15 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Rifat OKYAY

Ayıklama yapabilmek


A+ | A-

Bir insan enginlere, ufuklara, huzura ve saadete doğru gönlünü açsa ne kaybeder? Asık suratlı, şarlatan, münakaşayı seven, ona buna dalkavukluk yapan ve kıskanç olsa ne kazanır?

Muhabbet, sevmek ve sevmeyi gerektirdiği gibi, düşmanlık da düşmanlığı isteyebilir, gerektirebilir. Çünkü insan aciz, zaif ve noksandır. Hele bir de şeytan ve nefiste koluna girdiğinde müsbet işlerden kaçarak, menfi işleri yapmaya isteyerek meyl eder ve yapar.

Yapılan işleri, muameleleri ayıklasak, sosyal hayatımızda didikleme yapsak... Nasıl mı? Hoşumuza gitmeyen işleri, tavırları, hareketleri görmemezlikten gelsek… Hoşumuza giden, güzel, faydalı, ahlâklı tavır ve hareketleri, muameleleri sahiplensek, sahip çıksak, yaysak ve yapsak hem kendimize, hem de topluma bir şeyler kazandırmış olmaz mıyız acaba?

Meselâ iyiyi güzeli araştırsak, doğruyu ve hakikatı arayıp bulsak ve bunlara muhabbetimizi, sevgimizi sarf etsek hayatın içinden kötülüklere ve bed muamelelere karşı bir ayıklama yapmış olmaz mıyız?

İnsan hayatta izzet ve vakarını muhafaza etse, zillete, zelilliğe, yol vermese… İyilik arzularını ve tevazusunu hiç kimseden esirgemese hem Allah’ın emirlerine uyar, hem sünneti yerine getirir, hem de yaşadığı toplum içinde hoşgörüsünü, iyiliklerini sergilemiş olur. Böyle bir güzellik elbetteki aranılarak bulunmaz, tavsiye ile elde edilmez belki ancak yaşanır ve yaşayanlardan örneklerle hayata geçirilebilir…

Zor işler insanın nefis ve şeytanından, tembelliğinden dolayı insana hoş gelmez yapmak istemez. Daima böyle isterken kaçar ya… Şöyle düşünsek ve başlasak kötülükten, günahtan kaçsak. İnsanlara küçük bir yardımda bulunarak… Miniminnacık bir hayır ve hasenatta bulunsak… Kahkahalarla değil, ufak bir tebessüm, kısa bir gülen yüzle, memnun bir gözle muamele etsek ve bu işlere iyi ve güzel ahlâkın güzel muamelelerine bir başlangıç yapsak fena mı olur? Kaybettiğimiz herhangi bir değer mi olur? Yapmadığınız vakitte de şunu aklımızdan çıkarmamız gerekir; bu işlerin okulu yoktur, terbiye ve talim yerleri yoktur. Hayatı bilerek, isteyerek ve severek yaptığımız güzel, iyi muamelelerimiz devam ettirir, yönlendirir ve saadetlendirir. Ismarlama saadet olmaması bunun içindir.

Mükemmel ahlâk, üstün değerler, kıymetli düşünce, fikir ve kanaatler ancak hayatın içinde herkesin kabul edip, ulaşma arzularını yerine getirebildikleri değerler ve kanaatlerdir… Yapamadığımız hiçbir fikrin ve düşüncenin hamallığı bize ve başkalarına faide getirmez. İlla ki mahviyet, tevazu ve gönül isteği ile hayata uygulayabildiğimiz güzellikler değerlidir, kıymetlidir.

Bırakın kızdığı, sevmediği, hoşlanmadığı kimseleri; düşmanlarını bile af edebilen, onlara hak ve hakikatı dâvet noktasından şefkat ve merhamet yollarını araştırarak ayıklama yapabilen kişiler elbette ki mü'min, muvahhid ve Müslüman sıfatlarını sahiplenebilirler… Savaşlardan sonra Efendimizin (asm) düşman ordularının mensuplarının çocuklarına sahip çıkması, ilim noktasından faydalı olmaya gönüllü olanları istihdam ederek salıvermesi misalleri muhteşem ve muazzam muamelelerdir. Bu güzel ve iyi, doğru uygulamaların neresine düşmanlığı, nefreti ve kıskançlığı, hasedi koyabilirsiniz?

Rabbimizin Âraf Sûresi 199. âyetiyle buyurduğu şu muhteşem ve muazzam emrini hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamalıyız: “Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et, cahillerden de yüz çevir.”

Dinin, İslâmiyetin, imanın, Kur’ân’ın ve Asr-ı Saadet Müslümanlarının hayatlarının bize açtığı engin, saadetli ufukları, nurlu ve aydınlık yolları nefis ve şeytanımıza, tembelliğimize uyarak, onların emrine girerek karartmayalım… Ümidimizin ayakta tuttuğu imanımızın ve imanımızı gerektirdiği fiillerin arkasında olalım İnşallah!...

15.10.2010

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Türkiye’de “TIR”, Amerika’da “TUR”


A+ | A-

Okyanus ötesinden, Yeni Dünya’dan, yine kucak dolusu selâmlar vererek haftalık yazımıza başlamak istiyorum sevgilim dostlarım.

Buraya yaptığımız seyahatin üçüncü haftasının yarısındayız. Kısmet olursa iki hafta daha buralardayız.

Öz vatandan, kuş uçumuyla on bin, gerçekte ise on beş bin kilometre ötelerde, yani teknoloji ne kadar ilerlese de bir nevî gurbette olmanın verdiği hâletle, vatan ve siz değerli dostların hasretini çekmiyorum desem gerçekten yalan olur. Fakat burada da öyle candan dostluklar kurduk ve öylesine ahbaplıkların temelini attık ki, bunun için Rabb-i Rahîmime ne kadar şükürler etsem yine azdır. Onun için hasreti hissediyor, ama acısını yaşamıyorum. Buradaki dostlar buna asla fırsat vermiyor. Ne güzel bir dostluk, ne güzel bir muhabbet ve ne harika bir manevî halka bu ya Rabbi! Sana sonsuz şükürler olsun! Hâzâ min fadli Rabbî. (Bu Rabbimin fazlındandır.)

İçinde bulunduğum bu kudsî dâvânın ve o muazzam “şahs-ı manevinin” aciz bir ferdi ve taraftarı olarak bu hâlden şeref duyuyorum. Camiâmla ve dostlarımla iftihar ediyorum. Bu da bana öyle bir mânevî güç veriyor ki; onun sayesinde öyle bir rûhî, kalbî ve vicdanî zevk ve saadet içerisindeyim ki! Ve bu dâvâya gönül verenler de böyle bir saadeti paylaşıyorlar ki, bir asır öteden söylenen “Aziz, sıddık, vefâdar âhiret kardeşlerim Hacı Nuh Bey, Molla Hamid! Sizler benim için çok ehemmiyetlisiniz. ‘Sıddık-ı vefiy bu zamanda yoktur’ (Vefalı dost bu zamanda yoktur) diyenlere karşı sizleri gösteriyorum. Yirmi sene Van’da geçirdiğim hayat-ı ilmiye benim için Van çok kıymettardır. Lillâhilhamd, sizler o kıymettarlığı gösterdiniz.” (Barla Lâhikası, s. 85/6) hakikatini bütün varlığımla ben de adeta ruhumda ve bedenimde hissediyor ve yaşıyorum.

Asrın başında başladığı çileli yolculuğu bugün dünyanın her yanına şahane bir şekilde taşıyan muazzez, mümtaz, cennetmekân Üstadımın tesis etmiş olduğu cihanşümul dâvânın meyvelerini kokluyor, dokunuyor, yiyor, hazmetmeye çalışıyorum. Bunun için Zat-ı Zülcelâl’e ne kadar şükretsem azdır. Şahs-ı maneviden aldıkları güç, duâ ve tesanüdle dünyanın bir çok coğrafyasına iman ve Kur’ân hizmetini taşıyan bahtiyar nur hadimleri sayesinde o topraklarda hem Nurun bayrağı dalgalanmakta, hem de muhtaç gönüllere ve hizmet elemanlarına yepyeni ufuklar açılmakta.

Bu mânâda, gayr-i Müslim diyarını istikbalin potansiyel Müslüman memleketi olarak görüp bunun için geceli gündüzlü çalışan nurun fedakâr ve cefakâr hâdimleri bize burada da candan sahip çıkarak vatan hasreti çektirmiyorlar. Dünyevî cihette herhangi bir sıkıntımız yok. Hep yanımızdalar. Lâyık olmadığımız alâka, sevgi ve saygıyı fazlasıyla gösteriyorlar. Bu sayede günlerimiz ve anlarımız şahane geçiyor. Ne mutlu bizlere ve onlara! Bütün mesele bu verilen değere ve gösterilen ihtimama lâyık olabilmek! Nura ayna olabilmek, perde ve gölge olmamak! Rabbim hepimize bunu göstersin ve istikametten ayırmasın İnşaallah. Âmin.

İşte bu duygu ve düşüncelerle, Anadolu’da on altı yıldır durmaksızın devam ettirdiğimiz “Hizmet Turlarını” sizlerin duâlarıyla, destekleriyle, yönlendirmesiyle ve buradaki dostlarımızın da himmet ve gayretleriyle buralara kadar taşıdık Elhamdülillah. Birlik beraberliğin, tesanüdün, uhuvvetin, ümidin, planlı ve programlı çalışmanın bir neticesi ve meyvesidir bu. Gayret bireylerde gibi olsa da, netice hepimizindir. Kuvvetli ve sarsılmaz şahs-ı mânevînindir.

“Hizmet” için “Vira Bismillah” deyip yola koyulduğumuz buradaki turumuz bir hafta çekti. Türkiye’ye büyük heyecan verip ayağa kaldıran “TIR”a bedel biz de burada “TUR”’a çıktık Elhamdülillah. Burada da, Allah’ın insanlığa bahşettiği büyük bir nimet olan teknolojinin yardımıyla, “TIR”ımızı yollarda ve konaklama yerlerimizde adım adım takip ettik. Emeği geçen herkesi tebrik ediyor, alkışlıyor ve daha nice orijinal hizmetlere cemaatimizin imza atmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyoruz.

Biz “TUR” faaliyetimize, buraya geleli beri misafir olduğumuz, ABD’nin önemli bir eyaleti olan, Kanada sınırına yakın, Amerika’nın çok önemli şehirlerinden biri olan Chicago’ya 150 km mesafedeki Wisconsin eyaletinin Milwaukee şehrinden başladık. İlk iki haftamızı bu şehirde değişik hizmet faaliyetleriyle geçirdikten sonra birlikte güzel bir plan yaparak hedefimizdeki dostlarımızı ziyaret edip hizmet faaliyetlerini müzakere edip paylaşmak için yine yollara düştük.

Amacımız bu geniş coğrafyada dağınık eyalet ve şehirlerde bulunan her kademedeki dostlarımızı görüp, aşk, şevk ve gayret alış verişinde bulunabilmekti. Üç kişi olarak yollara düştük. Allah’ın ihsanıyla kiraladığımız araba da, uzun yol için hizmetin bir kerâmeti olarak çok hoş tevafuk etti. Son anda bahtımıza normal değil, son model bir jeep düşmüştü. Biz de yönümüzü Türkiye yönüne, yani Orta Kuzey’den doğuya çevirdik ve bu uzun yolculuğa hayırlısı ile başladık.

İllinois, İndiana, Ohio, İowa, Pennsylvania, Virginia, Connecticut, New Jersey, New York eyaletlerinden geçerek son durağımız olan New York City’ye ulaştık. Yol üzerinde de Columbos, Philadelphia, Pittsburgh, Cleveland, Chicago, Hartford, Itacha, Rochester şehirlerine uğrayarak buradaki dostlarımızla tanışıp, mevcut ve geleceğe yönelik hizmet planlarımızı birlikte müzakere ettik. New York’ta umumî derste ve dersten sonrası bundan sonra yapabileceğimiz hizmet faaliyetlerimizi konuşarak, Türkiye’yle daha sıkı bir irtibat kurmanın ve meşveret esasına dayalı bir sistemle yolumuza devam etmenin gereği üzerinde durduk. Zamandan kazanıp daha fazla dostu görmek amacıyla gece yarısından sonra, Itacha’dan gelen Yunus Bey kardeşimizi de alıp dört kişi olarak, Connecticut eyaletinin Harward şehrindeki dershanelerimize ulaştık. Namazdan sonra biraz istirahat edip, oradaki kardeşlerimizle tanışıp, ders yapıp, hasbihâl ettik. Dönüş yolunda, Yunus Beyi Itacha’da bırakarak, Rochester’da bulunan teyzemi ziyaret edip, buraya bir saat mesafede bulunan dünyanın en meşhur manzaralarından biri olan Niagara Şelâlesinin muazzam görüntüsünü doya doya seyrettik.

Niagara Şelâlesi gerçekten görmeye değer harika bir manzara. Bu şelâle ve nehir, ABD ile Kanada’yı ayıran bir sınır çizgisi. Fakat iki ülke arasındaki münasebetler o kadar gelişmiş ki, bütün vatandaşlar birbirine vizesiz gelip geçiyorlar. Kimliklerin olması yeterli. Yaklaşık 2450 Mil, 4000 km’lik bir yol kat ederek misafir olduğumuz mekânımıza sağ salim geri döndük.

Benim için de, refakatçilerim olan Prof. Dr. Süleyman Ağabey ve buradaki vakfımızın başkan yardımcısı, becerikli ve maharetli insan Nafiz Bey için de bu seyahat çok farklı duyguların yaşanmasına vesile olmuştu. Buradaki hizmetlerimizin geleceği adına çok değerli tesbit ve hatıraların bir önemli noktasını yakalayıp birlikte icraata koymuştuk.

Burada çok önemli olarak belirtmek istediğim hususlar kısa ve öz olarak şunlardır.

* Dünyada yükselen değer olan maneviyâtın, dinin ve özellikle de her derdin devası olan İslâm dininin ve Kur’ânî mesajın doğru zamanda, doğru kitle ve şahıslara en doğru metotla ulaşmasını sağlamanın yollarını aramalıyız.

* Risâle-i Nur eserlerinin bütününün bu toplumun ihtiyaçlarına cevap verecek bir şekilde aslına ve ruhuna uygun tercümesinin sağlanması konusunda mutlaka bir şeyler yapıp neticeye bağlamalıyız.

* Suç işlemenin artık mutat ve kaçınılmaz hale geldiği böyle bir toplumda, insanları suç ve ceza “girdabına” düşmekten kurtaracak “külliye ve medrese” tarzına burada çok daha şiddetle ihtiyaç var.

* Burada Risâle-i Nur için samimane ve candan çalışan bütün Nur Talebeleri arasında şu anda tam bir tesanüd ve birlik görünüyor. Bundan istifadeyle hizmetleri planlamak gerekiyor.

* Bu ülkedeki mevcut Müslüman toplumun ihtiyacı olan yayınlarımızı onlara da sunmalıyız.

Özetle bize gösterilen ilgi, sıcaklık ve samimiyet, kalbî muhabbet ve hürmet her şeyin üstündeydi. Hedefimize büyük ölçüde ulaşmıştık.

Bu uzun seyahatte bana refakatçilik yaparak çok büyük bir fedakârlık örneği gösteren, hastalığına ve ilerlemiş yaşına rağmen bu büyük sıkıntıya ve uzun yola katlanan ve seyahat sonunda maalesef hasta ve bitap düşen Prof. Dr. Süleyman Kurter Ağabeye de bir paragraf açmadan geçemeyeceğim.

Bu değerli ağabeyimiz burada, hayatının en önemli bölümünü; yani kırk yılı aşkın bir süreyi sürekli “Nur Hizmetleriyle” uğraşarak geçirmiş. Adeta hayatını bu dâvâya adamış. Çok değerli ilmî çalışmalar yapmış. Süleyman Kurter Ağabeyin bu kırk beş seneye sığan ve Türkiye’de de büyük yankılar meydana getiren hizmetlerini takdir etmemek elde değil. Bu değerli ağabeyimiz, bu süre zarfında Türkiye’den gelen bütün Nur Talebelerine hiç ayırım yapmadan sahip çıkmakla kalmamış, burada, özellikle de üniversitede bulunan bütün Müslüman talebe ve akademisyenleri de teşkilâtlandırarak büyük bir manevi boşluğu doldurmuş ve Amerika’daki Müslüman topluluğun yanında da haklı ve silinmez bir üne kavuşmuş. Bunun neticesinde de, 15 yıl süreyle 11 eyaletin Müslüman Cemiyet başkanlığını deruhte ederek geniş bir çevre edinmiş ve bu tecrübeyi de Risâle-i Nur yolunda kullanmış Elhamdülillah. Burada bulunduğum süre içerisinde bunu yakînen müşahede etmiş oldum. Risâle-i Nur’dan aldığı ihlâs, uhuvvet ve samimiyet düsturlarıyla da sadece kendisi değil bütün aile efradını hizmetin içinde muhafaza etmiş ve âhir ömründe bunu sistemleştirme iradesini ortaya koyarak üç sene önce Türkiye’de bizimle temasa geçerek çok önemli ve hayırlı bir hizmete imza atmıştır. Sırf Nur dâvâsının hizmeti için Milwaukee’de kendi gayretleriyle, değişik milletlerden ve kademelerden insanları dahil ettiği önemli bir teşkilâtlanma olan “Yeni Asya Resaerch and Publication Center Of America” (YARPCA) Vakfını kurmuş. Mütevelli heyetine Türkiye’den de beni ve bir başka arkadaşımı kabul etmiştir. Mütevelli heyetin büyük çoğunluğu Amerikalı Müslümanlardan müteşekkildir. Bu heyet, kendisini mütevelli heyeti başkanı yapmıştır. Daha yeni kurulan bu vakfın çalışmalarını, amaçlarını ve faaliyetlerini “www.yeniasyausa.com” sitesinden takip edebilirsiniz.

Bu seyahatimiz sırasında; buradaki kardeşlerimizin bize karşı gösterdiği samimiyet, ilgi ve dostluğu minnet ve şükranla yıllarca yâd edeceğiz İnşâallah. Allah hepsinden ebeden razı olsun. Bize büyük destek ve umut verdiler. Buradaki mülk dershanelerimizde ve kardeşlerimizin evinde kendi evimiz gibi rahat ettik Elhamdülillah.

Gelecek hafta çok daha farklı ve güzel hizmet haberlerinde buluşmak üzere Allah’a emanet olunuz.

Milwaukee, Wisconsun / USA

15.10.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Şili dersleri


A+ | A-

Yakın zamanlara kadar, komşusu diğer Güney Amerika ülkeleri gibi, askerî darbelerle ve cunta dönemlerindeki katliamlar, işkenceler, faili meçhul cinayetler, kayıp oğullarını arayan annelerle anılan bir ülkeydi Şili.

Ve cunta lideri Augusto Pinochet ile.

1973’de CIA desteğiyle Allende’yi devirip katlettiği kanlı darbenin ardından 1990’a kadar 17 yıl boyunca ülkeyi askerî rejimle yöneten Pinochet, bilâhare bizdeki 27 Mayısçılar gibi tabiî senatör olarak dokunulmazlık zırhının korumasında hayatını sürdürmüş, ama son dönemlerinde hem ülkesinde, hem dünyanın her tarafında “insan hakları suçlusu” muamelesi görmüş, hattâ bir İngiltere gezisinde tutuklanmıştı.

2006 Ocak’ındaki ölümünden önce, ülkesinde de üç bin kişinin katli, işkence ve sürgünlerden sorumlu tutularak yargılanması gündeme gelmiş, hattâ ev hapsine alınmıştı. Ama mahkeme önüne çıkamadan, 91 yaşında asıl hesap yerine gitti.

Lahey Savaş Suçları Mahkemesinde yargılanırken hücresinde ölü bulunan Miloseviç gibi.

Şili’nin imrenilecek en önemli başarılarından biri, 1990’a kadar cunta rejimiyle yönetilmesine ve ondan sonra da yıllarca cunta kalıntılarının devletteki varlığı ile direnişinin devam etmesine rağmen, demokratikleşme sürecini ilerletmesi.

Meselâ, sonuçlandıramasa bile, cunta rejiminin bir numaralı sorumlusu hakkında, onu koruyan dokunulmaz zırhlarına rağmen hukuk zemininde hesap sorma sürecini başlatabilmesi.

Ve demokratikleşmenin getirdiği kazanımları hayatın diğer alanlarına da taşımayı başarması.

Üstelik bunu, Türkiye örneğinde demokratikleşme için pozitif anlamda itici ve sürükleyici bir etken olan AB gibi bir faktör olmadan, büyük ölçüde kendi iç dinamikleriyle yapabilmesi.

Yakın zamanda bunun iki örneğini gördük.

Biri, tarihin en büyük depremlerine maruz kalan ve defalarca yerle bir olan bir ülke olarak, geçtiğimiz Ocak’taki Haiti depreminden bir ay sonra, Şubat sonunda yine 8.8’lik bir zelzele ile sarsılmasına rağmen, bu depremin yol açtığı kayıpların ve tahribatın bizdeki 17 Ağustos’la kıyaslandığında çok düşük seviyelerde kalması.

Bu, gerek altyapı, gerekse arama-kurtarma ve tekrar yapılanma konularında Şili’nin bizden çok daha ileride ve başarılı oduğunu gösteriyor.

İkinci örnek, 69 gün boyunca göçük altında kaldıktan sonra sağ salim kurtarılan 33 madenci olayı. Gerekli tedbirler alınmadığı için sık sık yaşanan maden kazalarında birçok evlâdını kurban vermiş ve vermeye de devam eden ülkemizin özellikle ders alması gereken bir olay bu.

Hele geçen Mayıs’ta Zonguldak-Karadon’daki kömür işletmesinde göçük altında kalan iki madencinin cenazesine beş aydır ulaşılamadığı, sırf bu iş için uluslararası bir ihale açıldığı ve onun da henüz gerçekleşmemiş olduğu hatırlanırsa...

Uzmanlar, bu konuda Şili ile aramızdaki temel farkın “insana bakış açısı ve insana verilen değer” noktasında ortaya çıktığını söylüyorlar.

Ve bu konuda da niçin Şili’nin gerisinde kaldığımızı çok iyi irdeleyip tahlil etmemiz lâzım.

1995 ilkbaharında dönemin Cumhurbaşkanı Demirel’in Güney Amerika gezisi kapsamında bu ülkeye de uğramış; çoğu orijinal İspanyol mimarîsiyle inşa edilen tarihî binaların süslediği başkent Santiago’da, o zaman genç bir Mısırlı imamın görev yaptığı minareli şirin camide Cuma namazı kılmış ve okyanus kıyısındaki meşhur sahil şehri Valparaiso’yu da ziyaret etmiştik.

O seyahat esnasında, bu ülkeden hem demokratikleşme; hem geçmişteki cunta dönemiyle hesaplaşarak bu rejimin tahribatından arınıp kurtulma ve darbe izlerini temizleme; hem de felâket, musibet ve kazalara karşı “insana verilen değer” ekseninde güçlü sistem ve mekanizmalar oluşturma gibi konularda almamız gereken çok önemli dersler olabileceğini hiç hatırımıza getirmemiştik. Ve şimdi görüyoruz ki, varmış...

Ders Şili’de de olsa almak lâzım, değil mi?

15.10.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Dünyada açlık azalıyor mu?


A+ | A-

Ne mutlu bize ki dünyadaki aç insanların sayısı bir yılda 75 milyon kişi azalmış. Dünya Açlık İndeksine göre, geçen yıl bir milyarı aşan aç insanların sayısı bu yıl 925 milyona inmiş.

Ne büyük başarı değil mi?

Elbette değil. 13 Türkiye her akşam aç uyuyor. Bunların büyük çoğunluğu kadın ve çocuklar. Açlığın en yoğun yaşandığı bölgeler Güney Asya ve Alt Sahara Afrikası. Güney Asya’da insanların yüzde 22,9’u, Alt Sahara Afrikasında ise yüzde 21,7’si açlık sınırının altında.

Biraz düzelme Güney Asya’da görülüyor. Afrika’da ise uzun yıllar kaynakları sömürülmüş, halen de iç çatışmalar yüzünden dış yardımların bile insanlara ulaşamadığı ülkelerde, AIDS de yüksek çocuk ölümlerine sebep oluyor.

Burundi, Çad, Kongo ve Eritre aşırı derecede yoğun açlık çeken ülkelerin başında geliyor. Angola, Etiyopya, Gana, Mozambik, Nikaragua ve Vietnam’da durum biraz düzeliyor. En büyük iyileşme Malezya’da. Yirmi yılda aç nüfusun oranı yüzde 22’den yüzde 7’ye düştü. Çin de benzer şekilde 12 yılda açlık oranını yüzde 25’ten yüzde 8’e düşürmeyi başardı.

Ne acıdır ki; Türkiye’de hâlâ açlık çeken ciddî miktarda nüfus var. Oran yüzde 5’in altında olsa da, yine de yüksek. Çocuk ölümleri de ülkemizde hızla azalsa da, henüz en aza düşmedi.

Milenyum Kalkınma Hedefleri arasında yer alan 2015 yılına kadar dünyadaki yoksulluk oranını yüzde 15’e düşürme hedefinden çok uzağız. Maalesef iki yıldır yaşanan küresel kriz de bu hedeften bizi en az beş yıl uzaklaştırdı.

Halbuki her yıl 45 ila 60 milyar dolarlık silâh ticareti yapılıyor dünyada. Ve daha da kötüsü bu silâhların yüzde 75’i gelişmekte olan ülkelere, yani açlığın yüksek olduğu ülkelere yapılıyor. Bu yalnızca silâh ticaretinin tutarı. Bir de bütün askerî harcamaları hesaplarsanız, bu rakam 1,5 trilyon doları buluyor. Bunun hiç değilse yarısı gıdaya harcansa, milenyum hedeflerinin çok ötesine ulaşılabilir.

Ne yazık ki, dünya ticaretini elinde bulunduranların çıkarları, insanları yaşatmaktan çok öldürmeye dayanıyor. Özellikle Afrika ve Latin Amerika ülkelerindeki iç savaşları körükleyenlerle, rakip gruplara silâh satanlar aynı tüccarlar.

Öbür yandan İslâm ülkelerinin yoksul din kardeşlerine yardım hususunda yeterince gayretli olmadıkları bir gerçek. Afrika’da açlık sınırı altında yaşayanların büyük bir kısmı Müslüman. Son aylarda –Başbakan Erdoğan’ın da ziyaret ettiği- Pakistan’da yaşanan sel felâketinde yine milyonlarca Müslüman perişan haldeler. Pakistan’da insansız uçaklarla sivilleri vurma ve Taliban’ı yok etme bahanesiyle köyleri bombalamaya dünyanın parasını harcayan ABD, aynı duyarlılığı, bu ülkenin yaralarını sarmaya asla göstermiyor.

Kısacası; dünyada açlığın azaltılması yönünde sırtımızda ağır ve önemli bir yük var. Hepimizin bireysel çabalarımızı birleştirip küresel köyde ‘komşusu aç iken tok yatan bizden değildir’ Hadis-i Şerifinin duyarlılığı içinde, açlara el uzatmamız gerek.

15.10.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

İzmir’den bir Nur geçti!


A+ | A-

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini ve onun insanlığa bir Kur’ân yadigârı olarak bıraktığı Risâle-i Nur Külliyâtını ilânât üslûbuyla tanıtmak amacıyla Türkiye yollarına çıkan Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ı 12 Ekim Salı günü saat 15.00’te İzmir’deydi. Tatlı bir yağmur altında İzmirliler bu tanıtım ve ilân programını sonuna kadar izlediler, katıldılar, paylaştılar, coştular; duygu ve gözyaşları yağmur damlalarına karıştı. Rahmet geldi, rahmetle buluştu. Rahmet, nurun cennet-âsâ bayramını tebrik etti.

Öncelikle, Bediüzzaman’ı Tanıtma programına 17 Eylül’de Edirne’de start veren ve Edirne’den Iğdır’a, Van’dan İzmir’e 25 günden beri 8000 km yol kat eden ve bir çok il ve ilçede tanıtım programları düzenleyen TIR ekibini, ben de acizane tebrik ediyorum. Yorucu bir yolculuk! Ama değiyor!

İnanıyorum ki tanıtım ekibiyle birlikte il ve ilçelerde bu yüksek heyecana katılarak bu sevgi ve onur selini paylaşan insanlar topluluğunu Bediüzzaman Hazretleri bizzat tebrik ediyor ve kendi güzel diliyle âlem-i mânâdan “Henîen leküm” (Sizlere tebrikler!) diyor. Esasen Bediüzzaman, bu tebriklerini yüz sene önceden, “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler ve sâireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, ‘Sadakte’ deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler….”1 diye bu günün hizmet ve himmet ehline hitap etmek sûretiyle peşin olarak göndermişti. Şimdi bu tebrikler, doğru adresini buluyor.

Bediüzzaman Hazretleri Risâle-i Nur’a ilânâtla hizmet etmeye çok önem veriyordu. Hapishanelerin dayanılmaz çilesini bu açıdan değerlendiriyor ve her bir hapsin nurun ilânâtı hükmünde olduğunu söylüyordu. Diyordu ki: “Bu zamanda Nurlarla hizmet-i imaniye, her tarafta ilânâtla ve muhtaç olanların nazar-ı dikkatlerini celb etmekle olur. İşte, hapsimizle, Nurlara nazar-ı dikkat celb olunur, bir ilânât hükmüne geçer. En ziyade muannid veya muhtaç olanlar onu bulur, imanını kurtarır ve inadı kırılır, tehlikeden kurtulur ve Nurun dershanesi genişlenir.”2

Keza Bediüzzaman, sırf ilânatın kemaliyle gerçekleşmesi meselesi dolayısıyla hapiste kalmanın uzatılmasından hoşnut oluyor: “Hem meselemizi uzatmada, Nurlara nazar-ı dikkati geniş bir dairede celb etmesinden, onları okumasına bir umumî dâvet ve resmî bir ilânât hükmünde, işiten müştakların okumak heveslerini tahrik ettiğinden, sıkıntımızdan, zarardan yüz derece ziyade bize ve ehl-i imana menfaatlere vesiledir. Zaten bu zamanda, en geniş daire-i zeminde, en dehşetli ve küllî bir hücumda tecavüz eden dalâlet ordularına karşı böyle kudsî bir ders, bu sûretle atom bombası gibi İnşaallah tesirini göstermeye bir işarettir.”3

Keza gazete ve basın yoluyla ilânâta Bediüzzaman önem veriyor: “Bu sırada, hem Ehl-i Sünnet gazetesi, hem buranın gazetesi, hem Zübeyir’in hararetli mukabelesi, Nurlarla iştigalleri güzel bir ilânât hükmüne geçtiler.”4

Bu memleketin dağının, taşının, toprağının Bediüzzaman’ı doğru tanımaya borcu vardır. Başta İlâhiyatçılar olmak üzere bütün akademisyenlerin, bütün sosyal bilimcilerin ve bütün siyasilerin Bediüzzaman’ı doğru tanımaya borçları vardır. Bediüzzaman’ı doğru tanımak, yani Risâle-i Nurları lâyıkıyla anlamak bütün bilimlerin gereğidir ve emridir çünkü. Ve çünkü Bediüzzaman, Risâle-i Nurlarda, söz konusu bilimlerin künhünü ilgilendiren ölçüler, yeni usûller ve taptaze yaklaşımlar ortaya koymuştur. Meselâ bir ilâhiyatçının bu zamanda, Kur’ân’ı, hadisleri ve dini doğru anlaması için bu ölçülere, bu usullere ve yaklaşımlara şiddetle ihtiyacı vardır. Yine başka sahalardaki bilimadamlarının da, kendi alanlarıyla ilgili istikametli bir yaklaşımı ortaya koyabilmeleri için, Risâle-i Nur’daki Kur’ânî ölçülere ve onların kazandırdığı bakış açısına ihtiyacı vardır.

Oysa yıllar yılı Bediüzzaman yanlış tanıtılmış ve karalanmıştır. Nesiller ve insanlar, ilim erbâbı ve okullar Bediüzzaman’ı doğru tanımaktan mahrum bırakılmıştır, sinmiş veya sindirilmiştir. Evhamlar boş yere körüklenmiş, kaygılar boş yere tetiklenmiş, korkular ayyuka çıkarılmıştır. Bu korkuların, kaygıların ve evhamların ise, Bediüzzaman’ı ve Risâle-i Nurları doğru tanıtmak sûretiyle artık yıkılması ve dağılması zamanı gelmiştir.

İşte bu açıdan Bediüzzaman’ı ve eserlerini, Bediüzzaman’ın da tasvip ettiği biçimde, müspet hareket çerçeveli ilânâtla tanıtmak Bediüzzaman’ı tanıyanların, onu okuyanların ve onunla imanlarını kurtaranların Bediüzzaman’a karşı boyunlarının borcudur, bu millete ve insanlığa karşı da vazifeleridir.

İlânâtlı branda giydirilmiş, açık hava toplantılı TIR hizmetiyle bu vazife bir nebze olsun yapılmış oldu. Emeği geçenleri, yorulduklarına değdiğini ifade ederek, bir kez daha tebrik ediyorum. Allah nice nice hizmetlerde yollarını açık etsin. Âmin.

Dipnotlar:

1- Münâzarât: 87.

2- Lem’alar: 265.

3- Şuâlar: 443.

4- Şuâlar: 454.

15.10.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Duânın gücü


A+ | A-

Yaratılışımızla direkt ilgili olan duâ hakkında neler biliyoruz? Neden duya duya ve doya doya duâ edemiyoruz? Eskiden büyük zatlar, evliyalar, âlimler, mütefekkirler, dervişler sabahlara kadar gözyaşı döküp başkaları için duâ ederken; çağımız insanı neden kendisi için de olsa duâ etmiyor?

Namaz sonundaki tesbihat ve duâları çok kısa yapmak bir yana, kimi zaman da terk etmemizin sebeplerinden birisi, acaba duânın mahiyet ve önemini kavrayamamakta yatıyor olmasın.

Duâ, aynı zamanda Rabbini hatırlamak ve O’na iltica etmektir. Duâ, yalnızca sıkıntı ve problemlerle karşılaşıldığında müracaat edilecek bir ibâdet değil. İyi ve kötü günde, ferahlı ve sıkıntılı anlarımızda, hem dünya, hem de sonsuz hayat için, her zaman ve zeminde, her şartta Yaratan’a müracaat etme, Ona sığınma, Ona bir anlamda tekmil vermedir. Kimi zaman da duâlarımızın kabul edilmemesinden yakınırız. Aslında Cenâb-ı Hak her duâya cevap verir. Çünkü vaad etmiştir. “Bana duâ edin, size cevap vereyim” (Mü’min Sûresi: 60) buyurmaktadır. Fakat cevap vermekle, kabul etmek ayrı şeylerdir. Her duâya cevap var, “fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlûbu (istenilenin aynısını) vermek Cenâb-ı Hakk’ın hikmetine tâbidir.” (Sözler, s. 505) Cenâb-ı Hak, hikmetinin gereği olarak, bazen kulunun istediğinin aynısını verir, bazen daha iyisini verir veya hiç vermez. Kula düşen samimiyetle duâ etmektir. Kul “aczini izhar edip, duâ ile O'na iltica etmeli; rububiyetine karışmamalı. Tedbiri O'na bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.” (Sözler, s. 507)

Bakınız, samimî duâ, insanı kölelikten bile kurtarır, hürriyetine kavuşturur.

Hanım evliyâlardan Râbia-i Adeviyye, genç kızlığında bir evin hizmetini görüyordu. Gece de ibâdet ediyordu.

Bir gece uyanan ev sahibi, onun namaz kıldığını fark etti. Onu sessizce izledi. İki rekât namaz kıldıktan sonra ellerini kaldırıp:

“Yâ İlâhî! Sana daha çok ibâdet yapmak isterim. Ama bu evin hizmetleri beni çok oyalıyor, onun için mâzur gör, beni affet” diye niyaz ettiğini gördü.

Efendisi, bu samimî yakarışından etkilenmişti. Râbia’nın başı üzerinde bir nûr parıldadığını da fark etmişti. Sabah onu çağırıp;

“Ey Râbia! Artık köle değilsin, hürsün! Nereye istersen, gidebilirsin” dedi.

Râbia, başka eve taşındı. Her gün yüzlerce rekat namaz kılmaya başladı. Kefenini de yanından hiç ayırmıyordu.

Hiç şüphesiz ki, onun kurtuluşu, samimî duâsı sayesindedir. Eğer, “Ya Rabbi, beni hürriyetime kavuşturursan şu kadar namaz kılarım!” diye duâ etseydi, sonuç böyle olur muydu acaba?

Demek duânın gücü, hasbîlik ve samimiyetinde...

15.10.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Halil USLU

Mesajları neydi?


A+ | A-

Türkiye’nin bir çok ilinde “Bediüzzaman Tanıtım ve Hizmet TIR’ı“ adı altında yapılan faaliyetler, Konya’da arkadaşların himmet ve gayretleriyle gerçekleşti. Bu faaliyetler içinde bize de birkaç kenar ve köşede konuşma zemini düştü. Ulusal ve yerel Konya TV’de Said Çamkerten Beyle birlikte programcı Tuğba Hanım ve Süleyman Beylerin suâllerine muhatap olduk. Sorulan suallerin özeti şöyle: “Said Nursî Hazretlerinin Türkiye ve dünyaya mesajları ne olmuştur? Bediüzzaman kimdir? Türkiye’de çok aydınlar Said Nursî’nin aleyhinde bulunmuş ve bulunmaktadırlar? Türkiye’de Bediüzzaman tam anlatılmış mıdır? vs..”

Bunların tamamına canlı yayında verdiğim cevapların özetini siz değerli can dostlarıyla makale aracılığı ile paylaşmak ve çoklara faydası olur temennisiyle bu satırları üst üste koymak istiyorum:

Türkiye’deki bin kaç aydın geçinip fikren zifiri karanlık içinde olanlara, Batı dünyasından, ABD’den ve Hıristiyan dünyasından bazı hakperest ve araştırmacı zatlardan nakil yapmak istiyorum. Meselâ; Dünya Dinler Arası Diyalog Cizvit Sekreteryası’ndan Prof. Dr. Thomas Michel, İstanbul’daki Bediüzzzaman Sempozyumu’nda diyor ki: “Said Nursî, Hıristiyan-Müslüman diyaloğu meselesi üzerine kafa yormuş, ufuk açıcı bir büyük muâsır mütefekkirdir. Şimdi onun bu görüşleri bereketli meyveler verme noktasına gelmiş bulunmaktadır. Onun hakkında tebliğ sunmaktan şeref duydum. Keşke onu tanıyabilseydim. Madem ki; dinlerin kökeni birdir ve İncil’de 50 bin yanlış var, tahrif olunmuş, öyle ise Risâle-i Nur bizim çağdaş tefsirimizdir.”

Prof. Dr. Annemarıe Schımmel; “Kardeşim Halil Bey, Bediüzzaman Said Nursî’nin eserleri birer harika. Onun eserleri Avrupa’yı aydınlatacaktır. O çağın Mevlânâ’sı, yani müceddididir. Onu Avrupa entelleri daha tanıyamadı. Onu tam tanıdığında Avrupa’ya sevgi ve barış güneşi doğacaktır. Çünkü bu eserler beni aydınlattı ve beni nurlandırdı. İnsanlığı da nurlandıracaktır” 1 demiştir.

Avusturyalı araştırmacı Prof. Hans 7 yıllık bir çalışmamdan sonra “Dear Halil Brother in İslâm”2 başlıklı gönderdiği cevabî mektubunda diyor ki: “Risâle-i Nur Külliyatı’ndan gönderdiğin Küçük Sözler kitabını aldım. Günün her akşamı okuyorum. Allah senden razı olsun. Bir daha bana Hans olarak mektup yazma. Hasan olarak yaz. Hasan olarak yaz..” diyor.

Ord. Prof. Dr. Anna Masala, Türkiye’de verdiği bir konferansta Hz. Bediüzzaman ile Hz. Mevlânâ’yı şöyle kıyasladıktan sonra “Bu itibarla diyorum ki, o asırda Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî... Bu asırda Bediüzzaman Said Nursî...”

Batı dünyasının insanları, bir şeyi tamamen araştırmadan ve hakikatını kaynağından öğrenmeden kabul etmiyorlar. En ufak ayrıntıya mercekle bakarak tahlil ve tahkik ediyorlar. Elbette bizde aydın geçinenler veya Türkiye’de söz sahibi olmak isteyenler de araştırmalı ve ondan sonra konuşmalıdır. Çünkü Bediüzzaman, asr-ı hâzırın bütün ihtiyaçlarına, Kur’ân’dan ilham alarak, çağın anlayışına ve ihtiyacına göre cevap vermektedir. Efendimizden (asm) ders alarak vermektedir. 40 küsûr lisana çevrilen 14 büyük eser ve 6 bin sahifelik külliyat küçük görülemez.

2010 itibarıyla büyük dünya ailesinde, yeni bir manevî rüzgâr ve yeni bir fikir haritası husûle gelmektedir. Bunun adı Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’dur. Bu muhteşem eserin içine girildikçe ve hayata yansıdıkça Türkiye’nin ve dünyanın rengi çok değişecek ve gerçek açılımlar ortaya çıkacaktır. İnsanlığın ve gençliğin beklediği budur. Bediüzzaman Türkiye’de ve dünyada istenilen manada daha anlaşılmamıştır. İnşâallah, kimler perde oluyorsa onlar da kalkacak ve bu Kur’ânî ve imanî eserler gönüllerde ma’kes bulacak ve her yerde okutulacaktır. 143 milyonluk Rusya Federasyonunun 1251 üniversitesinden profesörlerin İstanbul’a gelip Risâle-i Nur’u anlatacağını kim hayal edebilirdi? Bundan daha büyük inandırıcı mesaj olabilir mi?

Dipnotlar:

1- Bakınız: Bediüzzaman’dan Müjdeler, H.Uslu

2- 2 Nisan 1991, H.U.

15.10.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Hür Yolcu


A+ | A-

Gerek yaşantısı ve gerekse fikriyatıyla hayatı boyunca gündemden hiç düşmeyen Bediüzzaman Said Nursî, vefatından sonra da gündemde kalmaya devam etti.

Vefat tarihinin üzerinden yarım asır geçti, aynı gerçek bütün tazeliğiyle yaşamaya devam ediyor.

Mevlidler, paneller, konferanslar, sempozyumlar, kongreler ve anma programları derken, bir yandan da akademik tezler ve belgesel film çalışmaları birbiri ardınca devreye girdi.

Bunlar, çoğunlukla müsbet ve sevindirici gelişmeler. Herbir çalışma, şifâlı bir meyve gibi...

Bir diğer tâbirle, bunlar seksen beş sene evvel Isparta'da tesis edilen Nur ve Gül fabrikalarının istifade meydanına sunulan semereleridir.

Ancak, bu demek değildir ki, yapılan her çalışma hatasız, kusursuz, pürüzsüz şekilde ortaya konuluyor.

Bazan öyle oluyor ki, aynı eserin, filmin, aynı belgeselin, hatta aynı kitabın içinde biriyle tersleşen, tenakuza düşen bilgiler yer alıyor.

Tıpkı, son dönemde hazırlanan "Yolcu" belgeselinde ve "Zaman İçinde Bediüzzaman" isimli kitapta olduğu gibi...

Söz konusu belgesel film de, kitap da aynı kişiler tarafından hazırlanmış.

Kitap da, belgesel de, genelde doğruları yansıtıyor. Lâkin, bu işe emek verenlerin ulaşabildiği doğrular...

İyi niyetli araştırmacılar, bazı noktalarda yanlış bilgilere rastlamışlar ve ne yazık ki bunları da doğru şeyler diye belleyerek eserlerinin muhtelif bölümlerine serpiştirmişler.

Bu yanlışların başında, Üstad Bediüzzaman'ın Kürt–Teâli Cemiyeti ile irtibatlandırılması geliyor.

İçine düşülen bir diğer yanlış ise, Said Nursî'nin Risâle–i Nur'da ortaya koyduğu "siyasî ölçü ve prensipler"i nazara vermek yerine, kendisini adeta bir "siyasî şahsiyet" imiş gibi nazara veriliyor.

Belgeselin özellikle son bölümünde, Bediüzzaman siyasetle o derece alâkadar ve içli–dışlı şekilde gösteriliyor ki, tahkik ehli olmayanlar, Nursî'nin asıl dâvâsını siyaset zannedebilir.

Kürt–Teali Cemiyetiyle ilgili bağlantılarda ise, kelimenin tam anlamıyla bir yanlışlar ve zıtlıklar çukuruna düşülmüş.

Bir kere, kaynak olarak belirtilen "Polis Dergisi" ile diğer eserlerdeki bilgiler, tamamen yanlış, asılsız ve hatta sahtedir. Resmen uydurulmuş bilgi ve belgelerdir.

Biz o bilgi ve belgelerin sahte olduğunu 1999 Haziran'ında Yeni Asya'da 11 gün müddetle neşrettik. İsteyen, o bilgileri "Kürt-Teâli iftirasına ilmî bir cevap" başlığıyla birçok web sitesinden bulup okuyabilir.

Bu konuda hatalı bir yol izleyenlerin düştüğü bir tenakuz da şudur ki: Said Nursî hakkında kitap ve belgesel hazılayanlar, onun 1917 senesinde hem Rusya'da esir olduğunu, hem de o tarihlerde perde altında kurulan Kürt–Teali Cemiyetinin kurucularından biri olduğunu söylüyorlar.

Bir kimsenin, aynı anda hem esir, hem cemiyet kurucusu olması hiç mümkün mü?.. Kaldı ki, o cemiyetin üyelerinin hemen tamamı (yurt dışına kaçamayanlar), Şeyh Said Hadisesinden sonra İstiklâl Mahkemelerinde yargılanmış ve çeşitli cezalara çarptırılmışlardır.

Said Nursî ise, bu meselede mahkemeye dahi çağrılmamış, yıllar sonr çıkarılmış olduğu mahkemeler tarafından da böyle bir ithama, isnada mâruz kalmamıştır.

Hayret doğrusu... 1925'ten 1960'a kadar devletin takibinde olan, hakkındaki habbeleri dahi kubbe gibi tevehhüm eden ve onu cezalandırmak için türlü bahane arayanların bulamadığı bir "zararlı cemiyet" bağlantısını, bugün nasıl oldu da ortaya çıkarılabildi?

Esasında ortaya çıkan doğru birşey yok. Sadece sahte bilgi ve belgelerle yeni icad edilmeye çalışılan bir suç isnadı var, o kadar.

Şüphesiz, diğer haksız isnatlar gibi, bu da tarihin çöplüğüne gitmeye adaydır. Hür araştırmacılara duyrulur.

Tarihin yorumu 15 Ekim 1961

Uluslararası Af Teşkilâtı

Bugün dünyanın 150'den fazla ülkesinde şubesi ve yaklaşık iki milyon civarında üyesi bulunan Uluslararası Af Örgütü, 15 Ekim 1961'de Londra'da kuruldu.

1977'de Nobel Barış Ödülüne layık görülen bu teşkilât, İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesine paralel şekilde hareket etmeyi ve hür türlü insan hakkını savunmayı gaye edinmiştir.

Şimdiye kadar bu yönde önemli çabalar sarf eden teşkilâtın en zayıf ve tenkide en çok maruz kalan tarafı, İngiltere, ABD ve bilhssa İsrail'in insan hak ve hürriyetlerine yönelik ciddi ihlalleri karşısında güçsüz, çekingen veya pasif kalmasıdır. (Meselâ, Darfur ve Guantanamo'da sergilenen zulüm ve haksızlıklar karşısındaki tutumu gibi.)

Bu kuruluşun merkezinin Londra'da olması, onu Yahudi tesiri altındaki bencil ve istilâcı İngiliz siyasetinin tesiri altında kalmaya bir ölçüde mecbur ediyor.

Ancak, buna rağmen, dünyanın birçok yerindeki insan haklarını savunma ve baskılara karşı direnme çabaları sürüyor.

Bunlar da, haliyle olumlu gelişmeler.

Gönül ister ki, bu örgüt, kuruluş maksadına uygun bir şekilde her ülkede şu mânâdaki esaslı duruşunu pervâsızca sergileyebilsin: "Af Örgütü, hiçbir devlete, hiçbir siyasî ideolojiye ve hiçbir cereyana tabi değildir. Kâr maksadı gütmez. Bilhassa fikir suçlularının serbest bırakılması; siyasî suçlularının adil bir şekilde yargılanması; işkencenin ve mahkûmlara yönelik yapılan hukuk dışı her türlü muamelenin bertaraf edilmesi; siyasî cinayet, adam kaçırma ve her türlü insan hakkı ihlaline karşı durulması için faaliyetlerde bulunmak, bu örgütün temel vazifelerinin başında gelir."

Bu kuruluşun Genel Sekreterliğini Ağustos 2001'den beri Bangladeş asıllı Irene Khan isimli bir hanım yapmaktadır.

15.10.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Milleti kandırma yarışı


A+ | A-

Türkiye’yi idare edenlerin, özellikle reklâmlar marifetiyle milletin kandırılmasına sessiz kalmasını anlamak mümkün değil. Kimi 10 bin liraya ev satıyor, kimi piyasa değerinin yarısı fiyatına ‘yağ’ sattığını ilân ediyor. Gazeteleri süsleyen reklâmlara bakınca, mal ve hizmetlerin ucuzladığını bile söylemek mümkün!

Hemen ifade edelim ki ‘yanıltıcı reklâm’lar yapmak kanunen yasaktır, ama ‘kanuna karşı hile’ yoluyla bunlar fiilen yapılıyor. Meselâ, gerek gazetelerde ve gerekse duvar reklâmlarında büyükçe yazılarla verilen bir “müjde”nin neredeyse tam aksi ayrıntıları “okunamayacak büyüklükteki yazılar”la kıyıya köşeye gizleniyor. Çoğu kişi de o bilgileri okuyamadığı ya da dikkat etmediği için neticede mağdur oluyor.

Geçen gün büyük bir marketin “indirim broşürü”nü incelerken şaştım kaldım. İlk bakışta “çok ucuz” ürünler sattığı akla geliyordu. Fakat fiyatların üstünde küçük bir not vardı: “İkinci ürünün fiyatı”! Yani iki ürün alındığında ikinci/ucuz ürünün fiyatı büyükçe yazılmış, ilk ürünün fiyatı ise küçük ve görünmeyecek şekilde gizlenmiş! Bu tarz, müşteriyi yanıltmak değilse nedir?

Bir zamanlar Türkiye pazarına giren büyük bir firma, broşürlerinde “KDV’siz fiyatları” yazıyordu. Bazı ürünlerde KDV’nin (Katma Değer Vergisi) yüzde 25 olduğu düşünülürse, broşürdeki fiyatların ne kadar “ucuz” olacağı anlaşılır. O firmaya her defasında şu soruldu: “O ürün satın alındığında KDV’yi başkası mı ödeyecek ki, KDV’siz fiyatını yazıyorsunuz?” Neticede müşteri şikâyetleri sonucu bu uygulama şükür ki sona erdi.

Böyle uygulamalar müşteriyi yanıltmak, hataya düşürmek, kandırmak değil mi? Peki, bunlara sesziz kalan yöneticilere ne demeli?

Bazen bakıyorsunuz, “Şu evi alana bir araba hediye” diye reklâmlar çıkıyor. Cazip gibi görünüyor, ama evin fiyatını sorduğunuzda o fiyatın içinde bir değil iki araba fiyatının ilâve edildiği akla geliyor. Böyle tanıtım, böyle kampanya olur mu? Olursa bu milleti yanıltmak anlamına gelmez mi? O zaman birisi de çıkıp “Bir bardak çay içene bir otomobil hediye ediyorum” dese ve bir bardak çayın fiyatını da 30 bin TL olarak ilân etse doğru mu yapmış olur?

Bu noktada tüketici derneklerine de büyük görev düşüyor. Halkı yanıltan, hata yaptıran reklâmlara karşı çıkılmalı ve itiraz edilmelidir. Bu yolla büyük yanlışlara ve haksızlıklara imza atılıyor. Hem Türkiye’yi idare edenlerin hem de tüketici derneklerinin dikkatli olmasında fayda var.

Reklâmcılar alınmasın, ama bu mesleği kötüye kullanan çok mensupları var. Her meslekte olduğu gibi bu meslekte de bir arınmaya ihtiyaç var vesselâm...

15.10.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Çözüm nerede aranmalı?


A+ | A-

Yıllardır uygulanan ve 28 Şubat sürecinden sonra ise acımasız hale gelen başörtüsü yasağında bir dönemece daha gelindiği görülüyor.

Son bir aydır yasak konusunda söylenmeyen, yazılmayan pek bir şey kalmadı. Televizyon ekranlarından gazete köşelerine kadar bu konuda lehte aleyhte görüşler serd edildi.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun referandum kampanyasında yasağı çözme sözünden sonra parti içinden aykırı sesler çıksa da CHP’nin eski katı tutumunun—şimdilik—yumuşadığı görülüyor. Ancak yasak hâlâ devam ediyor.

YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, “Artık üniversitelerimizde başörtüsü diye bir problem yok” dese de yasak sürüyor. Selçuk Üniversitesi ve Trabzon KTÜ’de başörtülü öğrencilerin sınıflara alınmaması ile Aksaray Üniversitesinde ek yerleştirme için giden bir kız öğrencinin başörtülü olduğu için içeri alınmaması da bunun göstergesi.

29 Ekim’deki resepsiyonlarında, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in “eşsiz” dâvetlerine karşılık ara formül geliştiren Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, devlet erkânı ve askerlerin de davetli olduğu gündüz resepsiyonunu “eşsiz,” sanatçı, medya mensupları ve sporcuların katıldığı programı ise “eşli” yapıyordu. Gül’ün bu sene sadece eşli olarak tek resepsiyon yapacağının söylenmesi de “normalleşme”ye katkı olarak görülüyor.

YÖK Başkanı Prof. Özcan hakkında, kılık kıyafetle ilgili olarak İstanbul Üniversitesine gönderdiği yazıyla “Anayasayı ihlâl ve halkı kanunlara uymamaya alenen tahrik’’ suçlarını işlediği iddiasıyla yapılan suç duyurusu üzerine başlatılan soruşturmada savcılığın “takipsizlik kararı” vermesi de bu anlamda önemli bir gelişme. Karardaki, “‘Başörtülüler veya türbanlılar insandır. Bütün insanların okuma ve eğitim hakkı vardır. Bu hak evrensel bir insan hakkıdır. Bunun istisnası yoktur. Bu nedenle, başörtülüler veya türbanlılar insan olduğundan, bu insanların da diğer insanlar gibi okuma ve eğitim hakkı bulunduğundan ve bu hak evrensel bir insan hakkı olduğundan, YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan hakkında kamu adına kovuşturmaya yer olmadığına karar verildi” ifadesi önemli.

«««

Öncelikle yılladır söylediğimiz şu cümleyi tekrar söyleyelim:

Ne kanunlarda, ne de anayasada başörtüsünü yasaklayan bir madde yok. Buna rağmen yasak keyfî olarak sürdürülüyor. “Bu nasıl oluyor”un cevabı yok.

YÖK Kanununun Ek: 17 maddesi kılık kıyafetle ilgili olarak net bir şekilde, “Yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydı ile; yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” deniliyor ve halen yürürlükte. Buna rağmen yasak sürdürülüyor, mağduriyetler meydana getirmeye devam ediyor.

Şu anda Meclis’te grubu bulanan partiler arasında bir uzlaşma görülüyor. AKP ve CHP arasında bu konuda uzlaşma olursa MHP de çözüme katkıda bulunacağını söyledi. BDP ise meselenin yeni anayasa değişikliği ile çözülmesini istese de olumlu beyanatlarda bulunuyor.

Son gelişmelere bakıldığında meselenin uzlaşı, karşılıklı anlayış, hoşgörü içinde çözüleceği ortaya çıktı. Bu yüzden de yine anayasaya bir madde koyarak, ya da şu anda yasalarda olmayan bir konuyu yasalarla çözmeye çalışma yanlışlığına düşmeden, siyasete alet etmeden, meselenin çözümünün bulunabileceği ortaya çıktı. Mevcut kanunlarda yasak yokken, YÖK Kanununun Ek: 17. maddesine “Kılık kıyafet serbesttir” denilse mesele çözüme kavuşacak mı? Bu durumda ya mesele Danıştay’a götürülür, ya da anayasadan alâkasız bir madde ile ilişki kurularak yasak devam ettirilebilir.

Herkesin, son günlerdeki yumuşamayı dinamitleyecek hareketlerden kaçınması, konuyu artık siyasete âlet etmemesi öğrenciler tarafından sık sık dile getiriliyor.

«««

Meselenin diğer boyutuna gelince. YÖK’ün üniversiteyle gönderdiği yazı tek başına çözüm olacak mı? Şu anki yumuşama bir şekilde tersine döndüğünde bu yazı çözüm olacak mı? Olmayacağı da ortada. Çünkü yazıda öğrencilerin dersten çıkartılamayacağını söylüyor. Ya kampüse ya da sınıfa alınmama durumunda bunun geçersiz olduğu ortaya çıktı.

Diğer yandan, öğretim görevlilerinin başı örtülüleri dersten çıkaramayacağı söyleniyor, buna da göre de tutanak tutup idareye verecekleri ifade ediliyor. Ancak, hâlâ tutanaklardan sonra neler olacağı belli değil. Öğrenciler bu konudaki tedirginlikleri gazete sayfalarında yerini alıyor. Derse alınmayan öğrencilerin yapması gereken şey şikâyetleri dilekçe ile YÖK’e ulaştırmaları. Bu safhada bunun yapılması önemli.

Yazımızı bir üniversite açılışındaki bir görüntüyü aktaralım bitirelim:

TOBB Ekonomi ve Teknoloji üniversitesinden gazetelere açılışla ilgili bir fotoğraf gönderildi. Fotoğrafta öğrencilerin Hisarcıklıoğlu ile birlikte çekilmiş fotoğraflar vardı. Fotoğrafta Hisarcıklıoğlu bir yanına başı açık diğer yanında başı kapalı bir öğrenci almıştı. Başörtülüler ile başı açık öğrenciler yan yana açılışın heyecanını birlikte paylaştıkları görülebiliyor.

28 Şubat’tan önce de bu görüntüler vardı. Başı açıkla başı kapalının birbirinden rahatsızlığı yoktu. Şimdi neden olmasın? İşte Türkiye’nin özlediği tablo bu…

15.10.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Çelişkili dış politika arızaları…


A+ | A-

Ankara’nın çelişkili dış politika arızaları, Türkiye’nin bütün İslâm dünyasının itirazına ve Filistin’in feverânına rağmen, tek Müslüman üye ülke olarak İsrail’in OECD üyeliğini onayı ve “Kudüs İsrail’in başşehri” anlamındaki toplantıya katılmasıyla kalmamakta…

Cumhurbaşkanı Gül’ün son Amerika ve Başbakan Erdoğan’ın son Suriye ve Pâkistan ziyaretlerinde İsrail’e yüklenmelerine karşılık, AKP iktidarında ilişkiler ve işbirliği anlaşmaları bütün alanlarda tam kapasite ile sürmekte.

Hatırlanacağı üzere Eylül ayı sonunda BM Genel Kuruluna katılmak üzere New York’a giden Gül’le İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasında bir “görüşme”den bahsedilmiş; ancak her iki taraf da “özür” polemiğiyle buluşmayı iptal ettiklerini açıklanmıştı.

Peres, “Türkiye Mavi Marmara gemisi baskınından dolayı ‘özür dileme’ şartını koştu, bunu reddettik” demeciyle ülkesine “özür dayatmasına direttikleri” mesajını yollarken, Gül’ün “Böyle bir görüşme plânlanmış değildi” cevabına rağmen, medyada iç kamuoyuna “İsrail ‘özür dileme’yi kabul etmediği için görüşmenin iptal edildiği” havası pompalanmıştı.

Çelişkilerden bir başka husus, Gül’ün New York’ta kısa adı CFR olan Dış İlişkiler Konseyi’inde (Council on Foreign Relations) Türkiye-ABD ilişkilerine dair söyledikleri. “Türkiye ile ABD’nin güçlü ortaklığı ve işbirliğinin hem ikili ilişkiler hem de bölgesel ve küresel barış için önemine” dikkat çeken Gül’ün ifâdeleri, çarpıklığın tezâhürü oldu.

CFR’DE “TÜRKİYE-ABD İŞBİRLİĞİ”

Şu çarpıklığa bakın, Türkiye Cumhurbaşkanı, Amerikan dış politikasının beyni olarak bilinen, bütün dünyada darbeleri, ifsadları ve işgalleri plânlayan; isyanları, çatışma ve iç savaşları kışkırtan, suikastları düzenleyen, legal ve sivil bir görünüme sahip olsa da gerçekte başta FBI ve CIA olmak üzere istihbarat örgütleriyle birlikte çalışan ve Amerikan dış politikalarına yön veren CFR’de konuşuyor.

İsrail’in Gazze’ye yardım taşıyan Mavi Marmara gemisine uluslar arası sularda yaptığı ve dokuz kişinin öldüğü saldırıyla ilgili olarak, Ankara’nın bütün temaslarına rağmen İsrail’in uluslararası hukukun açıkça ihlâli olan saldırıdan dolayı “özür dilemediğini” tekrarlıyor. Ancak bütün bunlara karşılık, Ortadoğu, Irak ve Afganistan’daki sorunların çözümünde “Türkiye ile ABD’nin işbirliği”nin önemine vurgu yapıyor!

“Türkiye ile İsrail arasında eskiye dayanan dostluğun bulunduğunu” dile getirerek, “İsrail’in gerekli adımları atmasını bekliyoruz’’ temennisini iletiyor. Dahası, bölgede nükleer silâha sahip tek ülke olan İsrail’den sarf-ı nazar ederek, İran’ın nükleer programına ilişkin olarak, “Nükleer silâha kesinlikle karşıyız” açıklamasını yapıyor…

“Ortadoğu’da kalıcı barış”ın artık Bush dönemindeki “stratejik ilişkiler”in ötesine geçerek Obama’nın geçen yıl Türkiye’de telâffuz ettiği Türkiye-ABD “model ortaklığı”nı methediyor. Bu kapsamda, 1.500 Filistinlinin fosfor bombalarıyla öldürüldüğü, beş bininin yaralandığı İsrail’in Gazze katliamını tek kelimeyle kınamayan ve her fırsatta İsrail’e arka çıkan Obama’nın “İsrail-Filistin barışına hizmetleri (!)”ne övgüler diziyor.

Tam da çocukların, kadınların, yaşlıların büyük bir yekûn teşkil ettiği iki milyona yakın insanın öldürüldüğü ve hâlen hergün onlarca, yüzlerce sivilin katledildiği kargaşa ve kaos içine sürüklenen Amerikan işgali altındaki Irak’ta, “saldırganlar”ın bir türlü bulunmadığı uzaktan kumandalı “intihar saldırıları”nın ve bombalamalarının yapıldığı sırada…

Taliban bahanesiyle yüzbinlerce Afganlının işgalci Amerikan askerlerince dağlarda, şehirlerde, cadde ortasında tarandığı esnada…

“GADDARLAR VE

VAHŞİLER”LE DOSTLUK!

Keza bir yandan İsrail’le bütün anlaşmalar ve işbirlikleri devam ederken Suriye’de Mavi Marmara baskınından dolayı “İsrail’in insanlık suçu işlediğini” söyleyen Erdoğan, peşinde Pakistan’da İsrail’i açıktan “kınıyor”!

‘’İslâm dünyasını bölmek, parçalamak isteyen güçlerin kimler olduğunu biliyorsunuz’’ diyor. ‘’Eğer uluslar arası sularda bir yardım konvoyuna denizden havadan birileri saldırabiliyorsa, bunlar gücü nereden alıyor?” sorusunu soruyor. Devamında “Dokuz kardeşimizi şehit edenler belli” cevabını veriyor.

Akabinde “Cenevre’deki İnsan Hakları Komisyonu’nun kararıyla saldırının bir gaddarlık ve vahşice olduğu rapor edildi. Otuz ülke rapora ‘evet’ dedi. AB üyesi ülkeler çekimser kaldılar. Ama ABD, İsrail’in yanında yer aldı” diye şikâyetçi oluyor. İsrail’in hâlâ özür dilemediğinden ve tazminat ödemeye yanaşmadığından yakınıp, “İsrail, bunları yerine getirmedikçe Orta Doğu’da yalnız kalmaya mahkûmdur” “uyarı”sında bulunuyor.

Ve AKP iktidarı, Erdoğan’ın “belli” dediği “dokuz kardeşimizi vahşice katleden ve bir ‘özür’ dahi dilemeyen gaddarlar”la, “hunhar”, “vahşi” ve “katiller”le yoğun işbirliğini sürdürüyor. Derin ilişkilerle siyasî, ekonomik, askerî anlaşmalar, savunma sanayii ve silâh alımı ihâlelerini devam ettiriyor!

“Gaddarlar”a güç veren “İslâm dünyasını parçalamak isteyen güçler”le “stratejik ortaklığın ötesinde” model ortak ve ortak dost oluyor; Irak ve Afganistan işgaline tam destek veriyor!

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, şimdi de NATO paravanında Müslüman komşu İran’a karşı ABD ve İsrail’e “füze kalkanı” oluyor!

Peki neden?

15.10.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.