09 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Kazım GÜLEÇYÜZ

Üç zorlu sual


A+ | A-

Cumhurbaşkanının Londra yolunda “Sessizce götürüyoruz” dediği Ermeni meselesi Genç Yaklaşım’ın son sayısında kapak konusu. Hrant Dink’in katlinden sonra 2007 Mart’ında bu konuyu kapak yapmış olan dergi yine bu sorunu işleyen bir dosya ile yayınlandı.

Bu sayıda dikkat çeken en önemli çalışmalardan biri, genç kabiliyetlerden Fatma Yılmaz’ın Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile yaptığı üç suallik mülâkat. Ve sorular son derece zorlu.

İlk soru: “Her yıl olduğu gibi yine bu sene de ‘ABD Kongresi Ermeni soykırımı iddialarını kabul edecek mi?’ kaygısı yaşadık. Aynı gerilimi dünyanın başka ülkeleriyle de sık sık yaşıyoruz. Türkiye hep bu kaygıyla mı yola devam edecek? Bu konuda kendi tezlerimizi dünyaya anlatma ve dünya kamuoyunu ikna edecek kampanyalar düzenleme hususunda niye başarılı olamıyoruz? Niçin kendimizi, büyük paralar ödediğimiz, ama rüzgâra göre yön değiştirebilen birtakım lobilere mahkûm ediyoruz? Bu durumu değiştirmeye yönelik ne gibi çalışmalarımız var?”

Davutoğlu’nun “Bunlarla mücadeleye devam edeceğiz. Sorunun özüne eğilerek, âdil, kalıcı bir çözüm için çabalarımızı yılmadan sürdüreceğiz” şeklinde özetleyebileceğimiz cevabının yeterli olup olmadığı ise, okuyucuların takdirinde.

İkinci soru da gayet esaslı ve “okkalı”: “Osmanlı döneminde diğer gayrimüslim azınlıklar gibi, ‘millet-i sadıka’ olarak nitelenen Ermenilere de, genel olarak adalet, şefkat ve hoşgörüyle muhatap olunmuşken, Cumhuriyetten sonra bu bakış açısı neden devam edemedi ve niçin azınlıkların tümünde bir ‘mağduriyet hissi’ oluştu?”

Bakanın cevabı yine ciddî bir zorlanmayı ele veriyor. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki uygulamaları “dönemin koşulları”na bağlarken, “millî bir devlet inşası sürecinin siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel güçlükleri”ne atıf yapıyor ve sözü bugünlere getirerek rahatlamaya çalışıyor:

“Türkiye Cumhuriyetinin insan hakları sicilinde zaman içinde olumlu yönde ilerlemelere şahit olunduğu yadsınamaz. Sadece azınlıklar meselesi değil, genel olarak demokrasi konusunda Türkiye kendi içinde uzun zamandır bir mücadele vermektedir. Doğal olan da budur. Makul zaman dilimleri içinde bakıldığında, Türkiye’nin siyasal çizgisi demokrasi yönünde olmuştur. Bundan da, ister çoğunluk, ister azınlık olsun, herkes faydalanmıştır. Ancak gelinen aşamada, Türkiye’de genel anlamda bir azınlık sorunu yaşandığını söylemek haksızlık olur.”

Üçüncü soru da dikkat çekici ve önemli: “Genelde azınlıklara ve özelde Ermenilere karşı toplumun bir kesiminde gözlenen olumsuz yaklaşımı besleyen önemli etkenlerden biri, Türkiye’deki ‘milliyetçi-dindar’ refleksler. Buna karşı, dinimizin ve tarihî tecrübelerimizin tam aksini öngördüğünü anlatmak ve bu çerçevede, itibar edilen kanaat önderlerinin yaklaşımlarını topluma duyurmak gerekmiyor mu? Meselâ Said Nursî’nin Münâzarat isimli eserindeki ‘Şu milletin saadet ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dostluğa bağlıdır’ sözü ve devamındaki ifadeleri bunlardan biri. Onun bu yaklaşımını, ‘Ermeni açılımı’nın sağlıklı bir şekilde gelişip olumlu sonuçlara bağlanması için gerekli olan toplumsal atmosferin oluşturulmasına ve bu yöndeki kamuoyu desteğinin güçlendirilmesine sağlayabileceği katkı açısından değerlendirebilir misiniz?”

Bu suale Bakanın cevabı “Bu topraklar, gerek dinî, gerek felsefî anlamda önemli düşünürler yetiştirmiş ve bizi biz yapan gelenekler geliştirebilmiştir. Böyle bir düşünsel dayanak bulmak konusunda eksiklik çekmiyoruz. Bu anlayışla, tüm bölgeye yönelik olumlu vizyonlar geliştirmeye devam etmekteyiz” şeklinde özetlenebilir.

Davutoğlu, bu sorulara Bakan değil de akademisyen kimliğiyle muhatap olsaydı, hiç şüphesiz, çok daha rahat ve net cevaplar verebilirdi.

Dışişleri Bakanı olarak cevaplaması ise, özellikle soruları gündeme taşıması cihetiyle önemli.

09.11.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Irak ve İranla ilişkilerde hassas günler


A+ | A-

Son birkaç gündür dış politika iki komşumuzda yoğunlaştı: Irak ve İran.

Dışişleri Bakanı Davutoğlu, ani bir kararla yaptığı Erbil ve Bağdat ziyaretleriyle, Irak’ta artık yılan hikâyesine dönen hükümet kurma çalışmalarına katkıda bulunmaya çalışıyordu. Barzani, Maliki ve İyad Allavi ile görüşmeler yaparak, bir millî birlik hükümeti kurulmasını sağlamayı amaçlıyordu. “Irak’a yapılacak en büyük kötülük ülkeyi mezhep ve din savaşına sürüklemektir” diyen Davutoğlu, “Siyasî süreç tıkandığında, siyasî hedefler başka alanlarda elde edilmeye başlanır” tespitiyle ülkeyi bekleyen tehlikenin altını çiziyordu.

Bu çabaların sonuçlarını kısa süre içinde göreceğimizi, kendi aralarında bir türlü uzlaşamayan tarafların, Türkiye’nin arabuluculuğuyla daha makul bir zeminde birleşebileceğini düşünüyoruz. Malikî liderliğinde bir geniş tabanlı koalisyon kurulacak gibi görünüyor.

Irak’ın istikrarını en çok isteyen ülke Türkiye. İran’ın ancak Şiîlerin üstünlüğündeki bir Irak’ı istediği, Amerika’nın sürekli kendisine muhtaç kalacak zayıf bir Irak’ı tercih ettiği biliniyor.

Bu arada Barzani ile PKK’nın tasfiyesi sürecinin de görüşülmüş olması muhtemel. Zira gerek Kandil’in ve sembolik önem taşıyan Mahmur Kampının boşaltılması ve gerekse, tasfiye sonrası Türkiye’ye dönmeyecek militanların yerleşimi açısından Kuzey Irak büyük önem taşıyor.

Irak’la böylesine yoğunlaştığımız bir anda İran sürpriz bir açıklama ile, P5+1 ülkeleriyle (BM Güvenlik Konseyinin daimî üyeleri olan ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya ile Almanya’dan oluşan grup) nükleer programına ilişkin görüşmeleri Türkiye’de yapmak istediğini açıkladı.

Son derece olağan görünen bu talebin, ülkemiz açısından bazı hassas yönleri var.

Öncelikle 19-20 Kasımda resmen onaylanacak olan füze kalkanı kurulması kararına, hükümetin, hedef ülke gösterilmemesi, anlık istihbaratın İsrail ile paylaşılmaması gibi bazı şartlarını kabul ettirerek katılacağı anlaşılıyor. Bu şartlarda dahi İran’ın bundan hayli rahatsız olacağı aşikâr. İşte İran bu toplantıdan hemen öncesinde Türkiye’ye yakınlığını Batıya göstermek istercesine müzakerelere hazır olduğunu ülkemiz aracılığıyla ileterek ve ayrıca müzakere yerinin Türkiye olmasını isteyerek, bir bakıma önleyici bir hamlede bulunuyor. “Biz size bu kadar güvenirken, siz nasıl bize karşı füze savunma kalkanı kurulmasına izin verirsiniz?” mesajı iletiyor.

Öbür yandan Türkiye’nin ABD’nin ön muvafakatiyle Brezilya ile birlikte Batı namına İran’la nükleer takas anlaşması yapmasına Amerika’nın gösterdiği tepkiler hatırlanırsa, bu müzakerelere ülkemizin ev sahipliği yapmasının ABD ve müttefikleri tarafından pek hoş karşılanmayacağını düşünüyoruz. Ayrıca İran’ın “Ne kızı vereceksin, ne dünürü küstüreceksin” politikasını sürdüreceği de hesaba katılırsa, müzakerelerden olumlu bir sonuç çıkmamasının faturasının bir kısmı da bize kesilebilir.

Kısacası; komşularımızla sıcaklaşan ilişkilerimizin, dışişlerini terletmeye başladığı aşikâr. Umarız iyi düşünülmüş hamlelere dayalı bu satranç oyununda istediği sonuçlara ulaşarak “şah” diyen Türkiye olur.

09.11.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Cumhuriyetin kimlik politikaları


A+ | A-

Cumhuriyet’in 87. yılında fikrî, siyasî, ekonomik ve kültürel alanlarda yaşadığımız sıkıntılar, temel bir sorgulama ile bizleri karşı karşıya bırakmıştır. Bu süreçte, neleri kazandığımızdan çok neleri kaybettiğimiz sorusunu doğru cevaplandırabilmek geleceğimizi doğru ve sağlam zeminlerde şekillendirebilmek açısından önem kazanmaktadır. Cumhuriyet projesinin temelini oluşturan ve resmî ideoloji tarafından dayatılan laiklik ve kimlik politikaları temeddün etmiş bir milleti arzulasa da bugün geldiğimiz nokta ‘medeni olma’ halinin çok ötesindedir. Bu arzunun doğurduğu politikalar taklitçi bir çağdaşlık görüntüsünü bize kazandırmış olsa da ruhumuzu kaybettirmiştir, özümüzü yitirtmiştir.

Kültür ve medeniyetimizin her alanında yaşanan çözülmeler, hayatımızın her alanını saran kokuşmalar bize dayatılan kimliğin iflas ettiğini ortaya koymaktadır. Bir red hareketi sayılabilecek Cumhuriyet projesinin “redd-i miras” anlayışı, imparatorluğun mukaddes değerleri ile ilgilidir. Modernleşme, muasırlaşma anlayışını, din dışılığa dayanan laiklik ve seküler kimlik anlayışına dayandıran bu zihniyet; cumhuriyetine lâyık, laik milletini de oluşturma çabası içine girmiştir. Bu bağlamda farklı kimliklerin yaşama alanını daraltan ya da onları yok sayan tek tipleştirici kimlik politikaları güdülmüş, imparatorluktan miras kalan farklı etnik gruplar ve inançlar da reddedilerek tek tip bir millet oluşturmak amaçlanmıştır. Bu anlayışın bizi sürüklediği tehlike bugün daha iyi anlaşılmaktadır.

Risâle-i Nur Enstitü’nün on beş günde bir düzenlediği Pazar Seminerleri’nin bu haftaki misafiri Doç. Dr. Ahmet Rıdvan, “Cumhuriyet’in Kimlik Politikaları” başlıklı seminerinde Cumhuriyet modernleşmesini şekillendiren ideolojik, politik ve kültürel kopuşlarla birlikte tektip toplum meydana getirmeyi amaçlayan kimlik politikalarının beslendiği kaynakları anlattı. Son derece verimli geçen seminerde öne çıkan dikkat çekici hususlardan bazılarını sizlerle paylaşmak isterim.

Milletin ruhunu, özünü belirleme iddiasındaki Cumhuriyet eliti, kurduğu rejime lâyık bir ulus inşasına girişti. Muasırlaşmanın temel ögelerinden biri olan seküler kimlik bütün İslâmî değerleri ve bu değerleri yaşatan Osmanlı’yı da reddetmeyi beraberinde getirmiştir. Bu anlayış; Osmanlı’nın yüce Türk milletinin ruhunu kirlettiği, yabancı saydığı İslâmî unsurları onun içine kattığı fikrine dayanır. Bu bağlamda Cumhuriyetin temel yaklaşımı; gelenekten kopma, geleneksizleştirme ve hafızasızlaşma şeklinde olmuştur. Buna hizmet eden “altı ok”un işaret ettiği ilkelerden Halkçılık; devrimlere direnç oluşturabilecek şeylerin tasfiyesini, milliyetçilik diğer milletlerden (Ermeni ve Kürt) kurtulabilmeyi, Laiklik dinden uzaklaşmayı amaçlar. “Red” kavramına dayanan Cumhuriyet muhayyilesi bunu hayata çeşitli şekillerde geçirir. Meselâ, “Şapka kanunu” sarık takılmasın diye icad edilmiş, bu muhayyileye uymayan koca bir tarih, kültür ve medeniyet her şeyiyle yok sayılmıştır. Bugün başörtüsünün bu kadar tartışılmasının nedenlerinden biri de budur. Başörtüsü Cumhuriyet projesine aykırı olduğu için kabul görmemektedir.

Cumhuriyet elitinin ve idarecilerinin toplumu dinden uzaklaştırmak şeklindeki laiklik politikasının temelini oluşturan pozitivist ve materyalist anlayış yalnızca dini reddetmekle kalmadı. Osmanlı İmparatorluğu’ndan miras kalan farklı etnik grupları ve inançları da reddederek tek tip bir millet oluşturmayı amaçladı. Resmî ideolojinin temel ayaklarından biri olan ulus devlet anlayışı farklı dil ve kültürlerin devamına izin vermeyerek herkesi ve her şeyi Türk ilân etti. Bu anlayışın dışında kalan her şey düşman kabul edildi. Bu da bugün başta Kürt sorunu olmak üzere farklı problemlerle kapımıza dikildi.

Kimliğimizi “negatif ayna”da tanımlayan Cumhuriyet projesi, ne olduğumuzdan ziyade ne olmadığımızla ilgilendi. Seküler olmak, eskiyle bağını koparmak, evsizlik, hafızasızlık, tarihsizlik gibi olgularla beslenen bu anlayışı doğurduğu “kimliksizlik” karşısında, Risâle-i Nur hareketi kâinatı ve insanı yeniden tanımlayarak öze dönüşü başlattı. Cumhuriyetle çatışmadı, gerçek Cumhuriyet’i tanımlarken “dindar cumhuriyetçi” kavramıyla Mü’min olabilme sıfatını ön plana çıkardı. Mü’minlik bizim kaybetmememiz gereken ve kimliğimizi şekillendiren en büyük değerdir.

Bugün mü'min kimliğimizi en çok tehdit eden unsurlardan biri tüketim kültüründen kaynaklanan tehlikelerdir. Takva bu hususta bizi tehlikelerden koruyan kabuğumuzdur. Risâle-i Nurlar, bizi yozlaşma-çözülme tehlikelerine karşı koruyan, asli kimliğimizle tanıştıran eserlerdir.

Günümüz Türkiye’sinde sevindirici gelişmeler olmaktadır. Bugün Türkiye’de yaşanan sessiz devrimin mimarı olan “yeni entelektüeller” özgüvenli ve mütavazidir. Klasik ulemanın ve kibirli cumhuriyet aydın tipinin dışında olan bu nesil, her yönüyle toplumun karşısında değil önündedir, topluma yol göstericidir. Maddeden mânâya yönelen, ruhu tekrar keşfeden yeni nesil Türkiye’nin yıldızını her yerde parlatacaktır.

09.11.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet BATTAL

Bitlis’te beş gökdelen!


A+ | A-

Bitlis’in minarelerine ne oldu demeyiniz. Onları New York’a taşıdık. (New York neresi demeyiniz. Her yeni şehirdir,—meselâ—Ankara’nın yeni semtinin, yeni istasyonunun, yeni yüzünün adıdır).

Ama, aman dikkat.

New York’u ve Amerika’yı ve Ankara’yı fethe çıkmışsanız, arada bir geriye dönüp Bitlis’e de bakmanız lâzım.

Zira siz NewŞehir’lere minare dikmeye çalışırken, nâmahrem eloğlu, İslamdolu Anadolu’nun en mahremi olan Bitlis’e Dünya Ticaret Merkezinin yeni sahte ikiz kulelerini dikmeye çalışıyor olabilir.

Bitlis’e dikilecek kuleler, kültürsüz tüketim “kült”ünün tapınakları olabilir. “Küreselleşmenin cilveleri canım,” deyip geçebilir misiniz.

Bitlis’i unutmayın, kaybetmeyin, bozmayın, o son kale, aman ihtimam gösterin.

Bitlis’e bakan ne görür:

Meselâ…

Medeniyetler ittifakı projesini görür.

Zira onun sahibi, asrın da sahibidir, Bitlisli bir dünyalıdır.

Bu proje yüz yıllık bir projedir. Geçmiş ve gelecek üç-yüz yılın projesidir.

“İttifak hüdadadır, hevada değil”. Hüdayı da hevayı da bu asrın vicdanına öğreten kitap Bitlis’tendir, İsparit’tendir, İsparitin babası Isparta’dandır.

Kitap, sadece görmek için değil bakmak içindir. Hutbe-i Şamiye’nin ders verildiği günün doksandokuzu tamam oldu, imamesi de minaresi de elimizdedir.

O halde, medeniyetler ittifakını ve Kur’ân medeniyetinin mimsiz ve vicdansız nefse galebesini hedefleyenler, kalplerin fethine çalışanlar, yol haritalarını kaybetmemelidir. Sahip çıkmalıdır.

Bitlis’e sahip çıkmak, minaresine sahip çıkmaktır.

Bitlis’i batıya transfer etmek, Bitlis’in kitabını muhafaza etmekten geçer.

Kitabı muhafaza, onu mahfazaya hapsetmekle değil, onu akletmekle olur.

Kitabı hakikaten akletmek, onu akla sadece misafir etmekle değil, aklen hıfzetmekle ve vicdana nakşetmekle olur.

Kitabı hayata nakşetmek, onu sahiplenmekle olur.

Kitabı sahiplenmek, onu nakletmekle veya ondan faydalanmakla ya da ondan istifadeyle yetinmeyip onu “ifade etmeye” geçmektir.

Ey Hutbe’nin son sahibi,

Ey Şam’ın askeri!

Sen, … hâlâ ne diye oyunda, işte-güçtesin, sen Fatihleri de fethedecek güçtesin.

Proje senindir. Gelecek senindir. Kalpler de senindir, fetih de senindir.

Ümit senin bineğindir, doğruluk silâhın, muhabbet mayandır. Uhuvvet zeminindir, hürriyet havandır, hamiyet ise enerjin.

Yolun açıktır. Kim tutabilir seni. Yeter ki O razı olsun.

Not: Bu makaleye ilham veren Mahsun Kırmızıgül’e teşekkürler ve tebrikler. Hutbe’yi onunla dinlemeyi çok isterdim. Nasip.

09.11.2010

E-Posta: [email protected]



Muzaffer KARAHİSAR

Ölümlü dünya


A+ | A-

Ölümlü dünyada, su gibi akıp giden zaman içersinde ömrümüzü iyiliklerle, güzelliklerle, hayırlarla ve ibadetlerle süslememiz gerekiyor. Geçen zaman içerisinde geriye dönüp baktığımızda hataları ve günahları görüp pişman olmamanın yolu da bu olsa gerek. Ya da bizim yüzümüzden kötülük görmüş, hakkı zail olmuş, zarara uğramış ve bu yüzden çaresiz kalıp bedduaya yönelmiş insanların bulunmamasına büyük gayret göstermeliyiz. Bu noktayı bir hayat düsturu olarak aklımızdan hiç çıkarmamak için, yaşadığımız hayat içerisinde, etrafımıza baktığımızda çok örnekler, dersler ve ibretler vardır.

O, bir köşede karyolasının üstünde oturuyordu. Selam verip, hal-hatır sorarken birden kendimizi altmış, yetmiş sene gerilerde bulduk. Yapılan bu görüşme ve sohbet, doksan yedi yaşına basmış bir insanla yapılması nedeniyle bir asra yakın hayat tecrübesini yansıtıyor. İyilik ve kötülüğün, bu dünyada insan üzerinde bıraktığı acı ve tatlı sonuçları asırlık çınarın dilinden, hal ve tavırlarından anlamaya birlikte çalışalım.

Fadime Teyze doksan yedi yaşında. Çaresiz yatağa bağımlı olarak, hastalıklarla uğraşarak ve durumuna şükrederek hayatını sürdürüyor. Onun durgun yüzüne ve asık çehresine baktığınızda hiçbir şeyden memnun olmayan, sürekli olarak herkesten, her hizmetten şikâyet eden, geçimsiz, huysuz ve aksi bir insan zannedersiniz! Oturup konuşulduğunda ağzı duâlı, kadife kadar yumuşak kalpli ve merhametli bir insan olduğunu; dış görünüşü ile iç dünyasının farklı olduğu kısa zamanda anlaşılır. Ona bakışlarında ve yüz hatlarındaki durgunluğu, küskünlüğü ve olumsuzluğu yaşadığı hayatta çektiği acıların, ıstırapların, çilelerin ve akan gözyaşlarının neden olduğunu; anlattığı hayat hikâyesi içerisinde gizli olduğu anlaşılıyor:

“Küçük yaşta annem, babam vefat edince beni başka bir köyde eşi vefat etmiş ve bir kızı bulunan Mustafa ile evlendirdiler. Bu evlilikten iki tane çocuğum oldu. Ölünceye kadar beraber yaşadığımız, eşim Mustafa bana hayatımı zehir etti. Yıllarca gözyaşlarım sel olup aktı. Gurbette kimsesiz olduğum için gidecek yerim, akrabam, kimim-kimsem olmadığı için eşimin dövmelerine, hakaretlerine, haksızlıklarına ve zulümlerine boyun eğmekten başka çarem yoktu. Aç kaldım, susuz kaldım, derdimi kimseye açmadım. Başkasına el açmadan, helâl lokma yemek için beş sene tarlalardan başak toplayarak geçimimizi sağladım. Köyümüzde halı-kilim çok dokunurdu, onların yıllarca ipleri benim elimden geçti, kirman eğirdim. Düğünlerin bulaşıklarını yıkadım, ölü elbiseleri yıkayarak nafakamı kazandım. Bütün bunları yapıp evin idaresini sağlamama rağmen eşim beni çok fena döverdi. Odunla, maşayla, değnekle döverdi. Eliyle dövse razıydım, eli acıyıncaya kadar döver bırakır, diye. Birinde yokluk sebebiyle yemek yapmak için, bahçeden dört tane patates sökmüştüm. Patatesler küçükken söktün, diye kapının arkasına saklanmış, ben içeri girince başıma değnek vurmasıyla bayılmışım. Başıma su dökerek ayıltmışlar. Çok dayaklar yedim, hakaretler işittim, zulümler gördüm, işkenceler çektim. Bütün bunlara rağmen eşime ölünceye kadar baktım. Yemeğini hazırladım, temizliğini yaptım, sobasını yaktım ve kötü davranmadım. Bana hiç gün göstermedi. Gidecek sığınacak yerim yoktu. Her şeye rağmen ömrümü onun dizinin dibinde geçirmek zorunda kaldım. Ölümlü dünya, nasıl olsa geçer diye bütün sıkıntılara, acılara, haksızlıklara katlandım. Eşime hakkımı helâl etmedim, etmemde. O bana dünyayı haram etti, ona da ahiret haram olsun. Kıyametin bir gününe kadar başı üstünde dikilsin, gönenecek toprak bulamasın…”

Fadime Teyze’nin belli ki canı çok yanmış. Geçmişte çektiği acıların etkisi hâlâ yüreğinin derinliklerinde hissediyordu. Ona zahmetin gittiğini, rahmetin kaldığını; sabrettiği için büyük sevaplar kazandığını anlattıktan sonra affetmenin büyük fazilet olduğunu söyledim. Ne söylersem söyleyeyim bir türlü ikna olmadı. Eşi Mustafa Amcayı affederse, çok sevaplar kazanacağını söyleyince de: “Ben aciz, fakir, yaşlı ve yatağında ölüm bekleyen hasta bir insanım. Allah’ıma elimi açarım, duâS ederim, sevapları, rahmeti ondan beklerim. Onun hazinesinde boldur, bizlerden esirgemez.” dedi ve son sözünü söyledi.

Bizlere düşen, başımızı iki elimizin arazına alıp düşünüp derseler çıkarmak, ibretler almak, kötülüklerden, günahlardan, kusurlardan ve kul hakkından uzak istikametle yaşamak kalıyor.

09.11.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Sevgi her yaraya iyi gelir


A+ | A-

Acıyan yerlerini öpecek biri varsa hayatında,

Önemli olmaz düştüğün yerler,

Atıldığın kuyular,

Aldığın yaralar,

Yalan çıkan, bildiğin bütün doğrular...

İşittiğin bütün kötü sözlerin yeri bile, çabuk iyileşir o zaman.

Bazen kaç yaşında olursan ol,

Küçük bir çocuğun ağlayarak annesinin yanına gelmesi gibi,

Acıyan yerlerini öpecek birinin yanında olmak,

Ağlamak istersin...

Öperse geçer, diye inandığın birinin yanında doyasıya ağlamak,

Tüm yanmış yerlerine rüzgâr olur, serin yağmurlar gibi gelir,

Nasihat etmeden, küçümsemeden dinleyen,

Anlatırken bile geçecekmiş gibi gelen,

Yuva sıcaklığında bakışlarıyla içini ısıtan,

Seni olduğun gibi kabul eden,

Değiştirmeye çalışmayan,

İstediği kalıplara uymasan da,

Seni sevmekten vazgeçmeyen,

Biri varsa eğer...

Korkma incinmekten.

Bırak sıyrıklar olsun dizlerinde,

Öper ve geçer...

Ne kadar da sevgiye muhtaçtır insan,

Nazını çekecek biri olsun ister yanında,

Çocukca mıkırdanmak, sızlanmak, tutturmak ister,

Bir yetişkin gibi dinlenilmek,

Bir çocuk gibi şımartılmak ister,

Her zaman yetişkin olmak, yetişkin gibi davranmak yorar insanı.

Bazen saçmalamak ister,

Hesaplamadan, hesap etmeden karar vermek ister,

Kalbinin tarifini dinleyip,

Hissettiklerinle yol bulmaya çalışmanın dayanılmaz heyecanı içinde,

Sırtını bütün yolları bilenin yüceliğine dayayıp,

Küçük bir çocuk gibi koşabilmak...

Arkamdan annem bana bakıyordur,

-Düşersem öper ve geçer-in güvenliği içinde koşabilmek,

Sıyrılan, kanayan ve acıyan tüm yerlerini,

Öpen biri varsa eğer,

Korkma düşmekten,

Bırak kanasın dizlerin,

Ağla ağlayabildiğin kadar,

Öper ve geçer...

09.11.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin EREN

Harfî korku


A+ | A-

Düşünceleri düzenlemek, fikirleri âhenkleştirmek, duyguları durultmak; mânevî insicâmı bedenî bütünlükle oluşturduğu gibi, ömür dakikalarını bereketlendirir, az ömürde öz ameller yapmayı sağlar.

Bir anda zihin zembereğine çarpan düşünceler, dimağı etkileyen fikirler, kalbi karıştıran hisler; bedensel olarak bir yerde duruyor olsa da, o insanı farklı yerlerde gezdirir, değişik dünyalarda dolaştırır. Titreşen düşüncecikler, ihtizazdaki duygucuklar, iç âlemi karardâde olmamış bir denize dönüştürür; yüksek olmasa da dalgalar hep vardır o denizde.

Musibet yükselmeler, zevk alçalmalar; denizin derin dalgaları, değişim dönüşleridir. Kâh boğulunur, kâh sahil selâmetine çıkılır; dalgalardan, değişimlerden.

Harfî hareketlerle hareket etmezse zihin, ya bir şirk kayasına çarpar ya da şüphe buzul dağına; hayat gemisi ömrün her “ân”ında batar, zamanın her salisesinde solar.

Harfî görüş, bakış, okuyuş; düşünce merdivenlerini yükseltir, duygu dağınıklığını giderir, gidilen yeri ap açık gösterir. Meyve harfini iyi okumak; insan çekirdeğini, kâinat çekirdeğini iyi okumayı, hayat ağacını güzel görmeyi öğretir.

İsmî boğulmalar acabalar denizindeki dalgalanmalardandır; bir ömrü boş bitirir, bir hayatı heder eder.

Acabalar, ne olacaklar, nasıl bitecekler şüphesi, endişesi, kaygısı hep sürecektir. Endişelerin kontrolüne girmek değil endişeleri kontrol altına almak; esen rüzgâr sahil selâmetine yol aldırır. Kaybetme endişesi ona daha fazla kıymet verdirir, muhafaza hususunda daha da gayrete getirir. Böylesi acaba iyidir, iyiliği boş bırakmaz, hareketli ve diri tutar. Endişenin, kaygının, ihtizazın harfîsi; ismî kaygılarda, korkularda kaybolmaktan korur.

“Başıma ne gelecek, biraz sonra ne olacak, geleceğim güvencede mi...” gibi korkular hazır zamanı zora sokar, onu boğar, işlevsiz ve hareketsiz kılar. Düşünceleri imanla düzene koyan, duyguları tevekkülle dizgine eden, “ân”ın derinliği ve enginliğini elde eder; kâh mazide, kâh istikbalde sürur ile seyahat eder. İsmî endişedeki biri küçük bir dalgada boğulurken; harfî kaygıyı elde eden, musibetin büyük dalgalarında adeta sörf yapar; geçmişin elemleri, geleceğin korku ve endişeleri onun hazır zamanına zarar veremez.

İhtizaz her zaman vardır; atomun çekirdeğinde, ağacın çekirdeğinde, galaksilerin karnında, kalbin ortasında, duyguların derinliğinde. İman başka türlü nasıl canlı olur; hayat ağacı başka türlü nasıl dal yapar, yaprak yapar, çiçek açar, meyve verir, meyvenin de yeniden çekirdeği olur?

Endişeye, korkuya, acabaya mahal yok; her mahal kontrol altında, her mahal Kudret, Rahmet ve Hikmet’in kapsama alanında. İmanı besleyen şüphe, Kudret’e götüren korku, Rahmet’e râm eden endişe iyidir. Her şey sıra ve kısmet tahtında dönüyor; düşünceleri darmadağın eden, duyguların düzenini bozan hırs hiçbir şeyi değiştirmez; sadece zihni hasarete, kalbi kasavete sevk eder, ümitsizlik denizinde boğar.

Endişeden uzak, korkudan ırak, kaygıdan berî; harfî şüpheler, harfî elemler, harfî korkularla beslenen bir iman duâsıyla…

09.11.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kurban kesmenin hükmü


A+ | A-

Mehmet Bey: “Kurban bayramında kurban kesmenin hükmü nedir? Bazen farz gibi anlaşılıyor ve gücü yetmeyen insanlar da, kesmeye zorlanıyor. Kimileri vacip diyor, kimileri de sünnet diyor ve kesmeye gücü yeten insanları da caydıracak şekilde hükümler ileri sürüyorlar. Doğrusu nedir?”

Muktedir olan kimse için Kurban bayramında kurban kesmek farz hükmünde bir emir değil; Hanefî mezhebine göre vacip, diğer mezheplere göre ise müekked sünnet hükmünde bir emirdir.

Kurban kesmenin farz bir emir olmayışı, Allah’ın şefkatinden ve merhametinden dolayıdır. Yani muktedir olduğu halde kesmeyene-–inkâr etmediği sürece—ceza ve azap yoktur. Vacip veya sünnet-i müekkede oluşu ise, muktedir olanları kurban kesmeye teşvik eder.

Diğer ibadetler gösteriş için yapılmadığı gibi, kurban da gösteriş için kesilmez. Muktedir olanlar kurbanı Allah rızası için ibadet kastıyla keserler. Eğer gösteriş için olursa, safiyetini kaybeder ve ibadet değeri kalmaz. Şu âyet bunu hatırlatır: “Kurbanlarınızın ne etleri, ne de kanları Allah’a ulaşacak değildir. Allah’a ulaşacak olan ancak sizin takvanızdır.”1

Muktedir olduğu halde kurban kesmeyeni kınamak doğru değildir. Kendisi ile Rabb’i arasında bir meseledir. Gücü kudreti olmadığı halde, “Kurban kesmedi demesinler” diye kurban kesmek de doğru değildir. İbadetlerde bir tek Allah’ın nazarını ve rızasını esas almalıyız. Ve ibadetlerimizi bir tek Allah için yapmalıyız. İhlâs budur! Halkın beğenisini kazanmak ve kınamasından kurtulmak için kurban kesmek sıhhatli bir davranış değildir.

Belki farkında değiliz ama toplumun kınama refleksi kişi ile Rabb’i arasına çok çabuk girebiliyor! Ve yapılan ibadeti Allah için olmaktan çıkarıyor, halkın dedikodusuna malzeme olmamak gibi bir hedefe kilitliyor. Böyle bir amaca ve niyete takılıp kalınırsa, şirk veya gizli şirk tehlikesi bile söz konusu olabiliyor.

Bu açıdan kurbanı, farkında olmadan gösteriş ve riyaya kurban etmemeye dikkat etmeliyiz. Eğer güç ve kudret bulup kesiyorsak, sadece Allah için kesmeliyiz. İbadetimizin sıhhati için, araya başka nazarları ve başka rızaları almamaya veya böyle bir tavır içine girmemeye özen göstermeliyiz.

Kurban ibadeti—her ne kadar sünnet-i müekkede olsa da—şeâirdendir, yani İslâmiyet’in bir beldede mükemmel bir din olarak yaşandığının alâmetlerindendir. Diğer yandan, muktedir olanlar için kurban, Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin “vaciptir, terk edilmez, muhkemâttır, hiçbir cihetle tebeddül etmez, değiştirilmez”2 dediği sünnet-i müekkede sınıfına girer. Değiştirilmesi bid’attır. Muktedir olunduğu halde amel edilmediğinde, sevaptan ve feyzden mahrumiyet vardır.

Bundandır ki Hanefî mezhebi kurbana güç yetirme ölçüsünü yüksek tutuyor ve bu ölçüye ulaşan birisinin kurban kesmesini vacip görüyor. Hanefî mezhebine göre bir kimsenin kurbana muktedir olmasının en az ölçüsü, aslî ihtiyaçlarından ve borçlarından başka asgarî “nisap miktarı” mala (seksen beş gram altına yahut buna denk mala veya paraya) sahip olmasıdır.

Diğer mezhepler ise kurbana güç yetirme şartlarını biraz daha indirgemişler ve tabir caizse tabana yaymışlar; hükmen de, bu şartlara ulaşan birisi için sünnet-i müekkede olarak görmüşlerdir. Meselâ Malikî Mezhebi, bayram süresince kurban parasını temin eden bir kişiyi, sene içinde bu paraya muhtaç olmayacak durumda olursa kurban kesmeye muktedir saymış; muhtaç olacaksa muktedir saymamıştır. Şafiî Mezhebi bu şartları biraz daha genişletmiş ve sene içinde durumu ne olursa olsun, bayram süresince zarurî ihtiyaçlarından başka “kurban parasını temin edebilen kişiyi” kurbana muktedir görmüştür. Hanbelî Mezhebi biraz daha indirgeyerek, ödeme imkânına sahip herkesi, borçlanarak da olsa kurban alabiliyorsa, kurbana muktedir saymıştır.3

Başka bir ifadeyle, eğer borçlu bir kişinin borçlarının karşılığı var ve periyodik aralıklarla—faize de girmeden—ödeme imkânına sahip ise ve bayram süresince kurban parasını temin edebiliyorsa, nisap miktarı mala sahip olmasa bile, bu kişi Şafiî ve Malikîlere göre kurban kesmeye muktedir demektir. Eğer bu kişinin borçlanarak-–ama faizli kredilere girmemek şartıyla—kurban alabilme imkânı varsa, bu durumda da Hanbelîlere göre kurban kesmeye muktedir demektir. Fakat unutmayalım: Kurban için faizli krediye girmek caiz değildir.

Tercih ibadet mükellefinindir. Elinde nisap miktarı malı veya parası olmayanın kurbanı kendisine vacip görmemesi mümkün olabileceği gibi; imkân bulananın diğer mezheplerin görüşüne itimat ederek kurban kesmesi de mümkündür.

Eğer bir kişi mezheplerin “dördünün de” şartlarını taşımıyorsa, kurban yükümlüsü değil demektir.

DUÂ

Ey Rahman-ı Hannan! Kulluğumda kirler var, merhamet et! İbadetim kusurlu, mağfiret buyur! İtaatim noksan, medet et! İnkıyadım hafif, inayet buyur! Amelim günahlı, affet! Dünyam hatarlı, siyanet buyur! Ahretim tehlikede, himayetine al! Yüzüm parlak değil, rahmetini esirgeme! Mahcubiyetim çok, şefkatini eksik etme! Hatalarım bitecek değil, seyyiâtımı hasenata tebdil eyle! Âmin!

Dipnotlar:

1- Hac Sûresi: 37

2- Lem’alar, s. 58

3- A. Cezirî, İslâm Fıkhı, C.3, S.1043

09.11.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Ne dünya, ne âhiret...


A+ | A-

Kimi zaman sahte şeyhlere bakıp, gerçek şeyhleri de tenkit eder ve yerin dibine batırırız. Oysa bu insafsızlıktır. Herşeyin sahtesi, sû-i istimâlcisi olduğu gibi, şeyhliği kullanan kişiler de ortaya çıkabilir. Peki, onları birbirinden ayıracak ölçü nedir? Onlara nasıl bakmalıyız:

Gerçek şeyh, mürşid ve tarîkatı diğerlerinden ayırabilmek için, Bediüzzaman, Münazarat isimli eserinde bazı ölçüler verir:

“Velâyetin (veliliğin), şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni (gereği) tevazu ve mahviyettir, tekebbür (kibirlenmek) ve tahakküm değildir. Demek, tekebbür eden sabiyy-i müteşeyyihtir (büyüklük taslayan küçüktür). Siz de büyük tanımayınız.” Yani, şeyhliğin, büyüklüğün göstergesi tevazû, küçüklük, halk içinde erimek, dünya malı ve makamının sevgisini kalbe koymamak, dünyayı terk etmektir. Eğer, bir şeyh büyüklük taslıyor, kibre giriyor ve dünyevî çıkar sözkonusu ise, ihlâs ve samimiyeti yok demektir. Öyle ise onları şeyh, mürşid ve büyük tanımayınız.

Yine başka bir ölçü: “Eğer hedef-i maksadı, İslâmın ziya-yı kalb ve nur-u fikriyle ittihad; ve mesleği muhabbet; ve şiârı terk-i iltizâm-ı nefis; ve meşrebi mahviyet; ve tarikati hamiyet-i İslâmiye olsa; kabildir ki, bir mürşid ve hakikî şeyh olsun.” Yani, şeyh ve mürşidlerin hedef ve maksatları, İslamdan beslenen kalb ışığı ile fikir nûrunu birleştirmek; mesleği sevgi, düsturu nefse olan taraftarlığı terk, meşrebi tevazu ve yolu İslâmın yücelmesi için gayret olsa, mümkündür ki, hakişi mürşid ve şeyh olsun.

“Lâkin, eğer mesleği, tenkîs-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin ve inşikak-ı âsâyı istilzam eden hiss-i taraftarlık ve meyelân-ı gıybeti intaç eden kendine muhabbeti başkasına olan husumete mütevakkıf gösterilse; o bir müteşeyyih-i müteevviğdır, bir zi’b-i mütegannimdir.” Yani, eğer başkasını basit göstererek, başkasını küçülterek meziyetini artırıyorsa, düşmanlık ederek kendisine sevgi kazanmaya çalışıyorsa, parçalanma ve dağılmayı gerektiren tarafgirlik ve gıybetle kendisine ilgiyi, sevgiyi artırıp, başkasına düşmanlık bulaştırıyorsa, şeyhlik taslayan, koyun postuna girmiş bir kurttur; davula bedel dine ve kitaba vuran ve bahşiş toplamak isteyen bir çingenedir. Din ile, dünyayı avlamaya gider. Ya kötülenmiş bir lezzet, ya basit bir heves alıyor veya hatalı bir içtihad onu aldatmıştır. Böylece kendisini iyi bir şeyh zannedip, gerçek şeyhler hakkında da kötü düşünülmesine meydan açmıştır.

***

Müridlerden birisi şeyhine giderek; suç işleyip hapse giren oğlunun salıverilmesi için girişimde bulunmasını ister. Şeyh: “Bizler derviş kimseleriz! Dünyaya ait işlere müdahale edemeyiz!” diye reddeder.

“Peki, bir tavsiyenâme yazınız, şefaat ediniz de, cehennemden kurtulalım!”

“Allah’ın emriyle olacak işe karışmak benim haddime mi düşmüş?”

“Be adam, dünyada şefaat etmezsin, âhirette etmezsin; ne diye köleler gibi sana hizmet edeyim?”

09.11.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Meddahların karalamaları (1)


A+ | A-

Kime sorarsanız, meddahlığın iyi birşey olmadığını hiç tereddüt geçirmeden söyler.

Buna rağmen, bazı kimseler yine de "şahıs meddahlığı" yapmaktan alıkoyamaz kendini.

Şahıs meddahlığı, haliyle muhalif görülen başka şahıslara karşı da, tenkit, tahkir, tezyif, hatta iftiraya kadar varan menfî duyguların kabarmasını netice verir.

Meselâ, Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren, M. Kemal ve İsmet Paşa meddahlarının Said Nursî'ye bakışı ve yaklaşımı böyle olmuştur.

Kemalist meddahlar, "Yeminli Atatürk düşmanı" olarak belledikleri Said Nursî'ye karşı akıl almaz, vicdana sığmaz itham ve istinatlarda bulunmaktan zerrece çekinmemişlerdir: "Kürtçü, bölücü, mürteci, kışkırtıcı, vatan haini, Cumhuriyet düşmanı, vesaire..."

Üstelik, Bediüzzaman ve talebelerini sevk ettikleri bütün mahkemelerin, haklarında beraat kararı vermesine rağmen, bu muhasım meddahlar aynı nakaratı okumaya devam etmişlerdir.

Bu demektir ki, hayat ve fikriyatını şahısların meddahlığı veya şahıs husûmeti üzerine bina edenler, bir türlü iflâh etmiyorlar, ıslah olmuyolar.

Bu arızalı tipler, vasat denen hayır koridorunu bilmezler; ya ifrat vadisine kaçar, ya da tefrit çukuruna düşerler.

Said Nursî ile sadece dünya görüşü itibariyle değil, aynı zamanda dine bakış ve inanış noktasında da muhalif düşen Kemalistlerin bu tutumuna fazlaca şaşmamak lâzım.

Zira, aralarında herhangi bir dostluk ve yakınlık söz konusu olmadığı gibi, her iki tarafın da itikadına göre "aralarında küllî bir muhâlefet" var. (Mektûbat, s. 418)

Durum böyle olunca, müstebid mütegallibenin Üstad Bediüzzaman'a karşı akıl almaz iftira ve karalamalarla saldırıda bulunmalarını anlamak hiç de zor olmasa gerek.

Dostların saldırısı

Anlaşılması asıl zor olan husus, hem mü'min ve dindar olup, hem de din düşmanlarını dahi geride bırakırcasına Said Nursî'ye isnat ve iftira atmaya yeltenen dost görünümlü şahısların gayretkeşliğidir.

Bir kısmını yakından tanıdığımız bu şahısların ismini burada zikretmiyoruz; isim zikretmeyi şimdilik uygun da bulmuyoruz.

Zira, bu kişilerden herhangi biriyle bizim şahsî bir dâvâmız olmadığı gibi, asıl meselemiz de "şahıs meselesi" değildirdir.

Asıl mesele fikir, görüş, anlayış ve zihniyet meselesi olunca, bu gibi konularda hem hissî ve fevrî davranmaktan uzaklaşılmış olunur, hem de konuşmak, yazmak, serd–i kelâm etmek çok daha kolaylaşmış olur.

Bu hatırlatmadan sonra, asıl konuya şöyle bir başlangıç yapalım: Bizim dost ve kardeş bildiğimiz, şahsiyetlerini asla rencide etmek istemediğimiz bazı itibarlı zatlar, son zamanlarda Üstad Bediüzzaman hakkında, delilsiz, mesnetsiz ve tamamen karalayıcı mahiyette yazılar yazıp sağda–solda konuşmalarda bulunmaktadılar.

Bunların arasında, bütün fikriyat ve hissiyatını "Sultan II. Abdülhamid meddahlığı"na binâ etmiş kimseler, şu sıralar başı çekiyor.

Tamamen yersiz, seviyesiz, dengesiz ve o büyük padişahın dahi hiçbir şekilde ihtiyacı olmayan bu meddahlık marazı, ne yazık ki, sahiplerini Üstad Bediüzzaman'a karşı alevlendirilmek istenen bir kin ve husûmet ateşine doğru sürüklemeye başlamış görünüyor.

Nasip olursa, yarından itibaren, sahibini hem dünyada mahcup edecek, hem de ahiretine ciddî zarar verecek derecede gördüğümüz söz konusu isnat ve iftiralara kesin delillerle susturucu cevaplar vermek istiyoruz.

Gayret bizden, duâ sizden, tevfik Allah'tan.

(Devamı var)

Tarihin yorumu 9 Kasım 1935

Hükûmet masonların emrinde

Türkiye Mason Birliği, 9 Kasım 1935'te bir bildiri yayınlayarak faaliyetlerine son verdiğini ve mal varlığını Halkevlerine bağışladığını duyurdu.

İçişleri Bakanı Şükrü Kaya da aynı gün hükümet adına yaptığı bir açıklamada şunları söyledi: “Türk Masonları, kendi ideallerinin hükûmetin esas programına dahil olduğunu görerek, bir baskı olmadan, teşkilâtlarını kendileri fesh etmişlerdir." (10 Kasım 1935 tarihli gazeteler.)

Bazı kimseler, o tarihte mason teşkilâtlarının kapatılmasını hükûmetin baskısına dayandırıyor ve bunu tek parti zihniyetinin bir marifeti olarak yansıtıyor. Bir bakıma şunu demeye getiriyorlar: "Bakın ey millet! Halk Partisinin yönetim kadrosu masonluğa karşıdır. İşte görüyorsunuz, bu teşkilâtı kapatma cihetine gitmiştir."

Oysa, gerçek bu tarz söylemlerin tam tersi yönündedir. Zira, devrin hükümeti bütünüyle masonların emri ve etkisi altına girmiş, ideallerine hizmete amade olmuştur.

Kaldı ki, Şükrü Kaya'nın da dahil olduğu tek parti hükümetinin çoğu bakanı ve hatta milletvekilleri ya masondular, ya da masonlarla içli–dışlı vaziyette idiler.

Maalesef, yalanlar üzerine bina edilmiş resmî tandanslı yakın tarihimizin bir yalanı da, masonlar ve masonlukla ilgili konularda karşımıza çıkıyor.

09.11.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Asırlık çınarlar


A+ | A-

Türkiye’nin dört bir tarafında yaşayan 100 yaşını aşmış ‘çınarlar’la yapılan görüşmeler, ‘sade hayat’ın uzun ömürlü olmakta etkili olduğunu ortaya koymuş. Şehir keşmekeşinden uzakta, bedenen çalışılsa bile zihnen yorulmayan insanlar hem huzurlu, hem de daha uzun ömürlü olabiliyorlar.

Elbette uzun ve bereketli bir ömür sürmek sadece bir sebebe bağlanmaz, ama ‘gürültü ve patırtı’dan uzak olmanın sayısız faydaları var. “Yaşam koçları” diye adlandırılan “uzman”lar da her fırsatta bunu hatırlatıyorlar.

“100 yaşını aşmış çınarlar”la yapılan görüşmelerden çıkan neticeler şöyle özetlenmiş:

* Mutlular, inançlılar, çok çalışkanlar... “Taş devri diyeti” ile besleniyorlar. Tereyağsız masaya oturmuyorlar, yumurta olmazsa olmazları arasında. Balık, bakliyat ve tahıl bol bol tüketiyorlar. Ama en önemlisi günde mutlaka bir kâse yoğurt yiyorlar. Sarımsak yine olmazsa olmazları arasında.

* Margarinin anlamını bile bilmiyorlar. Zeytinyağını çoğu ilâç niyetine kullanıyor. Alkol neredeyse hiç tüketmemişler, çoğu sigarayı ağzına bile sürmemiş. Erkeklerin çoğu “Askerlik kilom neyse, hâlâ o kilodayım” diyor.

* Huzurevleri veya bakımevleri uzak ve soğuk kavramlar. Çok güçlü aile bağları var. Aileleriyle birlikte ya da yalnız yaşıyorlar ama çevreleri ile iletişime çok açıklar. Konu komşuları, akrabaları ile iç içe hayat sürüyorlar.

* Kahve kültürü ile sosyallik kuruyorlar. Yüz yaşına gelip sağlığını koruyan erkeklerin çoğu kahveye gidiyor.

* Arkadaşlık ve dostluk, yaşamının olmazsa olmazlarından biri ve belki de en önemlisi. Hırslı değiller, çoğu paraya hayatları boyunca fazla önem vermediğini anlatıyor.

* Şükretmeyi, fark etmeyi, yetinmeyi çok iyi biliyorlar. Sabah namazını da, akşam namazını da kaçırmıyorlar. Aralarında hâlâ sabah namazı için imamı cami kapısında bekleyenler var.

* Hareketli bir yaşamları var. Ancak bunu spor yapmak için yapmıyorlar, yaşam tarzları haline gelmiş. Sabah erkenden kalkıyorlar, gün doğumunu kaçırmıyorlar, akşam erkenden yatıyorlar. Aralarında yaşlılık nedeniyle uyku sorunundan yakınanlar 20.00 yerine saat 22.00’de uyumaya başladığını söylüyorlar.

* Şehirde yaşayanları da var, onların manzaraları mutlaka deniz görüyor, ancak 100 yıllık çınarların en büyük özellikleri havası ve suyu cenneti andıran yerlerde yaşamaları. Yaşadıkları köyler, kasabalar cennetin bir parçası gibi. Çiçekler, kuş sesleri ve temiz hava yüz yılık yaşamın ortak sırrı gibi duruyor. (Esra Tüzün, 5 Temmuz 2010)

Bu tesbitler çoğumuzun bildiği, şahitlik ettiği tesbitler. “100 yaşındaki çınar”ların en dikkat çeken özellikleri de, “şükretmeyi, farketmeyi ve yetinmeyi” bilmeleri. Bir de; sabah erken kalkıp, akşam erken yatmaları... Aynı zamanda “sabah namazını da, akşam namazını da kaçırmıyor” olmalarını yabana atmamak lâzım...

Bütün bu tesbitler, bilmânâ olarak; hadis-i şeriflerle bize hatırlatılan hayat tarzı değil mi? “Fıtrat dini” olan İslâm’a uygun bir hayat yaşamak, dünyada da mutlu, rahat ve huzurlu olmamıza bir vesile, vesselâm...

09.11.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

12 Eylül darbecileri Başsavcıya havale!


A+ | A-

İktidar partisinin başta bigâne kaldığı, Başbakan’ın “Bırakın bu sulu şakaları” diye tepki gösterdiği, ancak kamuoyunun baskısı üzerine “Anayasal değişikleri mini paketi”ne konulan 12 Eylül darbecilerini koruyup kollayan “geçici 15. madde” kaldırıldı. Lâkin darbecilerin yargılanmasını karmaşası sürüyor.

Bilindiği gibi referandum sürecinde halka karşı miting meydanlarında, Erdoğan ve parti sözcüleri, “12 Eylül’de 12 Eylül’ün hesabının sorulacağı”ndan, hatta “Menderes’e yapılanların hesabının sorulacağı”ndan dem vurmuşlardı…

Doğrusu, konunun Meclis’te görüşülmesi sırasında hukukçular, “12 Eylül döneminde “cezaî, malî, hukukî her türlü karar ve tasarruflarından dolayı herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağı” hükmünü getiren mâlum maddenin çok net “af niteliği”nin ötesinde bir “sorumsuzluk hali” getirdiğini, darbecilerin ancak yeni bir anayasal-yasal dayanakla yargılanabileceklerini belirttiler.

Keza Meclis’teki muhalefet partileri, üzerinden 30 sene geçen “darbe suçlarının zamanaşımına uğramayacağı” ibâresinin eklenmesi önergelerini verdiler.

Ne var ki siyasî iktidar, bu uyarıların hiçbiri dikkate alınmadı; bütün bu talepler AKP grubu tarafından reddedildi. Böylece, maddenin metinden çıkarılmasının hiçbir anlamı kalmadı. Darbecilerin yargılanması daha baştan işlevsiz kaldı…

BUNA SEBEP, SON DEĞİŞİKLİK…

Görünen o ki referandumda darbecilerin yargılanmaması için muhataralı ek bir kördüğüm daha atılmış…

Referandum sonrasında birçok kişi ve kurum, başta darbe lideri Evren Paşa ve “ihtilâl konseyi” olmak üzere darbe dönemi sorumlularının yargılanması hakkındaki yüzlerce suç duyurusu, “darbe yönetim merkezi’nin Başkent olması” hasebiyle önce Ankara Cumhuriyet Başsavcılığında toplandı.

Bir buçuk ayı aşkın süren incelemenin ardından Başsavcı Hamza Keleş, 12 Eylül soruşturmasında “suçun 1984 yılı öncesinde işlendiği için özel yetkili Cumhuriyet savcılığının görev alanına girmediği” ve “dâvâ açma yetkisi”nin Cumhuriyet Başsavcısı’nda olduğu gerekçesiyle “görevsizlik” kararı verip dosyayı Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdi…

Her ne kadar, soruşturmanın Ankara Başsavcısının görevlendireceği başka bir Cumhuriyet savcısı tarafından yürütüleceği ihtimalinden bahsedilse de, “Yüce Divan” savcısı sıfatıyla Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının dâvânın açılıp açılmaması kararını vereceği; açılacak dâvânın Yüce Divan’da görüleceği, anlaşılmakta.

Darbecilerin suçları gereğince ağır cezada yargılanmaları gerektiği, ancak “görev suçlarından ötürü Yüce Divan’da yargılanabilecekleri”, “darbe suçu”nun “görev suçu” olmadığı haklı görüşüne karşı, Evren ve “konsey üyesi arkadaşları”nın darbeyi yaptığı dönemde Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanı oldukları mülâhazası ileri sürülmekte.

Buna sebep, referandumda Anayasa’nın “Anayasa Mahkemesinin ‘görev ve yetkileri’ne dair 148. maddesinde yapılan değişiklikte, Anayasa Mahkemesinin Yüce Divan sıfatıyla yargılayacağı kişilere cumhurbaşkanı, başbakan ve Meclis başkanının yanısıra, “Genelkurmay başkanı ile kuvvet komutanlarının Yüce Divanda yargılanmaları”nın getirilmesi.

Normal olarak diğer üst düzey bürokratlar gibi adlî yargıda yargılanacak komutanların, “görevleriyle ilgili suçlar”da cumhurbaşkanı, Meclis başkanı ve başbakana denk bir anayasal statüye kavuşturan bu düzenleme, demokratik sivil idârede geriye götürmekle kalmıyor. Darbecilerin devletin zirvesi gibi ancak Yüce Divan’da yargılanması çarpıtmasına kapı açıyor.

İDDİALAR BOŞ ÇIKIYOR…

Gelinen noktada, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı dâvâ açılsın kararı verirse Kenan Evren ve darbe ortağı kuvvet komutanları Anayasa Mahkemesi tarafından oluşturulan Yüce Divan’da yargılanacak.

Böylece, referandumda “12 Eylül darbecilerinden hesap soracağız” diyen siyasî iktidarın, darbecilerin yargılanmasının önüne ek bariyerler koyup zorlaştırdığı ortaya çıkmakta. Hem de milletin “darbecilerin yargılanması” beklentisiyle verdiği “evet” oylarıyla…

Bu arada CHP Mersin Milletvekili Ali Rıza Öztürk, gerekçesiyle birlikte TBMM Başkanlığı’na, “12 Eylül 1980 darbe sürecinin yol açtığı mağduriyetlerin giderilmesine ilişkin kanun teklifi” verip, “12 Eylül darbesinin; demokrasiye, hukuka ve millete karşı yapılmış bir hareket olarak kabul edilmesi”ni; “devletin, uygulamaları, sonuçları ve yol açtığı kişisel ve toplumsal yıkımlar nedeniyle darbe sürecinde madden ve manen zarar görmüş tüm kişilerden ve “ailelerinden özür dilmesini” ve “darbe rejimi kararları, işlemleri ve uygulamaları nedeniyle, idam cezasının infazı dahil, yaşamlarını, beden bütünlüklerini, akıl ve vücut sağlıklarını yitirmiş olanlara, (evveliyetle ölenlerin haleflerine) işkence görenlere, suçsuz olduğu halde tutukluluk hali nedeniyle işini yitirenlere, siyasî düşünceleri, dinî inançları ve etnik kökenleri gibi sebeplerle her türlü haksız uygulama ile maddî ve manevî zarar görenlere maddî ve manevî tazminat ödemesi”ne dair kanun teklifi verirken, hükûmet darbecileri ödüllendiriyor!

Sonuçta, endişeler haklı çıkıyor. AKP’nin referandum sürecinde, “13 Eylül sabahı, darbecilerden hesap sorulacağı, Evren ve ihtilâlci konsey üyelerinin hemen tutuklanacağı ve yargılanacakları” iddiası, bir defa daha havada kalıyor…

09.11.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  YENİ ASYA NEŞRİYAT

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.