20 Ağustos 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Nejat EREN

İttihad-ı İslâmın önemi ve şartları


A+ | A-

Görünüş itibariyle; dünyanın büyük ölçüde fesada, anarşiye, teröre, haksızlığa, zulme ve gaddarlığa bulaştığı bir zamanda aslında kuvvetli bir çıkış yolu var. Başta Müslümanlar olmak üzere insanlığa yepyeni ufuklar açacak bu yol “İttihad-ı İslâm”dır.

Peki, “İttihad-ı İslâm” nedir? En başta bunun tarifi yapılması ve ardından da tatbikinin yapılması gerekir. Bu konuda Bediüzzaman’ın Kur’ân’dan çıkardığı, arzîlik yerine semâvîliği ve İlâhîliği ön gören “İttihad-ı İslâm” konusunun şartlarını çok iyi tahlil edip üzerinde düşünmek gerekir.

“Semavîlik ve İlâhîlik” ifadelerini özellikle kullanıyorum. Çünkü gerçekten tahkikî iman sahibi olması gereken Müslümanların da büyük ölçüde maddîlik, batıcılık, modernite, medenîlik… vb. adlar altında çok büyük yanlışlar anaforuna tutulduğunu görüyoruz.

İslâm kardeşliği ve ihlâs başta olmak üzere; muhabbet, sevgi, sadakat, istikamet, aşk, şevk ve metanetin gönül, kalp, ruh ve hislerde yerleşmesi çok çok elzem. Bunu gerçekleştirecek olan kudsî Ramazan ayı gibi bir muazzam ortamda bulunuyoruz. Bu, biz inananlara Allah’ın büyük lütfu. Böyle bir zamanda bile bir kısım değil bir çok Müslümanın ve cemaat ferdinin umulmayan ve beklenmedik bir tarzda aşırı derecede “dünyevî”, özellikle de “siyasî” konulara yoğunlaşması oldukça manidar. Manidar olması kadar da üzüntü ve esef verici bir durum.

Bu illetten kurtulmanın yolu, Müslümanların Kur’ânî hakikatlere yönelmesidir. Bunun için ilk ve tek çıkar yolun da işin “siyasî” boyuttan yani “dünyevîlik” düşüncesinden çıkarılmasıdır. Siyasî rant elde edeceklerin oyunlarına âlet olup, değirmenlerine su taşıdığımız müddetçe bu sıkıntıdan kurtulmamız—çok net söyleyelim—imkânsızdır! Çünkü “İttihad-ı İslâm” o büyük Üstadın programına alınmışsa—ki, alınmış—Nur Talebesine düşen bunu tahakkuk ettirmek için samimî gayret ve onun gösterdiği metod ve tarz ile hareket etmektir. Onun yollarını yapmaktır. Ona mani olacak arızaları gidermeye çalışmaktır. Hoş görülü, sabırlı ve geniş olmaktır. Başkasını değil ilk önce kendi nefsini suçlamak ve kusurları onda aramaktır. Küfrün ve dalâletin parçalanması için kesin şart budur. “İttihad-ı İslâm!”

İşte Aziz Üstadın dilinden “İttihad-ı İslâm”ın o şartları:

“İttihad-ı İslâm, şarktan garba, cenuptan şimale mümted bir meclis-i nurânîdir ki, el’an üç yüz milyondan fazla bulunur ki, gafletinden nâşi gayr-i meş’ur bir surete girmiş olan bir rabıta-i metîn ile birbiriyle merbutturlar. Misak-ı ezeliye ile, peyman ve yeminimiz olan iman ile o cemiyete dâhil olmuşuz. Ehl-i tevhidiz, ittihada memuruz. Şu cemiyetin şubeleri bütün mesacid ve medaris ve tekâyâ ve zevâyâdır. Ve şu cemiyetin reisi Resul-i Ekremdir (asm), kanun-i esasîsi Kur’ân-ı Azîmüşşan’dır.” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 514/5) Yani, İslâm birliği; doğudan batıya, kuzeyden güneye uzanan nuranî bir meclistir ki, şu anda iki milyara yakın müntesibi bulunan, fakat gafletten dolayı anlaşılmayan şuursuz bir şekil almasına rağmen birbiriyle çok sağlam bağlantıları olan bir hakikattir. Ruhlar âlemindeki iman ve söz vermekle bu birliğe dâhil olmuşuz. Bir Allah’a inanıyoruz. Onun için ittihada muhtacız. Bu birliğin şubeleri bütün mescidler, medreseler, tekkeler ve zaviyelerdir. Bu birliğin reisi Resûl-i Ekrem’dir (asm), anayasası Kur’ân-ı Azîmüşşan’dır.

“Bütün efrat mabeynindeki rabıta-i nuraniyeyi şuurî bir surette ihtizaza getirmekle, bütün o şubelere ifaza-i nur etmek zamanı gelmiştir.” (Age) Yani, bütün Müslümanlar arasındaki nuranî bağı şuurlu bir şekilde harekete getirmek, bütün şubeleri İslâm’ın nuruyla feyizlendirmek zamanı gelmiştir.

“İşte, kâbe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâm’ın Hacerü’l-Esved’i Kâbe-i Mükerreme’dir ve dürretü’l-beyzası Ravza-i Mutahhara’dır, Mekke-i Mükerremesi Ceziretü’l-Arap’tır, medine-i medeniyet-i münevveresi Devlet-i Osmaniyedir.” (Age) Yani, saadetimizin esası olan İslâm’ın nurlu ve aydınlık birliğinin “Hacerü’l-Esved”i Kâbe-i Mükerreme’dir ve parlak incisi Ravza-i Mutahhara’dır (Hz. Peygamber’in kabridir), Mekke-i Mükerremesi Arap yarımadasıdır, nurlu medeniyet şehri Osmanlı Devletidir (bugün itibariyle Osmanlı’nın devamı olan Türkiye’dir diyebiliriz!)

Bu manevî ve sembolik fizikî şartlar sıralandıktan sonra kalp ve gönüllerde, ruh ve zihinlerde nasıl bir yapı ve karakter olması gerektiği sıralanıyor:

“Eğer şu Kâbe’nin ziynet ve nakşını görmek isterken, işte bak: Hayâ ve hamiyetten neş’et eden civanmerdâne humret; hürmet ve rahmetten tevellüt eden masumâne tebessüm; cezalet ve melâhatten hâsıl olan ruhanî halâvet; aşk-ı şebabîden, şevk-i baharîden neş’et eden semavî neşe; hüzn-i gurubîden, ferah-ı seherîden vücuda gelen melekûtî lezzet; hüsn-i mücerretten, cemal-i mücellâdan tecelli eden mukaddes ziynet birbiriyle imtizaç edip ondan çıkan levn-i nuranî, o şark ve garbın kab-ı kavseyni olan kâbe-i saadetteki tâk-ı muallâsındaki, kavs-i kuzehindeki elvan-ı seb’anın lâcivert ve yeşil levninin timsâlini göreceksin. Lâkin, ittihat cehil ile olmaz. İttihat, imtizac-ı efkârdır; imtizac-ı efkâr marifetin şuâıyla olur.” (Age)

Yani, eğer şu Kâbe’nin (İslâm Birliğinin) süsünü ve nakşını görmek istersen, işte bak: Hayâ ve hamiyetten çıkan civanmerdâne utanma duygusu; hürmet ve rahmetten meydana gelen masumâne tebessüm; ahenk ve şirinlikten hâsıl olan ruhanî tatlılık; gençlik aşkı, bahar neşesinden çıkan semavî mutluluk; kaybolma ızdırabından, seher rahatlığından vücuda gelen mânevî lezzet; kendi güzelliği, harika parlaklığından tecelli eden mukaddes ziynet birbiriyle kaynaşıp ondan çıkan parlak renk, o doğu ve batının kab-ı kavseyni (Hz. Peygamber’in mi’rac menzilinin yayı olan) saadet mekânındaki yüksek kubbe, gökkuşağındaki yedi rengin lâcivert ve yeşil renginin timsâlini göreceksin. Fakat, ittihat cehil ile olmaz. İttihat, fikir birliği ile; fikir birliği de bilgi ve maharetin ışığıyla olur.

Evet, “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü tevekkül de saadet-i dareyni netice verir.” (Sözler) Bir Allah’a inanmak kalplerin de aynı şekilde birlikte hareket etmesini gerektirir. Gönüller saadet ırmağından sulanmazsa, kalpler İlâhî lezzetten kaynaklanmazsa, zihin, akıl, ruh, his İslâm’ın o engin ummanından gıdasını almazsa elbette beklentiler başka baharlara kalır. En büyük düşmanımız olan cehalet, zaruret ve ihtilâf karanlıklarına hiçbir şekilde düşmeyelim. İtihat, tesanüd ve muhabbetimizi genişletip geliştirelim.

Bu yazının en baştaki muhatabanın kendi nefsim olduğunu itiraf etmek isterim. Bu mübarek günler hürmetine belki bir nedamet, pişmanlık ve Cenâb-ı Hak’tan mağfiret dileme yoluna girme çabasıdır. Yukarıda bahsedilen bu büyük kaybı, ayıbı giderebilme ve İslâmın o nurlu yoluna girebilme çabası ve gayretidir. Ve bütün bunları samimâ dostlarımla ve Müslüman kardeşlerimle paylaşma düşüncesidir.

Genel olarak kısaca bir değerlendirme yapmak gerekirse, fikirlerini akla ve asra tasdik ettiren muazzez Üstad Bediüzzaman’ın en büyük hayallerinden olan “İttihad-ı İslâm” konusunu her şuurlu Müslümanın gündemine alması lâzımdır. Bunun için de ilk önce şartların hazırlanması gerekir.

İşte bence bizim en öncelikli ve vazgeçilmez konumuz, “imanî noktadaki” ve “İttihad-ı İslâm” noktasındaki “kudsî hizmetin” gerektirdiği konularda iç dünyamızdaki “evet-hayırları” sorgulayarak onları gündemimize alıp, onları bu yukarıdaki ulvî şartlar ve prensipler çerçevesinde tartışmaktır.

Yoksa “Kur’ân Anayasası”nın İlâhî nağmeleri yerine hangi taraftan olursa olsun “siyaset bezirgânlarının” mâlâyani oyun ve oltalarına âlet olup, onlara takılarak birbirimizi kıracak derecede bir “tarafgirliğe” girip veya dâvet edip, Müslümanlar ve cemaat fertleri arasında—Allah korusun—meydana gelebilecek gıybet, fitne, dedikodu, zan, iftira, gevezelik, kayırma, haksızlık tuzaklarına takılmak asla olmamalı ve olamaz.

Bir asırdan beri görülmeyen “cehennem sıcağını” andıran bu müthiş sıcakların mesajını anlamaya çalışmak bile bize “mânevî kirliliğimizden” kurtulmak için basit ipuçları verebilir.

Telefon konuşmalarının, mesajların, maillerin, sohbetlerin baş konusunun mâlayânî, dünyevî, siyasî kirliliklerden uzak, mübarek, hayırlı, semereli, Îlâhî ve semavî konularla süslenip gönül ve ruhlarda ferah ve inşirahlar açması dilek ve temennisiyle....

20.08.2010

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Saygı ve saygısızlık


A+ | A-

Saygı ve saygısızlık, hukuk ve hukuksuzluk insanlık âleminin muhtaç olduğu çok önemli derslerden birkaç tanesidir. Bunun derin noktaları “Hukukullah ve hukuk-u ibad”dır. Basiret, görgü kuralları ve vurdumduymazlık bu tesbitlerin ayrı küçük pencereleridir. Ramazan ayında büyük dünya ailesinde bu hakikatler daha bariz olarak görülmektedir. Bu gelişmeleri genel mânâda birkaç tesbitle açmak istiyorum.

Müsbet mânâda; ABD devlet başkanı ve Batı dünyasındaki Ramazan’a bakış ve saygı. İslâm Dünyası ile ilişkileri düzeltmeye çalışan ABD Başkanı Barack Obama'nın, Ramazan ayının başlaması dolayısıyla bir kutlama mesajı yayınlandı. Obama, mesajına, Arapça “Ramazanınız kutlu olsun” anlamına gelen “Ramazan kerîm” ile başladı. Obama, “Ülkemizin elli eyaletinde yaşayan Müslüman toplumlar da dahil olmak üzere Amerikan halkı adına, Amerika ve dünyanın her tarafındaki Müslümanlara en iyi dileklerimi sunuyorum. Ramazan ayının, İslâm inancına göre Kur’ân’ın, basit bir kelime ’Oku’ ile başlayan Hz. Muhammed’e (asm) nazil olduğu ay olduğu dolayısıyla, Ramazan Müslümanların imanla gelen ışık ve irfanı, insanların birbirlerine ve Allah’a karşı sorumluluklarını daha derin düşündükleri bir zamandır. Ramazanı bizim toplumumuz ve ailelerimizde gözlemleyen farklı dinlere mensup birçokları gibi ben de bu Ramazan’da ailelerin bir araya geldiği ve birlikte iftar ettikleri mutlu bir zaman olduğunu biliyorum” diye konuştu.

ABD devlet başkanı bu mesajıyla da kalmayarak makamındaki Beyaz Saray’da ABD’nin önde gelen İslâm konseyi üyelerine bir iftar yemeği verdi ve yemekte bu mesajla birlikte, İslâm ülkeleri ile yeni diyalogların başlayacağını, geçmişteki hatalardan dönüleceğini ve çıkış ve çözüm yolları üzerinde durulacağını belirtti.1 Bundan önceki dönemlerde de başta devlet başkanı Bill Clinton ve eşi H. Clinton aynı başkanlık sarayında hem iftar yemeği verdiler, hem de Kur’ân ve İslâmiyet hakkında müjde verici beyanlarda bulundular.2

Bu fevkalâde gelişme ve saygı 200 devlete ulaşan 7 milyarlık dünya ailesinde ardı ardına görülmektedir. Bunlar artık makalelere sığmıyor, kitaplar yazılmakta ve yazmaktayız. Türkiye’mizde de büyük şehirlerden başlayarak 900’ü aşkın ilçemize kadar iftar çadırları açılmaktadır. Fakir fukara ve gönül ehli insanlar için alkışa, duâya lâyıktır.

Menfi mânâda ise: Yıllar önce büyüklerimiz görgü şahitleri olarak anlatırlar. Çok var da bir tanesini yazmak istiyorum. Yer, mazideki AB’yi andıran Mevlânâ diyarı Konya, “Küllükbaşı mevkii” ve Sille kasabası. Rumlardan kalanlar var ve daha göç etmemişler, aynı mahallenin sakinleridirler. Bunlar çocuklarına derler ki: “Evlâdım bugün Ramazan’dır, Müslümanlar oruç tutarlar, sakın dışarıda yemek, çerez vs yemeyin, saygısızlık olur.” Bu saygı uzun yıllar devam etmiştir. 623 yıllık Osmanlı’da böyle idi.

Aynı Konya’da geçtiğimiz Cumartesi ve Pazar günlerinde o mevkiye yakın yerlerde Belediyenin trafiğe kapattığı, yayaya açtığı büyük caddenin sokaklarında lokantalar açık ve dışarıda yeniliyor. Ağızlarında sigaralarla caddede yürüyüş yapıyor bazı insanlar. Yakaladım, sordum bu gençlere: Necisiniz, nereden geldiniz? Bugün Ramazan, ne yapıyorsunuz? Sizin anne babanız Müslüman değil mi? vs. Cevaben dediler ki: “Biz askeriz, bugün çarşı iznindeyiz vs.” Halbuki askerî kıtalarda güzel yemekler var, oruç tutanlar ve namaz kılanlar var.

Bu manzaranın en büyük sorumluları dışarıda yemek yemeye ruhsat veren belediyeler, oruç tutanlara saygıyı unutan iş yerleri ve askerini ikaz etmeyen komutanlardır. Ayrıca 200 küsûr TV’nin bazı yorumcuları iftar ve sahur programlarında siyasî konuşmalar yapmaktadırlar. Çok ayıp, çünkü Ramazan bütün Müslümanların. Ayırt ettiğinde sen de saygısızlık programı yapmış oluyorsun. Şimdi bir Batı dünyasına baktım, bir de bizim sokaklara. Evet bazen “lisan-ı hâl, lisan-ı kalden çok tesirlidir ve ihlâslıdır.”

Dipnotlar:

1- 12 Ağustos 2010, Basın.

2- Müjde Peygamberi (asm), H.U.

20.08.2010

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

İşte hizmet, işte Gemlik


A+ | A-

Yetmiş beşli yıllarda, ahşap bir ev, tamire muhtaç duvarlar, dökülmüş sıvalar ve toprak tuğlalar. Tevfik Ağabey, iki tane Hasan Hüseyin Ağabeyler ve Erzurumlu Enver Ağabey. Israrla takip edilen dersler ve daimî olarak yerleştirilmek istenilen dershane-i Nuriye havası. Birkaç çalışan insan ve mütevazi bir mekânda ısrarla ve sabırla hizmet etmek istenilen bir mekân… Evet elbette gönül samimî olarak bu nurlu yola baş koyar ve kalbi olarak isterse aklın hizmette gerçekleştiremeyeceği iş yoktur.

Marmara Denizinin güneydoğu köşesinde yerini alan şirin bir ilçe Gemlik… Dünya adına çok az şeyi düşünenlerin ahiret hesabına tuttukları ve düzenledikleri mütevazi dershane-i Nuriyeleri. Gösterilen sabır, sebat, sadakat ve azim neticesinde meyve vermeye başlamış ve Gemlik civarının bile hizmet merkezi olmuştur. Türkiye’de belli başlı bir iki yerde hizmet merkezi olarak vakıf binaları varken, Gemlik Hizmet Vakfı binasıyla hizmet vermeye başlamıştır. Tohumlardan ağaçlar olur da, meyveden daha güzel meyveler olur. Bu ilk hizmet merkezi Gemlik Öğrenci Vakfı binasında en çetrefilli zamanlarda bile hizmetini yaptıktan sonra meyve vermeye devam etmiştir. Elbette ki bu meyvelerin altında ihlâs, sadakat, uhuvvet ve dikkat vardı. Her halükârda hizmetin Türkiye genelinde ve Gemlik’te menfaatleri ve neticeleri göz önüne alınmıştır. Bu sayededir ki Gemlik’in hizmette yılmaz kahramanları yakalanmıştır. Gemlik dahilinde her türlü engeli göğüsleyerek buradaki hizmeti bu günlere getirmeye gayret eden ve bunda da Allah’ın izniyle muvaffak olan herkesten, her omuz vuran, destek olan ve sahip çıkan hizmet hademelerinden Allah (cc) ebediyen razı olsun…

Genel itibariyle eski Gemlik, eski Rum mahallelerinin klâsik dar sokaklı taş binalarından oluşurken, zaman içinde çok katlı ve denizden uzak mahallelerde olmak üzere dışarıya doğru hızlı bir yapılaşma ve gelişme göstermiştir. Bu gelişmenin birinci sebebi ise Gemlik’in dışarıdan aldığı göçler olmuştur. Bu hızlı nüfus artışıyla birlikte İslâmî ve imanî hizmetlerde de hem artış olmuş, hem de büyük oranda ihtiyaç ortaya çıkmıştır.

Özellikle gençlerin manevî konulardaki ihtiyaçları göz önüne alındığında, kendisine refik diğer İslâmî cemaatler gibi Nur Cemaati de onlara hitap eden hizmetlerini oldukça geliştirmişlerdir. Gençlere hitap eden Yeni Asya Gazetesi Gemlik Bürosu ve gençlere kitap okuma ve değiştirme konusunda hizmet veren gençlik salonu da, vakıf hizmet binası gibi hizmet vermeye devam etmektedir. Geçtiğimiz günlerde Gemlik’ten aldığımız bir dâvet bizleri hem sevindirdi, hem de fevkalâde memnun etti. Gemlik II. Hizmet binasının temel atma merasimi ve duası için dâvet almıştık. Bu faaliyet bizlerin Gemlik hakkında daha başka şeyler anlatmamıza gerek bırakmıyor her halde.

Gemlik’te Allah için, şu ahir zaman fitnesi ve belâsının sarıp sarmaladığı gençliğimizin, insanımızın kurtuluşu ve saadeti için çalışan bütün Müslümanları tebrik ediyor, özellikle büyük adımlarla ve emin olarak hizmet yolunda ilerleyen, Risâle-i Nur okumalarına sahip çıkan Gemlik Nur Talebelerini tebrik ediyor, tebcil ediyor ve Cenâb-ı Rabbül Âleminden emeği geçen herkes için, muvaffakiyetler ve muzafferiyetler niyaz ediyorum.

20.08.2010

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Yeni Asya imtihanda


A+ | A-

Geçen haftaki “Yeni Asya âlet olmaz” başlıklı yazımıza bir hayli tepkiler geldi. Avustralya’dan, Almanya’dan, Avusturya’dan ve Türkiye’nin dört tarafından.. Hem de yüzde doksanı olumlu, üstelik tebriklerle. Tebrikler elbette ki, şahsıma değil, Yeni Asya’ya aittir. Zira âlet olmamakta direnen odur. Benim gibi yazarlarının ve de okurlarının şahsî ferasetine kalsaydı, onu çoktan ve bir çok zamanda, bir çok siyasî ve dünyevî meseleye âlet etmiştik. Tenkidler ise şahsıma aittir. Zira maksadını aşan ifadeler kullanarak, gazetemin asıl meramına ve muradına gölge düşürmüşüm ki, o ifadeleri kırk yıllık bir avukat okurumuz, tesbit ederek bana iade etmiş..

Olumlu ve olumsuz tepkileri şimdi burada deşifre edemem, zira Yeni Asya imtihanda. Müdakkik nazarların önünde ve sahnede.. İki kelimeyi kat’iyyen telâffuz etmeden, emme basma tulumba gibi başını sallamadan sorulara cevap vermek zorunda. Sorgulayan da misyonumuz olsun.. İşte bir kaç soru:

Misyon soruyor: Halk oylamasına sunulan bu paket, darbe anayasasında bir gedik açıyor mu?

Yeni Asya: Gedik açıyormuş. (Dikkat lâzım: ne “evet” dedi, ne”hayır.”)

Misyon: Pekâla gedik açıyorsa, bu gedik mukaddes mi?

Yeni Asya: Pek de söylenemez.

Misyon: O kahpe rüzgâr nereden eserse essin artık bir halt edemeyecek mi?

Yeni Asya: Eğer o gediğin oylaması, Yeni Asya cephesinde de bir “gedik” açmazsa, hatta senaristler tarafından öyle bir art niyet güdülmüyorsa, ya da güdülüyorsa bile, Yeni Asya kendini güttürmezse, dik ve sağlam duruşuna devam ederse; o zaman o kahpe rüzgâr nereden eserse essin, bir halt edemez.

Görüyorsunuz ya, aziz okurlar, Yeni Asya’nın işi bayağı zor. Yeni Asya’nın misyonu bu ve benzeri soruları, 12 Eylül gününe kadar, “evet”i ve “hayır”ı (tavsiye mânasında) telâffuz ettirmeden ve emme basma tulumba gibi başını sallandırtmadan sormaya devam edecek.. Üstelik tribünlerden ona seslenip, ona “evet”i ve “hayır”ı dedirtmeye çalışan art niyetliler var. Buna rağmen şu ana kadar bu imtihanı yüzünün akıyla getirdi.

***

Yeni Asya’yı iyi okumak lâzım. Bundaki muradımız, onu satır satır okumanın ötesinde, onun bugün sergilediği tavrı ve duruşu iyi okuyabilmektir. Zira bu iyi okunmazsa, bu duruş ve tavrından dolayı kendi okurunun serzenişine bile maruz kalabilir ki, bu da haksızlık olur.

Yeni Asya bugün, sükût ve sükûnetiyle ders veriyor. Bütün medyanın kapıldığı genel havaya kendini kaptırmıyor. Riya, nifak ve fitne kokan politik manşetlere itibar etmiyor. Sıradışı manşetleriyle ezber bozmaya devam ediyor. Kısa bir süre sonra “fıss” diye sönecek heyecanları pompalamıyor. Akıl tutulmasına yol açacak söylemlerden sakınıyor. Basın dünyasındaki husuf ve küsufa (siyasî ve fikrî ay ve güneş tutulmasına) seyirci kalmıyor, açılmaları için fiilen dua ve niyazda bulunuyor. Halkının nazarını, “kuşa bak” diyerek bir tarafa çevirtip sonra da yüzüne amansız tokadı indirecek senaryolar karşısında, okurlarının nazarını “kuş”tan (yani yontula yontula kuşa çevrilen nesnelerden) çevirip hakikî maksada tevcih ettiriyor.

***

Üstâd Hazretlerinden cây-ı dikkat bir hâdise: “Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir (kâfirlik) derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münâfığı hürmetkârane methetti. İşte siyâsetin bu fenâ neticelerinden ürktüm, ‘şeytandan ve siyâsetten Allah’a sığınırım’ dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasîyeden çekildim.” Üstâd’ın burada kastettiği mutlak siyaset değildir. Öyle olsaydı, “Üçüncü Saîd” döneminde yeniden siyasete bakıp, müsbet siyaseti önümüze koymazdı.

Gündemdeki siyaset de Allah’a sığınılacak ve kaçınılacak bir siyasete dönüşmüştür ki, gözlerimle şahit oldum ve kulaklarımla işittim; bir mü’min diğer bir mü’min kardeşine, “eğer sen tercihini ‘....’ dan yana koyarsan benim kardeşim olamazsın”.

Gel de böyle bir siyâsetten Allah’a sığınma!..

20.08.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

ABD ordusu neden Türkiye yolunu kullanmıyor?


A+ | A-

Amerikan ordusunun muharip birlikleri verilen takvimden iki hafta önce Irak’tan ayrılıyor. Siz bu satırları okurken muhtemelen çok küçük bir kısmı hariç, tamamı Kuveyt sınırını geçmiş olacaklar. Geriye kalan 50 bin asker ise muharebe amacıyla kullanılmayacak birliklerden oluşuyor.

Amerikalıların resmî rakamlara göre 4 bin 200 askeri ölürken, 30 bin askeri de yaralandı bu uzun savaş boyunca. Buna karşın vefat eden Iraklı sayısı 1,5 milyona yaklaştı.

Bu çekilişle ilgili olarak kafamıza takılan birkaç soruyu sizinle paylaşmak istedik.

Birincisi; ünlü tezkere krizinin yıllar sonra ortaya çıkan bir sonucu; ABD bu kez Türkiye yolunu kullanmayıp, Kuveyt tarafından çekiliyor. Acaba Amerikalıların Türkiye’den böyle bir talebi olmadı mı, yoksa oldu da kabul mü görmedi? Talep yapılmamışsa, bunda teknik sebepler mi –meselâ ayrılan birliklerin Afganistan’a sevk edilecek olması dolayısıyla, Kuveyt yolunun daha uygun olması vs. gibi- yoksa, iki ülke arasındaki bir soğukluk nedeniyle mi yapılmadı?

İkincisi; dün gazetelerde yer alan Irak Dışişleri Bakanı Zebari’nin ABD ve Türkiye dahil Irak’ın komşularını, Irak’a müdahale etmekle ve hükümetin kuruluşunu geciktirmekle suçlayan konuşmaları da dikkate alındığında, gücü azalmış bir ABD ordusu, işgalin üçüncü hedefi olan Irak’ta istikrarın sağlanması hedefine ulaşamadan gidiyor. Gerçekten Irak’ta hükümetin kurulamamasında, ABD’nin Baasçıları yok etmek adına Sünnilere karşı Şiilerle yaptığı işbirliğinden dönüp, Sünnileri Şiilere karşı güçlendirme çabalarının etkisi var mı? Bu Sünnî-Şiî dengesinin sağlanması –ya da sağlanmaması- konusunda komşu ülkeler olan Türkiye ve İran’ın rolü nedir? Bu konuda bölgeye ilişkin bir çok isabetli yorumun sahibi George Friedman’ın ilginç bir yorumu var: “İran, daha önce bir milyon vatandaşını kaybettiği İran-Irak savaşının benzerini yaşamamak için, Irak’ta hükümet kurulmaması ve istikrarın sağlanmaması için elinden geleni yapıyor”.

7 Marttan bu yana hükümetin ABD’nin ve Türkiye’nin bütün çabalarına rağmen kurulamamış olması, İran’ın bu çabalarında şimdilik başarılı olduğunu gösteriyor. Acaba Türkiye zayıflayan ABD gücü döneminde Irak’ta hükümetin kurulması ve istikrarın sağlanması, bu arada Kuzey Irak’taki çıkarlarımızın korunması konusunda neler yapabilecek?

Üçüncü ve son aklımıza takılan soru ise; Obama ABD kamuoyunu Irak’taki operasyonun başarıyla sonuçlandığı konusunda nasıl ikna edebilecek? Hele bundan sonra kalan birliklere yönelik ciddî saldırıların olması ve can kayıplarının artması, Irak’ta –Allah korusun- iç savaşın büyümesi halinde, uluslar arası kamuoyunu operasyonun başarılı olduğuna nasıl inandıracak?

ABD birliklerinin Irak’tan erken ayrılıyor olması, ilk planda bu soruları aklımıza getirdi. Bunun dışında bir çok soru daha var aslında ele alınması gereken. Kerkük’ün durumu, Kuzey Irak Yönetimi ile merkezi yönetim arasındaki gerginlik, PKK’nın Amerikan ordusunun çekilmesi sonrasında Kandil’deki durumu bunlar arasında yer alıyor. Bunları zaman içinde göreceğiz.

Umarız Irak halkı, Amerikan ordusunun çekilmesini kendi kaderine sahip çıkma fırsatı olarak görür ve bütün düşmanlarının beklentisinin aksine, istikrar ve huzuruna sahip çıkar. Bütün ve istikrarlı bir Irak, ülkemiz için de çok önemli bir güvence olacaktır.

20.08.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Alkolle yeniden mücadele


A+ | A-

Ne hikmetse “alkolle mücadele” tam anlamıyla Türkiye’nin gündemine gelemiyor. “Küçük bir âdet” olan sigaranın yaygınlaşmaması için gösterilen gayretin yarısı, alkollü içkiler aleyhinde gösterilmiyor. O zaman akla şu soru geliyor: Alkollü içkilerin zararı, sigaradan daha az mı?

Alkollü içkiler “aklı iptal ettiği için” daha zararlı olarak görülmeli ve yaygınlaşmasının önüne geçilmeli. Günümüzde tam tersi yapılıyor ve gazete reklâmlarıyla alkol tüketimi adeta teşvik ediliyor.

Hatırlamak lâzım ki geçmiş aylarda bazı ‘yönetmelik’ düzenlemeleri yapılmış ve güya alkollü içkilerin reklâmlarına ‘sınır’ getirilmişti. Uygulamaya baktığımızda temelde hiçbir şeyin değişmediğini görüyoruz. Bilhassa ‘büyük gazete’ler tam sayfa halinde alkollü içkilerin reklâmlarını yayınlamak için birbirleriyle yarışıyorlar. Maalesef aynı gazeteler, meydana gelen bazı trafik kazalarında da haklı olarak ‘alkol’ü suçlu ilân ediyorlar. Peki, bir sayfada alkollü içki reklâmı yapıp, diğer sayfada “alkolün sebep olduğu feci kaza” haberine yer vermek insafla ve iz’anla izah edilebilir mi?

Bizdeki ‘alkolsever’lerin derdi, alkollü içkilerin içilmesinin ‘haram’ kılınmış olması olabilir. İnsanın aklına geliyor: Acaba alkollü içkiler ‘haram’ kılınmamış olsaydı, insana tıbben de zararlı olduğu apaçık olan bu kötü alışkanlığı yine de savunurlar mıydı?

Bu soru şunun için akla geliyor: Dünyanın başka ülkelerindeki yöneticiler bu alışkanlığın ‘zarar’larını fark edince, hemen tedbirler alıyorlar. Değil reklâmını yaptırmak sûretiyle teşvik etmek, bize göre zor görünen yollara müracaat ederek bir anlamda ‘yasak’lamayı dahi gündeme getiriyorlar. Dikkat çeken bir nokta da, böyle yapan yöneticilere karşı hiç kimse “irtica hortladı” diye kampanya açmıyor.

Bakınız, alkollü içkilerle mücadele başlatan ülkelerden biri de Venezuela olmuş. İsterseniz ilgili habere (özetle) bakalım: “Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez, televizyonda yaptığı konuşmada, Venezuelalılar’ın alkollü içecekleri fazla tüketmesini durdurmak istediğini belirterek, ordu birliklerine sokaklarda bira satılması veya dükkânlardaki içki satışının ‘yasal’ saatlar dışında yapılmasını engelleme talimatı verdiğini kaydetti.

“Chavez, şöyle konuştu: ‘Ordu birlikleri; çevrede, mahalle aralarında bira satışı yapan bir araç varsa, derhal yakalanmalı. Sadece içki satışı yapan araçlar değil, içki satan dükkânlar var. Belirli saatlerde değil, ne zaman istersen gidip içki alabiliyorsun. Ne bu?’

“Uzun süredir sokaklarda sarhoş insanları görmekten endişe duyduğunu anlatan Chavez, alkollü içeceklerin yasal olmayan satışları dolayısıyla dolaylı olarak sorumlu gördüğü ülkenin en tanınmış gıda ve bira üretim şirketi Empresas Polar’ı uyardı.” (AA, 12 Haziran 2010)

Bizim ‘hacı’ ve ‘hoca’ yöneticilerimiz Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez kadar da olamayacaklar mı?

Hakikaten, alkollü içkilerin yaygınlaşmasını ve ocakları söndürmesini daha ne zamana kadar izleyeceğiz? Ateşe körükle gitmek anlamındaki alkollü içkilerin gazetelerdeki reklâmları ne zamana kadar devam edecek?

Bu alışkanlık da terör kadar tehlikeli değil mi?

20.08.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Ramazan eğlenceleri…”


A+ | A-

Anadolu’nun şehidlerine ağladığı, şehid kanlarının yerde kaldığı süreçte, Türkiye’nin terörle mücadeleyi konuştuğu; ve “Recep Bey”le “Bay Kemal” sığ ve sathî atışması ortasında “havuzlu villa”dan “boy” ve “soy” tartışmasına varan ağır siyasî tahrik ve provokasyonlar arenasında gırla giden “Ramazan eğlenceleri”, toplumu sersemleştiriyor…

Binlerce insanın can verdiği, milyonlarcasının evsiz ve perişan kaldığı sel felâketinde boğulan Pâkistan başta olmak üzere, sistematik bir katliamla karşı karşıya bulunan Irak, Afganistan ve Filistin’de hergün onlarca-yüzlerce sivil katledilirken; Türkiye’nin ve İslâm âleminin başında dışta ve içte bunca felâket ve musîbet varken, ne yazık ki mübârek Ramazan’da vur patlasın-çal oynasın şamata sürüyor…

Ramazan’ın mânevî havasına, mübârek gün ve gecelerin mânâsına yakışmayan oyun ve eğlencelerle, Türkiye âdeta bir tavernaya çevriliyor…Yüzlerce vatandaşın bütün dünyanın gözü önünde kelepçelenip tutuklanarak aşağılandığı, dokuz sivilin göz göre göre katledildiği, el konulduktan ancak 73 gün sonra iâde edilen Türk Bayraklı Mavi Marmara gemisinin daha hesâbı sorulmazken, çoğu iktidar partisine mensup belediyelerin “yaz eğlenceleri”yle pervâsızca birleştirdikleri “Ramazan şenlikleri”, Ramazan’ın mâneviyatına ve kudsiyetine hürmetsizliğin açık bir tezâhürü oluyor…

Çoğu terâvih saatlerine denk getirilen ve gece yarılarına kadar süren, çalgılı-şarkılı-danslı eğlence ve oyunlar, ekseriyetle meşruiyet sınırını aşan bir dizi lehviyatla devam eden eğlence furyası, sâdece Ramazan’a hürmetsizlikle kalmamakta, gençlerde ve toplumda ahlâkî aşınmayla her şeyi boş veren, mânevîyattan bîbehre, tînerci bir nesil türetmekte…

RAMAZAN’A HÜRMETSİZLİK…

Büyük bir kısmı AKP’li belediyelerce tertiplenen herkese açık konser ve eğlenceler, siyasî iktidarın propagandası ve lansesi hesabına Ramazan’ın ulviyetine hâlel getirmekte. En muhâfazakâr kentlerde ve semtlerde bile, çoluk-çocuk cümbur-cemaat cezbeden “Ramazan festivalleri”, meşru sayılabilecek bazı “kültür ve eğlence programları” paravanında, bir dirhem muhataralı “mübâh”ın yanısıra, “ayın dükkânda kizb (yalan ve günâh) satılmakta.” Sürekli sefâhet ve müstehcenlikle muallel “popüler kültür” enjekte edilmekte. İbadet, dua, tevbe ve istiğfar zamanı olan Ramazan geceleri, oyun ve eğlence ile âdeta özdeşleştirilmekte…

Bediüzzaman’ın zelzele gibi umûmî musîbetlere dair yazdığı On Dördüncü Söz’ün Zeyl’inde, âfetlerin celbine sebebiyet veren Ramazan’ın hikmet ve mânâsına hürmetsizliğin örneği olarak dikkat çektiği, “Ramazân-ı Şerîfin terâvih vaktinde, kemâl-i neş’e ve sürur ile (kendinden geçmişçesine bir serkeşâne bir sevinçle), sarhoşçasına, gayet heveskârâne şarkıları ve bâzan kızların sesleriyle, radyo ağzıyla bu mübârek merkez-i İslâmiyetin (İslâm’ın merkezi olan vatanın) her köşesinde câzibedarâne (çekici bir şekilde) işittirilmesi” irtikâb edilmekte…

Resmî rakamlara göre 11-13 milyon, resmî rakamlara göre 20 milyonu aşan işsizlik vahâmetine karşı, belediyeler milletin trilyonlarını sözkonusu eğlence organizasyonlarına harcamakta… Özetle, 17 bin olarak ilân edilen, gerçekte 50 binden fazla insanımızın öldüğü 17 Ağustos Gölcük merkezli deprem mûsîbetinin yıldönümünde, ülkenin ve İslâm dünyasının ve insanlığın başındaki bunca felâkete, maddî ve mânevî musîbete bigâne bir kayıtsızlıkla sokakların, meydanların, stadyumların itildiği serkeşlik, gittikçe bir “toplumsal cinnet”e dönüşüyor. Bilhassa çocukları ve gençliği tehdit eden tehlikeli bir vartaya sürüklüyor. “İmdat!” işâretleri veren ahlakî dejenereyle şiddet ve vahşet, son yıllarda artan ve azan garip cinâyetlerle vahâmet boyutlarını aşıyor.

POPÜLİST “ŞİKÂYET” VAR,

TEDBİR YOK!

Had safhaya ulaşan saldırganlık ve şiddet sıradanlaşıyor ve yaygınlaşıyor. Sosyal hayat zehirleniyor. Meclis ve Millî Eğitim’in raporlarıyla, kötü madde bağımlığı, uyuşturucu ve içki kullanımı ilkokul seviyesine iniyor; “kırmızı alârm” veriyor. Türkiye uyuşturucu pazarı haline getiriliyor…

Emniyetin ve Eğitim sendikalarının raporlarında, Türk Eğitim-Sen’in hazırladığı raporda açık açık, “Okullarımız, gençliğimiz ve geleceğimiz sigara, içki, uyuşturucu, müstehcenlik ve şiddet batağına sapmakta.” Vaka analizlerinde, “suç oranlarının ürkütücü bir biçimde arttığı” uyarısı yapılmakta. Gençler ve toplum, bizzat devlet eliyle, toto-loto, “millî” piyango, şans ve talih oyunları, sanal kumar tuzağına çekilmekte.

Yüz binleri barındıran hapishaneler ağzına kadar dolup taşmış. Yetkililer, cezâevlerinde yer olmadığından, on binlerce suçlunun kasten yakalanmadığını ve dışarıda bekletildiğini belirtiyorlar.

Ve bir tek sigara paketlerine el koyan Başbakan, “Uyuşturucu... Kuru, sulu; gençlik arasında ciddî bir yaygınlaşma var” diye şikâyetle kalıyor. “Eğer tedbir alamazsak, gençliğimizin geleceğini yok etmiş oluruz, elimizdeki nesli kaybederiz” ikazında bulunuyor; lâkin hiçbir tedbir alınmıyor. Referandum öncesinde siyasî rant hesâbına, halkın hoşuna gidecek sözlerle popülist demeçlerle geçiştiriliyor…Oysa devletin ve hükûmetin işi “şikâyet” değil, bu büyük tehlikeye karşı önlem almaktır. inzibatî ve maddî tedbirlerin yanısıra, mânevî ve ahlâkî tedbirleri devreye sokmaktır. Öncelikle devlet güvencesi altındaki ahlâkî bozuculuğa son vermektir…

Unutulmamalıdır ki, siyaset referandumda ve seçimlerde birkaç oy fazla almaktan ibâret değildir…

20.08.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.