Büyükelçi (E) Ahmet Süha Umar, AKP iktidarının AB'ye yaklaşımı ve politikaları hakkında Yeni Asya’ya değerlendirmelerde bulundu.
SÜMEYYE IŞIKÇI - İSTANBUL
AKP ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, AB’ne yaklaşımı ve bakışı, AB üyelik sürecinden beklentileri konusunda söyledikleri ile gerçek düşüncelerinin çok farklı olduğunu ifade eden Büyükelçi Ahmet Süha Umar, konuya ilişkin şunları aktardı: “21 yıllık AKP-Erdoğan yönetiminin bu düşüncemi doğrulayan çok sayıda hareketi var. Söylenenlerle gerçek düşünceler arasında böylesine büyük bir fark olunca politikalar da ona uygun biçimde, sık sık değişiyor, bazen amaç iyice bulanıklaşıyor, bazen de olumlu veya olumsuz gelişmeler gereğinden fazla büyütülüyor. Bunları hep yaşadık. Kanımca AKP ve Erdoğan, zaman zaman istemeden de olsa itiraf ettikleri gibi, başından beri Türkiye’nin AB üyeliğine -ve AB sürecine-, diğer AB ülkelerinden farklı baktı. 20 yılı aşkın uygulamalar da göstermektedir ki AKP ve Erdoğan, demokrasiyi olduğu gibi AB üyeliğini veya üyelik sürecini de, gidilmek istenen istasyona gelindiğinde inilecek bir tren olarak gördüler. Yine son 20 yılın uygulamaları gösterdi ki AKP ve Erdoğan, AB sürecini ve AB’ni, içeride konumunu ve iktidarını güçlendirerek laik, demokratik, sosyal hukuk devleti Türkiye Cumhuriyeti’ni baskıcı bir din devletine dönüştürmek amacıyla araç olarak kullanmayı planlamıştı ve bu planını olabildiğince uyguladı. İnsan hak ve özgürlüklerinden, demokrasiden, laiklikten, hukuk devletinden ayrılan bir Türkiye kurmaya yönelik bu politikaya AB neden destek oldu sorusu akla gelebilir. Orada da AB’nin Türkiye stratejisi ve Türkiye’yi aslında tam üye olarak kabule hazır olmadığı, belki de bunu hiçbir zaman düşünmediği güçlü varsayımı dikkate alınmalıdır. Nitekim AB’nin böyle düşündüğünü gösteren uygulamaları da az değildir. Kısacası bu politika, iki tarafın da (Türkiye ve AB) işine gelen, ancak açıkça ifade edilmeyen bir karşılıklı ve danışıklı oyalama, bu arada kendi beklentilerini olabildiğince gerçekleştirme politikası gibi görünüyor.”

TÜRKİYE İÇİN AB YOK SAYILACAK BİR OLGU DEĞİL
Erdoğan'ın, “AB Türkiye’den kopmanın gayreti içerisinde. AB ile gerekirse yolları ayırabiliriz" açıklaması hakkında konuşan Umar, “Görüntü ışığında korkarım bu kopma/yolları ayırma eylemi iki taraf için de, şimdilik açıkça ifade etmedikleri bir danışıklı uzak durma/istenenden fazla yaklaşmama politikası. Taraflar, her biri kendi beklentileri çerçevesinde, tam bir bütünleşmeyi arzu etmiyorlar, hatta bunu kendi çıkarları ve stratejileri açısında zararlı ve tehlikeli görüyorlar. Bu nedenle her iki taraf da karşı tarafın üyeliği zorlaştıran tutum ve davranışlarından olabildiğince yararlanıp, üyelik müzakerelerinin ve nihayet üyeliğin, en azından olabildiğince uzak bir tarihe kadar uzamasını amaçlıyorlar. Bunun böyle olduğunu gösteren çok sayıda gelişme var. Öte yandan her iki taraf da bu kopma/yolları ayırma söylem ve eylemini öyle çok da ileri götürmek niyetinde oldukları izlenimini vermiyorlar. Bunun siyasi, ekonomik, güvenlik ve yenden şekillenmekte olan dünya devletlerarası ilişkiler sistemi gibi çok sayıda nedeni ve en azından ihtiyatlı olmayı gerektiren bilinmezi var. AB için Türkiye, Türkiye için AB, hiç değilse bugünkü siyasi ve ekonomik koşullarda yok sayılacak, bir tarafa atılacak, hatta Batı sisteminin dışında bırakılacak/kalınacak olgular değil” dedi.
YENİ BİRLİKTELİKLER TÜRKİYE’YİGÜÇLENDİRMELİDİR
AB’nin hala Türkiye için önemli bir tercih ve ekonomik/siyasi ortaklık olduğunu dikkat vurgulayan Umar, son dönemde dikkat çeken Çin ve Rusya ilişkileri ve Şanghay İşbirliği Örgütü üyeliğinin gündeme getirilmesi hakkında şöyle konuştu: “AB için de Türkiye, son yıllarda ortaya çıkan göç sorunu da dâhil, birçok alanda, sınırlı ve belli parametreler içinde de olsa, mutlaka, birlikte olmasa bile yan yana hareket edilmesi, yan yana olunması gereken bir ülke. Hal böyle olunca iki taraf da diğerini yok sayacak, hafife alacak bir konumda değil. Her ülke gibi Türkiye de AB üyelik süreci içinde ve NATO üyesi de olsa, başka ittifaklar ve ekonomik/siyasi oluşumlar içinde yer alabilir. Şanghay İşbirliği Örgütü, Çin ve Rusya ile ilişkiler bu çerçeveye girer. Bu tür girişimler mutlaka biri diğerine seçenek olarak düşünülmemelidir. Ancak bu tür yeni birlikteliklere katılırken bunlar, önceki ve uzun yıllar değerini kanıtlamış ittifakları, ekonomik ve siyasi oluşumları olumsuz etkilememelidir. Diğer bir değişle, yeni birliktelikler, Türkiye’nin mevcut konumunu sıkıntıya sokmamalı, zayıflatmamalı, aksine güçlendirmelidir. Rusya Türkiye’nin her zaman iyi ilişkiler içinde bulunması gereken bir ülkedir. Bu, tarihten gelen, tarihin ve coğrafyanın dayattığı bir durumdur. Kaldı ki Cumhuriyet kurulduğundan beri, 1940’lı yılların kısa bir sıkıntılı dönemi hariç, Rusya ile iyi ilişkiler sürdürülmüş ve bundan zarar görülmemiş, aksine yararlanılmıştır. Ancak burada Türkiye-Rusya ilişkilerinde dengeye dikkat etmek, bu ilişkiden zararlı çıkmamak gerekir. Türkiye’nin dünyanın yükselen gücü Çin ile kötü olmasını gerektirecek hiçbir husus yoktur. Aksine karşılıklı yarara dayanan işbirliği ve ortaklık, Türkiye’ye sadece ekonomik değil, siyasi ağırlık da kazandırır. Hatta Uygur Türkleri gibi sorunlarda, soydaşlarımızın haklarının korunmasında elimizi bile güçlendirebilir. Kaldı ki ABD’nin son yıllarda, dünya hâkimiyeti beklentisi içinde neredeyse rakip ilan ettiği Çin’e karşı hasmane sayılabilecek politikalar izlemeye çalıştığı günümüzde bile ABD dâhil Batı’nın, Çin ile en azından yoğun bir ekonomik işbirliği, hatta Çin’e bağımlılığı söz konusudur. Hal böyle iken kimsenin Çin ile iyi ilişkiler içinde olduğu ve olmak istediği için Türkiye’yi eleştirmeye hakkı yoktur.”
AB KISTASLARINI BENİMSEMEK DÜNYADA AĞIRLIĞIMIZI ARTTIRIR
AB üyeliğinin Türkiye için önemi ve kopmanın eşiğindeki müzakereler hakkında konuşan Umar, “AB ile müzakerelerin kopma noktasına gelmesi bir anda ortaya çıkmış bir olgu değildir. 1987’de, 1999’da, sonrasında Gümrük Birliği Anlaşması’nda, en önemlisi, Türkiye’nin hiçbir zaman yerine getirmesi imkanı bulunmayan koşullar içeren, Türkiye’yi ‘hazmedilir lokma’ haline getirmeyi amaçlayan, ancak AKP ve Erdoğan tarafından ‘Büyük zafer-AB’ne girdik’ şeklinde sunulan ve kutlanan 2004 Müzakere Çerçeve Belgesi ve nihayet Annan Planı gibi kaçırılmış veya iyi kullanılamamış fırsatlar bugünü doğurmuştur” dedikten sonra sözlerini şöyle tamamladı: “Temel insan hak ve özgürlükleri, demokrasi, laiklik, sosyal hukuk devleti nitelikleri, AB ve Batı’nın temel nitelikleridir. Bu açıdan bakıldığında, AB ilkeleri/kazanımları (acquis), çağdaş uygarlığı yakalamak istiyorsa Türkiye’nin mutlaka benimsemesi ve içselleştirmesi gereken ilkeler ve kazanımlardır. Diğer taraftan, bugünlerin olumsuz gelişmelerine karşın Türkiye’nin dış ticaretinin %40’ı AB ülkeleriyledir. Bütün bunları dikkate aldığımızda, AB tam üyeliği gecikse bile AB kıstaslarının Türkiye tarafından benimsenmesi, Türkiye’nin dünyadaki yerini ve ağırlığını belirleyecek en önemli unsurdur. Bunun koşulu Türkiye’nin, AB istediği için değil, uygar bir ülke olabilmek için AB kıstaslarını kendiliğinden uygulayan bir ülke haline gelmesidir. Kaldı ki bunun, AB ile müzakerelerin canlandırılmasının önde gelen koşulu olduğunu gösteren birçok belirti vardır. Türkiye bunu AB’den bağımsız olarak gerçekleştirebilirse, AB ile müzakerelerde eli çok daha güçlü olacaktır.”