Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Seçim süreci |
![]() |
Henüz kesinleşmiş ve net bir karar olarak Meclisten çıkmadı, ama iktidar partisi genel seçimleri önümüzdeki Haziran ayının ilk yarısında yapma niyetini açıkladı. Buna göre, aksi yönde bir gelişme olmadığı takdirde milletvekili seçimleri 12 Haziran 2011'de yapılacak. Bu demektir ki, seçime aşağı yukarı altı ay var. Seçimi, 2007 yılının 22 Temmuz’unda olduğu gibi yaz sıcağına ve tatil ortasına bırakmayıp, çok da öne çekmeden yapma kararı, doğru ve isabetli. Ancak yeni anayasa başta olmak üzere, yıllardan beri sonuçlandırılmayı bekleyen birçok temel meselenin hep seçim sonrasına bırakılması için de aynı değerlendirmeyi yapmak zor görünüyor. Hatırlanacağı gibi, 12 Eylül referandumundan sonra gündeme gelen en önemli konu, o hava ve atmosferi değerlendirerek yeni, sivil ve demokratik anayasa çalışmasının raftan indirilmesiydi. Sandıktan çıkan sonuç, halkın “daha fazla demokrasi” talebini net bir şekilde ifade ediyordu. Keza, aynı halkın 1983 şartlarında darbe anayasasına yüzde 92 kabul oyu vererek yaptığı tarihî hatayı, 27 yıl geçtikten sonra kısmen de olsa telâfi yoluna girdiğinin işareti olarak da görülebilirdi. Gerçi pakete verilen “evet”lerin yüzde 58’de kalması, 1983’teki yüzde 92 ayıbını temizlemek için yeterli değil. Ama bunun da en önemli sebebi, paketin 12 Eylül izlerini silme noktasındaki yetersizliği ve yeni bir rötuştan öteye gidememesi. Dahası, kendi içinde insicam ve tutarlılıktan yoksun olan paketin, gereksiz, hattâ sakıncaları ileride ortaya çıkacak yanlış maddeler içermesi. (Bu köşeyi takip eden okurlarımız hatırlayacaklardır: Paketin bütün maddelerini tek tek ele alarak tahlil ettikten sonra, destek verilmesi gereken birkaç maddenin hatırına “kerhen evet” denilebileceği kanaatimizi yazmıştık: 14-18.07.10) Böyle bir paket için yapılan referandumun, bizzat bazı iktidar partisi mensuplarının da katkısıyla, “hükümete güvenoyu” şekline dönüştürülmesi de “evet”leri düşürürken “hayır”ları yükseltti. Ama netice olarak, bütün bunlara rağmen oylamadan çıkan yüzde 58’lik “evet”i, halkın demokrasi talebinin ifadesi olarak okumak lâzım. Ve bu talebin gereğini, meseleyi daha da uzatıp sürüncemede bırakmadan, sıcağı sıcağına yerine getirmek, öncelikle siyasî iktidara düşen bir görev. Elbette ki, anayasa gibi bir temel belgeyi yenilemek ve değiştirmek, bir çırpıda olacak birşey değil. Ama bir defa daha ertelemek de yanlış. Bu noktada, CHP liderinin referandumdan sonra seslendirdiği “Yeni anayasa çalışmalarına bir an önce başlayalım” çağrısının Başbakan tarafından “samimiyetsiz” bulunup geri çevrilmesi ve anayasa konusunun seçim sonrasına bırakılması da—o zaman da eleştirdiğimiz üzere—yanlıştı. Çalışmalar şimdiden başlatılıp bir mutabakat arayışına girilseydi, hem konu kamuoyunda canlı tutulur, hem de mesafe alınarak zaman kazanılabilirdi. Gerçi liderler ve ona bağlı olarak diğer yöneticiler düzeyinde cereyan eden partiler arası tartışma ve polemiklerin “kalite”sine bakınca, böyle bir ümide kapılmak biraz hayalperestlik gibi oluyor. Ama neticede iş ciddîye binince ve özellikle anayasa gibi çok önemli bir konu gündeme gelince, bu sığ ve kısır sürtüşmelerin, yerini ciddî ve seviyeli yaklaşımlara terk edebileceğini beklemek ve ümit etmek yanlış bir tavır olmasa gerek. Kaldı ki, seçimden sonra, vaad edildiği üzere mesele gündeme geldiği zaman yine bir araya gelinerek mutabakat arayışına girilmeyecek mi? Tabiî, şu aşamada bunları tekrar ifade etmenin pratikte fazla bir anlamı yok. Çünkü konu seçim sonrasına ertelendi. Şimdi partiler, seçim startı verip kampanya hazırlıklarına girişmenin arefesindeler. Seçim tarihi Meclis kararıyla kesinleştikten sonra, o güne doğru ilerledikçe seçim atmosferi kendisini daha fazla hissettirmeye başlayacak. Ve herşey seçime endeksli olarak yürüyecek. Seçim sonrasını da bu süreç belirleyecek. 07.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Muzaffer KARAHİSAR |
|
Nikaeen’in gözyaşları |
Hüseyin Nikaeen İran’ın İsfahan şehrinde doğmuş. Her insan gibi eğitimini tamamlayıp, makine mühendisi olarak diplomasını almış. Polis olarak da devletten görev almış. İran devrimi kargaşası içerisinde mağdur olmuş, haksızlığa uğramış, malı, mülkü, kariyeri elinden çıkmış. Dört sene zindanlarda, hücre hapsinde kaldıktan sonra, kalan on yıllık mahkûmiyetini hapishane bölümünde geçirmiş. Cezaevindeki tamirhanede ve kuluçka fabrikasında civciv üretiminden sorumlu mahkûm olarak çalışarak tamamlamış. Bu arada ailesi dağılmış, çocukları ABD’ye eğitim için gitmiş, dönmemişler. Hanımı da çocuklarının yanına gitmiş. İran’daki ev, bahçe, araba gibi varlığı da kendi tabiriyle müsadere edilmiş. Bundan üç sene önce Türkiye’ye giriş yaparak sığınma hakkı istemiş. Sığınma hakkı kabul edilerek Emniyet Müdürlüğü’nün nezaretinde göçmenlerle ilgili yerlerde kalırken yaşlı olması nedeniyle huzurevinde misafir olarak kalmasına karar verilmiş. Huzurevine gelince tanışıp yer gösterdik. Türkçesi az olduğu için, pek fazla konuşamadık ancak selamlaşmalarımız devam etti. Onun İranlı olması, siyasî ya da etnik yapısına bakmayarak bir insan olarak muhatap aldık ve her konuda mümkün olduğu kadar yardımcı olmaya çalıştık. Eğitimli, saygılı, kültürlü ve kibar yapısıyla her hizmete teşekkür ediyor, nezaket gösteriyordu. Hatta odama geldiği zaman konuşmamız ve görüşmemiz bitince kapıya kadar sırtını dönmeden gittiğinden rahatsız olduğumdan koluna girerek dışarıya kadar uğurlardım. Benim içten ve samimi tavırlarım, ona bir insan olarak değer vermem hoşuna gitmiş olacak ki bir gün elinde büyükçe bir paketle geldi. Lüks ambalaj içerisinde masamın üzerine koydu ve bana İran’dan özel hediye getirttiğini söyledi. Ellerini bağlayarak saygıyla paketi açmamı söyledi. Merak ettim ve paketi itina ile açtım. Paketin içerisinden çok mükemmel, işlemeli, sedef ve gümüş kakmalı, harika bir tavla kutusu çıktı. İçindeki pullara ve zarlara varıncaya kadar son derece özenle tasarlanmış ve güzel yapılmış. Bir süre baktıktan sonra beni düşünerek böyle bir armağan getirdiğine teşekkür ettim. Ancak prensip icabı bu ya da başka, büyük-küçük herhangi bir hediye kabul etmediğimi, bu konuda anlayış göstermesini rica ettim. İran’dan getirttiğini tekrar etti. Benim bu durumuma da saygı gösterdi, anlayışla karşıladı. Yıllarca hapis yatmış, eşinden, işinden, evinden, malından ve her türlü dünyalığını yitirmiş bir insan olarak ona selam vermem, hal-hatır sormam, güleryüz göstermem onu çok mutlu ediyordu. Gördüğü yerde bana teşekkür ve duâ ediyor, mutluluklar diliyordu. Bir gün internetten Farsça Bediüzzaman’ı tanıtan bir kitabı göstererek tanıyıp tanımadığını sordum. Türkçe’yi tam konuşamadığı için Said Nursî’nin asrın âlimi olduğunu, İran’da çok tanındığını, çok sevildiğini anlatırken elini öpüp başına koyuyordu. Kendisine Bediüzzaman’ın Yirmi Üçüncü Söz isimli kitabını hediye edince çok memnun oldu. Kitabı öpüp cebine koydu. Kendisine hediye konusunda Bediüzzaman’ı anlattım. Hayatta hiç kimseden bedelini vermeden hediye almadığını söylediğimde; o benim ne demek istediğimi anladı. Sağlık problemi sebebiyle deniz kenarında bir yerde kalması gerekiyordu. Nakil işlemleri bitti. Mersin’e gidecekti. Veda faslı gelip çatmıştı. Beraber fotoğraflar çektirdik. Huzurevinde kaldığı süre içersinde uyumlu, düzenli ve örnek davranış sergilemesi sebebiyle kendisine teşekkür belgesi düzenlemiştik. O belgeyi belli bir nezaket içerisinde kendisine takdim ettiğim zaman çok duygulandı. İçini çekerek, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Yaşlı bir insanın bu kadar coşkulu, içten ve sesli olarak ağladığını ilk defa görüyordum. Onun mutluluk ve sevinç gözyaşları bizleri de duygulandırmıştı. Yıllarca sevgiden, ilgiden ve takdir edilmekten mahrum; kırık bir kalbin sevinç ve hüznünü bir arada görüyordum. Dilinin zayıf olması sebebiyle candan teşekkür etmeyi ifade edemediğini söyledi. Gözyaşları yanaklarını ıslatmıştı. Yaşlı vücudu ve hüzünlü kalbiyle büyük bir duygu yoğunluğu içersinde, müsaade isteyerek dışarı çıktı. Hiç insan ayırımı yapmadan, kim olursa olsun, insanlara sevgiyi, saygıyı, hoşgörü ve tatlı dili esirgememenin önemini bir daha görmüş, anlamış oldum. 07.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Saadet BAYRİ |
|
-Di’li geçen hayatlar |
“Miş”li geçmiş zamanla biten cümleler canımı çok acıtmaz. Geçmiş, bitmiş ve ardında sadece neticesini bırakmış olayların anlatım biçimidir bu. Çok merak etmem dinlerken, bilirim sonunda acı ya da huzur vardır. Anlatan anlatırken, sonunu bildiği için yüzünün hareketlenmesinden, mimiklerinden ele verir nasıl bir sona gidiyor olduğunu. Ve ben de o hale bürünüp, masal dinler gibi dalar giderim. Ancak “-di’li” geçmiş zamanlı cümleler, başka bir yer edinir dilim de... Bilirim o söz öylesine söylenmemiştir. Laf olsun diye ortaya atılmamıştır. Henüz tamamlanmamış bir yaşamın acısı, hüznü ve tadı vardır her kelimenin üzerinde. Anlatan da, öylesine girmemiştir konuya bir şey çok şeyi hatırlatmış, bir ses binlerce melodiye sebep olmuştur. Ve bu hatırlanışların ardından kelimeler nasıl geldiyse gelişine gelişine söylenmiş ya da yazılmıştır. Bu sebepten olsa gerek, aşka adanmış tüm kelimeler ve cümleler yarımdır. Nihayeti olmayan kavuşulmamış tüm sevgiler “-di’li” geçmiş bir zamanın, geçmemiş anılarıdır... * Bu ara çok duyduğum bir cümleye takılıyorum. “Yüreğim seni çok sevdi.” Aslında isim bir kitaba ait. Söz ise o kadar hassas ki, her şekilde söylenebilir. Yani hem yanıbaşımız da olan sevgiliye, hem de hiç haber alınamayana... İşte bu sebepten bu tür cümleleri seviyorum. Herkese iyi gelen sözlerden olduğu için. Bir de mecburi gidişlerin ardından su niyetine döküldüğü için. Kitap isimleri önemlidir. Aslında kitabın reklâmını yapan başlı başına reklâmcıdır o. Birçok kitabın sırf ismi için alındığını bildiğim için, okunmuş kitapları tercih ederim. “Bunu mutlaka okumalısın” denilmişse, o kitap her türlü imkân kullanılarak elde edilmelidir artık. Yazarların çoğu da bunu bildiğinden, aşkın kullanıldığı o kadar çok kitap var ki piyasada… Ama içeriği aşktan bihaber durmakta… * Kitaplar yanmış yüreğe dökülen soğuk bir su gibi gelir bazen. Okudukça içinizdekilerin satıra döküldüğü-nü gördükçe, insan doyamaz kelimelere. Gözünüzde büyüttüğünüz sayfaları iki günde bitirirken kendinize şaşırırsınız. Ama araştırmalar gösteriyor ki; aşka adanmış bütün yazılar en çok okunan ve en çok alınanlar arasında. Hepimizin bir izi var bu yolda. Bu kadar çeşit çeşit yazıldığı halde, hâlâ bitiremedik ne sözü ne aşkı. Sanırım kıyamete kadar bitmez bir konu bu. Muhabbetle yaratılmış bir dünyada, muhabbetsizlikten bahsetmek divanece konuşmaktan başka ne olabilir. Ama yinede “-di’li” geçmiş bir yaşantıyı anlatmışsa yazılanlar, daha bir anlamlanıyor içimizde her satır. 07.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Deccalizmi teşhis edebilselerdi |
![]() |
Tarihte büyük ölçekli ikinci İslâm medeniyeti Osmanlılar tarafından kurulma, ekonomide, güzel sanatlarda, askerî alanlarda yükseliştir: Dünya çapında etkin, rasyonel, bilimsel, akılcı, sosyal, siyasî, ekonomik, mâlî, askerî müesseseler kurabildi, bunları asırlarca yozlaşmadan ayakta tutabildi.1 Osmanlı sisteminin kapalı yapısı yoktu, değişimlere uyum sağlamada çok başarılıydı. Ekonomisinde de hem kontrol, hem serbestî vardı.2 Ancak, Müslümanlar, tarihte hep İslâmî hakikatlere zaafiyeti derecesinde vahşete, tedennîye ve herc ü merc içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştükleri gibi Osmanlı medeniyeti de, dindeki zaafiyetle beraber önce duraklama, sonra gerileme, ardından bunalım çağına girdi. Tanzimatçılar (İslâmcı münevverler dahil), Osmanlı ve İslâm âlemini tekrar ihyâ etmek; gerilemeyi durdurmak için bir dizi ıslahat hareketlerine girişti. Lâkin, “fen ilimlerinin” İslâm’ın malı olduğunu, Kur’ân’dan uzaklaşıldığı derecede onların da kaybedildiğini anlatamadıklarından, ıslâhat halka mâl edilemedi ve kendilerine destekçi bulamadılar. Üstelik birçoğu, kolaycılığa kaçtı. Batının ilim, fen ve teknolojisi, Kur’ân’la barışık medeniyeti yerine, sefahet ve rezaletini aldı. Kimi İslâmcılar, bir gaflet daha gösterdi: 1850’li yıllardan sonra nükseden ve başta İslâm âlemi olmak üzere dünyayı saran ve sarsan materyalizm, sekülarizm gibi “izm”lerden teşekkül eden Deccalizm’i farkedip teşhis edemediler. Deccalizm, bâsit bir sosyal hâdise, gelip geçici bir fitne rüzgârı değildi. 1789 Fransız İhtilâl-i kebîri ve 1850’lerde Aguste Comte ile başlayan “ateist pozitivizm” şöyle iddiâ ediyordu: “Artık dine, mânevî değerlere ihtiyaç yok. İnsanlığın bütün ihtiyaçlarını, suâllerinin cevabını akıl, fen ve felsefe ile cevaplandıracağız.” Akıl ve ilim putlaştırılır. Mânevî değerler, kalb, insanın ulvî duyguları geri plâna itilir. Tabiatperest olan ateistler, “Tanrı ölmüştür” diyerek, mâneviyata savaş açmışlardır. Sonraları Freudizm çıkar. Viyanalı Yahûdi Dr. S. Freud, herşeyi “nefse, şehvete” bağlar; ulvî duyguları inkâr eder. Peşinden Darwinizm gelir: Yahûdi asıllı İngiliz biyoloğu Darwin, 1859’da “Nevilerin Menşei” isimli kıtabıyla, insanlığı Halık-ı Kâinat’tan koparır, tabiata, tabii selleksiyona, evrime, maymuna, tesadüflere bağlar... Ardından Marksizm çıkar: Alman Yahûdisi Karl Marks ve arkadaşı Engels, dine “Afyon” der, mâneviyata savaş açar; ahlâkı kökünden ifsat eder. Lenin ise, bu düşünceyi geliştirirek pratiğe geçirir. Sosyalizm zaten devrededir. Çeşitli versiyonlarıyla, “materyalizm”in de hâmiliğini yüklenir. Buna paralel, komünizm, bütün gücüyle tahribatını sürdürür, mânâ adına ne varsa, söküp atmaya çalışır. Hâsılı; Batı sanayi çağını başlatmış, Ortaçağ’ın cehâlet, vahşet, fakr ve sefâletinden kurtulmuş; ne var ki, materyalizmin pençesine düşmüştür. Ve bu süreçte maalesef, sözde bazı aydınımız Batı’dan ilim ve teknik yerine, materyalist felsefenin ürünü olan hayat tarzını almakla aynı tuzağa düşmüştür. Dipnotlar: 1-Prof. Dr. Bünyamin Duran, Osmanlı Akılcılığı, Nesil, İst., 1999, s. 11-12; 2-ABD/Colombia Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Harriman Enstitüsü öğretim üyesi ve Osmanlı sosyal tarihçisi Dr. Karen Barkey/Milliyet, 28 Haziran 1995. 07.12.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
'Sevilen' güfteci |
![]() |
Adı "Mustafa"ydı. Soyadı ise, huyunu, mizacını ve san'atkârlık ruhunu olduğu gibi yansıtan bir ifadeyle "Sevilen" bir şahsiyet idi. Türkiye'de daha çok "güfte yazarı" olarak bilinen Mustafa Sevilen, geçtiğimiz hafta sonu 91 yaşında Çanakkale'nin bir köyünde vefat etti. Aynı zamanda "son şahitler"den olan Mustafa Sevilen'e Cenâb–ı Hak'tan rahmet ve mağfiret diliyoruz. Evlâtlarına ve yakınlarına da taziyetlerimizi sunuyoruz. Kendisiyle bundan yıllar önce tanışmıştık. 1980'li yılların başlarında Yeni Asya'nın Cağaloğlu'ndaki merkez binasına gelmişlerdi. Onu kitap servisinde ağırlamış, uzun sohbetlerde bulunmuş, Üstad Bediüzzaman'la ilgili hatıralarını pür merak ve iştiyakla dinlemiştik. Kendisi de şevk ve heyecanla anlatıyordu, 1953 senesinde Emirdağ'da görüp yaşadıklarını. İşte, bize anlattıklarının bir özeti: “Biz o tarihte askerî görev icabı Eskişehir’deydik. Komşularımızdan biri Emirdağlıydı. Aramız çok iyiydi. Kardeş gibiydik. Bir gün bize Emirdağ’da bir düğünleri olduğunu söyledi. Bir otobüs dolusu ‘düğün alayı’ ile yola çıktık. "Otobüste, koyu Halk Partili kimseler de vardı. Bir ara baktım, sözü Bediüzzaman Hazretlerine getirip o muhterem zâtı da tenkide başladılar, hatta çok galiz ifadelerde onu karalamaya çalıştılar. “Bir noktadan sonra dayanamadım ve konuya müdahil oldum. Dedim ki: Beyler! Siz Bediüzzaman’ı sevmeyebilirsiniz. Ona düşman da olabilirsiniz. Fakat, ona bu şekilde hakaret etmeye hakkınız yok. Bu yaptığınız çok ayıp. Bırakın Müslümanlığa, insanlığa sığmaz. Lütfen hakaret etmeden konuşun...’ “Neyse, Emirdağ’a vardık. Düğün merasimi yapıldı, kalabalık dağıldı. Bu arada belediye başkanı ile ilçe jandarma komutanı kasabanın içinde misafirleri gezdirmek istediler. Birlikte çıktık, çarşıyı dolaşıyoruz. “Bir ara belediye reisi, çarşı ortasında meydana nazır bir evin kapısı önünde durdu ve ‘Burada muhterem bir zât kalıyor. Gelmişken, onu da ziyaret edin, hayır duâsını alıp öyle gidin’ dedi. "Evin kapısının önünde bir genç duruyordu. Reis efendi, ona şunları söyledi: ‘Eskişehir’den gelen kıymetli misafirlerimiz var. Müsaadeleri varsa, Üstad’ı ziyaret etmek istiyorlar.’ “İsim listesini bir kâğıda yazan genç, içeri girdi, bir müddet sonra çıka geldi ve yarı üzgün bir şekilde şunu söyledi: ‘Üstadımızın hepinize selâmı var. Sizlere duâ ediyor, duâlarınızı bekliyor. Aynen ziyaret etmiş gibi kabul ediyor. Ancak, hâli müsaade etmediği için kalabalıklarla görüşemiyor, ziyaretçi kabul etmiyor.’ “Fakat, ne hikmetse, o genç biraz sonra elindeki ziyaretçi listesine baktı ve ‘Mustafa Sevilen Bey kimdir?’ diye sordu. Bir anda çarpılmış gibi etkilendik ve hemen kendimi toparlayıp ‘Benim’ dedim. Genç, ‘Üstadımız sizi istiyor, sadece sizinle görüşebileceğini söylüyor’ dedi. “Yanımda henüz dört yaşında olan oğlum Fecrialem vardı. Elinden tutup Üstad’ın huzuruna çıktık. “Gördüğümüz kadarıyla basit bir odada yaşıyordu. Mütevazı bir karyolanın üzerinde oturuyordu. Başında bir agel/sarık vardı. Kenarda ise, bir masa, masanın üzerinde bazı kitaplar ve Kur’ân–ı Kerim bulunuyordu. Ayrıca, duvarda asılı iki adet saat vardı. Bunlardan biri eskiyi (alaturka), diğeri ise yeniyi (alafranga) gösteriyordu. “Üstad’ın o zayıf, nahif, mübarek ellerinden öperek yerdeki mindere oturduk. Yaklaşık üç saatten fazla yanında bulunduk, sohbetini dinledik. “O konuşurken, gözlerinden adeta zekâ okları fışkırıyordu. Aman Allah’ım, o gözler, o gözler, o projektör gibi gözler. Rahatça dönüp ona bakamazdınız. “Konuşması esnasında, bir ara Halkçılar’dan şikâyet etti. Bunlar benden ne istiyorlar, niçin düşmanlık besliyorlar, niçin korkuyorlar diye serzenişte bulundu. Sanki otobüste bizim yanımızda imiş gibi söylenenlere tek tek cevaplar verdi. “Bir ara, kendisine gençliğinde kelepçeleri nasıl çözdüğünü sordum. Şu cevabı verdi: ‘Kardeşim, ben Kur’ân’ı kendime rehber etmiş, Allah’a teveccüh etmiş biriyim. Evet öyle bir hadise başımdan geçti. Kıbleye yönelip duâ ettim. Kelepçeler çözüldü. Bu arada jandarmalar korkmaya başladı. Ben onları teselli ve tezkiye ettim.’ “Ayrılırken, oğluma şöyle bir baktı ve ‘Bu çocuk ileride büyük bir adam olacak. Ben ona duâ edeceğim. Fakat sen ona dinini öğret’ diye buyurdu. Elini öpüp ayrıldık. “Yıllar sonra, oğlum tıp fakültesini kazandı, başarıyla bitirdi ve dünya çapında yapılan bir imtihanda birinci seçildi...” * * * Bugüne kadar Üstad Bediüzzaman'ı gören, onunla ilgili hatıralarını anlatan pekçok kişiyle karşılaştım. Ancak, Mustafa Sevilen derecesine, hatıralarını coşku ve heyecanla anlatan kimseyi henüz görmüş, yahut dinlemiş değilim. Kendisi, sanki o anı yeniden yaşıyormuşcasına anlatıyor; görüp dinledikleri ile ilgili takdir ve hayranlığını adeta bütün zerratıyla yansıtıyordu.
Sevilen şarkıların söz yazarı
Başta da ifade ettiğimiz gibi, Mustafa Sevilen daha ziyade güfteci, yani "şarkı sözü yazarı" yönüyle biliniyor. Başta Yıldırım Gürses olmak üzere, Zeki Müren, Emel Sayın, Muazzez Abacı ve Ahmet Özhan gibi san'at müziğinin tanınmış şahsiyetleri, onun birçok (yüzden fazla) güftesini besteleyip seslendirdi. İşte o unutulmaz şarkılardan birkaçı: * Affetmem asla seni * Mevsimler yas tutup çöller ağlasın * Gurbette sevgilin hasta dediler * Eller Eller * Yüce dağdan esen yelden * Yine efkârlıyım dilim dönmüyor * * * Merhum Mustafa Sevilen'e tekrar rahmet ve mağfiret dileğiyle, yazımızı onun Bediüzzaman Hazretleri için yazmış olduğu şiirle noktalayalım.
Seyf–i mücellâyı takıp beline Sürdün küheylânı Moskof eline Serdin seccadeyi imân seline Karanlık kalplerin nurusun hocam
Cephede kahraman, ilimde umman Selâm eder sana mekânla zaman Öperken alnımdan o yüce sultan Karanlık kalplerin nurusun hocam
Düşmanlar râm olur senin karşında Bir başka güneş var senin arşında Nur–u İlâhî ki, parlar başında Karanlık kalblerin nurusun hocam
Mustafa Sevilen (30 Mayıs 1980, Fenerbahçe) 07.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Faruk ÇAKIR |
|
Derin yaralar |
![]() |
Din eğitimiyle ilgili tartışmalar Türkiye’nin gündemini her zaman meşgul etmiştir. Maalesef bilen de bilmeyen de bu konuda konuşmuş, ortaya kabul edilebilir bir netice çıkmamıştır. “Bilen de, bilmeyen de konuşmuştur” dedik, ama doğrusu “bilmeyenlerin bilenlerden daha fazla konuştuğu”dur! Din konusunda uzman olan ehil kişiler, makul bir dil ile ve cesaretle konuşmuş olsalar, belki de bu günkü duruma gelinmezdi. Yaygın bir yanlış olarak İsmet İnönü’ye atfedilen, ama 1922’de Canik Mebusu Emin Gevelioğlu’nun söylemiş olduğu “namuskâr insanların dahi namussuzlar kadar cüretkâr olması” gerektiği sözüne (Kaynak: Yeni Aktüel dergisi, 27 Ekim-2 Kasım 2004) benzer şekilde; haklı ve bilgili olanlar, haksız ve üstelik bilgisiz olanlar kadar cesaret ortaya koymadıkları için sıkıntıları aşamadık. Ne yazık ki bugüne kadar ‘haklı olan’ın değil de, ‘sesi çok çıkanın’ dediği oldu. Neticede “Müslüman Türkiye”de din eğitimi almak zaman zaman engellendi. Sözkonusu olan sadece “Tek Parti” devrindeki engellemeler değil. Onlara ilave olarak sonraki yıllarda da yapılan kısmî engellemeler de var. Nasıl engellendi? Bugün bile çocuklarımızın Kur’ân öğrenmesinin önünde ‘yaş’ sınırı var. Uygulanıp uygulanmadığı çok önemli değil. Önemli olan bir şekilde Türkiye’yi idare edenlerin, Kur’ân’ın okunup öğrenilmesine engel koymayı düşünmesi ve bunu hayata geçirmesidir! Pazar günü İstanbul’da toplanan İmam Hatip Liseleri Mezunları ve Mensupları Derneği’nin (ÖNDER) 6. İmam Hatipliler Kurultayı sonuç bildirgesinde dile getirilen talepler bu noktada önemli. Bildiride, hiçbir öğrencinin kılık kıyafet nedeniyle öğrenim hakkından mahrum edilmemesi ve başörtüsü önündeki engellerin kaldırılması gerektiği görüşüne yer verilmiş. Kurultayın sonuç bildirgesinde, “pedagojik gerçeklerden ve dünyadaki uygulamalardan oldukça uzak, tamamen ideolojik bir zeminde hazırlanan” kesintisiz eğitime son verilmesi ve zorunlu eğitimin kademeli hâle getirilmesi gerektiği de hatırlatılmış. Türkiye’deki din eğitimini sadece imam hatip liselerinde verilen eğitimle ya da onların yaşadığı sıkıntılarla izah edemeyiz. Yani, imam hatip liselerinin önündeki bütün hukukî engeller kalkmış olsa, ‘din eğitimin önündeki engeller kalktı’ diyebilir miyiz? Diyemeyiz, çünkü mesele sadece imam hatip liseleri meselesi değil. Temelde, ilkokul öncesinden başlayıp ‘son okul’a kadar devam eden bir eğitim süreci ve bu arada ortaya çıkan ihtiyaçlar var. İşte ÖNDER’in düzenlediği kurultayda bu ihtiyaçlar dile getirilip talepler de şöyle sıralanmış: “Milletimize rağmen 11 yıldan beri sürmekte olan katsayı zulmü kısmen kaldırılmıştır. Emeği geçenlere teşekkür etmekle birlikte eğitimde eşitliği bozan katsayının sıfırlanmasını talep ediyoruz. İmam hatip liselerinde eğitim kalitesi arttırılmalı, Türkçe ve Arapça gerektiği şekilde öğretilmeli, Farsça ve diğer yabancı dil eğitimleri özendirilmeli, müfredatta iyileştirmeler yapılmalıdır. Hiç bir öğrenci kılık kıyafet sebebiyle öğrenim hakkından mahrum edilmemeli, başörtüsü önündeki engeller kaldırılmalıdır. Bütün ilköğretim ve liselerde öğrencilere dinini öğrenme fırsatı verilmeli, isteğe bağlı olarak Temel Dini Bilgiler ile Kur’ân-ı Kerim dersi seçmeli ders olarak konulmalıdır. Kur’ân-ı Kerim öğrenimi ve Kur’ân kurslarının önündeki engeller kaldırılmalı, yaz Kur’ân kurslarının kalitesi arttırılmalıdır. Artık gelişmiş ülke uzmanları tarafından da sakıncaları zikredilmeye başlanan karma eğitimde ısrar edilmemeli, kız ve erkek okullarının açılmasına izin verilmelidir.” Önümüzdeki günler, bilhassa ‘karma eğitim’in daha fazla tartışılacağı günlerdir. Bu haklı taleplerin dikkate alınmasını ve ‘derin yara’ların tedavi edilmesini Türkiye’yi idare edenlerden bekliyoruz. 07.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Wikileaks üflemeleri |
Wikileaks internet sitesi, gizli diplomatik yazışmaları açıkladı, kıyamet koptu. ABD’nin hassas konudaki birçok değerlendirmelerinin yer aldığı “gizli devlet belgeleri”nin sızması dünyayı yerinden oynattı. Türkiye’nin de geniş bir biçimde yer aldığı belgelerdeki iddialar ve ortaya dökülen kirli çamaşırlar, ülkeler arası ilişkiler için daha önce belirlenmiş bütün stratejileri yok edecek, sil baştan yeni yol haritalarının belirlenmesine yol açacak nitelikte. ABD Dışişleri Bakanlığının toplam 270 büyükelçilik ve konsolosluklarla günlük yazışmalarına dayanan belgelerde yok yok… MOSSAD Başkanının Türkiye’de İslâmcılığın yükselişe geçtiğini iddia ederek laik kimliğin koruyucusu olan Türk ordusunu darbeye davet etmesinden, Başbakan’ın gizli hesaplarına; Azerbeycan-Türkiye ilişkilerini sarsacak iddialardan TSK fişlemelerine ait bilgilere ve Türkiye’nin 70 milyonluk Müslüman kimliğiyle AB’ye giremeyeceğini iddia eden Sarkozy’nin sözlerine kadar ülkelerin sır olarak kalmasını istedikleri bir çok mesele var. Bu mesele ortaya çıktığı günden itibaren bir çok şey söylendi ve yazıldı. ABD’nin çeşitli yerlere mesaj vermek ve yeni bir “hizaya gel” operasyonu başlatmak için bu belgeleri kasden sızdırdığını iddia edenler de var; bu belgelerle artık diplomaside ve uluslar arası ilişkilerde iki yüzlülüğün ortadan kalkacağı, ülkelerin daha demokrat ve şeffaf olacakları, devlet yönetimlerinin kendi milletine ve diğer devletlere ‘ilkesiz’ ya da ‘ikiyüzlü’ veya ‘çifte standartlı’ davranmalarının son bulacağı öngörüsünde bulunanlar da… İkinci şık, son asırlarda yalancılığın ve riyakârlığın pençesinde kıvranan Doğu toplumlarının aciz ve aldatılmış bir ferdi olarak daha çok işime gelir. Ümit edelim ki, Wikileaks belgeleri komplo teorisyenlerinin iddia ettiği gibi, dünyayı; bilhassa İslâm dünyasını yeniden dizayn etme operasyonlarından biri değil de, dünyanın ikiyüzlülüğünden, hırslarından, mezaliminden bıkmış hakperest, insaniyetperver kişilerin “doğruluk” mücadelesinin sonucu olsun. Sosyal sorumluluğu yaptığı işle sınırlı olan, İstanbul trafiğinde ömür törpüleyen, çoluk çocuğuna ekmek taşıyabilmek için hayatın bezdirici kollarına kendini teslim eden, ömrünü işle ev arasında harcayan, dünyayı sadece masa başı sohbetlerinde değiştirebilen benim gibiler Wikileaks’ı nasıl okumalıdırlar? Bu noktada ben yalnızca bizim Wikileaks’ımızdan söz edebilirim. Yoksa Bediüzzaman’ın “İspanyol hastalığına benzettiği, fikri hezeyanlaştıran siyasetimizin ve siyasetçilerimizin yaptığı gibi Avrupa’nın her üfleyişinde kalkıp oynayacak değilim. Yerimin darlığından değil hani, hava pek hoş olmayışından bu. Dahlimizin olamayacağı; üstelik başkalarının piyonu olabilme ihtimalinin yüksek olduğu meselelerde dikkatli olmak, onlardan uzak durmak zorundayız. Bu anlamda, kendi iç dünyamızdan başlayarak ailemizde ve yakın çevremizde var olan problemlerle ilgilenmek, önceliği daha küçük ve dar ama daha ehemmiyetli dairelere vermek daha akıllıca ve mümince olacaktır. Bizim Wikileaks ile şunu kastediyorum: İnsan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek üzere gönderilmiş ve çetin bir imtihana tabi tutulmuştur. Bu imtihanda bizi sürekli kontrol eden, emr-i bil maruf ve nehyi anil münker çerçevesinde denetleyen denetçilerimiz, bizim amellerimizi kayıt altına alan yazıcılarımız var. Mümin olarak, bizi yarın rûz-i mahşerde zor durumda bırakabilecek, bize ‘keşke’ dedirtebilecek hareketlerden kaçınmak, bir gün bütün amellerimizle yüzleşeceğimizi, amel defterlerimizin bize açılacağını bilmek, yaptığımız zerre kadar hayrın ve zerre kadar şerrin karşılığını göreceğimizin farkında olarak hayatımıza devam etmek— ABD’nin, İngilterenin ya da küresel güç olmak isteyen güçlerin değil—herşeye hükmeden, herşeyi gözeten, herşeye sözü geçen bir Kadir-i mutlakın idaresi altında olduğumuzu bilmek ve ona göre pozisyon almak gerekir. Bu anlayışın fertten topluma, toplumdan bütün kurumlara doğru yaygınlaşması bizi bütün tehlikelerden koruyacaktır. O zaman bu türlü belgelerin doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmayız bile; çünkü yanlışı olmayanın veremeyecek hesabı da olmayacaktır. Hasılı, hesabını veremeyeceğimiz adımlar atmamalı, yarın bilhassa Yaradanımız karşısında bizi mahçup edecek fiiller içine girmemeliyiz. Bediüzzaman’ın “Öyle ise, insanın vazife-i asliyesi imân ve duâdır” sözünü kulağımıza küpe yapmalıyız. 07.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Katile katil demek…” |
![]() |
Kamuoyu “Wikileaks”in “Türkiye ifşaatları”yla meşgulken, manipülasyonlarla işgalcilerin özellikle Afganistan ve Irak’ta, ifsad, ölüm, işkence, suikast, saldırı, baskın, katliam ve zulme dair yüzbinlerce gizli kirli savaş “belgeleri”nin dehşeti gözardı ediliyor. Meselâ, ABD’nin Türkiye’de nükleer silâhlarının bulunduğu ve Ankara’nın son NATO toplantısında kabul ettiği “Füze Kalkanı”nın başta İran olmak üzere bölgedeki Müslüman ülkelere karşı öncelikle İsrail’in ve Amerikan küresel egemenlik ve çıkarlarını korumak maksatlı olduğu vahâmeti, magazinel iç siyaset tartışmalarına boğduruluyor. Yine “Başbakan’ın İsviçre bankalarında sekiz hesabı” üzerine yumulan politik polemiklerin gürültüsüne, Amerikan elçilerinin resmî yazışmalarındaki, Irak’tan Suriye’ye, Kıbrıs’tan Ermenistan’a “komşularla sıfır sorun” dış politikasının iflâsı ifşaatı, perdeleniyor. Bunun gibi Başbakan Erdoğan’ın Lübnan ziyaretinde İsrail’e veryansın yüklenmesine rağmen olup bitenler de bu hayhuyda ustalıkla nazarlardan kaçan-kaçırılan vahâmetlerden… Beyrut yakınlarındaki bir Türkmen köyünde halka seslenen Erdoğan’a âdeta partisinin Kazlıçeşme mitingi kalabalığına benzer büyük bir ilgi gösterildiğini propaganda eden medya, Başbakan’ın İsrail’i kast ederek, çokça alkış alan “Biz katile katil deriz” ifâdesini manşetlerden verdi; fakat tam gaz süren Türkiye İsrail ilişkilerini gözlerden kaçırdı. Keza İsrail’e sert mesajlar veren Başbakan’ın “İsrail’in bölgeyi de dünyayı da ateşe atacak provokatif faaliyetleri artık biran önce durdurmasını istiyoruz, biz gerektiğinde katile katil diyeceğiz” cümlesini, “ikinci one minute” olarak lanse etti; lâkin sekiz yıllık AKP iktidarında bu sözün gereğinin ne kadar yerine getirildiğini sormadı, sorgulamadı…
KATİLİN KATLİNE DESTEK! Beyrut sokaklarında boy reklâm panolarıyla övülüp karşılanan Erdoğan, “Sabra’da Şatilla’da dökülen kanlar bütün bu bölgeyi olduğu kadar bizleri de derin bir acıya sevk etti” diye İsrail’in Filistin mülteci kamplarına yaptığı baskınlarla zulüm ve vahşetini nazara verdi. Lübnan’dan sonra gittiği Libya’da da bin beşyüz Filistinlinin fosfor bombalarıyla katledildiği “Gazze saldırılarına sessiz kalmayacağız” tepkisiyle şiddetle kınadı. Gerçek şu ki Başbakan ve AKP sözcüleri sık sık İsrail’in Filistin’deki zulmüne dikkat çekiyor. Ne var ki aynen Filistin’deki zulüm ve katliam gibi, yedi buçuk yılı aşkındır Amerikan işgaliyle, çocukların, kadınların ve yaşlıların büyük bir yekûn tuttuğu Türkiye’nin yanıbaşındaki Irak’ta iki milyondan fazla sivilin öldürülmesine, dört milyonun yaralanmasına ve bir o kadarının evlerini, yurtlarını terk ederek perişan edilmesine tek kelime sarfetmiyor. AKP iktidarında Türkiye’nin komşu Irak’taki menhus işgale her türlü lojistik desteği verdiği, Meclis’i by pass ederek başta İncirlik Üssü olmak üzere havaalanlarını ve limanlarını işgalcilerin personel, savaş uçağı yedek parçası, silâh, mühimmat ve savaş malzemesinin nakil ve dağıtımına açtığı, nazarlardan kaçırılıyor. Bizzat Millî Savunma Bakanı’nın ifâdesiyle İncirlik’ten havalanan Amerikan savaş uçaklarının Irak üzerine—dört yıl önceki rakamlara göre—3995 sorti yapıp şehir ve köyleri bombalaması, teğet geçiliyor. Başbakan ve Dışişleri Bakanı, buna hiç değinmiyor. On yıl süren Sovyet işgalinin ardından, ABD’nin Orta Asya ve Hazar Havzası enerji kaynaklarını ve hatlarını elde etmek hesabına Bush’un 11 Eylül saldırıları bahanesiyle “terörizmle savaş” kampanyası paravanında başlattığı, İngiltere ile ortaklaşa dokuz yıldır süren Afganistan’daki amansız çirkin savaş cephesine Türkiye’nin askerî birlik göndererek tam desteğine değinmediği gibi… Başbakan ve bakanları, dokuz yıldan beri süren Afganistan işgalinde, milyonlarca Afganlının bombalanmasına, bir milyonun insanın katledilmesine, halkın açlık, sefalet, zulüm, işkence ve ölüme sürüklenmesine de bir şey demiyor; Ankara sessiz kalıyor… KATİLE “KALKAN” OLMAK! Sonuçta Erdoğan, Irak’ta ve Afganistan’da açıkça “katile katil” demiyor, kınamıyor. “Zulme karşı, zâlimlere karşı olacağız” diyor; ancak hegemonya ve stratejik çıkarları hesâbına bu iki ülkeyi kan gölüne çevirip tâlân eden zâlimlere ve zulme fiilen taraftarlık gösteriyor! Hükûmet olarak işgalci katillerin vahşet ve katliamlarına her türlü desteği veriyor… Bir tek Filistin’deki “katile katil” diyor, ancak bu da lafta kalıyor. Zira İsrail’le turizmden, tarımdan telekomünikasyona, tohumculuktan, sulamadan enerjiye kadar ekonomik mutâbakat zabıtları yürürlükte; savunma sanayiî ve askerî anlaşmaların, silâh alımı ihâlelerinin hiçbiri iptal edilmiş değil. Kısaca “katil”le ilişkiler, anlaşmalar ve işbirlikleri aynen devam ediyor. Başbakan,”Katilden bütün yaptıklarının hesâbını da Allah’ın izniyle soracağız” diye konuşuyor. Oysa Filistin’in hesâbı bir yana, “one minute” çıkışından sonra Türk Büyükelçisine reva görülen “alçak koltuk krizi”nin ve dokuz vatandaşın katledildiği, onlarcasının yaralandığı, yüzlercesinin psikolojik ve fizikî işkenceye tabi tutulduğu Türk Bayraklı Mavi Marmara gemisine uluslararası sularda saldırılmasının hesâbı daha sorulamamış. Telaviv Ankara’dan hâlâ en ufak bir “özür” dilemiş değil. Dahası, Müslüman komşu Irak’ta ve Afganistan’da milyonlarca Müslümanı katleden işgalci katilin “Füze Kalkanı projesi”ni Türkiye topraklarında konuşlandırmakla, diğer Müslüman komşu İran’a karşı Filistin katili İsrail’e kalkan oluyor; mâsumlara ve mazlumlara karşı katillerin yanında yer alıyor… “Katile katil demek” bu mu? 07.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
Liberalizm, hürriyet ve fazilet |
İlmi Etüdler Derneği (İLEM), İktisadi Girişim ve İş Ahlâkı Derneği (İGİAD) ve Üsküdar Belediyesi’nin birlikte düzenlediği ve bu Cumartesi İstanbul Bağlarbaşı Kültür Merkezinde gerçekleştirilecek olan “İktisadî Zihniyet ve Ahlâk Sempozyumu”nun davetiyesi ve bilhassa liberal ahlâk teorisi hakkında bilgi sahibi olma isteğim beni bu yazıya sevk etti. Malum “liberte” hürriyet demek. Ama batının “Magna karta libertatum”unda yani “libertenin ulu haritası”nda yazılı hürriyeti ile bu günkü hürriyet anlayışı arasında önemli farklar var. Siyasal sistem savunucularının, meselâ liberallerin hürriyeti ile sosyalistlerin hürriyet’i de aynı değil. Hatta liberal renklerde de ton farkı var. Bunların hepsi “normal” ve kaçınılmaz. Dindarların hürriyet’e bakışı da öyle: Dinlerine, mezheplerine ve mesleklerine göre farklı. Herhangi bir siyasal sistemin savunucusu durumundaki dindarlar da hakeza, kendi siyasî mesleklerine göre bir hürriyet ve hürriyetperverlik tarifi yapacaklardır. Günümüzde, ülkemizdeki dindarların önemli bir kısmı değişim geçiriyor. Siyasî meslek itibariyle “siyasal İslâmcı” ya da “devrimci İslâmcı”lıktan “demokratça dindarlık”a ya da “demokratik İslâm” anlayışına doğru evriliyorlar. Peki, ama bu rota değişiminde pusula nedir/kimdir? Mesela “salt liberal”lerin üç sihirli kavramı; “hürriyet, adalet ve barış”tır. Said Nursî ise bu üç mukaddes kavrama bazı mühim ilaveler yapar. Bediüzzaman’ın temel bireysel kavramı “imanlı fazilet”, temel toplumsal kavramı “ahlâkî hürriyet”tir. Bu sebeple kanaatimce değişmek isteyenlere pusula sunmakta en önemli görev Risâle-i Nur okuyanlara düşer. Hürriyeti herkes ister. Ama sınırlarını ve önceliklerini belirlemek zordur. Kanaatimce konu fazilet kavramı ve “ben duygusunun sebebi”ne dair felsefi yaklaşım ile ilgilidir. Şöyle ki; İki insan tipi tasavvur edelim: Birincisi; öncelikli amacı kendisinin maddî varlığını geliştirmek olan, gizli ya da açık ma-teryalist insan tipi. Bunlar için, maddî varlığın sınırlılığı sebebiyle, “ben” duygusunun “bencilliğe” dönmesi ve dolayısıyla müsabakanın da rekabete dönmesi kaçınılmazdır. Rekabet “kendiliğinden gerekli” sayılınca önce rekabet hakkının sınırları ve ardından da haksız rekabetin engellenmesi için devletin de devreye girip giremeyeceği meselesi gündeme gelir. Salt liberaller, bu sorunun somut ayrıntılarına verdikleri cevaplara göre, devleti pasif tutmayı tercih ettikleri oranda liberaldirler. Ancak müsabakayı ahlâkî alanda tutmanın birinci şartı devletin müdahalesi değil fazilet eğitimidir. Zira, asgarî fazilet eğitimini almamış olan ve başkalarının haklarına tecavüz etmeye yatkın ve hazır kişilerle ilişkiye geçmek zorunda kalan bireyler bu ilişkide yaşanabilecek hak ihlallerine karşı devleti yardıma çağırmak isteyeceklerdir. Oysa insanın, küçüklüğünden itibaren bu amaç uğrunda eğitilmesi ve bu terbiye sayesinde bilhassa toplumsal ilişkilerinde “başkasını yutmakla beslenir” olmaktan kaçınabilmesi halinde, müsabakanın riski kalmaz. Hak ve hürriyet ihtiyacı da devlet de öne çıkmaz. İkinci insan tipi ise, benliğini ve öz değerlerini geliştirmeyi hedef olmaktan çıkaran ve güzellikleri yaymak ve yansıtmak için benliğinin sınırlı kesafetinden vazgeçen, “Güzeller güzeli”nin tertemiz aynası olmaya hazır, fedakâr ve erdemli insan tipidir. Bu fedakâr ve diğergâm insan tipi, sınırlı bir varlık durumunda olan maddî varlığın peşinden koşmaz, eline geçeni paylaşır ve hatta feda eder, onu elde etmek için rekabet etmez. Bu fedakârlığa karşılık mânevî bir varlığı (yani Bir olanı ve O’nun rızasını) elde eder. Özetle, bir toplumda, birinci tip insanların müsabakasının ahlâkî ve hukukî alanda sürmesi ve ürünlerinin sağlıklı olması için, mânevî yol gösterici durumundaki bu ikinci insan tipine şiddetle ihtiyaç vardır. Bunun içindir ki, Bediüzzaman, Lem’alar’da (174) nev-i insanın tenevvüünün (çeşitlenebilmesinin - farklılaşabilmesinin) en mühim mayası ve zembereği, müsabaka ile hakikî imanlı fazilettir” der. 07.12.2010 E-Posta: [email protected] |
H.İbrahim CAN |
|
İranlı bilim adamlarını kim öldürüyor? |
![]() |
İran’ın nükleer programı ile ilgili olarak son bir haftadır önemli gelişmeler yaşanıyor. Önce 29 Kasım günü İranlı iki nükleer bilimciye suikast düzenlendi. Birisi hayatını kaybederken, diğeri yaralı kurtuldu. Sonra tam P5+1 ülkeleri ile İran arasındaki nükleer takas görüşmelerinin başlayacağı günün hemen öncesinde, İran kendi madenlerinden uranyum çıkardığını dünyaya duyurdu. Böylelikle bugün sonuçlanması beklenen görüşmelerden olumlu bir adım çıkması umudu da pek kalmadı. İran’ın nükleer programında çalıştığı belirtilen bu iki bilim adamına düzenlenen suikastten önce de iki nükleer bilimci kuşkulu suikastlerde hayatını kaybetmişti. Önce 2007 yılında Ardeşir Hassanpur zehirlenerek öldürülürken, bu yılın Ocak ayında kuantum fiziği üzerinde çalışan bilim adamı Mesud Ali Muhammedi uzaktan kumandalı bomba ile öldürülmüştü. Aynı gün gerçekleşen bu son saldırılarda önce Şehid Beheşti Üniversitesinde görevli nükleer fizikçi Mecid Şehriyari evinden işe giderken motosikletli bir teröristin aracına yapıştırdığı bombanın patlaması sonucu hayatını kaybetti. Eşi de yaralandı. Birkaç saat sonraki ikinci saldırıda ise yine nükleer fizikçi Feridun Abbasi, aynı metodla öldürülmek istendi. Otomobilinin kapısına yapıştırılan patlayıcıyı fark edip eşini de alıp arabadan iki metre kadar uzaklaşmayı başardığı için yaralı kurtuldu. Abbasi, izotopları ayırabilen az sayıda bilim adamından birisi. Gerek Time dergisi, gerekse the Guardian’da yayınlanan yorumlarda bu saldırının Mossad tarafından gerçekleştirilmiş olması ihtimalinin yüksek olduğuna dikkat çekiliyor. Ama daha da ilginci İsrail’in Israel Hayom gazetesi de bu saldırıyı Mossad’ın başından yeni ayrılan Meir Dagan’a atfeden bir yorum yayınladı. Küresel istihbarat yorumları yapmasıyla ismini duyuran Stratfor ise, bu iki saldırının özelliklerini değerlendirerek, Mossad’ın imzasını taşıdığını vurguluyor. Peki bu mümkün mü? Wikileaks belgeleri İsrail’in İran’ın nükleer programının üzerine gitmesi için sürekli baskı yaptığını ortaya koyuyor. Ancak bugüne kadar Amerikan yönetimi doğrudan müdahale dışında her türlü yöntemi denemesine rağmen, İran’ın programını geliştirmesini engelleyemedi. İşte böyle bir ortamda İsrail’in kuruluşundan bu yana dünyanın değişik ülkelerinde sergilediği kalleşçe suikast yapma taktiği devreye giriyor. Uluslar arası ambargo sebebiyle İran nükleer programını geliştirebilmek için gerekli teknolojiyi üretecek fen bilimlerinin çeşitli alanlarında yüzlerce uzmana ihtiyaç duyuyor. Böyle bir zamanda programın önemli isimlerini suikastlarla ortadan kaldırmak, İran’ın işini güçleştirecek bir metod olarak değerlendirilmiş olabilir. İşin ilginç tarafı İran gibi güvenliğin sıkı tutulduğu bir ülkede, Mossad ajanlarının, günlerce sürecek takip, planlama, bomba imal etme, suikastçılar bulma ve bunları saldırı sonrası kaçırma gibi yoğun planlama ve organizasyon gerektirecek işleri yapabilmeleri. Batılı kaynaklar bu suikastların süreceği kanaatinde. İsrail yine her zamanki gibi, devlet terörü ve kalleşçe saldırılar yoluyla, hamisi ABD’nin yapamadığını yapmaya koyuldu. Nasıl olsa kimse yaptıklarının hesabını sormuyor. Bu suikastlara bakınca, kuşkulu intiharlara kurban gittiği açıklanan Aselsan ve benzeri kurumlarımızda çalışan mühendislerimize neler olmuş olabileceğini düşünmeden edemiyor insan. Umarız İsrail bu türlü insanlık dışı yöntemlerin sonunda kendisini vuracağının farkına varır. İran’daki saldırıdan bizim çıkarmamız gereken ders de, önemli projelerde çalışan insanlarımızı daha titiz bir şekilde korumamız gerektiği olmalı. 07.12.2010 E-Posta: [email protected] |