Hüseyin EREN |
|
Özgürlüğün izinde |
Özgürlük ve özgünlük zihnimin kıvrımlarında geziniyor; hangisi önce gelen bir zenginliktir, biri diğeri olmadan olabilir mi? Bir başına bir şey ifade eder mi özgürlük, özgünlük neyin neticesi ve eseri? Sorular zinciri zikzaklar çizdikçe, zihin özgünlük yolunda ilerliyor. Sormadan hangi cevap alınmış, sorgulamadan hangi neticeye ulaşılmış, sorun etmeden hangi çözüme ulaşılmış? Galiba özgünlüğün başı sormak ve soruların peşi sıra yürümek; nereye götüreceğini, neyi netice vereceğini, nasıl bir sonuca ulaştıracağını bilmeden ilerlemek… Cevaplar yeni soruları netice verir; neticesiz devam eder, özgünlük peşinde özgürce koşturmak… Netice, nihai sonuç yok; son varsa özgünlük kaybolmuş, özgürlük yitirilmiştir. Özgünlük içsel bir kavram; özgürlükse bunun dışa yansıması. Özgürlük ne kadar fazla ise özgünlüğün ifadesi o kadar kolaydır. Yüzümüz aynı olmadığı gibi yüreğimiz de aynı değildir; parmak izlerimiz değişik olduğu gibi duygu dilimiz de başkadır; gözlerimiz farklı olduğu gibi gönlümüz da farklıdır, bu bakımdan özgün olmayanımız yoktur, özgünlüğünü fark edemeyen vardır. Sıradanlık ne kadar sıkıcı ise özgünlüğü ve etrafındaki özgünlüğü fark edememek de o kadar sıkıcıdır. Her gün doğan güneş aynı güneştir ama her gün aynı yerden doğmaz ve batmaz; ayak bastığı uzay boşluğuna bir daha basmaz; mevsim mevsim gezer, ışık ellerle desenler çizer zamanın rengine. Bunu fark edemeyen her bir ayrı göz, özgünlüğü görememiş kâinat içinde özgürce seyahat etmenin tadına varamamıştır, ne büyük hapis. Ay, hep aynı ay değildir; hilâl olur, dolunay olur, incelir, karanlığa kaybolur; sonra tekrar doğar; özgünlük ve özgürlük onun doğasında var; özgünlüğün güzelliğini görememek ve bunu güzelce ifade edememek ne büyük körlük. Ya yıldızlar, yerin yıldızları çiçekler? Gök ne kadar özgürlüğün simgesi ise, yer de o kadar özgünlüğün simgesi. Kuşlar neden yerle gök arasında uçar, kanatlarının biri özgünlük, diğeri özgürlük ifadesi mi? Hürriyet deyince neden onlar akla gelir; nedendir ayaklarımız yere değerken gözümüz göğü gözler, hayalimiz uçsuz bucaksız evrende, âlemlerde gezinir? Düşünüyorsan nedenin var? Nedenin yoksa nedendir yaşamak? Zihnî hapsolmuşluk, göreceliğe kapanmışlık, sıradanlığa sarılmışlık; yeryüzünü hapishaneye göğü kurşuni tavana çevirir. Üzgünüm, özgünlüğü ve özgürlüğü ifade edemedim. Öz cümle ile söylersem; düşüncelerimizi sıradanlıktan kurtarmadıkça, bakışlarımızı bayağılıktan ayırmadıkça özgünlüğün türküsünü özgürce söyleyemeyiz. 30.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Paket ve YAŞzedeler |
Adalet eski Bakanlarından Oltan Sungurlu, 12 Eylül referandumunda kabul edilen anayasa paketi için yaptığı değerlendirmede, “Çabuk hazırlanmış, kanunî metinleri belli değil; ne gibi bir sistem içinde çalışacağı, ne gibi problemler getireceği düşünülmemiş” ifadelerini kullanıyor (Yeni Asya, 19.11.10). Bu eleştirileri referandum öncesinde neden dile getirmediğini ise, “İnsanlar bu değişiklikleri beğenmediğim, bunların yanlış olduğu gibi bir düşünceye kapılabilirdi” şeklinde izah ediyor. Böylece referandum öncesinde estirilen havanın, meseleyi sakin bir şekilde ele alıp enine boyuna tahlil etme imkânı vermediğini ima ediyor. Haddizatında paketin hukuka uygun ve demokratik olduğunu düşünen Sungurlu’nun dikkat çektiği nokta, sonrasında atılacak adımlar ve yapılacak düzenlemeler noktasındaki belirsizlik. Nitekim gelişmeler onu doğrular istikamette. Aslında biz de paketle ilgili tahlillerimizde, referanduma sunulacak metindeki insicamsızlığa, dağınıklığa, dahası gereksiz ve yanlış maddelere dikkat çekmeye çalışmış ve yetersiz de olsa bazı maddelerin hatırına “kerhen evet” demiştik. (14-18.7.10 tarihli Yeni Asya’lardaki yazılarımız.) Eğer maddeleri ayrı ayrı oylama imkânı verilseydi, pakette yer alan lüzumsuz ve daha önemlisi yanlış maddelere “hayır” demek icab ederdi. Paketteki ciddî yanlışlardan biri de, komutanların yargılanmasını Yüce Divana havale ederek, statülerini Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan ve bakanlarla eşleştiren düzenlemeydi. Bu maddenin, o zaman öngöremediğimiz başka sakıncalar da taşıdığını, darbe günlükleri dosyasının Ergenekon dâvâsından ayrılarak, darbe iddialarında adı geçen komutanların Yüce Divanda yargılanması yönündeki gelişmelerle gördük. (3.11.10 tarihli “Yüce Divan hüllesi” yazımız.) Pakette yetersiz de olsa “evet” denilebilecek maddelerden biri ise, YAŞ kararlarına yargı yolunu açan düzenlemeydi. Gerçi askerî ve sivil yargı ikileminin korunduğu bir yapıda bu maddenin tek başına yeterli olup olamayacağı ayrı bir soru işaretiydi—ki paketle ilgili yazılarımızda konunun o cihetini de özellikle vurgulamıştık. Bu bağlamda ayrıca üzerinde durulması gereken bir nokta, paketin askerle ilgili maddelerindeki değişikliklere ilişkin uyum kanunlarının hazırlanması sürecinde bu işin askerî bürokrasiye havale edilmeyip sivil iradenin konuyu son derece titiz ve dikkatli bir şekilde takip etmesi gereğiydi. (24.9.10 tarihli “AYİM ve YAŞ” yazımız.) Gelinen nokta, bu uyarılara kulak verilmediğini düşündüren bir tabloyu önümüze koyuyor. Büyük ihtimalle yine askerî bürokrasi tarafından hazırlanan uyum kanunu taslağında, YAŞzedelerin, mağduriyetlerinin giderilmesi için önce YAŞ’a, oradan sonuç alamazlarsa Askerî Yüksek İdare Mahkemesine başvurmaları öngörülüyor. Bu düzenleme, pakete ümit bağlayan ve referandum sürecindeki “evet” kampanyasında aktif rol üstlenen ASDER mensuplarında son derece büyük bir hayal kırıklığına yol açmış durumda. YAŞ’ı, kendi eseri olan mağduriyetleri izale edecek bir merci olarak görmek, nasıl bir mantığın ürünü? YAŞ bir yargı organı mı? Ve bu düzenlemeyi YAŞ kararlarına yargı yolunu açan değişiklikle irtibatlandırmanın imkânı var mı? Aynı şekilde, üyeleri TSK’nın hiyerarşi ve sivil sistemine bağlı generaller olan Askerî Yüksek İdare Mahkemesinin, YAŞ kaynaklı mağduriyetleri izale edecek kararlar alması mümkün mü? Bir diğer ilginç nokta: Paketin halkoyuna sunulmasından yaklaşık bir buçuk ay önce yapılan YAŞ toplantısından hiçbir ihraç kararı çıkmadı. Ama sonra, 35 subay ve astsubayın, kuvvet komutanlıklarının tasarrufu olarak ve—askerî!—yargıya açık olmak üzere ihraç edildiği açıklandı. Demek ki, bundan sonraki ihraçlarda YAŞ yerine, zaten kullanılan diğer yol tercih edilecekti. (22.9.10 tarihli “YAŞzedeler bekliyor” yazımız.) Yani, üç generali açığa almakla iş bitmiyor. 30.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet DURSUN |
|
Başörtüsü yasağının genetik kodları |
Kopya sebebiyle ertelenen ve bu hafta sonu yapılan KPSS sınavındaki sevindirici gelişmelerden biri, başörtü yasağının sınavda uygulanmamasıydı. Ne yüreği burkularak peruk takmak zorunda kalanlar, ne de başörtüsü yüzünden okul kapısından geri döndürülenler… Toplumsal barışı ve zenginliği simgeler şekilde herkes dilediği giysi ile imtihana girebildi; ne rejim yıkıldı, ne kıyamet koptu. Bundan sonra ne olur sorusunun cevabı, aslında bizim yasaklar karşısındaki toplumsal reflekslerimizle ilgilidir. Geçtiğimiz günlerde, TESEV tarafından yayımlanan bir rapor, başörtüsü yasağının sebepleri ve geleceği ile ilgili önemli tespitleri içermektedir. Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Dilek Cindoğlu tarafından kaleme alınan “Başörtüsü Yasağı ve Ayrımcılık: Uzman Mesleklerde Başörtülü Kadınlar” başlıklı rapor, başörtü meselesinin neden çözülemediğine dair ip uçlarıyla birlikte bir çok yönüyle dikkate değer sonuçları içinde barındırıyor. Başörtüsü yasağının adeta genetik kodlarını çözen rapor, başörtüsü yasağı başta olmak üzere, yasak ve kısıtlamaların hangi genetik şifreler üzerinde yükselebildiğini gözler önüne seriyor. Türk siyasetinin yapısal özelliklerinden kaynaklanan özgürlük kısıtlamaları her kesimin şikâyet ettiği bir husustur. Bireysel özgürlüklerin önünü açmak için resmî ideolojilerin devletin kurumlarından kapı dışarı edilmesi gerektiğini, otoriter yapının ortadan kaldırılmasının şart oluşunu her fırsatta dile getiririz. Oysa şikâyet ettiğimiz meselelerin ortadan kalkmasıyla özgürlük sorunlarının halledilemediğini son yıllarda daha iyi gördük. Son yıllarda uyum yasaları ile esen iyileşme rüzgârlarına rağmen temel hak ve özgürlüklerle ilgili sıkıntılar ve ciddî problemler hâlâ devam etmektedir. Bu devamlılığın temel sebeplerinden biri, devletin baskıcı yapısından çok kollektif kültür olarak yerleşen, otoriterliği benimseyen zihinsel yapımız ve kültürümüzdür. TESEV raporunda ortaya çıkan en çarpıcı sonuçlardan biri de buna işaret etmektedir. Başörtüsü yasağı, sadece devletin ve kurumlarının değil, aynı zamanda toplumun insan, kadın ve vatandaşlık haklarına bakışını ele veriyor. Toplumun yasaklar karşısındaki pragmatist refleksleri üzücü bir netice olarak günah hanemize yazılıyor. TESEV araştırması, her ne kadar bir şekilde üniversiteyi bitirmeyi başarmış meslek sahibi başörtülü kadınların çalışma hayatlarında karşılaştıkları problemleri ortaya çıkarmayı amaçlasa da İslâmî-muhafazakâr kesimleri de içine katabileceğimiz şekilde, toplumun büyük bir kesiminin başörtüsü meselesine ve başörtülülere bakışını da göstermektedir. Araştırma raporunda, başörtülü kadınların çalışma hayatına katılmaya karar verdikleri andan itibaren, çeşitli ayrımcılık ve hak ihlâllerine uğradıkları belgeleniyor. Bu ayrımcılık başörtülü kadınların diğerlerine göre daha az ücretle ve daha fazla çalıştırılmaları, geri planda tutulmaları, terfi engellemeleri, dışlama, vb. şekillerde karşımıza çıkıyor. Mağdur edilmişlerin mağduriyetinden yararlanarak çıkar sağlamaya çalışmak daha derinlerimizde yatan vicdanî, ahlâkî problemleri açığa çıkarıyor. Bunu halletmeden yapılan yapısal iyileştirmelerin ne kadar başarılı olabileceği tartışmaya açık bir husustur. Raporun çarpıcı sonuçlardan biri de, son günlerdeki tartışma konularından birine açıklık getirmektedir. Son günlerde, AKP’nin iktidarı sırasında hafiflediği hatta başörtülü kadınlar lehine çevrildiği öne sürülen ayrımcılıklar ve hak ihlâllerinin bilhassa özel sektörde keskinleşerek devam ettiği verisi, üzerinde düşünülmesi gereken bir sonuçtur. Sonuç itibariyle, bugüne kadar hep devlet merkezli düşünülen demokratikleşme engellerinin devleti de aşan ciddî boyutlarda olduğu ortaya çıkmaktadır. Fert olarak zihnimizin daima bir yerlerinde hazır kıta bekleyen otoriterlik, gücü kutsama, daha güçlünün yanında olma, zayıfı horlama, zor durumdakinin durumundan yararlanma isteği ve düşene bir tekme vurma alışkanlığı ilk fırsatta kendini dışa vurabiliyor. Zaten rencide edilmiş, dışlanmış, nazik ve nazenin fıtratı yıpratılmış başörtülü bir hanımın bu durumundan yararlanarak çıkar sağlamaya çalışmak gibi hastalıklı bir ruhu ifade eden tavır, tek suçlunun otoriter devlet yapısı olmadığını gözler önüne seriyor. Hasılı, vicdanî inkılapların gerekliliği, her alanda olduğu gibi, başörtüsü meselesinde de kendini açıkça belli ediyor. 30.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Saliha FERŞADOĞLU |
|
Kördüğüm |
Akşam, bütün yorgunluğuyla çökerken omuzlarıma, boyun eğmedim ona. Bütün gücümü toplayarak gazete yazısını yazmak üzere bilgisayarın başına geçtim. Bir köşeye çekildiğimi gören ev arkadaşlarımdan biri sordu: “Ne yazıyorsun?” “Söylemem.” dedim muzırca. “Yayınlanınca okursun.” “Aşktan bahsetmezsen okumam.” İlkin bu açık tehdit karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Bir yazarın en büyük korkularından biridir okunmamak, başka yüreklere, zihinlere ulaşamamak… Varoluş amacının korkunç bir vartaya yakalanmasıdır. Hatta anlam kaybına uğramasıdır da diyebiliriz. Peki, ya aşkı anlatmak… Dik bir yamaçta küçük adımlarla tıknefes yol almaya benziyordu. Şairler onu anlatmak için türlü dili dökerken bana ne oluyordu! Hemen birkaç dizenin neftî gölgesine sığındım kelimelerden medet umarak. Yeniden var oluştur ya da bir başka türlü oluştur bu/ Nice aldanmalardan sonra bir aşka dönüştür bu.1 Yunus Emre’nin anlattığı gibi nereye girerse girsin kimyasını mı değiştirir ol kimsenin/nesnenin? Dağa düşer kül eyler/Gönüllere yol eyler/Sultanları kul eyler/Hikmetli nesnedir aşk. Aşk, yani aşırı sevgi, bağlılık, sevda deyince benim aklıma Sevgililerin sevgilisi Hz. Muhammed (asm) ile el üstünde tuttuğu eşi Hz. Aişe’nin arasında geçen diyalog gelir. Bir lahzada rivayet temsile dönüşüverir zihnimde. Menevişli ışıkların küçücük hanelerini aydınlattığı bir vakitte, Hz. Aişe merakını yenemeyip aylardır zihnini meşgul eden suali sorar sevdiğine. “Ya Resulallah! Beni seviyor musun?” “Evet, ey Aişe, seni seviyorum.” Kadın fıtratı gelen cevapla yetinmez elbette. Teyit maksadında bir sual daha gönderir eşine. “Peki, beni nasıl seviyorsun?” “Kördüğüm gibi.” Sevginin böylesi güzel ifadelendirilişi büyüler Aişe’yi. Nihayetinde bilir ki, kördüğüm çözülmesi imkânsız, sağlam mı sağlam, ilmeksiz bir düğümdür. Ne dışarıdan ne içeriden bir müdahale onu açar, bozar, yıpratır, yok eder. O, ne vakit derhatır etmek istese sevildiğini, heyecan ve korkuyla sorardı aynı suali. “Ey Allah’ın Resulü! Kördüğüm ne âlemde?” “İlk günkü gibi…” İşte sevgide bağlılığın, tazeliğin ve güvenin böylesine kuvvetli olduğu bir başka örnek yoktur benim zihnimde. Ötesi hep hikâye…
Dipnot: 1. Ümit Yaşar Oğuzcan 30.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
Cuma’da saat-i icâbe |
“Saat” rumuzlu okuyucumuz: “Cuma günleri duâların kabul edildiği gizli bir saat varmış. Bu hangi saattir? Bu saatin gizli olmasının hikmeti nedir?”
Hiçbir saat ve hiçbir vakit bizim kul olarak Rabb’imize dönüşümüz için elverişsiz ve kapalı değildir. Duânın kabul zamanları gizli tutulmuştur. Bununla, kulun dua hâlini hayatına yayması istenmiştir. Nitekim Cuma gününde icabet saati gizli olduğu gibi, insanlarda veli, Ramazanda Leyle-i Kadir, Esma-i Hüsnâ içinde İsm-i Azam, ömürde ecel ve kıyamet saati de gizlidir. Yani kıymet ve ehemmiyet tek bir cüzde değil, hayatın tamamındadır.1 Öyle ki, hayatımızın her ayrıntısından, lüzumsuz zannettiğimiz her saat diliminden ve zaman parçacığından sorumluyuz. Öyleyse yaşadığımız her “ân” parçacığını Rabb’imize sığınmamız için eşsiz bir fırsat olarak algılamak zorundayız. Bununla beraber, bazı saatlerde ve vakitlerde Cenâb-ı Hakk’ın, sırf kulları lehine rahmetiyle muâmelede daha fazla lütufkâr olduğu da bir gerçektir. Meselâ, Cuma günü içinde bir icabet saatinin, yani duâların dinlendiği ve kabul edildiği hususî bir saatin bulunduğunu Hazret-i Peygamber (asm) haber vermektedir. Peygamber Efendimiz (asm): “Onda bir saat vardır ki, hiçbir Müslüman kul namazda bulunup ve o saate rast getirip Allah’tan bir şey istemez ki, Allah Azze ve Celle ona isteğini bahşetmesin!” buyurmuş, bu saatin kısa olduğunu göstermek için de mübarek elini başparmağının orta ve diğer parmağının içine basarak işaret etmiştir.2 Duâların kabul edildiği bu gizli saatin hangi saat olduğu hep sorulmuş ve araştırılmıştır. Bu saatle ilgili olarak değişik vakitlerden haber verilmekle beraber; seher vaktine işaret eden bir habere burada yer verelim: İbn-i Abbas (ra) anlatıyor: “Bir gün Hz. Ali (ra), Resûlullah Efendimiz’e (asm) gelerek: “Annem ve babam sana feda olsun ya Resûlallah, şu Kur’ân göğsümde durmayıp gidiyor. Kendimi onu ezberleyecek güçte göremiyorum” dedi. Resûlullah Efendimiz (asm) ona şu cevabı verdi: “Ey Hüseyin’in babası! Allah’ın sana faydalı kılacağı, öğrettiğin takdirde öğrenen kimsenin istifade edeceği, öğrendiklerini de göğsünde sabit kılacak bir duâ öğreteyim mi?” Hz. Ali (ra): “Evet, ey Allah’ın Resulü, öğret!” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm) buyurdu ki: “Perşembeyi Cumaya bağlayan gece olunca, gecenin son üçte birinde kalkabilirsen kalk. Çünkü o an meleklerin hazır bulunduğu bir andır. O saatte yapılan duâ makbuldür. Kardeşim Ya’kub da evlatlarına, ‘Sizin için Rabb’ime istiğfar edeceğim, hele Cuma gecesi bir gelsin’ derdi. Eğer o vakitte kalkamazsan gecenin ortasında kalk. Bunda da muvaffak olamazsan gecenin evvelinde kalk. Dört rek’at namaz kıl. Birinci rek’atte, Fatiha ile Yasin sûresini oku, ikinci rek’atte Fatiha ile Duhân sûresini oku, üçüncü rek’atte Fatiha ile Secde Sûresini oku, dördüncü rek’atte Fatiha ile uzunca Tebâreke Suresini oku. Teşehhüdü bitirdiğin vakit Allah’a hamdet, Allah’a senayı da güzel yap, bana ve diğer peygamberlere salât oku, bunu güzel yap. Erkek ve kadın mü’minler için ve senden önce gelip geçen mü’min kardeşlerin için istiğfar et. Sonra bütün bu okuduğun duâların sonunda şu duayı oku: “‘Allah’ım, bana günahları, beni yaşattığın müddetçe ebediyen terk ettirerek merhamet eyle. Bana faydası olmayan şeylere teşebbüsüm sebebiyle bana acı. Seni benden hoşnut edecek şeylere iyi bakmayı bana nasip et. Ey gökleri ve yeri yoktan var eden celâl, ikram ve erişilmez izzet sahibi olan Allah’ım. Ya Allah! Ya Rahman! Celâlin hakkı için, yüzün nuru hakkı için kitabını bana öğrettiğin gibi, ezberimde tutmayı da kalbime kolaylaştır! Seni benden razı kılacak şekilde okumamı nasip et. Ey semâvât ve arzın yaratıcısı, celâlin ve yüzün nuru hakkı için kitabınla gözlerimi nurlandırmanı, onunla dilimi açmanı, onunla kalbimi yarmanı, göğsümü ferahlatmanı, bedenimi yıkamanı istiyorum. Çünkü hakkı bulmakta bana ancak Sen yardım edersin, onu bana ancak Sen nasip edersin. Her şeye ulaşmada güç ve kuvvet ancak büyük ve yüce olan Allah’tandır.’ “Ey Hasan’ın babası, bu duayı üç, beş veya yedi cuma yaparsın. Allah’ın izniyle duâna icabet edilecektir. Beni hak üzere gönderen Zat-ı Zülcelâl’e yemin olsun bu duayı yapan hiçbir mü’min cevaptan mahrum kalmadı.” İbnu Abbas (ra) der ki: “Allah’a yemin olsun, Hazret-i Ali (ra) beş veya yedi cuma geçti ki Resûlullah’a (asm) aynı önceki mecliste tekrar gelerek: “Ya Resûlallah! Daha önce dört beş âyet ancak öğrenebiliyordum. Fakat unutuyordum. Bugün ise, artık 40 kadar âyet öğrenebiliyorum ve unutmuyorum. Allah’ın Kitabı sanki gözümün önüne geliyor gibi oluyor. Eskiden hadisi dinliyordum da arkadan bir tekrar etmek istediğimde aklımdan çıkıp gidiyordu. Bugün hadis dinleyip sonra onu bir başkasına istediğimde ondan tek bir harfi kaçırmadan anlatabiliyorum” dedi. Resûlullah (asm) bu söz üzerine Hz. Ali’ye (ra): “Ey Hasan’ın babası! Kâbe’nin Rabbine yemin olsun ki, sen kâmil mü’minsin!” buyurdu.3
DUÂ Ya Mucîbe’d-Daavât! Aklımı ve kalbimi hıfzeyle! Duâlarımı saat-i icabede yapılan duâlar arasına al! Dilimi, gönlümü, hissiyâtımı hayırlı isteklere yönlendir! Şerli isteklerden berî kıl! Bana hakkı nasip et! Hak olmayandan uzak kıl! Beni rızana yönlendir! Razı olmadığından muhafaza eyle! Hakta, hayırda ve hidayette bana istikamet ver! Duâlarımı kabul eyle! Âmin!
Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 460; Sünûhât, s. 19 2- Buhârî, 3/507 3- Tirmizî, Daavât, 5, (3803) 30.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Giyim-kuşamda modelimiz kim? |
Giyim ve kuşam meselesinde kimi örnek almalıyız? Model şahsiyetimiz kim? Artistler mi, şarkıcılar mı, hopçular, popçular mı, siyasetçiler mi? Giyim kuşamımızı Paris mi belirliyor; daha doğrusu Paris mi belirlemeli, ismini vermekte bile haya ettiğimiz pespâye, karakter ve ahlâk yoksunu kişiliksiz kişiler mi? Yoksa, her meselede olduğu gibi, yegâne modelimiz Asr-ı Saadet mi? İnsan; nâzik, nâzenin ve medenî bir varlık. Giyinme, örtünme; medeniyet ve iffet ölçüsü. Çünkü, insanı hayvanlardan ayıran önemli şeklî farklılıklardan birisi. Dolayısıyla genel hayat ve ahlâk prensibi olarak giyim-kuşam, örtünme/tesettür ve elbiseden bahsedilebilir. Müslümanlığın dış görünüş itibariyle, göze çarpan en önemli alâmetlerinden birisi örtüdür. Bu, kadın-erkek için fark etmez. Diğer taraftan, giyinmek; sun’î/yapay elbiseler giyinmek insanın “halifelik” ünvanıyla da ilgili. Evet, örtünme, elbise, yalnız soğuk ve sıcaktan muhafaza, süs ve avret yerlerini örtmeye münhasır değildir; belki mühim bir hikmeti; insanın sâir nevilerdeki tasarruf ve münâsebetine ve kumandanlığına işâret eden bir fihriste ve liste hükmündedir.1 Evvelâ, Sâni-i Zülcelâl nasıl ki kemâl-i ehemmiyetle san’atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celb ediyor. Öyle de, mahlûkatını ve ibâdını sair zîşuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemîl ve Müzeyyin ve Lâtîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilâf-ı edep oluyor. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki edep, o Sâni-i Zülcelâlin esmâlarının hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınmaktır. Eğer, bugünkü sefih medeniyetin empoze ettiği gibi; müstehcen, açık-saçık giyim/kuşam “medenîlik ve çağdaşlık” sayılacaksa; hiç şüphesiz ki, Afrika veya Amazon ormanlarında yaşayan ve sadece haya yerlerini örten yamyamlar, zenciler çok daha çağdaş ve medenîdirler! Kadının yabancı, yâni mahrem erkeklerin bakışları altında müthiş bir sıkıntıya düştüğü hemen her vesileyle ifâde edilir. Aslında erkekler de aynı psikoloji içindedirler. Bilhassa kadınlar, “şehevî bakışlardan” rahatsız olur. Tıp alanında gün geçtikçe gücünü gösteren hormonlar, cinsel hayatta bu güçlerini yitiriyorlar. Bu Avrupa ve Amerika’da yıllar süren araştırmalar sonucunda ortaya çıktı. Hormonlarla müstehcen hareketler, bakış, temas ve düşünce arasında bir bağ var. İnsanlar mütemadiyen, müstehcenlik veya sâir gayr-i meşrû hayatın gereği olarak, duygu ve duyularla uyarıla uyarıla hormonlar zayıflıyor, dengeleri bozuluyor veya fazla sarfiyata sebep oluyor. Böylece, vücudun bağışıklık dengesi bozuluyor; cinsel arzular törpüleniyor veyahut tamamen yok oluyor ve cinsî sapmalar ve hastalıklar meydana gelebiliyor. Müstehcenlik, açık-saçıklık insanların meşrû ve helâle karşı olan kuvve-i şeheviyelerini kırıyor ve doyumsuzluğu getiriyor. O da cinsî sapmalara ve sapıklıklara götürüyor.
Dipnot: 1-Mektûbât, s. 421. 30.11.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Haydarpaşa'da gizli hesaplar |
Haydarpaşa Garı'ndaki "alevleri göklere yükselen" yangın, basite alınacak sıradan bir yangın değildir. Milyonlarca insanımızın hatırasını cayır cayır yakan, yüreğini kasıp kavuran bu yangın, zihinlerde her türlü sabotaj ihtimalini canlandırıyor. Böyle bir ihtimali, lütfen hiçkimse küçümseme, yahut yabana atma cihetine gitmesin. Her kim ki, sabotaj ihtimalini basite alır ve bunları kuru iddialardan ibaret görürse, bilsin ki, bundan 93 yıl önceki yangında da benzer iddialarda bulunanlar olmuş ve fakat, zaman onları haklı çıkarmamıştır. Evet, mesele bu kadar önemli ve bu derece ciddiyet arz ediyor.
1917'deki sabotaj 1908'de hizmete giren ve bütün Anadolu ile birlikte Şam'a, Halep'e, Bağdat'a, Beyrut'a, Kudüs'e, tâ Medine'ye kadar uzayıp giden (gitmesi tasarlanan) tren seferlerinin başlangıç noktasını teşkil eden Haydarpaşa Garı, ilk büyük yangını 1917'de yaşamıştı. Önceleri sabotaj ihtimali üzerinde pek durulmadı. Ancak, harp müttefikimiz olan Alman askerlerinin arasına sızmış bir Fransız casusunun, Filistin'deki askerlerimize gönderilecek silâh ve mühhimmat deposunu kundalamak sûretiyle, gözbebeğimiz olan bu binayı ateşe verdiği hususu, yıllar sonra anlaşılmış oldu. (Mustafa Armağan, 28.11.2010; Zaman) Tabiî, yardımsız kalan Filistin'in elden gitmesi de, apayrı bir yürek yangını...
"Kentsel dönüşüm" rantiyesi Yayha Kemâl'in tâbiriyle "Aziz İstanbul"un koca Anadolu'yla en az yüz yıldır hiç değişmeyen buluşma, birleşme ve kaynaşma noktasını teşkil eden Haydarpaşa Garındaki yangın, yedi yıldır insanlarımızın zihnini kurcalayan soru işaretlerini daha da belirgin hale getirdi. Geniş bir alanı ihtiva eden Haydarpaşa Garı ve çevresi, "Kentsel Dönüşüm Projesi" çerçevesinde 2003, 2005 ve 2007 yıllarında ajans ve gazete haberlerine konu oldu. Yabancı yatırımcıların da ağızsuyunu akıtan bu proje için telâffuz edilen rakam ise, beş milyar dolar civarında. (aa/15.07.2005) Her ne kadar bu rakamla birlikte telâffuz edilen "yedi gökdelen" ifadesinin doğru olmadığı söylendi ise de, Haydarpaşa bölgesinin ciddî ve köklü bir değişime tabi tutularak daha çok "turizm amaçlı" olarak yeniden yapılandırılması yönündeki niyetler inkâr edilmedi. Bilâkis, bu yöndeki niyet ve düşünceler her defasında tekrarlandı. Hem de, en yetkili ağızlardan... Tabiî, burada ciddî ve köklü mânâda bir değişiklik olacaksa, ilk etapta Haydarpaşa Garını kullanan yolcuların önünü kesmek ve tren seferlerini buradan kaldırmak icap ediyor. Nitekim, yangından hemen sonra yapılan (haliyle yapılması gereken) da budur ve bundan ibarettir. Kim ne derse desin, Haydarpaşa yangını üzerinde bir esrar perdesi vardır. Yangın Pazar günü öğlenden sonra çıkıyor. Söndürmeye geç müdahale ediliyor. En evvel yapılması gereken "havadan söndürme" cihetine hiç gidilmiyor. Yeni başlandığı söylenen onarım/restorasyon çalışmaları üzerinde ciddî soru işaretleri bulunuyor. Ayrıca, ilgili kurum ve kuruluşların gardaki onarım, yangın ve söndürme safhalarıyla ilgili yapmış oldukları açıklamalar arasında büyük çapta farklılıklar var. Birinin dediği diğerini tutmuyor. Zihinleri yoran çelişkiler ve soru işaretleri biraz da bu sebeple çoğalıyor. Her şey bir yana, beraberinde yüreğimizi de Haydarpaşa yangını ile öncesinde ve sonrasında yaşananlar, "Avrupa Kültür Başkenti İstanbul"a hiç, ama hiç yakışmadı. Son olarak, Allah'tan dileğimiz şudur ki: Yaşanan bu dehşetli yangınla ilgili soruşturma derinleştirilerek sürdürülsün. Karanlıktaki noktalar bir bir aydınlatılsın. Bunda kasıt ve ihmali olanlar tesbit edilerek, hak ettikleri cezalara çarptırılsın. Ve bilhassa kamuoyunun bu ve benzeri konular üzerindeki hassasiyeti artarak devam etsin.
Tarihin yorumu 30 Kasım 1925
"Egemenlik CHP'nin" oldu
Millet Meclisi Kürsüsünün arkasındaki duvara "Hakimiyet milletindir" levhası asıldı. (30 Kasım 1925) Bu levhanın ilk yazılış şekli Osmanlıcadır. Osmanlıca hurufatı 1928'de yasaklanınca, bu levhanın yazılışı da Latinceye çevrildi. Bir müddet sonra, daha da ileri gidilerek, Osmanlıca terim ve tâbirlere de savaş açıldı. Neticede, ortada ne "millet" kaldı, ne de "hakimiyet"ten bir eser. Hakimiyet elden gitti; CHP'nin mutlak istibdadıyla birlikte "Egemenlik ulusun" oldu. "Millet" ve "hakimiyet" gibi, zamanla daha birçok dinî, millî, medenî, harsî ve edebî değerlerimizin yerinde de yeller estirildi. Plân, çok önceden hazırlanmıştı. Nitekim, Meclis'in duvarına "Hakimiyet milletindir" serlevhasının asıldığı aynı gün, milletimizin bin yıllık değerleri olan "Tekke ve zaviyelerin kapatılması" ile "sarık ve sair dinî kıyafet giyenlerin cezalandırılmasına" dair kànun, Meclis'e kabul ettirildi. Söz konusu kànun kapsamındaki cezai müeyyideler, resmî olarak halen de berdevamdır. Bu demektir ki, Meclis'te "Egemenlik ulusundur" diye yazmakla beraber, hakimiyet ise, kâmil mânâda henüz milletin olmuş değildir. 30.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
“Wikileaks belgeleri”nde gizli kirli savaş... (1) |
İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük istihbarat sızıntısı olarak nitelenen ve “diplomasinin 11 Eylül’ü” olarak nitelenen “Wikileaks belgeleri” açıklandıkça, küresel güçlerin ve ifsad şebeklerinin dünyada mazlum ve mâsum insanlar üzerinde, özellikle İslâm dünyasında her türlü menhus gizli kirli savaşlarının içyüzünü açığa çıkıyor. Bilindiği gibi Wikileaks internet sitesinde daha önce bir milyon Afganlının öldürülmesi hakkındaki “savaş plânları”ndaki ABD’nin “Afganistan işgal projesi”ni ait 92 bin, peşinden ilâve olarak 15 bin belge deşifre edilmişti. İşbirlikçi kukla Karzai yönetimini dahi “şoke” eden “Afganistan’ı istikrarsızlaştırma faaliyetleri”nde, işgalciler, “yeni dünya düzeni” maskesi altında, kendi eseri “Taliban” bahanesiyle çoğu “kaza” sürü verilen baskınlar, sivillere saldırılar, suikastlar ve provokasyonlarda bulunduğu belgeleriyle açıklanmıştı. İşgalcilerin ipliğini pazara çıkan bu “gizli resmî belgeler”de işgalcilerin, işgale karşı direnen ve hatta Bush’un “Bize taraf olmayan düşmanımızıdır!” ayırımıyla işgali alkışlamayan sivil Afganlıları ve Pakistanlıları sistemli bir biçimde katlettiği belgelenmişti. Güya “Taliban sanılarak”, her defasında çeşitli yöntemlerle çoğu çocuk ve kadın yüzlerce sivilin çeşitli yöntemlerle acımasızca ve hunharca öldürüldüğü ortaya çıkmıştı. Örneğin yolcu otobüsleri taranmış, düğün yerleri ve köyler bombalanmış, tamamen silâhsız mâsum halktan oluşan konvoylara hava saldırıları düzenlenmiş, seri suikastlarla cinâyetler işlenmiş…
MERD-İ KIPTÎ MİSÂLİ… Ardından ABD’nin “barış ve özgürleştirme” sloganıyla, hegemonyası hesabına enerji ve petrol kaynaklarını ve hatlarını elde etme amacıyla “kitle imhâ silâhı” ve “El Kaide” yalanıyla işgal edip iki milyondan fazla sivili katlettiği Irak’ta da, kargaşa ve kaos üreterek kirli “gizli savaş projesi”ni işleme koyduğu su yüzüne çıktı. Dört milyon Irak’lının evlerinden, yurtlarından sürülerek perişan edilmesi, yüzbinlerce kadının tecâvüze uğramasına, işkence olaylara, sivil katliamlara, psikolojik savaşa ve provoaktif tahriklere dair 392 bin belge sızdırıldı. Dahası, raporda ortaya dökülen “gizli belgeler”deki tertip ve rezâletlerin, ABD ve başta İngiltere olmak üzere işgal ortaklarının bu iki ülkede yaptıklarının ancak binde biri olduğu belirtilmesi, vahşetin boyutunu gösterdi. Belgelerde ortaya çıkan bir diğer çapıcı husus, Afganlılara ve Iraklılara sıkılan kurşunların, silâh ve bombalama masraflarının, yüzbinlerce coninin harcamalarının, Afganistan’da ABD’nin silâhlı örgütü haline getirilen NATO perdesinde, Irak’ta ise başta Bush yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Rice’nin şirketleri olmak üzere Amerikan ve İngiliz şirketlerinin 30 yıllık ihâleleri gasbıyla ve ülkenin yer altı ve yerüstü kaynaklarının tâlânıyla tahsil edilmesiydi. Son safhada Wikileaks’in elindeki üç milyon gizli belgeden 251 binini açıklamasıyla, Afganistan ve Irak belgelerinden daha dehşetli tahribatlar yapıldığı, uluslararası ilişkilerde fitne ve ifsad politikaları üretildiği su yüzüne çıkmakta. İlginç olan, Amerikan yönetiminin pişkin tavrı. Daha önce Afganistan ve Irak’la ilgili belgelerin ortaya çıkması üzerine Amerikan yönetiminin bu iki ülke halkından özür dilemek yerine, Amerikan Savunma Bakanlığı Pentagon’un “belgeleri ortaya çıkaranları hesaba çekileceği”ni duyurarak, âdeta merd-i kıptî gibi “sirkatini söylemesi.”
STRATEJİK OYUN VE ÖNEMSİZLEŞTİRME… ABD’nin son açıklamalara karşı da aynı tavrı takındığı görülüyor. Başta belgelerin sızdırıldığı dünyadaki belli başlı gazetelerin yöneticileriyle bir araya gelip yayınlanmasını engellemeye uğraşan Dışişleri Bakanı Clinton olmak üzere, Amerikan yönetimi belgelerin hiçbirini inkâr etmiyor. Ancak açığa çıkarılmasının “Amerikan ulusal çıkarlarına zarar vereceği” gerekçesiyle itiraz ediyor. Bu çirkin yüzkarası “gizli kirli savaş”ı yapanlar değil, vahşete ve ifsada dair “gizli belgeleri” açığa çıkaranlar, “Amerikan küresel egemenlik ve çıkar politikaları”na zarar verdiği için suçlanıyor! Kaldı ki Washington’un ve dünyada işbirliği içinde olduğu Amerikan politikalarına endeksli başkentlerdeki iktidarların gizli kirli çamaşırlarını ortaya döken sözkonusu ifşaatların, Wikileaks’in topladığı belgelerin ancak onda biri olduğu, asıl vâhim “gizli belgeler”in “fitreleme tekonoljisi”yle sansürlenip engellendiği, hatta yine küresel işgal politikalaları ve projeleri adına, “yeni dünya düzeni” hesabına yönlendirici olarak istimal edildiği belirtiliyor. Diğer yandan strtatejik bir oyun oynanıyor. “Gizli belgeler”in vahşet ve dehşetli “içeriği”nden ziyade, “bu belgelerin nasıl ve ne şekilde sızdırıldığı”, “dünyadaki ve Türkiye’deki liderlere hangi tanımlamaların yapıldığı” benzerî saptırmalarla işin ciddîyeti zedelenip, belgelerin anazili yerine mesele mizâha çekiliyor. Belgelerin fevkalâde vâhim muhtevası önemsizleştiriliyor. Örneğin “stratetejik müttefik” ve “model ortak” ABD’nin terör örgütü PKK’ya lojistik desteği gibi vahâmetler gürültüye getirilip, Amerikalı diplomatların kime ne lâkap taktığı” gibi magazine boğduruluyor. Bu arada bir başka garâbet, Ankara’nın tavrından kaynaklanıyor. AKP siyasî iktidarının meseleyi hafife alıp üç maymunları oynayarak bu vâhim ifşaatları “teğet” geçip sümenaltı ederek geçiştirmeye çalıştığı gözleniyor. Peki neden? 30.11.2010 E-Posta: [email protected] |
Ahmet BATTAL |
|
HSYK’nın iki acil görevi |
Her devlet kurumunun, her problemi kendi konusu gibi görmesi gerekmez. Zaten herkesin her şeyi bilmesine de gerek yok. (Bu cümle, aynı zamanda, bendenizden, “füze kalkanı”, “avro ineni”(!) ve “balon söneni”(?) hakkında da yazı isteyen muhterem okuyucularıma da bir cevaptır:). Ama yeni HSYK’nın acilen ilgilenmesi gereken iki problem var: Birincisi hakim ve savcı adaylarının staj meselesi. Hukuk fakültesi mezunları adliyelerde hakim ve savcı olmadan önce iki yıl süreyle staj yapmak zorunda. Yine hukuk ve siyasal/iktisat/işletme mezunları da idare ve vergi mahkemelerinde hakim olabilmek için iki yıl staj yapmak zorunda. Bu staj süreci, ülkemizde çok zamandan bu yana maalesef çok verimsiz. Deyim yerindeyse “boş geçen” bir dönem. Verimsizliği gidermek için sistemde çeşitli değişiklikler yapıldı ve yenileri de tartışılıyor. Meselâ yirmi sene önce stajın içine altı aylık teorik eğitim de eklendi. (Bu maksatla Adalet Bakanlığınca Hakim-Savcı Eğitim Merkezi kuruldu. Merkez sonradan daha da ciddî bir kurumsal yapıya kavuştu, Adalet Akademisine dönüştürüldü). Bu iki yıllık staj, zaman zaman, hakim savcı ihtiyacının karşılanması gerekçesiyle bir yıla da indiriliyor. Ama bu da sadece verimsizliğin süresini kısaltıyor. Verimsizliğin iki önemli sebebi var: Öncelikle, stajyerler “bu iş kürsüye çıkmadan öğrenilmez, şimdilik süreyi dolduralım, bekleyelim de hakimliği/savcılığı işe başlayınca öğrenelim” havasındalar. Bu sebebin bertaraf edilmesinin bir yolu, stajyere bu aşamada da imza yetkisi ve sorumluluk vermek. Ancak bunun için ilgili kanunda değişiklik yapılması lazım. Adalet Bakanlığının bir çalışma yaptığını “hep” duyuyoruz. Olur inşallah. Ama verimsizliğin ikinci bir sebebi daha var. Üstelik bunun çözümü için kanuna gerek yok. Doğrudan HSYK.nın çözebileceği türden bir disiplin ve planlama problemi. Şöyle; Bilhassa büyük şehirlerdeki mahkemelerde, stajyerleri kontrol etmekle görevli hakimlerin ve savcıların çok azı bu görevi tam layıkıyla yapıyor. Geri kalanı, stajyere maalesef, “sabah gel, imzanı at git” diyor. Bir kısmı haklı: İş yükü altında ezilmiş, “bir de stajyeri eğitmek işi ile mi uğraşayım” diyor. Bir kısmı da iş yükünü bahane ediyor ama aslında stajyeri gün boyu odasına alıp her işine ortak etmek istemiyor. Deyim yerindeyse aslında olmayan bir mahremiyet alanını, lüzumsuz ve kanunsuz biçimde kendisi için var sayıyor. Çözüm basit: Hakimleri ve savcıları bu ko-nuda daha sıkı denetlemek ve belki de onları stajyer eğitimine teşvik edecek mekanizmalar kurmak. Bu görev HSYK’ya ait. Bekleyeceğiz. HSYK’nın çözmesi beklenen ikinci konu, içtihatların ulaşılabilirliği hususu. AYM, anayasa gereği kendi içtihatlarını resmi gazetede ve web sayfasında yayınlıyor. Merak eden bulup okuyabiliyor. Ama Danıştay ve Yargıtay da birer içtihat kurumu olmalarına rağmen verdikleri kararların sadece çok azını Yargıtay/Danıştay Kararları Dergisinde ve kurumsal web sayfalarında yayınlıyorlar, geri kalanlarını ise bulabilen para kazanıyor. Garip ama bu kararları elde edip derleyip yayınlayan ve bu işten para kazanan, kitap satıcısı “yayın”cılar ve hatta hukuk satıcısı “hukuk”çular var. Hâlbuki, yargı kararları, bu kararları yazan-ların ve imzalayanların, üzerinde telif hakkı iddia edemeyeceği biçimde “kamu malı”. Daha da önemlisi, yargılamanın aleniliği anayasal ilkesi sebebiyle, dileyen herkes, -gizlilik kararı alınan duruşmalar hariç- mahkeme celselerini izleyebileceği gibi kararı da dinleyebilir. Kısacası mahkeme kararlarını gizlemenin hiçbir haklı gerekçesi yok. Hele yüksek mahkeme kararların, “emsal”, “yol gösterici”, “içtihat” olduğu düşünüldüğünde, “bütününün” yayınlanması, hem “bilgi toplumunda hukuk”u geliştirir hem de şeffaflık yardımıyla bu yargı organlarının kamuoyunca denetlenmesini sağlar. İnternet yayıncılığının olmadığı eski dönemde kararların yayınlanmasının devlet için bir maliyeti vardı ve bu haklı bir mazeret idi. Oysa şimdi e-devlet’te iddialıyız. Ulusal Yargı Ağı Portalı’nın (UYAP) yargı kararları kısmının web üzerinden kamuya açılması yeterli. Hukuk devletini geliştirmek iddiasıyla yola çıkanların oluşturduğu yeni HSYK’nın, yargıda, önce tam denetimi ve şeffaflığı sağlamasını bekliyoruz. 30.11.2010 E-Posta: [email protected] |