Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nejat EREN

Dünyanın bahtiyar insanları ve mübarek bir belde



Cenâb-ı Hakkın kaderi var, kazası var, atası var. Hepsi fazlından ve rahmetindendir. Kâinatı kuşatan sonsuz rahmet ve kereminin en şereflisi insanoğlu. Aynı zamanda en gaddar, zalim, nankörü de o.

Bu kaderin çizgisi. Bu imtihan sırrı. Bu hayatın muamması. Bu sırları, muammaları, imtihanları Allah’ın inayet ve keremiyle çözenler var. Tevekkül ve teslim ile bu yolda yürüyenler var. Su içip bal yapan arı da, su içip zehir akıtan yılan da aynı ortamlarda yaşıyor.

Dünyanın imarcısı, şeref madalyası, hakikî misafiri muhakkak ki kendisini bilen, yaratanını bilen, hayatı bilen, haddini bilen eşref-i mahlûkat olan “insandır.” Ne mutlu!

Üç haftadır bu “bahtiyar insanların” içerisindeyim. Kadir ve kıymetini bilenler için göz nuru, müstesna, manevî atmosferi çok başka ve etkileyici mübarek belde olan Barla’da... Dünyanın en bahtiyar insanlarıyla hemhâl olma Rabbimin büyük bir ihsanı. Sonsuz şükürler olsun!

Nur deryasının ortasında, hayatlarını bu dâvâya adamış fedakâr, sebatkâr, vefakâr dostların arasında ebedî aynalara görüntüler kaydetmek ne güzel, ne büyük bir saadet!

Sade bir hayat, kargaşasız, çok net ve berrak zaman dilimleri! Ümit dolu yüksek hisler! Geceleyin ayrı, gündüzde ayrı değişik muhteşem manzaralar! Yıldızlar, dağlar, göl, kuş cıvıltıları... Böceklerin koro halindeki zikirleri!..

Hayal ve gerçek ortasında yüce bir dâvâ için harcanan bir asra yaklaşan bir ömür ve cihanı manevî kanatları ve bütün sıcaklığıyla kucaklayan bir büyük dâvâ! Her taraf taptaze ve canlı hatıralara dolu!

Koca Sultan! Bediüzzaman işte burada aramızda!

Sıddık Süleyman’ın sâdıkıyeti hâlâ bu asumanda asılı!

Şamlı Hafız, sanki hokkasını mürekkebe batırıp hâlâ ilhamen gelen risâleleri yazıyor!

Santral Sabri, tâ Bedre’den baston tıkırtılarıyla, defalarca olduğu gibi, Üstadın ihtiyacını hiss-i kable’l-vuku ile bilmiş, Yokuşbaşı mevkiine yaya olarak yine bir hizmete geliyor, kerâmetvârî bir şekilde!

Takva kahramanı Hafız Ali, Sava medresesine göndereceği Nurları bekliyor, hâhiş bir hâlet içinde.

Hasan Feyzi’nin yanık bağrından çıkan şiirler gökkubbede kulakları çınlatıyor!

Hüsrev çilehâneye döndürdüğü evinin köşesinde habire yazıyor da yazıyor!

Sav medresesinin bütün fertleri, istisnasız iş başında!

Gecenin karanlığında jandarma postallarının ürkütücü çatırtılarına rağmen yüklüklerde kandiller ışığında, matbaalara taş çıkartan bir azim, gayret ve cihad aşkıyla çalışıyorlar!

Zübeyir, kendinden geçmiş, bütün varlığını ve hayatını fedâ ettiği Üstadının ağzından çıkacak emirleri bekliyor bir şâhenşah gibi kapının eşiğinde!

Bayram, benliğinden geçmiş, eşsiz müceddidin vereceği işarete âmâde evin köşesinde, hemen duvarın dibinde!

Tahîrî, vak'arı, fedakârlığı ve vefasıyla tefekkür ve zikirle meşgul rahlenin başında!

Ceylan, durum tesbiti yapıp kendisine terettüp edecek vazifenin emir ânını kaçırmama dikkatinde!

Bütün Isparta, Barla, Sav, Kuleönü, İslâmköy, Atabey ayakta! Nurların neşriyle haşir neşir!

Bütün mesâiler Nurun aşkına kanalize edilmiş.

İşte Sungur geliyor! Daha da gençleşmiş, dinçleşmiş, silkinip dessas oyunları boşa çıkarmış. Bin kişilik genç bir fedakârlar ordusuyla, Güney Afrika’dan Ukrayna’ya, Mısır’dan Japonya’ya kadar hizmet erleriyle, taşıyla toprağıyla mübarek belde Isparta’ya adeta bir çıkarma yaparak Üstadına sadakatini bir defa daha ispat etmenin huzurunu ve keyfini yaşıyor.

Sağına, Üstadın varislerinden Tillolu Said Özdemir’i, soluna Kastamonulu Abdullah Yeğin’i, arkasına mukaddes topraklardan gelen şeref misafirleri “Seyyidler cemaatinin temsilcilerini” alarak sanki düşman çatlatıyor. Ayaktayız diyor!

Anadolu’yu ve Dünya’yı turluyor. Dünyada devam eden imansızlık yangınını, anarşi belâsını söndürmeye hazırlanıyor. “Manevî asayişi temin etmek için seferberlik devam ediyor” mesajını veriyor.

İnsanlık âlemindeki, Küre-i Arz’daki kini, gerilimi, düşmanlığı, savaşı, dövüşü, kanı, belâyı, kavgayı durdurmayı ve bütün bu olumsuzlukların karşısında durmayı kendisine en büyük gâye edinmiş bir büyük mücahidin ahfadı bu grup!

Yani Nur Talebeleri!

Dünyanın en bahtiyar ve mutlu insanları! İnsanlığın yüz akı bir şahs-ı manevî bu!

Hemcinslerinin mutluluğu için kendinden geçmiş, hayatını, canını, malını ortaya koymuş serdengeçtiler!

Şimdi taşıyla, toprağıyla mübarek bir belde olan Isparta ve civarı “Nur” kokuyor, “Nur” saçıyor, “Nur” kokluyor!

“Nur” yağıyor, bu mekânların taşına, toprağına, dağına, gölüne, caddesine, damına!

Bütün bunların merkezinde tabiî ki Barla var! Barla bir başka güzel, hele de bu mevsimde! Bediüzzaman’ın evi! İlk Medrese-i Nuriye!

Sungur’un dershanesi!

Bayram’ın medresesi!

Yeni Asya’nın tesisleri!

Çam Dağı Otel’in mekânları!

Hepsi “Nur”a koşanlara hizmet vermekle meşgul.

Çam Dağı’ndan yeller esiyor!

Karakavak’tan sular fışkırıyor!

Ulu Çınar’dan hışırtılar, zikirler geliyor!

“Barla Denizi”ndeki yakamoz semayı ışıklandırıyor!

Gelincik Dağı’ndan fıtrî esintiler yağıyor!

Asrî mezarlıkta Bayram’ın, Sıddık Süleyman’ın, Ali Uçar’ın ve nice kahraman fedakârın ruhlarına okunan Kur’ân’ların ruhlara hayat veren İlâhî nağmeleri yükseliyor!

Hepsi burada toplanmışlar, birisi şarkta, birisi garbda, birisi cenubda, birisi şimalde, birisi dünyada, birisi ahirette olsalar da onlar aynı dâvâda birleşmeye söz vermişlerdi.

Şimdi bu söz tahakkuk ediyor!

Hepsi iş başında!

Hizmet kervanı devam ediyor!

Kıyamete kadar inşaallah. Cennetâsâ baharların ayak sesleri daha yakından geliyor.

Barla’nın halkı, Belediye başkanından başlayarak tüm resmî görevlileri, buradaki cemaatlerin değerli temsilcileri, ele ele, gönül gönüle vermişler, buraya gelen ve gelecek olan bahtiyar misafirlerine “nasıl hizmet edebiliriz”in derdine düşmüşler.

Barla gün geçtikçe daha da güzelleşecek ve dünyanın cazibe merkezlerinden birisi haline gelecek inşallah!

Bütün bunların daha iyisini ve daha ilerisini bire bir yaşamak ancak Barla’da akşamlamak, Barla’da sabahlamakla mümkün olacağının tespitini yaparak saygılar sunuyorum.

Barla, rahmet ve şefkatle kucağını açmış kadîm dostlarını bekliyor!

26.08.2006

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Dinlenmek ve savaşmak



Gazetelerin yazdığına göre, Dışişleri Bakanımız İsrail ziyaretinde esir üç İsrailli askerin aileleriyle görüşmüş ve annelerin acılarını paylaşmış. Görüşmenin basına sızdırılmasıyla da acıya herkes ortak oldu. Belki de Bakan kolay olanı yaptı. İsrail hapishanelerinde sorgusuz sualsiz tutulan binlerce Filistinli ve Lübnanlı’nın aileleriyle de görüşmeye kalksa belki de İsrail bombardımanının yıkıntıları arasında kalan anneleri bulmakta zorlanacaktı.

İsrailli anneler denince hatırıma bir hikâye geldi. Hikâye yaklaşık iki yıl önce bir İsrail gazetesi olan Haaretz’de geçmişti. Hadise on dokuzuncu asrın sonlarında Rusya’da geçer. Rusya Osmanlı’ya savaş açmıştır. Osmanlı’nın çöküş yıllarıdır. Rusya düzenli askerin yanında gönüllü asker de toplamaktadır. Öyle bir hava oluşturulmuştur ki, Osmanlı’nın çöküş yılları ya, herkes “Türk öldürmeye” yağmadan pay kapmaya çağrılmaktadır. O zamanlar Batıda olduğu gibi Rusya’da da aşağılanan ve hor görülen Musevî cemaati ve ileri gelenleri de, İslâma olan husûmetten midir, yoksa Rus halkına yaranmak maksadıyla mıdır bilinmez ama onlar da Yahudi gençlerini savaşa katılması için teşvik etmektedirler. Musevî anne savaşa katılacak olan oğlunu karşısına alır ve nasihatler etmeye ve tavsiyelerde bulunmaya başlar, en önemli endişesi de oğlunun yorulmasıdır, der ki: “Bak oğlum, bir Türk öldür, sonra dinlen. Daha sonra bir Türk daha öldür, sonra tekrar dinlen.”

Kadın aynı şekilde devam etmektedir. Asker dayanamaz ve en sonunda der: “Ya Türklerden birisi de beni vurursa?” kadının gözleri fal taşı gibi açılır ve şaşkınlıkla sorar: “Neden vursun ki, Türklerin seninle ne işi var?”

İsrailli yazar ordularının Filistinlilere karşı yaptıkları haksız saldırılarından o kadar rahatsız olmuş ki bunun da mutlaka bir karşılığı olacağı endişesini duyarak İsrail halkını ve özellikle hükümeti ikaz ediyor, hükümetlerini hikâyedeki kadın gibi hareket etmekle suçluyor.

Filistinli ve Lübnanlı öldürmeye giden İsrailli askerlere anneleri şimdi ne diyor, ne tavsiyelerde bulunuyor, bilmiyoruz ama İsrail ve Batı dinlenip dinlenip saldırıyor. Ateşkes ve barış insanî amaçlı değil, sadece dinlenmek ve güç toplamak maksadıyla yapılıyor. Karşılığında gördüğü ölçülü ya da ölçüsüz en küçük bir tepkiden güya büyük bir şaşkınlık duyarak kontrolündeki medya veya çeşitli güçlerle ortalığı ayağa kaldırıyor. Doğu milletlerini itiraza, ses çıkarmaya hakkı olmayan kurbanlık koyun olarak görüyorlar.

Aslında bütün mesele mantıkta, anlayışta ve dünya görüşünde yatıyor. Batı, tarih boyunca olduğu gibi bu gün de Doğuyu ister Türk olsun, ister Arap, hep diğerleri olarak görmüş asla insanî muameleye lâyık milletler olarak görmemiştir. Kendi dışındaki tüm toplumları, dinleri ve milletleri barbar olarak niteleyen Batı kendisini bir türlü gerçek barbarlıktan kurtaramadı, kana ve yağmaya doymadı. Ortaçağdan bu yana değişen fazla bir şey yok. Lüks tüketim maddeleri, pahalı yiyecek ve giyecekler insanı medenî yapmaya yetmiyor. Bazen de birilerinin daha çok ezilmesine ve daha çok sömürülmesine sebep olabiliyor.

Son olarak milletler arası insanî kuruluşlar, İsrail’in Lübnan’da yaptığı katliâmları iddia ettiği gibi kazayla değil, kasten yaptığını delilleriyle açıkladı. Ülkeyi teslime zorlamak için çocuklar acımasızca öldürülmüş. Demek ki, Hz. İbrahim ve Hz. Musa’ya engel olmak için çocukları katleden Nemrut ve Firavunların habis ruhu imtihan sırrı olarak yeryüzündeki vazifesini icra ediyor.

İslâm daha ilk yıllarında savaş hukukunu ortaya koydu. Savaşa giden askerine kadın, çocuk, ihtiyar ve sivillere iyi davranmayı emretti, zarar vermeyi yasakladı. Batı ancak bin dört yüz sene sonra bu prensipleri kısmen de olsa “Cenevre sözleşmesi” ile kabul etti. O da demek ki sadece kâğıt üzerinde ve mağlûplar için geçerli.

Batı hep kaba kuvvete dayanıyor. Aslında kaba kuvvet ve zorbalık iflâh olmaz bir hastalıktır ve yok oluncaya kadar devam eder. Hariçte yok edilmezse dahilde birbirini yer, yok eder. Haçlı savaşlarında zorbalığa alışanlar, dönüşlerinde Avrupa’ya birkaç asır nefes aldırmayan savaşlara sebep olmuşlardır. Birinci Dünya Savaşıyla İslâm dünyasını parça parça eden Avrupa, savaşsız duramamış İkinci Dünya Savaşı ile yerle bir olmuştur. O gün bu gündür artık Avrupa’nın ciddî bir ağırlığı yoktur.

Bakalım şimdi sıra kimlerde?

26.08.2006

E-Posta: [email protected]




S. Bahaddin YAŞAR

Aile meclisi kararları ve sonuçları!



Aile meclisi kararı

Zaman zaman gazetelerin üçüncü sayfalarına düşen haberlerden birisi olarak görüyoruz konuyu. Törelerin kör gözü, bir şekilde kararmış hayatları ortadan kaldırıyor. Tamir yok, arızalanan ortadan kaldırılıyor. Oysa ki suç oluşurken, hayatlar kararırken sorumluluk alan olmuyor.

Kolayı tercih ediliyor:

‘Aile meclisi kararıyla kurşunlandı!’ Aile meclisi kararı infaz edildi!’ gibi haberler.

Evet, aile meclisleri son zamanlarda hep olumsuz sonuçlar için toplanır oldu. Nerede öldürülecek birisi var, hemen büyükler toplanıyorlar ve ilgili kişinin infazına karar veriyorlar. Böyle bir karar alma ve uygulama yetkisini ne din, ne de modern hukuk bu insanlara vermiyor. ‘Töre böyle’ diye tutturulan yanlışlar, yeni yeni yanlışların doğmalarına zemin hazırlıyor.

Peki aynı aile meclisleri o ilgili kişinin (kadının-erkeğin) yanlış adım atmaması için neden toplanmıyor?

Aynı aile meclisleri denk olmayan evlilikler yapılırken, neden bir toplantı yapıp, ‘Hayır, böyle olamaz’ demiyorlar?

Aynı aile meclisleri, 50-60 yaşlarındaki adamlarla (ihtiyarlarla) 15-20 yaşlarındaki kızlar evlendirilirken, neden ‘Olamaz böyle bir şey’ demiyorlar?

Aynı aile meclisleri, evlenmiş ama artık geçim derdine düşmüş evlilere; neden ‘Nasıl destekler bulabiliriz’ diye düşünmüyorlar?

Aynı aile meclisleri, ailelerin çocuklarının eğitilmesi amacına dönük, neden değişik projeler için bir araya gelmiyorlar ve yapıcı kararlar almıyorlar?

Aynı aile meclisleri, başlık parası adı altında herhangi bir mal gibi kızlar satılırken, neden olaya müdahale etmiyorlar?

Aileyi en güzel dinin hükümleri korur

Ailenin, toplumun yapı taşı olduğunu kabul ediyoruz.

Ailenin ve aile bireylerinin her türlü kötülüklerden korunması gerektiğini savunuyoruz.

Ailenin toplumun da geleceğini oluşturacağına inanıyoruz.

Aile bozulursa, toplumun bozulacağını biliyoruz.

Aile bireyleri arasında demokratik yapının mutlaka işlemesi gerektiğini savunuyoruz.

Bu çatı altındaki her bireyin, ayrı ayrı haklara sahip olduğunu ve hiç kimsenin yaşama hakkına, hiç kimsenin kastetmek gibi bir hakkının bulunmadığını biliyoruz.

Ailelerin toplumdan topluma da değiştiğini, her toplumun ailesini koruyan değer yargılarının farklı farklı kaynaklardan beslendiğini de biliyoruz. Onun için bizim aile yapımızı koruyan değer yargılarının dinimizden geldiğini ve dinimizin aile çatısını mukaddes bir hayat alanı olarak değerlendirdiğini idrak ediyoruz.

Bir konu için aile meclisini toplayan hangi aile büyükleri, içinde oldukları durumun dinî boyutunu bir ilgiliden sormuşlardır?

Cehaletin yardımı ve şeytanın da teşvikiyle; bir yanlışı bir başka yanlışla düzeltmeye kalkmak, cehalete kurban olmak değil de nedir.

Aile ocakları çok dikkatle kurulmalıdır. O ocakların sağlıklı olması için de, aile bireylerinden akraba çevrelerine, komşuluk ilişkilerinden devletin kurumlarına kadar sorumluluklar bulunmaktadır.

Herkes, başarısız bir sonuç ortaya çıkmışsa; ‘Bana düşen ne idi, ne kadarını yapabildim ya da yapamadım’ muhasebesini yapmalı.

Sebepler ve sonuçları

Sonuçları değil, sonuçları doğuran sebepleri ortadan kaldırmak sağlıklılık alâmeti. Ortaya çıkan olumsuz sonuçlarda harekete geçmeden önce; olumsuz sonuçlar ortaya çıkmadan harekete geçmek ve olumsuzluğun giderilmesi için adım atmak, aydın insanlara yakışan bir davranıştır.

Sebepler kişiyi hırpalarken seyretmek, sonucun oluşumuna katkıda bulunmak demektir. Sebeplerin ortadan kaldırılması için ‘bir şeyler’ yapmak, kişiyi mesuliyetten kurtarabilir.

Bazen basit bir şeyi yapmamak, çok büyük şeylerin oluşumuna sebeptir.

Ortaya çıkan sonuçlarda bir şekilde herkesin bir dahli vardır. Dahli oranında kişi mesuldür.

Müsbet kararlar almak,

müsbet sonuçlar doğuruyor

Aile meclisleri, sadece menfi kararlar için bir araya gelmemelidir. Müsbet kararlar, menfi kararların doğuş sebeplerini ortadan kaldırıyor.

Evet, her aile bir meclistir. Ve bu meclisin bir yönetime ihtiyacı vardır. Baskıcı ve diğer bireyleri yok farz eden bir yaklaşım artık çağ dışı. Bu kör alışkanlıkların dinimizle de zerre kadar bir bağlantısı yok. Çünkü dinimizde esas olan tahrip değil, tamirdir.

Her hafta, belirlenen günde, bizim aile meclisimiz de toplanıyor ve belli kararlar alıp uyguluyor. Yanlış örnek örnek değildir. Biz, doğruları örnek alıp uyguluyoruz.

İşte size, taptaze, müsbet bir aile meclisi kararı ve sonuçları:

04.07.2006 tarihli aile meclisi kararı:

‘Her birey, toplantıya bir hadis öğrenmiş olarak katılacak.”

Küçük ev arkadaşlarımızın topladıkları hadislerden bir kaçını sizinle de paylaşalım.

1- Siz bu dünyaya kolaylaştırmak için gönderildiniz; zorlaştırmak için değil.

2- Fatıma namusunu koruduğu için Allah onu ve neslini Cehenneme haram kıldı.

3- Size istemeksizin bir şey verildiğinde, ondan yeyin ve başkalarına da ikram edin.

4- Kalbini tırmalayan iş yapma.

5- Alim olmayan, ilim öğrenmeyen bizden değildir.

6- Müslümanı aldatan, ona zarar veren, ona hile yapan bizden değildir.

Nurenda ve Nurseda’ya teşekkürler.

26.08.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İlmî, ekonomik gelişmeler de güçlü imanla mümkün



İman ile aynı zamanda sonsuz Kudret Sahibine tevekkül ile, olumlu ve ulvî meselelerde yükselme; felâket, musibet gibi olumsuz olaylardan ölüme kadar herşeye karşı müthiş bir direnme gücü elde edilir.

Güçlü iman sahibi; kâinatın Sahibinin sonsuz kudreti, ilmi, isim ve sıfatları bulunduğunu; her yerde hâzır ve nâzır olduğunu bilir. Meleklerin İlâhî kameramanlar gibi her söz, fiil ve hareketleri kaydettiklerine inanır. O takdirde de olumsuz fiil, söz ve hareketlerden kaçınır; ibadete, ilme, çalışmaya, nezaket ve nezahete yönelir. Bu da, istikamet, düzen, dayanışma ve yardımlaşmaya yöneltir.

İlâhî plan ve program olan kadere iman ise; planlı ve programlı bir hayat sürmemizi sağlar. Ahirete iman, haksızlık, zulüm, sefahet gibi olumsuzluklardan uzaklaşıp; adalet, merhamet, yardım, dayanışma, ibadet, zikir gibi olumlu faaliyetler içine girmemiz demektir.

Müslümanların ilmî, ekonomik ve teknolojik gelişme sağlaması da yine iman gücü nisbetindedir. Allah’a, Kitaplara (Kur’ân’a), Peygamberlere iman ile, teknolojinin en son sınırını çizen peygamberlerin gösterdiği mu’cizelerden ilham alarak ilmî ve teknolojik çalışmalara meyledilir.

Ve kezâ, İslâm şartları, ibadetler imanın gücü nisbetinde yerine getirilir. İbadetler ise, ferdî, ailevî ve sosyal düzeni, dayanışmayı, yardımlaşmayı otomatik olarak sağlar.

Ekonominin itici gücü de temelde imandır. Zira, Kur’ân’a ve getirdiklerine iman; zekâtı ihya ve faizden kaçınmayı gerektirir. İmanı güçlü olan; ekonominin itici gücü olan zekâtı verir; miskinlik ve sömürü vasıtası olan faize bulaşmaz. Bu da, ülkenin kalkınması, iş sahalarının açılması demektir.

Diğer İslâm şartlarını yerine getirenler, cemaatle namaz ve hacda olduğu gibi bir araya gelir; kaynaşır, danışır, fikir, kültür, tecrübe alışverişinde bulunur. Bu ise, terakkî, kalkınma ve zenginleşmek demektir.

Tarih buna şahittir. Müslümanlar İslâmiyete sarıldıkları zaman terakkî etmiş; uzaklaştıklarında da belâ ve musibetlere hedef olmuş; geri kalmışlardır.

Müslümanların yükselme dönemlerindeki eğitim sisteminde iman temel ders olarak ele alınır; tefekkür ve ibadetlerle pratiğe geçirilerek detaylı bir şekilde işlenerek özümsenirdi. Tahkikî iman, elde edildiğinde hayatın her katmanında, her safhasında, her söz, fiil ve davranışta tezahür eden bir sır olur. Ve o iman sahibi kâinata meydan okuyabilir! Tıpki Sasâni, Roma ve Pers medeniyetleri dahil tüm çapulcu Araplar, kendi kabilesi Kureyş, hattâ en yakın akrabaları, öz amcası cephe aldığı halde; yalnız başına, üstelik yetim olan ve hiçbir maddî gücü bulunmayan Peygamberimizin (asm), insanlığa barış, huzur ve mutluluk getirmesi, İslâmiyeti dünyaya hâkim kılması gibi.

Birkaç asırdır eğitim sisteminde (medrese, tekye ve zâviye dahil) iman şartları yalnızca okunup geçilir, üstünkörü öğrenilir ve eski dönemlerin anlayışı tekrarlanır oldu. Bunun yanında, teferruat meseleler, en ince detaylarına kadar işleniyordu. Hayatın bütününü ele alan ilmihal kitaplarına bakılsa, bu açıkça görülür. İman esasları sadece anlatılır ve geçilir; ibadet ve amelî/şekil yönü teferruatına kadar didik didik incelenirdi. Bugün de aynı sistem devam etmektedir. Oysa, ilmî ve teknik gelişmelere paralel iman esaslarının da bir zaviye kazanması gerekir. İtiraf edelim ki, imanın ne olduğunu tam olarak bilemediğimiz gibi, güçlü bir imanın çalışma, ilim ve tefekkürle nasıl kazanılabileceğinin de pek farkında değiliz.

Son birkaç asırdır içine düştüğümüz anaforlardan birisi iman zaafı olsa gerek. İman zaafı, hayatımızın tüm katmanlarına sirayet ederek bizi güçsüz kılmış. Bunu aşmanın yolu, imanı yeniden ele almak ve güçlendirmektir. Nisa Sûresi’nin 136. âyetinde, “Ey iman edenler, îmân ediniz!” tabiriyle iman edenlerin iman etmesine vurgu ve tahşidat yapılmasının sırrını kavramak gerekir.

26.08.2006

E-Posta: [email protected] - [email protected].




Abdil YILDIRIM

Yeniden başlamak



Çukura düşen bir karınca, minik adımları ile yukarı doğru tırmanıyor, tam çukurdan çıkacağı anda ayağının altındaki toprak zerreleri kayıyor ve karınca tekrar çukurun dibine düşüyor. Fakat hiç vakit kaybetmeden tekrar tırmanış başlıyor. Yine düşüyor, yine tırmanıyor, bu iş defalarca tekrar ediliyor. Kimbilir kaçıncı teşebbüsten sonra karınca çukurdan çıkmayı başarıyor. Yani bir karınca, kendi boyundan çok büyük bir çukurdan çıkmak için defalarca tırmanmak zorunda kalıyor ve her düşüşten sonra yeniden tırmanışa geçiyor.

Biz de günlük yaşantımız içinde bir çok zorluklarla karşılaşıyoruz. Zira hayat yolu, çok çeşitli tuzaklar, barikatlar ve çukurlarla doludur. Gaflet dereleri, günah çukurları, nefis ve şaytanın tuzakları, geçim derdi, hastalık, ihtiyaç ve zarûret gibi zorluklarla her an karşı karşıya bulunuyoruz. Bu badirelerin bazılarından küçük bir gayretle kurtulup yolumuza devam ederken, bazılarından kurtulmak için de çok büyük çabalar sarfetmek zorunda kalıyoruz.

İnsan olarak, âcizlik, fakirlik, hüsran ve nisyan gibi noksanlarımız olduğu gibi, azim, gayret, ümit, şevk, tevekkül ve teşebbüs gibi meziyetlerimiz de mevcuttur. Fakat nedense çok defa meziyetlerimiz yerine noksanlarımız ön plana çıkıyor. Zorluklar karşısında hemen pes edip teslimiyet bayrağını çekiyoruz. Sonra da “Kaderimiz böyleymiş” diyerek kendi kusurlarımızı kadere havale ediyoruz.

Güçlükler karşısından bir karınca kadar gayret gösteremiyorsak, insanlığımızı sorgulamamız gerekir diye düşünüyorum.

Bediüzzaman Hazretleri, “Yeis her kemâle mânidir” diyor. Bunun tersi olan ümit, şevk ve gayret ise, her türlü başarının anahtarıdır. Ümidin kaynağı da, imandır. “İman hem nurdur, hem kuvvettir, hakikî imanı elde eden kişi, kâinata meydan okuyabilir.”

Hayat, monoton bir yolculuktan ibaret değildir. Hayat yolculuğunun her anında karşımıza yüksek bir engel, derin bir çukur çıkabilir. Bunları aşmak için ilk teşebbüsümüzde başarısız da olabiliriz. Ama başarmak azim ve ümidi ile yeniden harekete geçersek, aşamıyacağımız engel ve çıkamayacağımız çukur yoktur.

Yeter ki her düşüşün sonunda yeniden başlamasını bilelim ve başlarken de “BİSMİLLAH”ın kuvvet ve bereketinden istifade edelim.

BİSMİLLAH

“Allah adın zikredelim evvelâ,”

Her hayırlı işin başı Bismillah.

“Cümle işte vâcib oldu her kula,”

Kâinatın temel taşı Bismillah.

Bil ey nefsim şu mübarek kelime,

Bir İslâm nişânı verir eline,

Tesbih olmuş mevcudatın diline,

Bütün zikirlerin başı Bismillah.

Bitkiler tâzimle Bismillah diyor,

Yerden yemi, gökten suyu geliyor,

İnce bir kök kayaları deliyor,

Yumuşatır demiri, taşı Bismillah.

Bismillah der ağaçların dilleri,

Yaprakları, çiçekleri, dalları,

Leziz meyvelerle dolar kolları,

Rezzak isminin nakışı Bismillah.

Toprak Bismillah der, bağrı ot olur,

İnek ot yer, memesinde süt olur,

Damla Bismillah der, bir rahmet olur,

Bahara çevirir kışı Bismillah.

Bismillah ne büyük, tükenmez kuvvet,

Eksilmez hazine, bitmez bereket,

En güzel sermaye, en büyük servet,

Elmasa çevirir taşı Bismillah.

Bismillah diyerek, yürürse bir kul

Dağ ve deniz olur ona tozlu yol,

“Ey ateş serin ve selâmetli ol”

Suya çevirir ateşi Bismillah.

Akıllı bir tüccar olmak istersen,

Besmeleyle başla, ne alıp versen,

Her işin denk gider Bismillah dersen,

Dindirir gözlerde yaşı Bismillah.

Besmele dillerde en güzel kelâm,

Onunla ayakta duruyor âlem,

Onunla başla ve işle vesselâm.

Kolay eder en zor işi Bismillah.

26.08.2006

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

“Memurun hakkı”'ndan kim gelecek?



“Onlar amirlik sevdasında…”

“Bütün memurları biz temsil ediyoruz…”

“Onlar devlet güdümünde…”

“Onlar PKK sempatizanı…”

İşte bütün bu sözler hükümetle pazarlığa oturan memur sendikalarının birbirini suçlayıcı sözleri. Görüşmelerin başlangıcında bu sözlerle de yetinilmedi, iş fiziksel şiddete kadar götürüldü…

Toplu görüşmeler adeta üç memur konfederasyonunun hükümetle değil, birbirleriyle olan mücadelesine sahne oluyor. Maaşının yükseleceği umuduyla görüşmeleri izleyen milyonlarca memur ise, tarafların değil aynı taraftaki konfederasyonların kavgalarını ibretle izliyor.

* * *

Kamu İşveren Kurulu ile memur sendikaları arasındaki toplu görüşmelerin bu yıl beşincisi yapılıyor. Memur sendikaları, 1.5 milyonu aşkın memurun merakla beklediği toplu görüşmeler için ayın 15’inden beri 4 defa hükümetle masaya oturdu. Her görüşmeden sonra konfederasyonlar arasında bu tartışmalar sürüp gitti. Hükümet adına Kamu İşveren Kurulu Başkanı olan Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in “Diğer konfederasyon başkanları da daha çok çalışsınlar, en fazla üyeye sahip konfederasyon başkanı haline gelsinler, onlarla da birlikte açıklama yapalım” şeklindeki sözleri görüşmelerde tansiyonu iyice arttırdı.

Türkiye Kamu-Sen aile ve çocuk yardımı hariç en düşük memur maaşının 1.023 YTL, KESK 1.054 YTL olmasını talep ediyor. Memur-Sen ise sosyal yardımlarla birlikte en düşük memur maaşının 1.475 YTL’ye yükseltilmesini istiyor. Bunun karşılığında ise hükümet 2007 yılı için enflasyonun TÜFE’de yüzde 4 gerçekleşmesinin beklendiğini, bu sebeple memura yüzde 4 artı enflasyon farkı önerebileceğini açıkladı. İşte görüşmeleri en çok geren bu rakam oldu. Hükümetin bu teklifi, memur konfederasyonları tarafından “komik”, “memura hakaret”, “kabul edilemez” şeklinde değerlendirildi.

Konfederasyonlar, şimdi hükümetin bakanlar kurulu toplantısından sonra masaya “daha ciddi ve gerçekçi bir teklif” getirmesini bekliyor.

* * *

Burada dikkat çekmek istediğimiz bir konu ise, daha toplu görüşmeler başlamadan birkaç gün önce Maliye Bakanlığının, 3 yıllık program kapsamında 2007-2008-2009 zam oranlarını açıklaması… İnsanın aklına şu soru geliyor. “Madem zam oranı belirlendi ve şimdiden açıklıyorsunuz, o zaman toplu görüşmeler çay içmek, yer kavgası yapmak, başkan kim olacak diye tartışmak için mi yapılıyor?”

Öte yandan, toplu görüşmelerde bu yıl yeni bir teamül uygulandı. Kamu İşveren Kurulu’nun şimdiye kadar gelen teamüle aykırı olarak sadece bir konfederasyonu yetkili olarak görmesi ve diğer sendikaları dışlaması “memurun hakkını korumak için bir araya gelemeyen sendikaların daha da parçalanması için düşünülmüş ustaca bir oyun” olarak değerlendiriliyor.

Bu arada tek suçlunun, bir türlü birleşemeyen, taleplerini bir araya getirip hükümetin karşısına güçlü bir şekilde çıkamayan sendikaların olmadığını söylemekte yarar var. Sendikalar hükümetin karşısında tek vücut olsalar da, görüşmelerin sonucunu yine hükümet belirliyor. Hükümet isterse veriyor, istemezse vermiyor. Bu durumun değişmesi için ortak kanaat, toplu görüşme geleneğinin toplu sözleşme olarak değişmesi ve grev hakkının sağlanması…

* * *

Memur konfederasyonlarının ilke birliğine varamamaları ve kendi aralarında tartışma yapmaları iyi bir görüntü olarak görülmedi. Konfederasyonların kendi aralarında uyum sağlayamadan hükümetin karşısına çıkıp farklı rakamlar ortaya koymaları da konfederasyonların hükümet karşısındaki pazarlık gücünü azalttı.

Konfederasyonların arasındaki anlaşmazlık memurların konfederasyonlara olan güvenini zedeledi. Bu sonuca şuradan vardık: Kamu-Sen’in internet sitesinde yaptığı ve halen devam eden ankete katılanların memur sendikalarına “ne kadar güvendiğini” gözler önüne seriyor. Ankete göre “çok olumlu ve etkili” diyenlerin oranı yüzde 13.2 olurken, “Hükümete karşı dik duruşunu yine sergiliyor” diyenlerin oranı yüzde 9.8. Medya üzerinde daha etkin olmalı” diyenlerin oranı ise yüzde 27.4 olmuş. Belki de anketin en çarpıcı sonucu “eksiklik var” seçeneğinde gerçekleşmiş. Bu oran da yüzde 49.6…

Umarız bu sonuçlar konfederasyonlara bir ölçü olur…

Görüşmelerin 30 Ağustos’a kadar tamamlanması gerekiyor. Anlaşma sağlandığı takdirde, taraflar arasında mutabakat metni imzalanarak, Bakanlar Kuruluna sunulacak. Anlaşmazlık durumunda ise Yüksek Hakem Kurulu Başkanı ve 4 öğretim görevlisinden oluşan Uzlaştırma Kurulu devreye girecek. Kurulun 5 gün içerisinde vereceği karara tarafların katılmaları halinde, sonuç mutabakat metni olarak Bakanlar Kuruluna sunulacak…

Kavga gürültü ile başlayan ve tartışmalarla devam eden görüşmeler KESK’in “bugüne kadar kamu çalışanları lehine hiçbir sonuç alınamadığı”nı belirtip çekilmesiyle farklı bir mecraya girdi. Bakalım bu çekilmenin ardından görüşmeler nasıl bir seyir izleyecek? Bekleyelim görelim…

26.08.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Düşman’lık daha mı kolay?



‘Barış’ ve ‘kardeşlik’ demek olan İslâma ‘düşman’ olanların sayısında artış olduğu ifade ediliyor ki bu durum, ancak insanın ‘bilmediği şeye düşman olması’ ile açıklanabilir.

Şahısların ve toplumların huzur ve saadetini temin eden İslâmın ‘düşman’ olarak bilinmesi ve bu korkunun bilhassa Amerika ve Avrupa’da temel bulması, ‘ifsat şebekeleri’nin arayıp da bulamadığı bir durum olsa gerek.

“İslamofobi/İslâm korkusu” özellikle 11 Eylül 2001’deki “İkiz Kule” saldırısından sonra körüklendi. Bu çirkin ‘tuzak’ İslâma mal edilmeye çalışıldı ve bu sebeple bir anlamda ‘Müslüman avı’ başlatıldı. Körüklenen ‘İslâm ve Müslüman korkusu’ akıl ve iz’an sınırlarını maalesef aştı. Öyle ki, zaman zaman kişiler sadece ‘dış görünüşleri sebebiyle’ suçlu ilân edildiler ve ‘seyahat özgürlükleri’ dahi engellendi.

Gelinen noktada ‘ifsat şebekeleri’ başarı kazanmış görünseler de bu ‘tuzak’ları kuranların, kendi kurdukları ‘tuzak’lara düşecekleri bilinmelidir. 11 Eylül saldırısı sonrası ‘İslâmdan korkma’larda artış gözlendi, ancak daha sonra ortaya çıkan ‘merak’ sebebiyle ‘İslâma teslim olanlar’ın daha da fazla olduğu gözlendi. Bu bakımdan, Amerika ve Avrupa’da artışından endişe edilen ‘İslamafobi/İslâm korkusu’nun yanı sıra İslâma teslim olan ‘bahtiyar’ların sayısında da artış olduğu unutulmamalı.

Araştırmacıların işaret ettiği bir nokta da çok dikkat çekici. “İslâm korkusu”nun sadece “Müslümanların azınlık olarak yaşadığı ülkeler”de olmadığı beyan ediliyor ki asıl üzücü olan da bu durumdur. Meselâ, Türkiye ve Tunus bu ‘kötü örnek’lerden biri. “Müslümanların çoğunlukta olduğu” bu ülkelerin “aydın”larında ve bir kısım “yöneticileri”nde de maalesef “İslâm korsusu” var. (Zaman, 22 Ağustos 2006)

İslâmın gerçek yönünü bilememe ve tanıyamamaktan kaynaklanan bu durum, belki de Avrupa ve Amerika’daki “İslâm korkusu”na da zemin teşkil ediyor. Çünkü bu ülkelerde yaşayan “aydın”lar, Türkiye’deki “aydın”larla fikir alış verişinde bulunduklarında gerçekleri değil de “korkular”ı dinliyor.

Devam eden kanunsuz ve hukuksuz başörtüsü yasağı buna sadece bir örnektir. Yasağı Avrupa semalarına taşımak isteyen ‘ifsat şebekeleri’ Türkiye’deki bu yanlış uygulamayı kendilerine örnek almak istiyorlar. Bizdeki bazı ‘aydın’lar da Avrupa’nın başörtüsüne yasak uygulamamasından rahatsız olduklarını beyan etmekten çekinmiyorlar. (Türkiye’de yaşayan ‘aydın’ların; Almanya’da yapılan bir toplantıda, Alman siyasetçilerine ‘Niçin başörtüsünü yasaklamıyorsunuz ki biz de Türkiye’de rahat edelim’ yollu soru sorduğuna bizzat şahit olmuştuk.)

Dünyadaki ‘İslâm korkusu’nu sona erdirmek için ‘Doğru İslâmı ve İslâma lâyık doğruluğu’ ortaya koymak ve ‘güzel örnek’ olmak gerekiyor. İnsanların ‘bilmediği şeye düşman olduğu’ gerçeğini akıldan çıkarmadan; İslâmı ‘ef’âlimizle / hâl ve hareketlerimizle’ ortaya koymalıyız. O zaman İslâma hamile olanların ‘doğum’ yaptığına şahit olabiliriz…

26.08.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yaz molası- 3



Yaz bitmeden, kısa bir ara daha veriyoruz. Tekrar buluşmak dileğiyle. K.G.

26.08.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004