisine sebep olurken, aileler çocuklarını Kur’ân eğitimi için Türkiye’ye göndermeye hazırlanıyor. Sendikanın buna da karşı çıktığını belirten Demokratik Haklar ve İnanç Platformu sözcüsü, baskınlara KKTC (yöneticilerinin) sessiz kalmasını eleştirdi. Kıbrıs Türk Orta Eğitim Öğretmenler Sendikası (KTOEÖS) Başkanı, kursların siyasi bir amaca hizmet ettiğini iddia edip, şunları söylüyor: ‘Kur’ân kurslarına karşıyız. Bunu engellemek için sendika olarak elimizden geleni yapacağız. Yaz tatilinde çocuklar sadece tatil yapmalı.’” (Zaman, 3 Temmuz 2010)

Kur’ân öğrenmeyi engellemek için çırpınan bu ‘yasakçı’lar niçin şunu anlamak istemez: Zorla Kur’ân öğretilemeyeceği gibi, Kur’ân öğrenmek isteyenler de engellenemez. Bu çocukları birileri zorla mı Kur’ân öğrenmeye gönderiyor? Ailelerin Kur’ân öğrenmesini istedikleri çocuklarına kim ve hangi hakla engel olabilir? Bu yasakçılar şunu da unutmasınlar ki, onların ‘ağababaları’ bile bu milletin çocuklarının Kur’ân öğrenmesine engel olamamışlar ve bundan sonra da olamazlar.

Hem, Kur’ân öğrenmenin kime ve kimlere zararı olmuş ki? Kur’ân insanlara ‘insan’ olmayı öğretir. Kur’ân hayat kaynağımız ve onun öğrenilmesi de çocuk yaşlarda daha kolay olur. Kur’ân öğrenmeyi ‘siyasî’ bulmak kadar yanlış bir şey olamaz. Biz, 28 Şubat sürecinde yaşananlara itiraz ederken, KKTC’de o süreci de aratan uygulamaların olması gerçekten ibret verici.

Kur’ân’ı öğrenmeden hayatı öğrenmek mümkün mü? Kur’ân’ı bilmeyen, tanımayan nesillerden kime fayda gelmiş ki, KKTC’ye fayda gelsin?

Yıllar önce bir KKTC seyahatimiz esnasında (Yeşilyurt’ta) sokakta gördüğümüz okul öğrencilerini, ‘din dersi’ soruları sorarak bir anlamda ‘imtihan’ etmiş ve aldığımız cevaplar karşısında üzülmüştük. Demek ki KKTC’deki sıkıntının kaynağı geçmiş yıllara dayanıyor. İnşâallah KKTC yöneticileri kısa sürede bu yanlıştan döner ve Kur’ân öğrenmesini engellemekle övünen sendikalara gerekli tepkiyi gösterir.

“Kur’ân öğrenme mevsimi”nde böyle haberler duymak fayda vermez, vesselâm...

04.07.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Editörlük


A+ | A-

Bir gazeteyi, dergiyi veya kitabı yayına hazırlama sürecinde en önemli ve hayatî görevlerden birini editörler üstlenir.

Editörlüğü, tashihin daha ileri ve kapsamlı bir versiyonu olarak tanımlayabiliriz. Tashihte, yazılardaki harf ve kelime yanlışlarıyla cümle düşüklükleri ve imlâ hataları düzeltilirken, editör bunlardan öte yazının bütünü üzerinde çalışır.

Gazete örneği üzerinden devam edersek:

Haber veya yazının genel omurga ve çatısı; giriş, gelişme ve sonuç bölümleri arasındaki irtibat ve bütünlük; fikrî tutarlılık; yayın prensiplerine uygunluk; konuyu işleme tarzındaki isabet; kullanılan ifade ve üslûbun, verilmek istenen mesajı verip vermediği; seçilen kelimelerin yerinde kullanılıp kullanılmadığı... editörün dikkat etmesi gerekli hususlardan belli başlıları.

Muhabir haberini, yazar makalesini yazıp teslim ettikten sonra, editörün işi başlar. Önüne gelen metni dikkatle okuyup yukarıdaki kriterler çerçevesinde değerlendirir. Metin bunlara uygunsa, habere en uygun başlığı koyup resim ve özet çıkarmak gibi diğer teknik işlemlerini tamamladıktan sonra sayfadaki yerine yerleştirilmek üzere sayfa operatörlerine havale eder.

Buna mukabil, çalışılması gereken tarafları varsa, onlara odaklanır. Meselâ gereksiz ve fazla kısımları ayıklar, eksikleri tamamlar, hattâ bazan elindeki metni silbaştan tekrar kaleme alır.

Gazetenin hızlı akış süreci içinde “yeniden yazma” işini yapmak pratik olarak pek mümkün olmasa da, daha geniş zamanda hazırlanan dergiler bu anlamdaki “ince işçiliğe” daha uygun.

Nitekim biz de Köprü dergisiyle meşgul olurken bunu çok yaptık. Dergiye gelen birçok yazıyı, ana fikir ve mesajlarını koruyup daha da zenginleştirecek şekilde yeniden kaleme aldık.

Keza, Yeni Asya Araştırma Merkezi tarafından hazırlanan İlim ve Teknik Serisi başta olmak üzere Yeni Asya damgasıyla neşredilen birçok kitabın da bu süreçten geçtiğini belirtelim.

Yeniden yazma işi bilhassa şu açıdan önemli:

Zaman zaman bilgi ve fikir muhtevası yönüyle son derece dolu, ama “zaaf-ı telif” olarak da ifade edilen anlatım ve üslûp problemi sebebiyle okunma ve istifade edilme şansı düşük olan çalışmalar geliyor. Aynı muhtevanın akıcı ve anlaşılır bir üslûpla tekrar harmanlanıp yazılması ise çalışmayı canlandırıp kolay okunabilir kılıyor.

Böylece editörün bu gayretleriyle, yazarın emeği boşa gitmemiş ve değerini bulmuş oluyor.

Bu cihetiyle, çalışmayı tekrar kaleme alan editör aynı zamanda gizli yazar sıfatını kazanıyor.

Burada hemen belirtelim: İngilizcede “rewriting” olarak ifade edilen yeniden yazma işi de, insanı çok geliştiren birşey. Tecrübeyle sabit.

Editörü, harflerle başlayıp kelime, cümle, paragraf ve sayfalarla devam eden bir yolculukta, kuyumcu hassasiyeti ile çalışan bir sanatkâra da benzetebiliriz. Okurun fikir ve gönül dünyasında güzel ve olumlu yankılar bulan başarılı bir yayının arkasında, ona en az yazarı kadar, belki ondan da fazla emek veren editörün çabası var.

Ve editörlük, Risale-i Nur mesleğinin temelini oluşturan ihlâsa da en çok yakışan mesleklerden biri. Vitrinde görünmeyip geri planda kalıyor, Üstadın “kalbi öldüren zehirli bal” olarak nitelediği şöhret âfetinin tehlikelerinden uzak bir şekilde sessiz sedasız emek veriyor ve insanların istifade ettiği eserler ortaya koyuyorsunuz.

Nitekim yayıncılığın çok geliştiği Batıda en itibarlı mesleklerden biri editörlük. Ama bizde önemi ve değeri anlaşılamadığı için rağbet edilmiyor. Çap ve kabiliyetine bakmadan vitrinde görünme, ön plana çıkma, gösteriş hevesleri özendiriliyor. Editörlük ise emek ve gayret istiyor, ter dökmeyi ve meşakkat çekmeyi gerektiriyor.

Onun için, Nur hizmetinin yayın ünitelerinde görev alarak hayatlarını bunun için vakfetmek isteyen genç kabiliyetlere tavsiyemiz, editörlüğü ciddî şekilde gündemlerine alarak, bunun gerektirdiği altyapıyı kazanmaya yoğunlaşmaları.

04.07.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.