18 Eylül 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Kazım GÜLEÇYÜZ

Bursa nutku ve yargı


A+ | A-

M. Kemal’e izafe edilen, özellikle 28 Şubat sonrasında Kemalist ve ulusalcı kesimler tarafından medyada ve birtakım “STK bildirileri”nde sık sık gündeme getirilen meşhur “Bursa nutku”nu biliyor musunuz?

Bu “nutuk”ta şu ifadeler var:

“Türk genci, inkılâpların ve rejimin bekçisidir. Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır; rejimi ve inkılâpları benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir hareket duydu mu, ‘Bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adliyesi vardır’ demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silâhla; nesi varsa onunla kendi eserini koruyacaktır.

“Polis gelecektir; asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, ‘Polis henüz inkılâp ve cumhuriyetin polisi değildir’ diye düşünecek, fakat asla yalvarmayacaktır.

“Mahkeme onu mahkûm edecektir. Yine düşünecek: ‘Demek adliyeyi de ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lâzım!’

“Onu hapse atacaklar. Kanun yolundan itirazlarını yapmakla beraber, İsmet Paşaya telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için tahliyesini, kayrılmasını istemeyecek.

“Diyecek ki, ‘Ben inanç ve kanaatimin icabını yaptım. Müdahale ve hareketimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı meydana getiren sebep ve âmilleri düzeltmek de benim vazifemdir!’

“İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği!...”

Gerçi kendilerini Atatürkçü sayan başka birileri “Atatürk’ün böyle bir konuşması yok” diyerek reddediyorlar, ama Ergenekon ekseninde buluşan Kemalistlerin hararetle sahiplenip her fırsatta “gereğini yapma” çağrısında bulundukları çok tartışmalı ve provokatif bir metin bu.

“Devrim kanunu, bütün kanunların üzerindedir” zihniyetiyle tam olarak örtüşen bu metnin, inkılâplar yapıldıktan seksen yıl sonra hâlâ gündeme getirilmesindeki gariplik kimin umurunda!

Ama onun da izahını şöyle yapıyorlar:

“1950’de ezanın yeniden Arapçaya çevrilmesiyle başlayan ‘karşı devrim’le, çağdaşlaşma süreci sabote edildi ve kesintiye uğradı; sonra gelen ‘gerici’ iktidarlar da bu durumu katmerledi.”

Nitekim 28 Şubat süreci, birilerinin Türkiye’yi yeniden 1950 öncesine, hattâ 30’lara döndürme iddia ve idealiyle başlatılmamış mıydı?

Referandum sonuçları belli olduktan sonra Yargıtay Başsavcısı Yalçınkaya’nın yaptığı “Anayasa ve yasalar değişse dahi hukuk devletini ve yargıçların bağımsızlığını korumak azmindeyiz” açıklaması, bize Bursa nutkunu çağrıştırdı.

Başsavcı “Hangi hukuk devleti ve hangi yargıç bağımsızlığı?” gibi sualleri de gündeme getiren o sözleri, bu nutka gönderme yapma kastıyla mı söyledi, bilmiyoruz; ama ifadelerinin “Anayasa değişse dahi tanımayız” anlamı çıkarmaya son derece müsait ve elverişli olduğu gayet aşikâr.

Burada, seçilmiş Meclisin yaptığı bir anayasa değişikliğine meydan okuma mesajı da yok mu?

Selefi Kanadoğlu, yeni bir anayasa yapma yetkisinin sadece darbe yönetimlerine ait olduğu anlamına gelen beyanlarda bulunmuştu. Yalçınkaya da aynı çizgide yürüdüğünü ifade ediyor.

Anayasa Mahkemesinin, referandumda kabul edilen paketi görüşürken 4’e karşı 7 oyla aldığı “esasa girme” kararının gerekçesini “Tâlî kurucu iktidar, aslî kurucu iktidarın vermediği yetkileri kullanamaz” şeklinde kayda geçirmiş olması da aynı zihniyetin bir başka tezahürü. (Bu gerekçeye yönelik eleştirilerimiz için bkz. “Darbe aslî, demokrasi tâlî” yazımız, Yeni Asya, 7.8.10)

Bu çizginin ısrarlı takipçileri, kendilerini Bursa nutkundaki telkinlere muhatap “Türk gençliği” gibi hissediyorlarsa ve üstelik bunlar hâlâ yargı kurumunun en üst konumlarında iseler, kat edilmesi gereken daha epeyce mesafe var demektir.

Paket bu mesafeyi kısaltabilecek mi, göreceğiz.

18.09.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin YAŞAR

Kader yazıları - 8 Kaderin kırmızı çizgileri


A+ | A-

İtikadî istikametin en önemli şartlarından birisi, kadere iman meselesidir. Bu meselede kalem oynatmanın mes’uliyetli bir iş olduğunun farkında olarak, konu ile ilgili bazı temel noktaların bir kez daha altının çizilmesi gerektiğini düşündüm.

Kader mevzuu ile ilgili olan insan iradesi ve Allah’ın dilemesi (meşîeti) konusu, meselenin özü niteliğindedir. İnsan ihtiyar sahibi ise de, emir ve irade Allah’a aittir. Öncelikle buna iman etmek, bu temel üzerine diğer mülâhazaları geliştirmek şarttır. Zira bazı âyet ve hadisleri bu nokta-i nazardan değerlendirmek, konuyu anlamayı kolaylaştıracaktır.

Kur’ân-ı Kerim’deki bazı âyetlere bakıldığında kader mevzuunu anlamakta güçlük çekmekteyiz. Meselâ, Kasas Sûresi 68. âyette, “Rabbin, kendi istediğini yaratır. Yalnız O ihtiyar eder, seçer. Onların irade, ihtiyarları yoktur.”

En’am Sûresi, 111. âyette, “Biz onlara gökten melekleri indirsek, karşılarında ölüleri konuştursak ve her istediklerini onlara versek, biz dilemedikçe yine iman etmezler.”

Hud Sûresi 34. âyette, “De ki, ‘Ben size nasihat etmek istesem bile, Cenâb-ı Hak dalâlette kalmanızı dilemişse, size faydası olmaz.’”

Bu âyetler Mutezile fırkasını şaşırtırken, Cebriyecileri haklı gösterir nitelikte görünmektedir. Şu var ki, insanın fiillerinden sorumlu tutulacağı bir hürriyetinin olduğu vicdanlarca malûmdur. Bu âyetler Cebriyeciler gibi düşünülecek olursa; haksızlık yapan, zulmeden, gasbeden, kötülükler yapan, küfür ve dalâlette olan kişiler suçlu değillerdir. Zira bu mantığa göre, Allah yaratmıştır ve kaderlerini öyle takdir etmiştir. Anormal bir düşünce sergileyen Cebrî görüş sahiplerinin, o zaman, haksızlığa uğradığında veya bir kimse tarafından zarar gördüğünde hakkını aramaması, “Bu insan suçlu değil, benim de kaderim böyleymiş” demesi gerekir. Oysa insan, fıtratı gereği böyle düşünmez, hakkını hukukunu aramak için uğraşır.

O halde bu âyetleri, cebrî mantığından sıyrılarak, ehl-i sünnet görüşüne göre şöyle değerlendirmek gerekir: İnsan bir şeyi irade edince, Allah da irade ederse, o şeyi yaratır. İnsanın her işi bu iki irade ile hâsıl olur. Yani, “şart-ı âdî” hükmünde olan insan iradesi ve Allah’ın küllî iradesi içtimâ eder. Birinci iradeye göre insan mes’uldür. Fakat fiiller ikinci irade ile meydana gelir.

Bütün fiillerin yaratıcısı Allah’tır. Fakat ihtiyarî olan fiil ve hareketlerinde insanın kesbi (tercihi, meyli, meylindeki tasarrufu, taalluku) söz konusudur. Talep eden insandır, yaratan Allah’tır. Talep eden olduğu için mükâfatı da, cezayı da kişi görür. Bediüzzaman bu konuyu bir çocuk misâliyle açıklar: “Sen bir iktidarsız çocuğu omzuna alsan, onu muhayyer bırakıp, ‘Nereyi istersen seni oraya götüreceğim’ desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette, ‘Sen istedin’ diyerek itâb edip, üstünde bir tokat vuracaksın.” (26. Söz)

Bu düşünce tarzında bütün ehl-i sünnet âlimleri hem fikirdir. Eş’arî ve Maturidî’nin ayrıldıkları veya farklı düşündükleri nokta, cüz’î irade olan insan kesbinin mahiyeti noktasındadır.

Yukarıdaki âyetler, insana haddini bildirerek, cüz’i ihtiyarînin bir şeyi yaratmaya muktedir olmadığını anlatmaktadır. Allah dilemedikten sonra hiç kimse, hiçbir şey yapamaz. Meselâ bizim açımızdan, her şeyin tamam olduğu, bütün şartların bir araya geldiği bir esnada meşiet-i İlâhî, bizim istediğimiz gibi taalluk etmez. Allah o işi bizim istediğimiz gibi dilemediği için, o iş tahakkuk etmemiştir. İşte İnsan Sûresi 73. âyette, “Allah dilemedikçe siz hiçbir şey dileyemezsiniz” hakikatine böyle bakmak gerekir.

Bu âyet-i kerimeler, kişiye haddini bildirerek, Allah’ın da Kadîr-i Mutlak olduğunu hatırlatıyor.

Meselâ, kişi hidayete ve dalâlete ulaştıracak sebeplere taalluk eder, cüz’-i ihtiyarî ile tercihlerini hayır ve hidayet veya dalâlet ve şer yolunda kullanır, ancak hidayeti de, dalâleti de Allah isterse yaratır, isterse yaratmaz.

A’raf Sûresi, 7/54 âyette Allah şöyle buyuruyor: “Dikkat edin. Yaratma da, emir de O’na aittir. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir.” Yani âyete göre hükmü veren de, yaratan da O’dur. Fakat burada şunu bilmek gerekir ki, Cenâb-ı Hakk’ın emri iki kısımdır. Birincisi emr-i tekvinî (emr-i cebrî de denir), ikincisi emr-i şer’îdir. Kâinatta emr-i tekvinî hâkimdir. Cenâb-ı Hak, cebrî olarak yaratır, hiç kimseye sormaz, mecbur hissetmez, hiç kimse de buna bir şey diyemez. Bu emre itaat etmek mecburiyetindedir. O Malikü’l-Mülk’tür. Mülkünde istediği gibi tasarruf yapar. Emr-i şer’îde ise, Cenâb-ı Hakk’ın emirleri vardır, onları yapıp yapmamada, zâtî varlığı olmayan, itibarî olan, izafî bir yetkiye sahip cüz’-i iradeye salahiyet verilmiştir. Bu iki emri anlayamadığı için Mutezile ve Cebriye gibi batıl mezhepler ortaya çıkmış, insanlar bu mevzuyu kavramakta zorlanmıştır.

Tekvinî emirlerde, Cenâb-ı Hakk’ın meşîeti nasıl taalluk ederse, her şey o şekli alır ve yaratılır. Fakat şer’î emirlerde, Cenâb-ı Hak, yapılmasını istediği ve yapılmasından hoşlandığı şeyleri emretmiştir. Fakat öyle işler vardır ki, Cenâb-ı Hakk’ın meşiet ve dilemesi olmasına rağmen, rızası yoktur. Yani yasakladığı ve razı olmadığı şeyler vardır. İrade etmek, istemek başkadır; razı olmak, beğenmek başkadır. Yani Allah bir işin yapılmasını irade ettiği halde, insanların o işi yapmasını yasak etmiş olabilir. Her çeşit küfür, isyan, günah bu kısımdandır.

Emr-i tekvinîde de, emr-i şer’îde de esas olan meşiet-i İlâhiyedir. Fakat emr-i şer’îde kulun iradesine “şart-ı âdî” olmak gibi bir salahiyet verilmiştir.

***

Geçen haftaki yazımızda Maturidî mezhebinin şu görüşünü dile getirmiştik: Allah diliyor, olmasını murad ediyor, sonra insan iradesi ona taalluk ediyor ve oluyor. İlk bakışta Cebriyeyi andıran bu görüş, yukarıdaki âyetlerle birlikte bir bütünlük içerisinde ele alınarak değerlendirilmesi doğru olacaktır. İnsanların kendi ihtiyarî fiillerinde tesirleri vardır ve bu fiiller iki iradenin içtimâıyla meydana gelir. Burada kafa karışıklığına sebep olan şey, bu cümlenin içindeki ‘sonra’ kelimesidir. Çünkü ‘öncelik’, ‘sonralık’ insanlara ait bir kavram olup, Allah’ın iradesinde, takdirinde, meşietinde, muradında öncelik ve sonralık söz konusu olamaz. O zaman cebir olur, insan buna itiraz eder ve imtihan da olmazdı.

Maturidi’ye ait bu cümleyi yine Maturidî şu şekilde yorumlar; Allah’ın iradesi, sizin iradenizle beraberdir. Siz irade edince, Allah’ın iradesini hazır bulursunuz.

Daha özet bir ifadeyle, insanın davranışları ile ilgili meselelerde illet-i tamme, irade-i külliyenin yanında irade-i cüz’iyenin taallukudur. Allah diliyor, sonra insan iradesi ona taalluk ediyor ve oluyor derken, cebren oluyor şeklinde anlamamak gerekir. Burada meşiet-i İlâhînin esas olduğu, Allah’ın ‘ol’ dediğinin olduğunu anlamak sağlıklı olanıdır.

Bütün sebepler bir araya gelse, illet-i tamme gerçekleşse, yine de meşiet-i İlâhî olmayınca o iş meydana gelmez. “Allah’ın dilediğinden başkasını dileyemezsiniz” âyeti gereğince böyle itikat etmek temelde doğrudur. Fakat âdet-i İlâhî gereği, bazen dilediğimiz ve Kendisinin de dilediği şeyleri yaratır, ama isterse yaratmaz.

Sebeplerin tam olması o işi meydana getirir demek doğru değildir. Yani Cenâb-ı Hakk’ı, sebepleri tam olan o fiili yaratmaya muztarmış gibi göstermek yanlışlığına düşmemek gerekir.

Netice olarak şunu söyleyebiliriz: İnsanlar eşya ve hadiselere müdahale edecek durumda değildir. İnsanın şart-ı adi hükmünde olan iradesi hilkatte sadece bir sebep ve vesileden ibarettir. Cenâb-ı Hak dilemeden bir iş meydana getirmek mümkün değildir.

18.09.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Demokratlara yapılanların bedeli


A+ | A-

Ülke olarak maddî anlamda zenginleşmemize rağmen, sıkıntılardan kurtulamayışımızın aklımıza gelmeyen sebepleri olabilir mi? Kabul edileceği üzere, hem fert olarak hem de devlet olarak her geçen gün biraz daha zenginleştik. Rakamlara bakılırsa fert başına düşen millî gelir de arttı. Peki, ters orantılı olarak sıkıntılarımız azaldı mı?

Bu soruya “Evet, sıkıntılarımız azaldı. Artık geçmiş yıllara nisbetle daha huzurlu ve mutluyuz” demek kolay değil. Millet olarak daha huzurlu olmayışımızın elbette pek çok sebebi vardır. Fakat bu sebeplerden biri de hiç aklımıza gelmeyen “Geçmişte Demokratlara yapılan zulümler” olamaz mı?

Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan itibaren “Tek parti/Halk Partisi” ile yönetildi. Muhtemelen gençler; “Hiç kimsenin aklına başka parti kurmak gelmedi mi?” diye sorabilir. Fakat o günkü yönetim bu günkü gibi değildi ve “önüne gelen” parti kuramazdı. Muvazaalı, özel sipariş üzerine kurulan partiler bile çok geçmeden kapatıldı. “Tek parti”ye karşı başka bir parti kurulmasına uzun süre müsaade edilmedi.

Nihayet dünya şartlarının değişmesiyle 1946 yılında muhalefet partisi olarak Demokrat Parti kuruldu. DP, katıldığı ilk seçimde kazandığı halde CHP iktidarı devretmedi. Nihayet 14 Mayıs 1950 seçimlerinde artık DP’nin başarısı gizlenemedi ve DP tek başına iktidara geldi. Gerek 1946 ve gerekse 1950’de sandık başlarında yaşanan CHP baskısını o günleri yaşayanlar hâlâ hayatta olduğu için herkes öğrenebilir. Şunu bilmekte fayda var: 1950’den önceki seçimlerde oylar açık olarak kullanılıyor, ama oy sayımı ‘gizli’ yapılıyordu! Şaka değil, aynıyla vaki olan bir durum. Böyle bir seçime ‘seçim’ demek mümkün mü?

İşte DP, böyle bir partiden iktidarı söküp aldı. Milletin desteğiyle öyle bir aldı ki, CHP bir daha milletin helâl reyleriyle iktidar yüzü görmedi. Nihayet 1950 ile 1960 yılları arasında DP üç defa seçim kazandı. Seçim yoluyla iktidara gelemeyeceğini gören CHP, darbecilerle işbirliği yaptı ve DP iktidarını devirdi.

Sonrasında Yassıada zulümleri başladı ki, orada yaşananları ‘mahkeme’ diye tarif etmek her halde en başta hukuka hakaret olur. Yassıada’da yaşanan zulümler aradan geçen yarım asırdır anlatılıyor ve hâlâ anlatılacak ve öğrenilecek çok şey var.

İdamların yıldönümünde yayınlanan haberler hem ibretlik, hem de öğretici. Garip olan, darbeye zemin hazırlayan İnönü’nün “Menderes’i idamdan kurtarmaya çalıştığı” yönündeki ifadeler... (Sabah, 17 Eylül 2010) İsmet İnönü’nün böyle bir talebi olsa, bunu darbecilere söylemek için “son gün”ü mü beklerdi.

“Yassıada’nın çarpıcı fotoğrafları”nı yayınlayan Habertürk’te (17 Eylül 2010) yer alan kareler ‘sözün bittiği yer’i gösteriyor. Meclis Başkanvekilliği yapmış siyasetçiler tek kişilik hücrelerde ve elleri arkalarına kelepçeli... Zulmün bu derece ayyuka çıkmasının bir bedeli olmaz mı?

Unutsak da, hatırlamak istemesek de o tarihte yapılan zulümlerin bedelini ödemeye devam ediyoruz. İnşâallah daha fazla bedel ödemek durumunda kalmayız. Milletimiz zalimleri bedduâ ile, mazlumları ise hayır duâlarıyla yad ediyor ve İnşâallah etmeye de devam edecek...

18.09.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.