Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Konuşma ve yazma üzerine



Konuşmak ve yazmak...

Sadece insana has hâl ve hasletlerdir bunlar.

Her insan, fıtraten konuşmaya ve yazmaya müheyyadır.

İnsanın, varlığını idrak etmeye başladığında hislerini, duygularını, düşüncelerini ifade edip arzularını, isteklerini, ihtiyaçlarını dile getirme şeklinde tezahür eden bu hâl, zamanla hayatî bir haslet hâlini alır ve ömür boyu kullanılır.

Bilhassa konuşup yazmanın, gelişmeye müsait güzel birer meziyet olduğunu hissettikten sonra söylediklerini de yazdıklarını da tür ve san’at cihetiyle zenginleştirip tezyin etme çabası içine girer.

Bu maksatla yapılan ilk hamle de varılan son merhale de konuşmadır.

Çünkü her insan biraz şair doğar, hatip ölür.

Bazıları arada yazmaya çalışır.

Kalıcı olan da onlardır.

***

Hatip ve muharrir...

Konuşma ve yazma sayesinde alınır bu sıfatlar.

Her insan konuşur, yazar. Ama her konuşan hatip, her yazan muharrir değildir. İnsanın bu muteber sıfatları taşıyabilmesi için söylediklerine ve yazdıklarına mânâ derinliği, ruh inceliği katıp san’at seviyesi kazandırması gerekir.

Bunu başarmanın yolu, konuşma ve yazma melekelerini iyi beslemekten geçer. Vücudun maddî uzuvları gibi ruhun mânevî hasselerini besleyip büyütmenin de usûlleri vardır. Onların başında da okumak gelir.

“Okumak doldurur, konuşmak hazırlar, yazmak olgunlaştırır” der Bacon.

Bunlar hayatın tekâmül hamleleridir. İçlerinde en kolayı okumak gibi görünse de aslında en zoru odur. Çünkü okumak fikrî tekâmülün temelidir ve diğer bütün hamleler ancak ondan sonra yapılabilir.

Bu hususta sağlam bir temel atmak isteyen insan, okumayı zaman zaman yapılan basit bir heves olarak görmemeli, hayatî bir ideal hâline getirmeli ve neyi, niçin, nasıl, ne zaman okuması gerektiğini bilmelidir.

Yani bu sahada bir hayli mürekkep yalayıp kitap tozu yutmalıdır.

Çoğu zaman o da yetmez. Muhtevası itibariyle ekmek ve su kadar hayatî ehemmiyeti haiz olan eserleri başucundan eksik etmemesi, mesleğine müteallik kitaplara da zaman ayırması ve okumayı bu şekilde artan bir hızla ömür boyu devam ettirmeyi göze alması icabeder.

İnsan, ancak ondan sonra kendini diğer hamleleri yapmaya yani konuşmaya ve yazmaya hazır hissedebilir. Kendini, bunlardan herhangi birini yapacak güçte gördüğü zaman da kimi söze meyleder, kimi yazıya.

Yazmayı hedef olarak seçenler de zaman zaman fikirlerini, düşüncelerini eşleriyle, dostlarıyla konuşarak olgunlaştırma ihtiyacı hissettiklerinden, insanlar hitabeti kendilerine daha yakın bulurlar.

Fakat hatip konuşurken muhataplarla aynı mekânda olduğu, bazıları ile yüz yüze geldiği, bazıları ile de her an göz göze gelebileceği ve sözlerinin tesirini an be an takip edeceği için hitabet diğer türlerden biraz daha zordur.

Bu zorluk bazı insanların gözüne pek görünmezken bazılarının kâbusudur.

Meselâ, ilk konuşmasını hususî bir sohbet meclisinde mütecanis muhataplara yapanlar doğuştan hatip oldukları zehabına kapılırken böyle müsait bir zemin bulamayanlar heyecandan düşüp bayılacaklarını sanırlar.

Ne var ki, iki grup insan da konuşmak maksadıyla yabancı bir topluluğun karşısına çıktıklarında yanıldıklarını anlarlar. Çünkü ne kendisini doğuştan hatip sananlar herkesi hayran bırakan harika bir konuşma yapar, ne de diğerleri birkaç kelâm etmeden düşüp bayılır.

Böyle bir zaruretle karşı karşıya kalan insan genellikle kürsüye çıkar, kendisine verilen konu ile ilgili bazı şeyler söyler, dinleyenler de nezaketen veya hakikaten heyecanlandıkları için alkışlarlar ve maksat hasıl olur.

Şurası muhakkak ki, hitabın tesiri hatibin hazırlığı nisbetindedir.

Burada sözü edilen hazırlık; hatibin, konuşma yapacağı gününe az bir zaman kala gecesini gündüzüne katarak hummalı bir şekilde çalışması değil kendince makul ölçülerde hazırlanmasıdır.

Yani Fernand Corcos’un ‘Hazırlanmadan en iyi konuşabilenler, bütün hayatları boyunca buna hazırlanmış olanlardır’ şeklinde de ifade ettiği gibi hazırlanma telâşı yaşamadan kendini hazır hissetmesidir.

Bunun için kılığa kıyafete itina gösterip konuşulacak konuya âşinâ olmak yeter.

Bu anlayış, her vesile ile yaşanarak güzel bir alışkanlık hâline getirildiği ve huyu, mizacı, karakteri şekillendirdiği takdirde, insan yalnız konuşma esnasında rahatlamakla kalmaz, her zaman her konuda konuşabilme güveni de kazanır.

Çünkü dinleyicinin gözünde hatibin konusuna hakimiyeti ve hitaptaki samimiyeti kendisine saygının neticesi; kılığına, kıyafetine, hâline, hareketlerine itina göstermesi de dinleyenlere hürmetin tezahürüdür.

Bu itibarla hatibin muhatapları üzerinde müessir olabilmesi için—bürokrasi ve politika resmiyetini tedai ettirmeyecek—düzgün bir kıyafetle kürsüye çıkması ve bu hâline mütenasip hareket etmesi yeter.

Hayatın, her zaman yaşanan tabiî işleyişi gibi görünen böyle bir hazırlık; sade, samîmî bir dille ve sakin bir ses tonu ile de takviye edildiği takdirde hitabın tesirli olması için gereken her şey yapılmış demektir.

Gerisi hatibin aktörlük kabiliyetine bağlıdır.

Zîra ‘Her hatip biraz da aktördür.’

Veya öyle olması gerekir.

***

Buna mukabil muharrir, yalnızların cengine hazırlanmak zorundadır.

Yalnızların cengine, yani okuyucu ile yazar arasındaki mahfî mücadeleye.

Okumanın da yazmanın da genellikle yalnız yapılması faydalıdır. Bir eser yazmanın veya yazılmış bir kitabı okuyup istifade etmenin yolu büyük ölçüde sükûnetten geçer. Sükûnet de ancak yalnız kalmakla sağlanır.

Kendisine, serbestçe hareket edebileceği sakin bir yer bulabilen yazar veya okuyucu için muhatabın kılığı, kıyafeti, şekli, şemâili pek önemli değildir. Çünkü muharrir eserini yazarken hayalinde bir okuyucu tipi canlandırır ve hep ona hitap eder.

Okuyucu da herhangi bir kitabı okumaya başlamadan önce eseri eline alıp iyice inceler, muhtevasını tetkik eder, yazarı hakkında bilgi toplar, ona zihninde kendince bir şekil verir ve onu muhatap alarak okur.

Böylece muhayyilelerde mahfî muharebe başlar.

Yazarın maksadı, değişik fikir hareketleri, üslûp hamleleri ve zekâ oyunları ile okuyucuyu şaşırtıp kendine hayran bırakarak onun his ve hayal dünyasına hakim olduktan sonra istediği mecraya çekmektir.

Okuyucu da bunu bildiği veya hissettiği için eserde empoze edilmek istenen fikirlere karşı fikir geliştirme, üslûp, ifade ve mantık hataları bularak yazarın anaforu karşısında direnip fikrî kimliğini koruma çabası içine girer.

Bu gizli mücadelede okuyucunun dayandığı güç kaynağı hayatın içinde olması hasebiyle gelişmeleri yakından takip etmesi ve bol bol okuyarak hadiselere değişik açılardan bakabilmesidir.

Yazarın silâhı ise muhayyilesinin genişliği, fikrinin hareketliliği ve zihninin işlekliğidir. Fakat bu imkânlar, ancak hayatın işleyişinden ve cemiyetin gidişatından beslendiği zaman isabetli fikirler serdetmeye vesile olur.

Onun için yazdığı eserlerle cemiyete, içinde istikrarla akabileceği fikrî mecralar açma iddiasında olan bir yazarın fildişi kulesine çekilerek âfâki meseleler ortaya atmak yerine, halkın arasına karışarak hayatın işleyişine âşinâ olması ve eserlerinde mazinin mehasinleri ile halin meziyetlerini mezcetmesi gerekir.

Yazar bunları yaparken okuyucu da kuşandığı hissî zırhları çıkarıp peşin hükümlerden sıyrılarak hafızasını; muteber fikirleri, düşünceleri kendine maledebileceği münbit bir zemin hâline getirmelidir.

Okuyucular da yazarlar da ancak o zaman makul bir noktada buluşurlar ve birbirinin varlığını kendileri için kazanç sayarak girdikleri mücadeleden muzaffer çıkarlar. Bu zafer aynı zamanda cemiyetin de zaferi olacağından gelecek nesiller elde edilen ganimetleri tekâmül sermayesi yaparlar.

Bu bir vicdanî mükellefiyettir.

Yalnız hatibin, dinleyicinin, yazarın, okuyucunun değil, bütün milletin mükellefiyeti.

***

Her hatip konuşmasının pür dikkat dinlenmesini ister.

Her yazar da eserlerinin didik didik okunmasını arzu eder.

Dinleyiciler, karşılarındaki hatibi dikkatle dinlemek ve istifade etmek istedikleri için oraya gelirler. Okuyucular da zaman harcayarak gidip para verdikleri kitabı satır satır okumak maksadıyla alırlar.

Ne var ki bu arzu ve istekler çoğu zaman gerçekleşmez.

Bazen hatip kürsüye çıktığında salon dolu, insanlar dikkatlidir. Fakat daha o konuya girizgâh yaparken dinleyiciler arasında çözülmeler ve gevşemeler başlar. Kimi elindeki bir şeyle meşgul olur, kimi tesbih çeker, anahtar sallar.

Bazıları şekerlemeye meylederken bazıları kaşla göz arasında dışarı çıkarlar.

Zaman bu minval üzere bir süre akar.

Konuşmanın bitimine az bir zaman kala rehavet dağılır, gözler canlanır. Şekerleme yapanlar uyanırken dışarıya çıkanlar içeri girer ve konuşma başladığı şartları aratmayan bir ilgiyle biter.

Sorulduğu zaman hatip takdir edilir ama anlattıkları fazla hatırlanmaz.

Muharririn muhatap olduğu tavırlar da hatibinkinden pek farklı değildir.

Okuyucular, genellikle meraklarını yatıştırmak için eve gitmeyi bekleyemezler ve ilk fırsatta karıştırmaya başlarlar aldıkları kitabı. Tanıtım bilgilerine göz atarlar, girişinden birkaç paragraf okurlar.

Niyetleri kitabı okumaya başlamak olmadığı hâlde hızlarını alamazlar sayfaları çevirerek ortalara şöyle bir göz atarlar. El alışkanlığıyla sonunu açıp üç beş cümle de oradan okurlar ve kapatırlar.

Maksatları, eve geldikten sonra kitabı ilk fırsatta önemli yerlerin altını çizerek, gerekirse sayfaların kenarına notlar alarak didik didik okumaktır. Lâkin merakları gittiği, araya da daha önemli meşguliyetler girdiği için kitabı geçici olarak bir kenara koyarlar.

Kitap uzun süre orada öylece durur.

Bir ara rafa kaldırılır ve unutulur.

Üstelik bunun pek istisnası da yoktur.

18.06.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

AB yolunda ilerlerken



AB’ye tam üye olmak için ‘karar’ veren Türkiye’nin üyelik için yapması gerekenler de yıllar önce tesbit edilmiş, bir anlamda ‘yol haritası’ çıkarılmıştır. Bu sebeple ‘uyum paketleri’nin hazırlandığı da malûm.

Son zomanlarda AB yolundaki ilerlemede ‘hız düşüşü’ yaşandığı da ortada. AB’nin genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn de yavaşlamadan yana şikâyetçi. Müzakere sürecinde Türkiye’yi bekleyen en büyük iki engelin Kıbrıs ve reformlar olduğunu söyleyen Rehn, ‘ciddî ikaz’larda bulunmuş. NTV ve Dünya gazetesinin (16 Haziran 2006) sorularını cevaplandıran Rehn’in tesbitlerini şöyle özetlemek mümkün:

*AB Türkiye’yi çok önemli bir ortak ülke ve sonucu garanti olmasa da tam üyelik için müzakerelere başladığı bir ülke olarak görüyor. Açık olan birşey var, Avrupa açısından gelecek yıllarda karşılaşacağı en önemli güçlüklerden biri İslâm dünyası ile sağlam ilişkiler kurmak olacak ve Türkiye nüfusunun çoğunluğu Müslüman, laik ve farklı medeniyetleri sınırları içinde barındıran bir ülke olarak çok önemli bir köprü görevi üstlenecek. Ancak Türkiye müzakere masasındaki ağırlığını, sahip olduğu gücü çok da abartılı değerlendirmemeli.

*Türkiye’ye ve Türk dostlarıma mesajım; lütfen Türkiye için Avrupa’ya ulaşmanın bir kısayolu olduğunu düşünmeyin. Hiçbir aday ülke için Avrupa’ya ulaşmalarının kısa bir yolu yoktur. Bu nedenle Türkiye’nin üyelik kriterlerini harfi harfine yerine getirmesi ve ek protokolle ilgili yükümlülükleri yerine getirmesi kaçınılmazdır. Reformların aynı hızla devam etmesi, böylece hukukun üstünlüğü ve demokrasinin günlük yaşamın her alanında ve ülkenin her köşesinde bir gerçekliğe dönüşmesi şarttır. İşte ancak bunlar Türkiye’yi daha Avrupalı hale getirir ve Türkiye’nin tam üyeliğinin yolunu açar.

*Türkiye’nin çok güçlü bir şekilde reform sürecinin yeniden güçlendirilmesi üzerinde yoğunlaşması gerekiyor. Belirlenen koşullara uymak ve böyle bir tren kazası yaşanmasını engellemek tamamen Türkiye’nin elindedir. Bizden imkânsızı başarmamızı da beklemeyin.

*Son derece cesur ve önemli reformların hayata geçilrimesinin ardından doğal olarak bir nefeslenip dinlenme dönemi yaşandı. Tabiî bu dönemde yeterli derecede olmasa da reformaların uygulanması süreci de devam etti. Ama şu anda açık olan bir şey daha var; bu nefes alıp dinlenme dönemi çok uzun sürdü. Şimdi yeniden reformlar üzerinde düşünme ve yoğunlaşma zamanı.

*Reformlar en başta Türk halkının ve vatandaşlarının yararınadır. Bu nedenle vatandaşlarının iyiliğini düşünen her hükümet ve her siyasî güç bence reform yolunu izler. Meselâ ekonomik reformların devamı çok önemli, çünkü yapılan bazı reformaların Türkiye’deki hızlı ekonomik büyümeye katkıda bulunduğuna tanık olduk.

*AB bir değerler birliğidir. Özellikle demokrasi insan hakları temel özgürlükler ve hukukun üstünlüğü çok önemlidir. Her halükârda bir Avrupa ülkesinde, bir AB üyesinde olduğu gibi ordunun sivil demokratik bir denetimin altında olması önemlidir. Türkiye üye olmak istediğine göre, askerî güçler üzerinde tamamen demokratik sivil bir denetim ve liderliğin mevcut olmasını da sağlaması gerekir.

*Biz demokrasiye, insan haklarına, hukukun üstünlüğüne, temel özgürlüklere büyük önem veriyoruz. Eğer bütün bunlara laiklik deniyorsa evet biz laikliğe büyük önem veriyoruz. Ama bizim için Türkiye’nin özgür ve açık bir toplum olması, demokratik siyasî sistem içinde iyi bir şekilde çalışan sivil bir topluma sahip olması büyük önem taşıyor. Bunun bir parçası da Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin, —ki tekrar ediyorum, profesyonelliklerine büyük saygı duyuyorum— ülkedeki sivil demokratik liderliği açık bir şekilde kabul etmesidir.

AB’nin genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn’in de hatırlattığı gibi, ‘ekonomik kalkınma’ bile özgürlüklerin gelişmesiyle mümkündür. Türkiye, kendisi ve milleti için ‘AB kriterlerini’ yerine getirmelidir. Aksi yöndeki her gelişme, Türkiye ve dünya gerçekleriyle çelişmek anlamına gelir. Bunun için ‘ifsat şebekeleri’nin kurduğu tuzaklara düşmeden, AB yolundaki yürüyüş devam etmeli...

18.06.2006

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Akıl verenleri gördükçe



Dininin ilk gelen emri “oku” iken, okumaktan bucak bucak kaçan insanların giderek daha da çoğaldığını duyar ve görürken… Ortamın bu hâle gelmesine sebep olanların her fırsatta insanlara bir de akıl verdiklerini gördükçe…

İstanbul Fatih’i genç sultan Mehmed’in “çevre” konusunda gösterdiği duyarlıkları bilirken… Batıdan “çevreci” örgütlerin gelip de bizlere “çevrenize sahip çıkın” uyarısı yapıp, akıl verdiklerini gördükçe…

İnsan hakları konusunda “Veda Hutbesi”nden bugüne birçok “ilk” olma özelliğindeki ferman da orta yerde dururken… Uluslar arası her siyasî arenada birilerinin çıkıp, “insan haklarına saygılı olun biraz canım!” diye akıl verdiklerini gördükçe…

Utanıyorum… Sıkılıyorum…

Asıl utanması gerekenlerin, “canbaza bak!” oyunundaki ısrarlarını gördükçe de iğreniyorum… Tiksiniyorum… Hazmedemiyorum…

Meselâ insan hakları...

Meselâ… Uluslar arası her siyasî arenada birilerinin çıkıp, “insan haklarına saygılı olun biraz canım!” diye akıl vermelerine bakalım…

İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmed Han’ın, Ayasofya önünde yerlere kapanan Hıristiyan din adamlarına karşı; “Ayağa kalkın! Dinimizde kula secde yoktur! Hepiniz dininizde serbestsiniz!” deme yürekliliğini ve geniş hoşgörüsünü dünya üzerinde kaç “fatih” göstermiştir ki? Ve devamında; “sizler de bizlere Allah’ın emanetlerisiniz…” diyebilme özgüvenini gösterebilen kaç devlet adamı tanır dünya?

Ama bugün o bilgiden ve de ruhtan yoksun etkili ve yetkili kişilerin yaptığı “monşerlikler” yüzünden, dünyadan insan hakları dersi, öğüdü alıp duruyoruz!

Tabi… Bu öğütleri almak kadar utandırıcı olan asıl sorunumuz ise; şu anda bize yapılan uyarıların büyük oranda haklılıklar taşımasına sebep olan olayların da içimizden yapılıyor olması!

“Vatan, millet” adına hareket iddiasındaki birilerinin uygulamalarıyla dışarıya öyle bir görüntü veriyoruz ki… İnsanlığın ne demek olduğunu bizden görüp öğrenenler, şimdi bizlere usta malı satıyor adeta!

Hep takıldığım bir nokta var meselâ birikimlerimiz arasında… Aynı zamanda “halife” sıfatını da taşıyan 3. Selim, şiirde ve musikide de önemli bir isim… Eğer padişah olmasa idi mutlaktır ki; “şair” ya da “ bestekâr” olarak da san’at tarihimizdeki yerini alırdı…

İşte bu 3. Selim’in, döneminin Yahudi ve Ermeni bestekârları ya da şairleriyle ürettiği ortak eserlerden bugün dünyanın alması gereken dersler yok mu? Dünya bu gerçeği bilmiyorsa, göstermek, onlara anlatmak bizlerin görevi değil mi?

Acizâne birkaç kişiyle bu görevi bizler yerine getirmeye çalışıyoruz ama…

“Birlikte yaşamak” örneği

Asırlar içinde İstanbul’da –özellikle- müzik alanında billurlaşarak oluşan “Birlikte Yaşamak” örneğinden bir küçük sayfayı daha geçen hafta açtık…

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı tarafından düzenlenen ve yine tarafımdan organize edilen “Birlikte Yaşamak” konseri, AKM büyük salonda gerçekleştirildi… “Birlikte Yaşamak” konserlerinin usta sunucusu Ayşe Egesoy’un sunduğu konserin ilk bölümünde; şef Menahem Eskenazi yönetimindeki Maftirim Korosu, Şef Nişan Çalgıcıyan yönetimindeki Hıristiyan Gençlik Korosu ve aynı zamanda konserin Genel Sanat Yönetmeni de olan şef Taşkın Savaş yönetimindeki Taşkın Savaş Müzik Topluluğu dinî eserlerden örnekler sundular izleyenlere…

Bu bölümde dikkat çeken iki nokta vardı…

İlki; Hıristiyan korosunun, Taşkın Savaş tarafından bestelenen “Astvazanmah” ve “Aleluya” isimli eserleri seslendirmesiydi…

İkincisi: Hıristiyan Gençlik Korosu’nun, şefleri Nişan Çalgıcıyan’ın bestelediği, “Gelin gidelim Allah yoluna…” mısraıyla başlayan Yunus Emre ilâhisini ilk defa o akşam seslendirmesiydi…

Konserin ikinci bölümüne Selim Hubeş yönetimindeki Los Paşaros Seferadis korosu ile Sevan Şencan yönetimindeki Çok Sesli Hıristiyan korosu da katıldılar… Bu bölümün ilk parçası, sözleri Fatih Sultan Mehmed’e, bestesi şef Taşkın Savaş’a ait olan “Gönül” idi… Bütün korolar birlikte “Gönül ey vay gönül!” dediler…

Ve bir kere daha; destanların, masalların, şiirlerin, romanların büyülü şehri güzel İstanbul’umuzun kültürel zenginliğine, müziğin notalarında şâhit olduğumuz özelliğimiz sergilendi…

İlk fark eden Avrupa ülkelerinin en fazla 200 sene öncesine gidebildiği, “birlikte yaşamak” özelliğinin bu topraklarda 553 yıldır uygulandığının isbatı hatırlatıldı dâhilî ve haricî ilgililere…

Görebilenlere ne mutlu!

18.06.2006

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Aile kurumunu koruma programları



Olaylarfarklı açılardan bakma denemeleri…

Bundan böyle her Pazar günü bu köşede, kadınve aileyi ilgilendiren, tarih boyunca güncelliğini hiç yitirmeyen konulara farklı pencere-lerden, farklı gözlüklerle bakmayı deneyeceğiz. Bu kimi zaman ülke gündeminde, kimi zaman da ev hayatında konuşulan bir konu olacak. Aktüel haberlere kısa yorumlar, küçük sohbetler, ilginç anekdotlar…

Gazetemizin bu çok pencereli köşesinde her hafta Pazar günleri

buluşma temennisiyle…

Geçen günlerde, Aileyi Koruma ve Destekleme Derneğinin bir programındaydım. Dernek Başkanı Gülsüm Kurt ve Ayla Ağabegüm medya ve aile üzerine konuştular.

İlginç bulduğum anekdotları sizlere aktarmak isterim…

Doğu ve Batı entelektüelleri

Gülsüm Kurt, Avrupa ve ABD'de bozulan aile yapısını anlattığı konuşmasında, ABD'de bir üniversitede Osmanlıda aile kurumunu inceleyen özel kürsü oluşturulduğunu ifade etti. "Doğu ve Batı toplumlarında entelektüeller iki farklı tablo çiziyor. Batı toplumlarında aydınlar artık 'Neslimiz yok olacak. Dinî, ahlâkî değerlere önem verelim' demeye başlarken, Doğulu aydınlar 'Tek başına yaşamak, evlilik karşıtı olmak, evlenmeden çocuk sahibi olmak…' gibi kavramları ülkelerinin gündemine taşıyıp, aileyi küçümsüyorlar …"

Türkiye bir ahlâkî kalkınmaya muhtaç

Ayla Ağabegüm bilinçli bir medya izleyicisi modelini şu şekilde çizdi:

"Medya aileyi standartlaştırıyor. Türkiye'nin önde gelen büyük şirketleri de bu standartlaşmayı medyaya reklâm vererek, kimi programlara sponsor olarak destekliyor. Medya kanallarını olduğu kadar, reklâm veren bu büyük şirketleri de uyarmak gerekiyor.

"TV'yi kapatmak çare değil. Ahlâkî değerler her zaman önemli. Bu gün Yunus'a, Mevlâ-nâ'ya dünya sahip çıkıyor. Kendi benliğimizi kontrol edelim. Kendimiz için, diğer insanların faydası için ne yaptık? Bu soruları soralım. 'Bu gün ben Allah için ne yaptım?' sorusunu sormak insan olarak vazifemiz. Diğer insanların faydalanması için 'Nereye kadar, nasıl, neler yapabilirim?' sorularını kendimize sık sık sormamız gerek… Ülke olarak ahlâkî bir kalkınmaya ihtiyacımız var."

Ayrıca, "Emekli bir edebiyat öğretmeni olarak 'TV'yi kapatırım, mesele biter' diyemiyorum. Bir eğitimcinin programları, 'Bunu seyreden gençler nasıl etkilenir ve sonuçları ne olur?'" diye takip edip, tepki göstermesi gerektiğini ifade eden Ağabegüm, medyadaki bozulmaya farklı bir pencereden bakıyor değil mi?

Yuva bozanın…

“Yuva bozanın yuvası olmaz" demiş ya atalarımız, öyle şümûllü bir söz ki bu… Arkadaşım, bir kuş ailesinin hikâyesini anlatıyor hüzünlenerek. "Anne kuş günlerce yumurtaların üzerinden hiç kalkmadı. Yavruları daha yeni çıkmıştı. Onların yardımlaşmalarını, oyunlarını, sevinmelerini seyretmek öyle hoştu ki… Bir sabah baktım, yuvaları bozulmuş. Çatıyı aktarmak için gün boyu işçiler çalıştılar, yuvadan eser yoktu…"

Zihnimizdeki endişeyi bastırmak istercesine, "Kuşlar yavrularını taşımışlardır mutlaka…" diye birbirimizi teselli etsek de, dinimizden gelen bir hassasiyetle ecdadımızın bu konuda ne kadar titiz davrandığını yâd ediyoruz. Öyle ki, örümcek yuvalarını bile sabah temizlerlermiş ki, akşama kadar kendilerine yeni bir yuva bulabilsinler…

"Tane taşıyan karıncayı incitme!" sözü de, işte yine imandan gelen bu hassasiyetin bir eseri değil mi?

Fosillerin dilinden…

“Bugün nasılsak, milyonlarca yıl önce de aynıydık! O zaman da gelişmiş ve kompleks yapılara sahiptik. Hiçbir zaman evrim geçirmedik!"

Bu sözleri geçen günlerde İstanbul Fatih Belediyesi El Sanatları Tanıtım Merkezinde açılan Yaşayan Fosiller Sergisinden derledik…

Fosil deyip geçmeyin, artık taşlaşmış ya da reçinelerin içinde öylece donup kalmış sivrisinekten gergedana, onlarca mahlûkat, binlerce yıl öncesinden günümüz insanına hal lisanlarıyla yaratılış mucizesini haykırıyorlar…

İnsanların atasının Hz. Adem (a.s.) değil, maymun olduğunu, hayatın suda tek hücreli bir canlıyken gelişerek bugünlere gelindiğini sözde bilimsel verilerle anlatan Darvin Teorisi sadece fen bilimlerini değil, sosyal bilimleri de etkiledi.

Ne çare ki, "Din artık yok, şimdi bilim zamanı" görüşüyle dine alternatif olarak sunulan bir çok akım gibi, o da tarihe karıştı. Hem de yine aynı alanda çalışan bilim adamları sayesinde…

Evet, fosiller evrim teorisini yalanlıyorlar…

18.06.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Tesettür soruları



“Tesettür konusundaki yazılarınız çoktandır düşündüğüm soruları tekrar sordurdu bana” diyen Aksaraylı okuyucumuz Nazmi Kabak, çoktan beri kafasına takılan ve kendi kendisine sormaktan dahi çekindiğini söylediği birkaç soruyu şöyle sıralıyor:

* Her hal ve şartta yasağa karşı direnilip taviz verilmemesi gerektiği halde “Başörtüsü mü, okul mu?” ikileminde başörtüsü yerine okul tercihinin en yakınlarımıza kadar yaygınlaşmasının bir açıklaması var mı?

* Evliliklerde dahi, okulda açıp dışarıda kapatarak okuyan kızların tercih edilir hale gelmesini acaba nasıl yorumlamak gerekiyor?

* “Okul daha önemli, açıver” gibi cevaplarla veya hiç cevap vermeden fiilen açıp kapatarak okumak ve oğlunu evlendireceği zaman, başörtüsüyle hiçbir öğretmen ve memurun çalışamadığı bir ortamda ısrarla “çalışan eş” aramak acaba neyin ifadesi?

Gerçekten düşündürücü sorular bunlar.

Bu suallere cevap bulmaya çalışırken, “mutlak zaruret” halini bir kenara koymak lâzım.

Bilindiği gibi, Bediüzzaman kadının fıtrî vazifesinin annelik olduğu, huzuru evinde ailesi ve çocuklarıyla haşir neşir olarak elde edebileceği anlamında izahlarda bulunur.

Yani, temel prensip olarak, kadın zaruret olmadıkça, bu fıtrî vazifelerin şu veya bu derecede terki ya da ihmali neticesini verebilecek haricî meşguliyetlere yönelmemeli.

Ancak Üstad buna bir istisna koyuyor:

“Maişet derdi için serseri, ahlâksız, frenkmeşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense, fıtratınızdaki iktisat ve kanaatle, köylü masum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları nev’inden kendinizi idareye çalışınız.” (Lem’alar, s. 204)

Buradaki ölçü, kadının dinî ve manevî hayatını tehlikeye sokacak yanlış bir evlilik yapmaktansa, bekâr kalmayı tercih edip nafakasını çalışarak çıkarması ve kazandığını iktisat ve kanaat dairesinde sarf etmesi.

Yoksa, kapitalist anlayışın telkin ettiği, israf, lüks ve gösteriş esaslı bir tüketim felsefesine dayalı “ekonomik bağımsızlık” sloganlarıyla hareket edilemez. Bunlar, son dönemde giderek daha da tehlikeli hale gelen dünyevîleşme tuzaklarının birer tezahürü.

Okurumuzun suallerinin bir boyutu bu.

Diğer bir önemli boyutunda, tesettürden bir şekilde taviz verme sonucunu getiren “okuma ve ilim tahsili” gerekçesinin enine boyuna tahlil edilmesi gerekiyor. Bu tahlilde öncelikle ve özellikle üzerinde durulması icab eden nokta ise, söz konusu ilim tahsilinde hangi niyet ve maksatların esas alındığı.

Eğer bu maksatlarda adı konulmasa dahi “dünyevî” mülâhazalar öne çıkıyorsa, işin o cihetinin mutlaka sorgulanması gerekiyor.

O noktada bir tereddüt yoksa ve her halükârda “hizmet” asıl ise, ilim tahsilinin taviz vermeden yapılabileceği alternatiflere ağırlık verilmeli. İman ilminde derinleştirecek derslerde yoğunlaşmak ve mümkünse hicret gibi.

Mesele çok derin ve çok boyutlu.

Böyle bir tabloda herşeye rağmen tesettür şiarından taviz vermeyenlere selâm olsun.

18.06.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hergün Babalar Günü



Öğretmenlik yaptığım yıllarda veliler toplantısında Din Kültürü ve Ahlâk derslerinin önemini anlatmak için velilere şöyle bir örnek vermiştim:

“Sayın veliler, öğretmenler gelip bir bir çocuklarınızın durumlarıyla ilgili bilgi veriyorlar. Matematik öğretmeni geliyor, ‘Sayın veliler, bu ders en önemli ders. Üniversiteye girmeye varıncaya kadar bir çok alanı etkiler. Ağırlık verilmesini istiyorum.’

“Ya Türkçe öğretmeni? O da benzer sözler söyler, ‘Sayın veliler, bu ders temel derslerden biri. İhmale hiç gelmez. Türkçe olmayınca hiçbir ders olmaz. Onun için çok önemli.’

“Tarih hocasından coğrafya hocasına varıncaya kadar herkes dersinin öneminden söz edip durur. Haklıdırlar da. Ben de Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmeni olarak demiştim ki: ‘Bana göre de en önemli ders din dersi. Çünkü bu ders dünyada da lâzım, kabirde de, ahirette de.’ Herkes hayretle yüzüme bakınca devam ettim: ‘Allah gecinden versin, gün gelecek öleceğiz. Kabirde Münker Nekir isimli iki melek gelecek, bir kısım sorular soracaklar. Acaba Türkçeden mi, matematikten mi soracaklar, yoksa dinden mi? Dinden elbette ki. ‘Rabbin kim? Peygamberin kim? Dinin ne? Kıblen neresi?’ gibi. Dinini öğrenmemiş insan bunlara nasıl cevap verecek?’

“Sadece kabirde, ahirette lâzım değil elbet bu ders bize. Dünyada da lâzım. Nasıl mı? Nice veliler geliyor, çocuklarından şikâyet ediyorlar. ‘Çocuklarımız söz dinlemiyor, ders çalışmıyor. Ne yapacağımızı şaşırdık!’ diyorlar. İşte din bu noktada da lâzım. Allah’ını, kitabını, peygamberini bilen bir kimse anne-babasını dinlemek, saygılı olmak zorunda. Rabbimiz buyurur ki, ‘Rabbin şunu da emretti: Ondan başkasına ibâdet etmeyin; anne ve babaya da iyilikte bulunun. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf’ bile deme, onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevâzu kanadını ger ve de ki: ‘Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.’1

Velilere dedim ki bu yetkiyi Allah veriyor anne babaya. Evlât anne babasına itaat etmekle yükümlü. Eğer bir çocuk bu dinî eğitimi almamışsa, anne baba da, büyük de, küçük de tanımaz. Bu dersin önemini, dünya hayatını da düzene soktuğunu şu bir örnek bile anlatmaya yetmiyor mu

Bugün Babalar Günü. Doğrusu hergün anneler, babalar günü. Çünkü onlar senede sadece birgün hatırlanacak, sevindirilecek varlıklar değil. Bir ömür boyu hergün sevindirilecekler, mutlu edilecekler. Bir din, Allah’ın kulundan hoşnut olmasını, kulun anne-babasını hoşnut etmesine bağlamışsa, onları kızdırdığında gazaplanmasına yetiyorsa daha fazla söze ne hacet!

Bir evlât anne-babasını memnun edecek, anna-baba da evlâdına hayırlı duâlar edecek, işleri rast gidecek, huzur bulacak.

Evet, anne-babalarımızın her zaman hoşnutluklarını, hayırlı duâlarını almakla mükellefiz. Dünya ve ahiret mutluluğumuz buna bağlı.

Dipnotlar:

1. İsra Sûresi: 23-24.

18.06.2006

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Şahsî hizmetler sınırlıdır



Çok müttakî, çok salih bir insan olabiliriz. Halis, muhlis, mükemmel bir mü’min de olabiliriz. Veya çok gayretli, azimli ve ciddi bir ehl-i hizmet olduğumuzu da farzedelim...

Böylece imkânâtı vukuatlar yerine koyarak, öyle farzederek, örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Husûsî bazı faziletlerimizin yanında farzedin ki çok iyi bir hatip ve hatırı sayılır bir yazarız. Yani kocaman salonlarda saatlerce yaptığımız konuşmaları binlerce kişi usanmadan, zevkle dinliyor. Yine bu meyanda yazdığımız makaleleri, vücuda getirdiğimiz kitapları, binlerce okuyucu keyifle okuyup istifade ediyor. Olur ya böyle istidatları, böyle kabiliyetleri bulunan bir insan olduğumuzu farzedelim.

Birer nimet-i İlâhiye olması hasebiyle böyle güzel hasletlerin, böyle gıpta edilecek kabiliyetlerin bir insanda bulunması bir lütf-u İlâhî olduğundan şükredilmesi gereken bir hal olsa gerek.

Bir ihsan-ı İlâhî olan bu nevî istidat ve kabiliyetlerimizin devamı için bu güzel hasletleri bize bahşeden Yaratıcımızı unutmadan, O’nun rızası dahilinde onları istimal etmek olmalıdır. Bizi bu imrenilecek kabiliyetlerle donatan Cenab-ı Hak, hemen hiç bir medhalimiz bulunmayan bu nimetleri sırf Kendisinin yolunda sarf etmeyi bekler elbette.

Böyle yapmayıp, bize verilen bu hasletleri, bu kabiliyetleri kendi öz malımız bilip, onları temellük ederek, kendimizde bir şeyler vehmederek yolumuza devam edersek hem küfran-ı nimete sapar, hem de bu yoldaki çaba ve emeklerimiz boşa çıkmış olur.

Küfran-ı nimete girmemek, istidat ve kabiliyetlerimizi rıza-ı İlâhî yolunda sarfetmenin en sağlam, en doğru şekli onları sair insanlarla paylaşmak olmalı. Hiç bir havaya girmeden, hiç bir karşılık beklemeden bize verilen bu nimetleri başkalarının istifadesine sunmak olmalı.

Çevremizdeki insanlara karşı bir üstünlük, bir farklılık imasında bulunmadan, hiç bir tevveccüh, hiç bir takdir veya iltifat beklentisine girmeden, onlardan birisi gibi davranmalı, onlarla hemhâl olarak hizmetlerimize devam etmeli.

Şirket-i mâneviyenin bir ferdi olduğumuzu unutmadan, oradan hissemize düşecek olan uhrevî hasenâta kanaat etmeli ve bu kalıcı sevabı kaybetmemenin gayretinde olmalı.

Özelliklerimizi, kabiliyetlerimizi hiç bir zaman medar-ı fahr ve gurur vesilesi yapmadan, dâvâ arkadaşlarımızın bazan en âmisinden dahi bir farkımızın bulunmadığına nefsimizi inandırmanın gayretinde olmalı. Mensubu bulunduğumuz camianın belki de en hatalı, en kusurlu bir ferdi olduğumuzu hatırdan çıkarmamalı.

Böyle yaparsak istidat ve kabiliyetlerimizin bir kıymet-i harbiyesi olur, bu güzel hasletlerimiz kıymet kazanır, değerli olur.

Bu meyanda akılda tutmanız gerekli olan önemli bir husus da günümüzde kişilerin değil; cemaatlerin, camiaların daha güçlü, daha tesirli olduğu hususudur. Fertler, dahi de olsa, camialar ve grupların ifa edecekleri hizmeti yapamazlar. Kişiler istenilen kabiliyet ve istidatlarla mücehhez de olsalar şahs-ı manevîye dayanan cemaatlerin gücüne, kuvvetine erişemezler. Çünkü fertlerin akılları da, istidatları da sınırlı olduğundan ancak sınırlı bir hizmette bulunabilirler. Farklı istidat ve kabiliyetlerden müteşekkil fertlerden meydana gelen cemaat ve camiaların tesir alanı ve hizmet verimliliği ve kalıcılığı çok daha fazladır.

Bu hususları göz ardı edip, şahsî kabiliyetlerimize, aklımıza, zekâmıza güvenip, tek başımıza hizmet etmeyi tercih ederek, bir şeyler yapmaya kalkışırsak, yapacağımız hizmetler sınırlı olur, tesirli ve kalıcılığı da şüpheli olur. Ve aynı zamanda tek başımıza yapacağımız faaliyet ve hizmetlerin bid’a rüzgârlarına ve şer kuvvetlerinin toplu haldeki hücumlarına karşı dayanabilme şansı da yok gibidir.

O halde en doğru ve en sağlam çare; bir camiaya, bir gruba dahil olup, şahsî kabiliyetlerimizi ve istidatlarımızı burada istimal ederek, küllî bir güç ve kuvvetin meydana gelmesine yardımcı olmaktır.

18.06.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İnsan Allah'ı nasıl bilmeli? - 1



İstanbul’dan Avukat Ahmet Fıçıcı’nın sorusuna:

1-Allah’ın isimleri vahiy kaynaklıdır. Vahiyden beslenmeyen bir isim ile Allah’ı anmak doğru değildir. Allah’ı andığımız isimler Kur’ân veya hadis-i şeriflerle desteklenmelidir. Tanrı adı vahyin öğrettiği isimlerden olmadığından Allah adı yerinde kullanmak doğru değildir.

2- Cebbar isminin—hâşâ—despotlukla hiçbir ilgisi yoktur ve olamaz. Çünkü despotizmde zulüm vardır, haksızlık vardır, keyfîlik vardır, kanunsuzluk vardır. Allah bu sıfatlarla tavsif edilmez. Cebbar ismine göre Cenâb-ı Allah bilakis zalimleri, haksızlık yapanları, keyfîlik taraftarı olanları, kanun nizam tanımayanları, despotları tokatlar. Onları cebren kanuna, nizama uymaya, hak ve hukuk noktasına, İlâhî hikmet ve İlâhî irade noktasına getirir. Meselâ, keyfince zulüm yapan despot birisi, Hakim ismine göre zamanı geldiğinde, Cebbar isminin tokadını mutlaka yer. Yaptığı zulmün tokadına doğru hikmetini de anlayarak cebren sürüklenir. Buna mahkûm edilir. Çünkü bunu hak etmiştir. Cebbar ismi onun yakasını bırakmaz. Çünkü masumun hakkı vardır. Cebbar ismini kanuna hizmet eden polisin suçluyu cebren sevk etmesi misâliyle açıklamak sanırım daha isabetli olur.

3- Kötü niyeti, olumsuz davranışları, isyanı ve hainliği nedeniyle dalaleti ve şaşmayı tercih eden insanlar vardır. Hak, Adl, Hakim ve Cebbar isimleri gereği onlar şaşkın ve sapkın davranışlara mahkûm edilirler. Hak ettiklerini bulurlar. Şu âyetler bunu haber veriyor. “Allah’ın saptırdıkları hüsrana düşenlerin tâ kendileridir.”1 Diğer bir âyet de şöyledir: “Allah’ın saptırdığını kimse yola getiremez. Allah onları azgınlıkları içinde bırakır da, şaşkın şaşkın bocalayıp dururlar.”2

4- Peygamber Efendimiz’in (asm) hadis-i şerifinin açılımı, ‘Allah insanı sûret-i Rahman’ı tamamıyla gösterir şekilde yarattı’ olacaktır. İnsanın Allah’ın isimlerini gösterir şekilde yaratıldığı ifadesi doğrudur. Fakat bundan çok farklı mânâlar çıkarmak doğru değildir. Böyle bir niteleme insanın ene’sine yarar ve insan için tehlikelidir.

İnsan, kelimenin tam anlamıyla Allah’ın kuludur. Allah’ın kâinatta tecellî eden isimlerinin tamamının insanda tecellî etmesi, insanı eşref-i mahlûkat makamına ve ahsen-i takvim koltuğuna oturtur. Fakat bunlardan dolayı insan ancak şükretmeli ve yaratılışının sırrına ermeye çalışmalıdır. Ahsen-i takvim sırrını anlamaya çalışmalıdır.

Yarın inşallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- A’râf Sûresi: 178

2- A’râf Sûresi: 186

18.06.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Sonuna kadar demokratikleşme



Geçen hafta başında, Ankara’da Avrupa Birliği konusunda hareketli saatler yaşandı. Türkiye, 1959’dan beri hedeflediği Avrupa Birliği üyelik sürecinin en önemli aşaması olan fiilî müzakerelere, sancılı da olsa “nihayet” başladı.

AB ile ilgili bütün kritik toplantılar öncesi yaşanan “zor saatler”, oluşan “geleneğe” uygun olarak aynen yaşandı. Türkiye’nin adaylığının ilân edildiği 11 Aralık 1999’da, müzakerelere başlama tarihinin açıklandığı 17 Aralık 2004’te ve müzakerelerin ön aşaması olan taramaları başlatma kararının alındığı 3 Ekim 2005’te neredeyse ipler kopma noktasına geliyor, saatler süren diplomasi trafiğinin ardından yeniden “rota”ya giriyor. Anlaşılan o ki, “Çin işkencesi”ne dönen bu durum, Türkiye’nin AB yolculuğunda hep önüne çıkacak.

Türkiye-AB ilişkileri karşılıklıdır. Rum yönetimi ve Yunanistan da dahil, AB ülkeleri Türkiye ile ilişkilerini koparmak istemeyeceklerdir. Çünkü, AB için Türkiye, ihmale gelmeyecek büyük bir ülkedir. Bu yüzden AB, Kıbrıs’ın Türkiye’yi engellemesine izin vermemesi ve insan hakları, demokrasiye bağlılık, ekonomik reform gibi esaslı meselelerde müzakere edebilmesi herkesin yararına olacaktır.

***

Türkiye ile AB arasında müzakere edilecek 35 konu başlığı bulunuyor. Bu konu başlıklarından bazılarını sıralarsak; yargı ve temel haklar, adalet, özgürlük ve güvenlik, çevre, tarım, ulaştırma, dış politika, güvenlik ve savunma politikası…

35 başlıktan oluşan müzakere sürecinde, her ülkenin toplam 71 kez veto hakkı bulunuyor. Müzakere başlıklarının açılıp kapanması ve sonucunda toplu olarak “katılım anlaşmasına” onay verme hakkına sahip olan AB ülkeleri, 71 kez veto edebilme imkânına sahip. Bu hesap AB’nin 25 üyesiyle yapıldığı takdirde toplam veto hakkı sayısı bin 775’i buluyor. Bu vetolar müzakerelerin her aşamasında yaşanacak. Türkiye bunlara hazırlıklı olmalı…

“AB gerekirse bu fasla, uygun ortamda geri dönecektir” ve “Türkiye taahhütlerini yerine getirmezse, bütün müzakere süreci etkilenir” ifadelerinin metne yerleştirilmesi de bunun en büyük delili… Kaldı ki, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de, AB sürecinin asfalt bir yol olmadığını belirtirken, “Müzakere sürecinin ileriki aşamalarında da sorunlar yaşayabiliriz. Buna hazırlıklı olalım” diyerek bu gerçeğin altını çiziyor.

***

AB ve Türkiye arasındaki ilişkilerde en önemli karar organı rolü oynayan Ortaklık Konseyi toplantısının ardından yayınlanan AB ortak tutum belgesinde, sivil ve askerler arasındaki ilişkilere atıfta bulunulurken, “geçen yıl bazı değişiklikler uygulamaya sokulsa bile, sivillerin askerler üzerindeki kontrolünün AB ülkelerindeki standartlara getirilmesi gerektiği”ne dikkat çekiliyor ve “askerî yetkililerin yalnızca askerî konularda demeçler vermesi gerektiği” ifade ediliyor.

Belgede, ifade özgürlüğüyle ilgili ciddî endişelerin sürdüğü belirtilerek, olumlu gelişmelere, şiddet ihtiva etmemesine rağmen, kişilerin açıklamaları ve konuşmaları sebebiyle dâvâ açılması eleştiriliyor. Türkiye’de reformların yavaşladığına dikkat çekiliyor ve daha fazla çaba gösterilmesi isteniyor.

***

Kamuoyu, bütün bu gelişmelerden sonra, şu anda icranın başında olan hükümetten, düşünce ve fikir hürriyetinde “geri adım” olarak değerlendirilen Terörlü Mücadele Kanunu yerine, hürriyetleri genişletici adımlar atmasını, yanlışta ısrar etmemesini beklemekte. Hem AB, hem de Türk halkı reformların cesaret ve kararlılıkla hızlandırılıp, hayata geçirilmesi arzu ediyor.

AB üyeliği bir iç siyaset malzeme olmaktan çıkarılıp, demokratik reform sürecini ve bunların uygulama sürecinin hızlandırılması gerekiyor. Siyasetçiler, üniversiteler, sivil toplum örgütleri ve kamuoyu bu sürece katkıda bulunmalıdır.

Türkiye’nin demokratik standartları yakalaması insanımızın hakkıdır.

18.06.2006

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Baykal’a inanma(ma)k



Sayın Baykal, ölmüş ama cenazesi kaldırılamayan bir siyaset anlayışıyla milletten partisine destek istiyor. Defalarca değindik, CHP’nin siyaseti ve sosyal demokrat anlayışı Avrupa’daki hiçbir sosyal demokrat partide ve sivil teşekküllerde yok. CHP hiçbir zaman sosyal demokrat parti olamadı ve olamaz da.

Bakınız AKP’ye karşı tüm vatandaşları kendi çatısı altında toplanmaya ve iktidara gelmede destek olmaya çağırıyor. Ama bu çağrı, o kadar otomata bağlanmış ve o kadar sathî, o kadar sığ ki inanmak için ilkokul çocuğu bile kendini zorlasa inanın başaramaz.

Aynı tas aynı hamam ve üstelik tellak bile değişmemiş. Sayın Baykal’ın 12 Eylül sürecinden bu yana eski solcu kavgasını terk edecek bir olumlu tecrübeleri oldu. Bir çok konuda kafa değişimine uğradı. Daha pozitif ve gerçekçi bir perspektife kavuştu. Ama ne yazık ki günlük siyaset ve başında bulunduğu CHP’nin devletle sıkı fıkı oluşundan dolayı sürekli bir yerlerin telkinatları doğrultusunda hep ezber bozmak zorunda kaldı. Neticede itibarı sıfıra indirecek kadar zikzaklar, kırılmalar, kısır çekişmeler yaşadı.

Bir takım ilginç ve kurmaca olaylardan sonra Baykal’ın verdiği demeçler o kadar ısmarlama ve sipariş eseri ki sayın Baykal’a acımamak elde değil. Şimdi kalkmış Danıştay suikastı, Şemdinli dâvâsı, Ergenekon ya da Atabeyler çetesinin vukuatından sonra oy kaybeden tarafın AKP olacağı zehabıyla iktidara geleceği, CHP’nin oy patlaması yapacağı hayaliyle sürekli sağa sola emirler yağdırıyor ve umut dağıtıyor.

Baykal’ın vaadlerinde yeni bir şey yok. Sol cephesinde yeni bir şey yok. Aynı pilav tekrar ısıtılıyor. Ve vaad edilenleri yapacak hiçbir kan ve kadro değişimi müşahede edilmemiş Baykal’ın CHP’sinde. Bütün Türkiye’yi kucaklayacak ortak değerleri şöyle sıralıyor sayın Baykal: “Türkiye’ye, Anayasa’ya, Mustafa Kemal’e, Laik Demokrat Cumhuriyete inanıyor musunuz? Bunlar yeterli…” Bence yetersiz... Yetmez sayın Baykal. Bunların hiçbiri yetmez. Daha fazlasını isteriz… Türkiye’ye inanıyoruz. Ama Türkiye’nin önünde takoz gibi duranlara inanmıyoruz. Anayasa’ya gelince, başka yan anayasalar, yeşil, kırmızı renkli yasalar da var galiba. Bunlar ne olacak? Laikliğe gelince Avrupa ülkelerindeki laiklikle Türkiye’deki laikliğin aynı olmadığını tarladaki kuşlar bile biliyor. Demokratlık ise CHP’nin ağzına pek yakışmıyor. Hakimiyet millette mi, başkalarında mı hâlâ tartışılan bir Türkiye’de demokrasicilik oynandığı inancı daha ağır basıyor. Hangi Mustafa Kemal. Meselâ Türk Solu dergisindeki veya Perinçek’teki gibi bir Mustafa Kemal’se o da yetmez. 12 Eylüldeki M. Kemal mi, 28 Şubat’taki M. Kemal mi? Hatta genç subayların Mustafa Kemal’i ile emekli subayların M. Kemal’i bile değişik. Önce orta yolu bulacaksınız.

Sayın Baykal’ın vaadlerine gelince bunlar yoruma açık. Ve belirsiz. Bu vaatlerin daha fazlasını çok daha önceleri yapmıştı. Amma velâkin netice boş çıktı.

Sayıyor Baykal: 1- Yargı bağımsızlığı güvence altına alınacak. Şemdinli savcısının başına gelenlerden sonra bu çok zor. Bırakın bağımsızlığı, itimat bile sarsıldı. Yargıya itibar kazandırmak da eklenmeliydi. 2- Terörle mücadele edilecek. Edilmeyecek diyen var mı? 12 Eylül ve 28 Şubat sürecinde bile 25-30 yıldır mücadele edildiği halde sorun ortada duruyor. Demek ki metodda yanlışlık var. Terör bir rantiye ve strateji malzemesi oldu maalesef. 3- Dokunulmazlık kalkacak. Bu dediğiniz sadece milletvekilleri içinse çok ayıp. Türkiye’de dokunulmazlığı olan bin bilmem kaç makam ve görevli statüsü var. Önce onlardan başlanmalı. 4- Ekonomi rantiyenin değil, emeğin olacak. Bu ucuz bir emek sömürüsüdür. Devletçi anlayışla KİT’ler zaten arpalıktı ve rantiye bunların üzerinde dönüyordu. Sadra şifa bir şey yok. 5- Turizm hamlesi yapılacak. Terör oldukça turizme yönelik her yatırım “ham”diye gidiyor. 6- Tarım ve hayvancılık iyileştirilecek. Eğer bu konuda sübvansiyon olacaksa devlet, dolayısıyla millet zararda demektir. 7- KOBİ bakanlığı kurulacak. Bakanlık kurmakla bu işler olmuyor. Geçmişte otuz bilmem kaç tane bakanlık vardı. Hatta hükümete katılan tek bir milletvekiline bile bir bakanlık verilmişti. N’oldu. Türkiye ileriye değil geriye gitti. 8- Sosyal güvenlik modeli oluşturulacak. Bakın bu sosyalist güvenlik modeline benzeyecekse hakkımı helâl etmem. 9- Eğitimde atılım sağlayacağız. Bu herhalde AKP’li diye damga vurup tüm kadroların azl edilerek atılması demek. Veya başörtülü öğrencilerin ve memurların okullardan, kamusal alanlardan atılması, kovulması olabilir.

Görüldüğü gibi sayın Baykal’ın vaatleri hep ortada ve yoruma açık. Yine de karar hür milletindir.

18.06.2006

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Hidâyet nimeti



Çeşni

Dünyada insanoğlu bir ömür boyu bekler.

Kimi defterine kâr, kimi de zarar ekler.

Mezardan Mahşere dek uzanan uzun yolda,

Kimi uçarak

gider, kimisi de emekler.

Değerli okurlar,

Bu mektubumuzda bize bir şekilde intikal eden, hikmet ve ibret dolu güzellikleri paylaşmak istiyorum.

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (asm) bir hadis-i şerifiyle başlayalım. “Şu üç kimse Cennet ehlindendir:

* Güç ve saltanat sahibi olup da adaletten ayrılmayan ve cömert olan kimse.

* Yakınlarına ve Müslümanlara karşı merhametli olan ve ince kalpli davranan kimse.

* Kalabalık bir ailenin sahibi olduğu halde, durumundan şikâyet etmeyen, kimseden bir şey istemeyen fakir kimse.”

***

Bazı ilginç durumlar

Bazen 10 lira sadaka vermek insana çok gelir ama mağazadan bir şey almaya kalkışsa çok az gelir.

İnsana on dakikalık zikir veya namazın akabindeki tesbihat uzun gelir ama, bir film veya maç için bir buçuk, iki saatini harcamaktan kaçınmaz.

Bir futbol maçının uzaması insanın hoşuna gider de, Cuma namazında hutbenin bir kaç dakika uzaması hiç de hoşuna gitmez.

İnsan duyduğu dedikoduya hemen inanır da, kesin doğruları kabullenmekte zorlanır.

İnsan namaz kılarken dünyevî konuları düşünmeyi sever ama, dünyaya daldığı zaman iman ve İslâmiyeti düşünmekten kaçınır.

İnsan bir konserde ilk sırayı tutmak için çaba sarfeder ama, camide ilk sıralarda olmak için çaba sarfetmez.

Bir âyet veya hâdis ezberlemek insanın zoruna gider ama bazıları şarkıların hepsini ezbere bilir.

İnsan Cennete gitmeyi ister ama, hiçbir şey yapmadan...

Sizce de “ilginç” değil mi?

***

Anzaklı Ömer

Mustafa Çırak kardeşimizden bize ulaşan ilginç bir “hatıra”. Doktor Ömer Muşluoğlu, ihtisas için bulunduğu Amerika’da (1957) başından geçen bir hadiseyi anlatıyor.

Çok kısa bir özeti:

Amerika’da ihtisas yaparken, hastahanede yaşlı bir adamla tanışmış ve zamanla dost olmuşlar. Meğer bu adam Avustralya Anzaklarından biri olarak Çanakkale Savaşlarına katılmış, esir düşmüş. Çok iyi muamele görmüş. 42 yıl sonra Amerika’da bir hastahanede doktor Ömer’le karşılaşınca “Bu tesadüf olamaz, burada bir iş var” demiş. “Çanakkale Savaşlarında yaralanıp esir düştüğümde, iyileşmem için Türkler ihtimam gösterdiler, şimdi de Müslüman Türk doktor benimle ilgileniyor” şeklinde düşünmeye başlamış. Doktor Ömer’den İslâmiyeti öğrenmeye başlamış. Bir gün doktor Ömer’e demiş:

“-Benim adım şimdiye kadar Josef Miller idi, şimdiden sonra ‘Anzaklı Ömer’ olsun.

Daha sonra nasıl Müslüman olunacağını sormuş ve kelime-i şehadet getirerek Müslüman olmuş. Kanser hastası olan Anzaklı Ömer, kalan ömründe bir dakikasını bile boşa harcamamış, doktor Ömer’den öğrendiği kadarıyla ibadete ve zikre devam etmiş. Ölüm anı geldiğinde de, Doktor Ömer’in kucağında Kelime-i Şehadet getirerek “teslim-i ruh” etmiş...

***

“Hem meselâ, dalâletin gayet müthiş manevî elemini hisseden bir adama iman ile hidayet ihsan etmek; eğer Tevhîd nazarıyla bakılsa, birden o cüz’î ve fâni ve âciz adam, bütün kâinatın Hâlıkı ve Sultanı olan Mâbudunun muhatap bir abdi olmak...”(Devamı için bakınız, İkinci Şuâ, Birinci Makam’ın Birinci Meyvesi)

18.06.2006

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Kurtarıcı ve şükür



Geçenlerde ABD başkanı bir konuşmasında, Türkiye ve Yunanistan’ı Sovyetlerin işgalinden ABD’nin kurtardığını ileri sürmüştü. Anlaşılan bunu söylemekle, ABD’nin kurtarıcı rolünü ileri sürerek yaptıklarını mâzur göstermek ve bedeline de dünyanın razı olmasını istiyor. Belki de “şükran günü” gibi bir şükür istiyor.

Yirminci asır büyük çöküşleriyle, yeni kurulan dengeleriyle ve hepsinden de önemlisi kurtarıcılarıyla ve kurtarıcıların hakimiyetiyle meşhurdur.

Geriye dönüp bakıldığında, İkinci Dünya Savaşının başlangıcında bir iki günde ülkelerin işgal edildiği daha sonra ise yeni dengelerin kurulduğu bir dönem göze çarpar. Hitler’den dünyayı kurtaran “büyük kurtarıcı” Stalin’e yarı Avrupa, Orta Asya ve Kafkasların peşkeş çekilmesini, çoğu Müslüman, milyonların katledilmesine göz yumulması takib eder. Öbür tarafta ise başka bir kurtarıcı ABD ve İngiltere’nin dünyanın diğer yarısında askerî ihtilâller yaptırmak, başbakanlar astırmak ve ekonomik operasyonlar yapmak gibi bir çok imtiyazları kopardığı bir dönem kabullenilmiştir.

Doymak bilmeyen “büyük kurtarıcı” Stalin’in boğazlar, Kars ve Ardahan’dan hak talep etmesi, takip eden süreçte NATO, füze krizi, Küba’ya karşı Türkiye’nin işgali gibi ABD ve Sovyetler arasında büyük tehditler ve satranç oyunlarıyla geçen yıllar...

Afganistan Sovyetlerden kurtarıldı. ABD şimdi yine kurtarıyor, on-on beş sene sonra yine kurtulmaya ihtiyacı olacak, bizim de her on on-beş senede anarşi ve terörden kurtulmaya ihtiyacımız olduğu gibi.

Eskiden kurtarıcıya halaskâr denirmiş. Osmanlı’nın son zamanlarında orduda kurulan cuntalardan Halaskârân-ı Zabitan ismiyle meşhur kurtarıcı subaylar kendilerini kurtardılar ama koca devleti batırdılar. Devam eden gelenek kronik bir hal aldığı ve her defasında daha da karıştığı için tekrar kurtarıcılara ihtiyaç duyulmuştur.

Aslında kurtarıcılar açısından bakıldığında, insanların önce “ben” dediği ve kendi menfaatlerini öne aldıkları dikkate alındığında, kurtarma işinden en yüksek faydayı talep etmeleri kendilerine toprak, para, makam ve mevki gibi karşılık olarak bire bin kazanmak istemeleri normal sayılabilir. Burada esas mesele kurtarılanların kendilerini hiç bir değeri, kabiliyeti ve gücü olmayan bir sürü olarak değerlendirmeleri, kurtarıcıları da neredeyse şirk derecesinde büyütmeleridir. Halbuki tüm zaferler müşterek kazanılır ve her ferdin hissesi vardır. Belki de en büyük hisse piramidin tepesindekinin değil tabanındaki, en uçtaki canını ortaya koyanlarındır. Piramit ters durabilir mi? Tek adama, tek kurtarıcıya, meselâ Stalin’e ya da Amerikan başkanına veya diğerlerine milletlerin kaderleri bağlı kalabilir mi? Eğer piramidi, feleğin inadına ters tutmaya çalışırsanız sürekli birilerinin kurtarıcılığını ve koruyuculuğunu beklemek kaçınılmazdır.

Yirminci asrın devlet, parti ve şahıs bazında kurtarıcıların resmi geçidine, onların toplumlar üstündeki güçlü hakimiyet ve baskılarına sahne olması ilgi çekicidir. Bunun belki de en önemli sebebi, eğitimin ve basının iyice yaygınlaşarak kurtarıcılar tarafından çok “iyi” kullanılmasıdır. Hitler, Mussolini, Stalin ve benzer liderlerde olduğu gibi ilkokuldan itibaren insanların zihnine kazınan imaj basının da desteğiyle, toplumları kendi meselelerine çözüm üretemez, her emre hazır sadık sürüler haline getirmiştir.

Aslında ilginç olanı, milliyetçilik ve halkçılık gibi kavramların bu kadar güçlü olduğu bu çağda, güç ve kudretin halkta ve millette olduğunu prensip edinen koskoca milletleler nasıl oluyor da, birkaç kişiye ya da devlete kaderlerini mahkûm edebiliyorlar? Onlar olmazsa kendilerinin bir hiç olduğunu, sömürge olacaklarını, yok olacaklarını ve tarihten silineceklerini düşünebiliyorlar?

Belki de bu kaderin bir tokadı. Çünkü kurtarmada şahıslar nasıl bir sebep ve perde ise millet de bir sebep ve perde. Millet sadece daha güçlü ve daha gerçekçi ve diğerine göre daha mantıklı ve daha iyi sonuç alıcı bir sebep. Asya ve Afrika ülkeleri birinci perdede takılıp kalmışlar. Batı en azından birinciyi çoktan geçmiş ve onun için ileride. İngiltere kurtarıcısı Churchill’in programını beğenmediği için, kendisini mecbur hissetmemiş onu seçimle değiştirebilmiştir.

İnsanların tevhid kavramından uzaklaşmaları gerçek kurtarıcıyı unutup, ceza olarak, fâni ve kusurlu insanlara mahkûmiyetine sebep olmuştur. Şimdi gerçek kurtarıcıyı idrak etmek için kısa sûrelerden olduğu için çok okuduğumuz Nasr Sûresine bakalım: “Allah’ın yardımı ve fetih geldiğinde” diye başlayan sûre “Rabbini tesbih et, şükret ve tevbe et” âyet mealleriyle biter. Benzer bir çok âyette de ifade edildiği gibi Cenab-ı Hak, zaferlerin gerçek sahibinin ve gerçek kurtarıcının sadece kendisi olduğunu ilân eder. Yaprakların dahi Ondan izinsiz kımıldamadığını müşahede eden insan, nasıl oluyor da, milyonların istikbalini ilgilendiren hadiseleri sebeplere, âciz ve fâni insanlara bağlayabiliyor?

İnşallah, işlenen fiil cinsinden bir tevbe, şükürsüzlüğü ve hataları affettirir de, bir daha kurtarıcılara ihtiyaç kalmaz.

18.06.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Babaaaaa...



Baba, insanlığın ilk babası Hazret-i Âdem’le başlayan ve nesli devam ettiren yüksek sorumluluktur. Varlığını evlâda nakleden bir kalıtım sistemidir. Vesile kılınmış beşerin en yüce görevidir.

Baba, çarenin adıdır. Endişesini taşıdığı çocuğunu, en derinden hissetme duygusudur. Farklı olan, bunu direkt yansıtmasıdır. Bütün nazarı çocuğu üzerine kuruludur. Köklü buluşma arzusundan hiç kopmayan baba, mansapta, nesebin kaynağıdır.

Baba üşür, üşüdüğünü belli etmemeye çalışır. Baba parasızdır, paylaşamaz o en hazin halini. Bölüşemez, acının en dokunaklı dilini. Kendi hülyasının içinden çıkmaya çalışır. Başını karşıya diktiğinde, ya da elinin içine kapandığında, bir sevincin veya burukluğun kontrollü psikolojisi vardır.

Çalışırken düşünür akşamı, evlâdını, eşini ve kardeşini. Babayken babasını düşünür. Geri döner “Baba” diyene. Geleceğin aç açık kalanını, az çok yiyeni ve diğerini sıralar zihin haritasının en gizemli kodlarında.

İsteklerin, pulsuz dilekçelerin, sessiz beklentilerin ve ihtiyaçların muhatabıdır her an. Mazeretinin kovuğunda değildir, ancak imkânsızlığın içindeyse bile kara düşüncelere dalmadan ve içini kemiren yokluğa teslim olmadan, karşılamaya çalışır hanenin taleplerini.

Hep anlaşılmaz roldedir. Gerçekte otoriter olmasa bile, otoritenin bildirilerini o okur. Evin iç disiplininde kuralın eşiti kabul edilir.

Koruyan, gözeten, şemsiye karakterinde parçaları tek direkte toplayan ve gerektiğinde otomatik açılan bir sığınaktır.

Babaya göre, her büyük çocuktur. Her çocuk korunandır. Evden erken çıkar ve geç gelirse, günün uğraşısı bitmemiştir, sırtından inmemiştir. Eve geldiğinde yorgundur. Bekler bir acı kahve keyfini. Çocuklar da özlemiştir gülen yüzünü ve okşayan babayı. Beklentiler her zaman karşılanmaz bu ahvalde. Ancak babanın varlığı, emniyet ve huzurun bekçisi olur kutsal aile çatısında.

Helâl rızık için çalışır. Bir elbiseyi yedi yıl giyer. Ancak çocuğuna yeni elbise almak için çırpınır.

Baba, evin direğidir. Sığınılan limandır. Anlaşılmanın adresidir. Hazmedilmenin öğretmenidir. Geleceğin rehberidir. Varlığın kimyasıdır. Akışın tercümesidir. Sihirli çarenin akla uygun aranılan cevabıdır.

Baba bir duygu transferidir. Bir sıcaklık esintisidir. Bir değer abidesidir. Bir minnet duyma asaletidir. Simgeleşmiş arayışın durağıdır. Metanetin ve iç sevginin rüzgârıdır. Alır, okşar, eser, üşütür, sarar ve dinginleştirir.

Modern babaların “fastfood”a alıştırdığı çocuk “Baba” derken, baba için zor günlerin bütün üzüntüleri silinmiştir. Kalbi hızlı atan bir babanın sevinç çığlıkları dirilir içinden.

Baba, büyüktür. Ağabeydir. Son sözdür. Dayanak noktasıdır. Kabul merciidir. Meşrûiyet kaynağıdır. Temsil ciddiyetidir. İfade temsilidir. Vakardır. Tarihtir, tecrübedir, vasiyettir, mirastır, emanetin sahibidir.

Baba yufka yüreğin gizlenmiş duygularıdır. Sert görüntünün koruyucu kabuğunda, içeriye kol kanat geren huzur vadisidir.

Eştir. Eşitin tamlayanıdır. Dokudur. Tercihin yol gösterici ve risk alan rehberidir. Beraberliğin öncü kuvvetidir. Farklı sorumluluğunun ağır yükünde azimle çalışan emektardır. Eşine, çocuğuna, kardeşine, yakınlarına, babasına dostluğun ve arkadaşlığın kalitesini sunan bir beydir, paşadır, ağadır, sinedir, yürektir, cefadır, vefadır, köprüdür.

Her baba, yükseltmek ister evlâdını. Kendini geçsin diye. Gelecekte, baba olduğunda kendisine “Baba” gibi evlât olsun diye.

İlk ateştir. Son dumandır. Durmadan düşünen heyecan ve akıldır. Disiplindir. Umuttur. Duyguları cisimleşen modeldir. Kalbin derinleşen duyarlılığıdır.

Baba, hep bir adım öndedir. Hep aynı yöndedir. Sorumlulukları önündedir. Onları çözmeye, onları kolaylaştırmaya, sabrının reflekslerine sığınarak tutunmaya çalışır. İradesini ahalisine sunan bir bahçedir. Ailesi için, çevrelenmiş ve korunmuş bir bahçenin bekçisidir.

Babaaaaa... deyin içinizin sıcak coşkusuyla. İki elinizin içini ağzınıza kanal yaparak bağırın, derinden ve artan temponun uzayan titreşimi ile. Göreceksiniz ki ağzınız açıkta ve sonsuzluğa giden bir sürekliliğin bitmeyen “aaaaa...”larıyla bir özlemin, arayışın gök kubbesinde yankılanacak hoş sedanın ruh ritmini teneffüs ediyorsunuz.

Evet, nefesimizi doğru yayarak, sessizleşen nefesimizi kulağımız duyacak kadar sakin ve içe dönük bir kabulle seslenelim: Babaaaaa...

İşte iç hasretin doyumsuz kavuşma anı... Zaman ve mekân farkını sıfırlayarak...

18.06.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Müjdeli bir haber



Hani bir yarışma programında tanışmışlar, daha sonra evlenememişlerdi ya... (Benimle Evlenir misin?)

Sonra kavga gürültü gırla.

Yayın biteli kaç sene oldu, bunlar tekme tokat birbirine girmeye devam etti. Kavga arttı, seviye düştü. Ama rating? Tavan yaptı.

Kadın programlarına çıktıkları an, stüdyodaki kadınlar onlar için "ahvah" etti, hatta adına kulüp kuruldu "evlenin" diye.

Psikopat aşık, kafasında bardak bile kırdı.

Önceki ayların birinde, sokak ortasında küfürleşmeye kadar varan kavga...

Sonra unutuldu gitti... Türkiye rahat nefes aldı!

Kimden mi bahsediyoruz:

Caner ve Tülin'den...

Uzun bir sessizlik sonrası, gazete manşetlerinde bir haber patladı:

"Tülin ve Caner evlendi."

Bal gibi sansasyon bir haber.

Ama insan ister istemez "acaba" diyor ve merak ediyor:

"Gerçekten mi evlendiler?" diye.

Haber özetini okurken gerçek ortaya çıkıyor:

"Tülin ve Caner, Adana'da evlendi. Ama rol icabı."

Buyrun! Bu film bitmez...

Meğer, yeni başlayacak bir televizyon dizisinin tanıtımı için "gelin/damat" numaraları yapıyorlar... ve gazetelere poz veriyorlar.

Adeta "daha bizden çekeceğiniz var" der gibi.

Birileri bunlara sponsor olsa da, artık ebediyyen sussalar!

18.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004