Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

İşitme sistemimiz



Hikmet sahibi Yüce Yaratıcının bize ihsan ettiği en kıymetli organlardan biri işitme sistemimizdir. Bu sistem, Yaratıcıda var olan işitme sıfatının bütün canlılardaki tecellîsidir.

İşitme sistemi doğuştan olmayan veya sonradan kaybeden insanlar için bu kâinat sessizlikler âlemidir. Sağır insan, aynı zamanda dilsizdir de. Çünkü, kendi sesini duymayan ve konuşulanı işitemeyen insan konuşamaz. Ancak belirlenmiş işâretlerle anlaşabilir. Bu açıdan bakıldığında, işitme vasfının ne büyük nimet olduğu anlaşılır.

İşitme sisteminin en dışında, her insana has ve kıvrımlardan meydana gelen dış kulak, bir huni gibi gelen sesleri toplar ve kulak zarına verir. Kulak zarı bir santimetre çapında gerilmiş bir şemsiye gibidir. Bu zar, 1360 gramlık bir basınca dayanıklı olacak tarzda yaratılmıştır. Orta kulakta, çekiç, örs ve üzengi isimleri verilen ve onlara benzeyen üç tane kemik vardır. Bunlar birbirine mafsallarla bağlıdır. Kulak zarına çarpan ses dalgaları bu üç kemikçiği titreştirir. Bu titreşimler oradan iç kulağa intikal ederler. İç kulakta helezon şeklinde yaratılmış ve içten dışa doğru gittikçe incelen koklea adı verilen bir boru vardır. Tamamı 32 milimetre olan bu helezon borunun en kalın yeri 0,36 milimetre, en ince yeri, yani dışarıdaki ucu 0,04 milimetre kalınlığındadır. Bu koklea borusunun kalın tarafı 16 ile 20 frekanslı titreşimleri, en ince kısmı da 20000 frekanslı titreşimleri algılar. Helezon borunun içi bir sıvı ile doludur. Bu sıvıya intikal eden titreşimler, sıvı içindeki özel tüyleri titreştirir. Bu tüylerin titreşmesi ile meydana gelen elektrik akımı, insan kulağında sayısı 25-30 bini bulan sinir liflerine ve oradan işitme sinirine intikal eder ve buradan da beyne geçer. Böylece beyin kulaktan gelen sesleri algılar ve gerekli değerlendirmeyi yapar. Kısaca işitme denilen hârika olay bu tarzda gerçekleşmektedir.

Burada dikkat çeken çok hususlar vardır. Yaratıcı kudret, insan kulağına 16 ile 20000 frekans arası titreşimleri duyma özelliği vermiştir. Bu da, genç bir insan kulağının duyabileceği sınırlardır. Yaşlandıkça bu özellik kaybolmakta ve yaşlı insanlar duyma problemi yaşamaktadırlar. Şâyet, bu sınırların daha alt veya daha üstteki frekansları duyma durumumuz olsa, meselâ; sokakta yürüyen karıncaların ayak seslerini veya uzaydaki gezegen yıldızların sür’at seslerini de duysaydık hayat çekilmez bir hal alırdı. Demek ki, duyma sınırının dışında olan 16’nın altında ve infrason denilen ses altı titreşimleri ve 20.000 üstündeki ultrason adı verilen ses üstü titreşimleri duyamayışımız dahi başlı başına bir nimettir.

Kezâ, çok önemli diğer bir husus da, kulağa gelen seslerin tek ses olmayıp, birden fazla olan frekansların aynı anda üst üste binerek gelen karmaşık titreşimler olmasıdır. Bu titreşimler, iç kulakta ince bir titreşim analizine tâbi tutularak saf sesler tek tek ayrılır, belirlenir, sinir liflerine teslim edilir ve oradan beyne götürülerek idrâk edilir.

Bu muhteşem olaylar zinciri ve onun neticesinde gerçekleşen işitme mucizesi, hangi sebeplerle ve hangi tabiat ve tesâdüfle izah edilebilir? Bir piyanodan on milyon daha küçük ve frekans algısı yüz defa daha geniş olan işitme sistemi, önceden bir plan ve program olmaksızın kendi kendine nasıl oluşabilir? Bütün canlılara verilen farklı derecelerdeki işitme sistemleri buna kıyas edilsin. Bütün bunlar, Allah’ın sonsuz ilim, irade, kudret ve işitme sıfatını göstermiyor mu?

Bütün organlarımız gibi kulak ve işitme nimeti dahi bir emanettir. Emanet ise emanet olarak verenin rızası haricinde kullanılamaz. Eğer kulak iman ile nurlanır ve kulağı verenin emrinde kullanılırsa, kâinattan gelen manevî sesleri, lisan-ı hal ile yapılan zikir ve tesbihleri anlar. Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi “Hattâ o nûr-u iman sayesinde rüzgârların terennümâtını, bulutların nâralarını, denizlerin dalgalarının nağamatını ve hâkeza.. Yağmur, kuş ve sâire gibi her nevîden Rabbâni kelâmları ve ulvî tesbihatı işitir. Sanki kâinat, İlâhi bir mûsikî dâiresidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümâtla kalblere hüzünleri ve Rabbânî aşkları intıba ettirmekle kalbleri, ruhları nûranî âlemlere götürür, pek garip misali levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere ve zevklere gark eder.” (İşârâtü’l-İ’câz, s.78)

İnkâr ile kulak tıkandığı zaman, bu nimetlerden mahrumiyetle birlikte o insanın kalbi hüzün ve kederlerle dolar.

Bu itibarla, dinimiz bazı sesleri helâl, bazılarını da haram kılmıştır. Bediüzzaman’ın dediği gibi: “Ulvî hüzünleri, Rabbanî aşkları îras eden sesler helâldir. Yetimâne hüzünleri, nefsâni şehevâtı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin etmediği kısım ise senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.”

(İşârâtü’l-İ’câz, s.78)

11.10.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kuzey kutbunda ibadet



Danimarka’dan okuyucumuz: “Gecelerin çok kısa olduğu aylarda kuzey bölgelerinde çalışanlar ve öğrenciler akşam ve yatsı namazlarını sürekli olarak cem edebilirler mi? Meselâ Danimarka’da yazın yatsı gece 23.00’ten sonra giriyor, 05.00’te de işe gidenlerimiz var. Yine aynı kişiler kış aylarında takdir esasını dikkate alarak sabah namazını kendi bölgelerinde vakit girmediği halde, erken kılabilirler mi? Çünkü 05.00’te işte olmaları gerekiyor. Ama vakit 06.00’dan sonra giriyor.”

Ali bey: “Altı ay gündüz, altı ay gece olan yerlerde oruç nasıl tutulacaktır?”

Dünya küresinin kuzey ve güney bölgeleri, hiç şüphesiz diğer bölgeler gibi değil. Bir kudret mucizesidir ki, 66 kuzey enleminde 13 Haziran’dan 1 Temmuz’a kadar, 70 kuzey enleminde 17 Mayıs’tan 7 Temmuz’a kadar, 90 kuzey enleminde 6 aya kadar Güneş hiç batmıyor, ufkun üstünde kalıyor. Güney enlemlerinde ise durum bunun tam tersidir.

45 enlem ile 66 enlem arasında bulunan yerlerde ise, gece ve gündüz 24 saatten ibaret ise de, belirli zamanlarda akşamın şafağı ile sabahın fecri birbirine kavuşuyor. Şafak batmadan fecir doğuyor.

Netice olarak, uzunca sürelerde güneşin batmadığı 66 enlemden 90 enleme kadar olan kuzey yarım kürede, namaz vakitleri de normal zamanında girmemiş oluyor. Akşam, yatsı ve sabah namazı vakitleri belirli zamanlarda girmiyor.

Keza 45 enlem ile 66 enlem arasında ise belirli zamanlarda yatsı namazının vakti girmiyor. Buralarda da akşam namazı girdikten hemen sonra, sabah namazının vakti giriveriyor.

45 enlemin altında bulunan bölgelerde ise (meselâ bizim buralarda) vakit normale dönüyor. Beş vakit namazın vakti, kendi zamanları içinde giriyor.

Güneş ve dünya kürelerinin birbirlerine göre arz ettikleri bu durumların hepsi birer kudret mucizesidir. Bu mucizeyi fark eden kulun, hayranlık ve heybetinden başını secdeye koyması ve Allah’a hamd etmesi bir görev olur. İşte namaz kula bu hamdi sağlayan doyulmaz bir ibadettir.

Efendim vakit sorunu varmış. Olsun; iman sorunun yoksa, hiç önemli değil! Yeter ki, kul Allah’a secde etmek istesin. Gerisi kolay.

Fıkıh bilginlerimiz, vaktin normal girmediği yerlerde namaz ve oruç gibi ibadetlerin hangi esasa göre yapılması gerektiğini şu hadisten çıkarmışlardır:

Nevas bin Seman (ra) bildiriyor: Peygamber Efendimiz (asm) Deccal’den söz edince, biz: “Ya Resulallah! Deccal yeryüzünde ne kadar kalacak?” diye sorduk. Buyurdu ki: “Kırk gün kalacak. Bir günü bir sene gibidir. Diğer bir günü bir ay gibidir. Diğer bir günü bir hafta gibidir. Kalan diğer günleri ise, bizim günlerimiz gibidir.”

“Ey Allah’ın Resûlü! Bir sene gibi olan günlerde bir günlük namaz bize kâfi gelir mi?” diye sorduk. Buyurdu ki:

“Hayır! Takdir ediniz.”1

Bu hadisten anlaşılıyor ki, dünya küresinde vaktin normal girmediği yerlerde ve zamanlarda, namaz ve oruç ibadetleri vakit girmemiş olsa bile, takdir esasına göre yapılacaktır. Yani en yakın memlekete göre takdir edilip namaz kılınacak, oruç tutulacaktır. Meselâ akşam namazı, yatsı namazı ve sabah namazı giren en yakın memleket esas alınacak; orada akşam namazı girdiğinde burada güneş batmamış olduğu halde akşam namazı kılınacak, oruç açılacak ve iftar yapılacaktır. Keza, en yakın memlekette yatsı namazı girdiğinde burada güneş batmasa da, yatsı namazı kılınacak, son vakitler takdir edilip sahur yapılacaktır. Keza en yakın memlekette sabah namazı girdiğinde, burada da güneş ortalarda gözükürken sabah namazı kılınabilecektir. Keza, en yakın memlekette öğle ve ikindi namazı girdiğinde, burada belki güneş yine bu vakitlerin uzağında olduğu halde, öğle namazı kılınacak, ikindi namazı kılınacaktır.

Şafağın ve fecrin birbirine kavuştuğu ve yatsı namazının girmediği yerlerde de sadece yatsı namazı takdir esasına göre kılınacaktır. Buralarda zaman zaman zaten akşam ve yatsı namazları birbirinin ardından giriverecek, zaten cem keyfiyeti meydana gelecektir. Fakat cem keyfiyeti vakit olarak meydana gelmezse, yani akşam namazının vakti yatsıdan bağımsız olarak girerse, akşam namazını kendi vakti içinde kılmalıdır. Her namazı vaktinden erken değil; mümkünse kendi vakti içinde, mümkün değilse takdir esasına göre, takdir edilen yer ile eş zamanlı olarak kılmalıdır.

Allah kabul etsin.

Dipnotlar:

1- Müslim

11.10.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Şartlar zorlaştıkça



Hayat bir anlamda sabır ve şükür imtihanından ibarettir. Allah, kullarını bazan nimetler vererek şükre, bazan da musibetlere maruz bırakarak sabra dâvet eder. Şükreden de, sabreden de imtihanı kazanır.

Şartlar zorlaştıkça notlar yükselir, manevî puanlar artar.

İnsanlık tarihinde en zor günleri yaşayan Sahabe, o kemikleri sızlatan sıkıntılar içerisinde Allah’a kul olmanın hazzını yaşarlarken kimsenin ulaşamayacağı derece ve mevkilere ulaşmışlardı.

Bir şehidin Allah yolunda canını, malını her şeyini ortaya koyarak verdiği mücadelede yediği bir kurşun, kılıç veya mızrak darbesi onu peygamberlikten sonra en yüce mertebe olan şehitliğe ulaştırır.

İşte Sahabenin bütün ömrü o şehidin dakikaları gibidir.

Allah Resûlü (asm) değil bir, yüz şehit sevabı kazanabilme ufkunu gösterip bu yolu açıp teşvik ederken zor şartlarda yapılan ibadetin önemine dikkat çekmiştir. Buyururlar ki: “Kim benim ümmetimin fesada uğradığı, bozulduğu bir zamanda benim sünnetime sımsıkı sarılırsa yüz şehit sevabı kazanabilir.”1

Demek mükâfat çok büyük, ama şartlar da o ölçüde ağır ve çetin.

Huzeyfe bin Yeman der ki: “İnsanlar Resûlullaha (asm) hep iyi şeylerden sorarlardı. Ben de kendime bulaşır korkusuyla hep kötülükleri sorup dururdum” diyor. Birgün Allah Resûlüyle (asm) yaptıkları bir sohbette, Allah’ın kendilerine muazzam hayrı, yani İslâmı ihsan ettiğini vurgulamış, “Bundan sonra kötülük gelecek mi?” diye sormuş, “Evet” cevabını almış. “Sonra hayır gelecek mi?” diye sorduğunda da karışık ve bulanık bir iyilik döneminin geleceğini öğrenmiş.

Resûl-i Ekrem (asm), o dönemde doğrudan başka yolların da gösterileceğini, insanları oraya sevk eden bir zümre bulunacağını bildirmiş. Böyle bir anda iyiliklere uyup kötülüklerden uzak kalmasını öğütlemiş.

Karışık ve bulanıklığına rağmen bu hayır ve iyilik döneminden sonra “Yine kötü bir dönem gelecek mi?” diye sorduğunda da, yine “Evet” cevabını almış, o dönemin özelliklerini sorduğunda da, o zamanda bir kısım propagandacıların içimizden çıkıp bizim dilimizi konuştukları halde insanları Cehennem kapılarına sevk edeceklerini bildirmiş. O zamana yetişildiğinde de İslâm cemaatiyle birlikte olmayı tavsiye etmiş ve “Bütün sapık gruplardan uzak kalır, ağaç köküyle yaşamak zorunda kalsan bile onlara tâbi olmazsın” buyurmuş.1

Dünyanın Müslümana sırt çevirdiği ve İslâmı yaşamanın zorlaştığı2 bir dönemdir o dönem.

İşte böylesine İslâm dışı inanç, düşünce ve hayatın teşvik edildiği bir dönemde İslâmı yaşamanın zorluğu açık. Ama mükâfatı da o ölçüde büyük.

Konuya inşaallah yarın da devam edelim.

Dipnotlar:

1. Buharî, Fiten: 11; Müslim, İmare: 51.2. Müslim, İmare: 176; İbni Mace, Fiten: 24.

11.10.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Fransa'nın Kürt ve Ermeni kartı



Ermeni meselesi, Fransa ve Türkiye ile birlikte, Avrupa ve dünya gündemine yeniden oturdu.

Bu gidişle, bu mesele gündemden çıkacak gibi de görünmüyor.

Son gelişme şudur: Fransa, "Ermeni soykırımı yok diyene ceza var" şeklindeki bir tasarıyı parlamentoda görüşmeye ve bu hükmü kànunlaştırmaya hazırlandığı için, Türkiye ile bu ülke arasında yeniden bir gerginlik başgösterdi.

Aynı gerginliğin dolaylı etkisi AB üyesi diğer ülkelerde görünmeye başladı.

Çok zaman ve çok yerde Türkiye'nin başını ağrıtan bu kronik sıkıntının, şüphesiz ki belli başlı bazı sebepleri var. Bunları yakinen bilmek, görmek lâzım.

Bu sebeplerin başında ise, Fransa'nın Osmanlı'da "etnik ve dinî hassasiyetleri kaşıma" politikası gelir.

Önemli bir diğer sebep de, Türkiye'de bilhassa son 140 yıldır iç ve dış siyasette yaşanan hatalar, iradesizlikler ve perişaniyet zinciridir.

Kışkırtma planları

Rusya ve İngiltere gibi Fransa'da, uzun yıllardan beridir Osmanlı ve Türkiye yönetimine karşı özellikle Kürt ve Ermeni kartını oynuyor.

Bu hasmanen oyunun ilk halkası, tarihe "93 Harbi" olarak geçen 1877–78'deki Osmanlı–Rusya savaşı sonrasında sahnelendi.

Diğer bazı Avrupa ülkeleri yanısıra Fransa da, o tarihlerden başlayarak tâ günümüze kadar gelen süreç içinde, Kürt ve Ermeni menşeli terör örgütlerine yardım ve yataklık yapmaktan hiç geri durmadı.

Meselâ Fransa, 1890'lardan itibaren Osmanlı'ya karşı Ermeni fedâilerini örgütleyen, Ermeni halkını kışkırtan ve yer yer çok kanlı ayaklanmalara öncülük eden Taşnak ve Hınçak isimli örgütlerin pekçok militanını eğiterek Anadolu'ya gönderdi.

Bu Ermeni örgütlerin Fransa'da birer "Merkez Komite"si vardı. Militanlar, tâ o tarihlerde bile istedikleri gibi hareket ediyorlar, teşkilât faaliyetinde bulunuyorlardı.

Fransa ise, onlara her türlü desteği sağlıyor, siyasî ve hatta silâhlı yönden sıkı, dinamik bir örgütlenme içinde bulunmalarına yardım ediyordu.

İşte, fırsat buldukça Anadolu'ya gelerek ortalığı karıştıran ve Ermeni halkını kışkırtarak onları isyana zorlayan militanların çoğu burada eğitilerek yetiştirilmiş kimselerdi.

İki zıddı yakınlaştırma çabası

Fransa, benzer bir kartı da Kürt menşe'li muhalifler için oynadı. 1920'de Ermeni Bogos Nubar Paşanın safına Kürt Şerif Paşayı (eski Stokholm elçisi) da katan Fransa, bu iki etnik menşeli temsilciler arasında adına "Paris Konferansı" denen bir anlaşma zemini hazırladı.

Buna göre, Doğu ve Güneşdoğu Anadolu Bölgesinde iki ayrı hükümet, yani Kürdistan ile Ermenistan kurulacaktı. (Gariptir, Fransa o tarihde bu iki zıt unsurun aslında akraba olduğu tezini bile işlemeye ve yaymaya çalıştı.)

Tabiî, neticede sırf Ermenilere yarayacak olan bu sinsî plan, öncelikle "Kürt ulemâ ve umerâsı" tarafından reddedilerek suya düşürüldü.

Elinde tuttuğu kartı oynamayı sürdüren Fransa, son yıllarda da bilindiği gibi PKK ile olan yakınlaşması ve bu örgüte karşı duyduğu sempati (Bayan Mitterand gibi) ile politik çehresini bir kez daha göstermiş oldu.

İşte aynı Fransa, Kürtler'den çok daha fazla değer verdiği Ermenilerle olan içli–dışlı münasebetinin devamını dün gibi bugün de oynuyor. Muhtemelen yarın da oynayacak.

Ayak bağlarından kurtulmadıkça

Bugün için Fransa'ya dönüp "Bu sinsî politikaları terk et artık" demek sözde kolay olsa bile, onu bundan bilfiil vazgeçirmek hiç de kolay ve basit olmayacak.

Çünkü Türkiye, Kürt ve Ermeni meselesini henüz kendi içinde halledebilmiş değil. Meselelerin halli yolunda ciddî engeller var; hatta ayak bağları var.

Türkiye'nin, öncelikle bu ayak bağlarında kurtulması lâzım. Bunu başarmak da kendi elinde. Ama, şimdiye kadar maalesef bağları çözmek için eli varmış değil. Zira, bu iki mesele orta yerde âdeta tabu gibi duruyor.

İnsanımız Kürtlerle ve Ermenilerle ilgili konuları rahatça ve serbestçe konuşamıyor, tartışamıyor. Konuşulduğunda da, hemen bir zıtlaşma, bir kutuplaşma sıtması başgösteriyor ki, ortalık toza dumana boğduruluyor.

Bundan dolayı da, mesele sürüncemede kalıyor ve her vesileyle konu tekrar betekrar gündeme geliyor, yahut getiriliyor.

Türkiye, her türlü önyargıdan, her türlü siyasî ve ideolojik saplantıdan kurtularak, öncelikle kendi içinde Kürt ve Ermeni meselesini masaya yatırmak ve bunları adım adım çözmeye çalışmak durumunda. Zaten, başka türlü de çıkar yolu yoktur bunun.

Çağrı

Yer altında nükleer deneme yapan Kuzey Kore yetkilileri ABD'ye çağrıda bulunmuş: "Bombayı patlattık, gelin masaya oturalım."

Adamlar ne desin? Bombanın üzerine oturamayacaklarını bildikleri için, haklı olarak masada oturmayı tercih ediyorlar.

Günün Tarihi

Mudanya'da ateşkes görüşmesi

11 Ekim 1922: İki–üç yıldır savaş halinde olan Türkiye ile Yunanistan arasında Mudanya Mütarekesi imzalandı.

İki ülke temsilcileri arasında Bursa'nın Mudanya ilçesinde yapılan bu ateşkes antlaşması, İtilâf devletlerinin de bilgi ve dolaylı desteği ile gerçekleşti.

Taraflarca üzerinde anlaşmaya varılan 14 maddelik metin, Türk Dışişleri Bakanı Vekili Yusuf Kemal Bey tarafından Millet Meclistinde okunduktan sonra kabul edildi.

Üzerinde anlaşma sağlanan 14 maddelik Mudanya Mütarekesinin en önemli hükümlerini şu şekilde sıralamak mümkün:

ª Mütareke imzalandıktan üç gün sonra, yani 14/15 Ekim gecesi yürürlüğe girecek.

ª Böylelikle, Türk ve Yunan kuvvetleri arasındaki silâhlı çatışma sona erecek.

ª Yunanlılar Doğu Trakya’yı 15 gün içerisinde boşaltacak ve bölge İtilâf Devletleri aracılığıyla 30 gün içerisinde Türk tarafına devredilecek.

ª Barış antlaşması imzalanıncaya kadar Türk ordusu Trakya’ya geçemeyecek. Buna karşılık, iç güvenlikle ilgili olarak 8000 civarındaki bir jandarma kuvveti gönderilebilecek.

ª Barış antlaşmasının imzalanmasına kadar Meriç’in sağ sâhili ve Karaağaç İtilaf Devletlerinin işgali altında kalacak, Türk kuvvetleri Çanakkale Boğazı ve İzmit’te belirlenen çizgiyi geçemeyecek.

Not:

Dün hatalı çıkan "Kerbelâ Fâciası"nın doğru tarihi 10 Ekim 680'dir.

11.10.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Demokratik cesaret ve Ağar



Türkiye, ardı sıra türbülanslı akımı ve gerilimi yüksek konuların ağırlığı altında; ezberini bozmanın ve resmî söylemli aydın prototipinin statükocu genlerini yenileme yolculuğunda.

Patlama şiddeti kulak zarlarımızı zorlayan ve alışık olmadığımız dozajda etki değeri artan demokratik çıkışlara ve tepkili cevaplara alışma arifesindeyiz.

Üstü küllenmiş, kabulde zorlanılmış ancak demokratik kamburlardan ve askerî vesayetin darbeci baskısından olsa gerek, açılımlara girmekten ve yeni düşünce kotları oluşturmaktan aydınlarımız da siyasetçimiz de genelde kaçınmış ve ürkek davranmış.

Maslahatçı, genel gidişatın makyajıyla meşgul, reformdan uzak ve süresini doldurmaya matuf, vatandaşın ağzına da “bir parmak bal” çalmaya endeksli kasaba politikalarının silikleştirdiği siyasetin fikrî fukaralığa varan halleri, Türkiye’yi 21. yüzyıl düzlemine oturtacak tasavvurlardan mahrum etmiştir.

Bırakınız vizyon ve ufuk sahibi olmayı, günlük problemlerin cenderesinde ve önüne konan iç ve dış rezervasyonlu gündemlerin kıskacında reaksiyonla meselelere yaklaşmaktan kurtulamamıştır. Hâlâ demeçlerin çoğu, günümüzde çözüm üretecek perspektiflerden uzaktır.

Bu noktadan bakıldığında; cesaret ve siyaset kavramlarının özdeşleştiği aklıselimin farklı ve kararlı söylemlerine, dirayetine ve altını dolduracak metinliğine Türkiye’nin ihtiyacı var.

Deprem şokunda ezberi bozacak beyanlar, sorumlu mevkilerden sudur ettiğinde ileriki zaman dilimlerine olumlu bir yansıma vereceği muhakkaktır.

Mehmet Ağar’ın DYP Genel Başkanlığı dönemindeki siyasî mesajlarına, halkı algılama ve yorumlama biçimine baktığımızda; net, anlaşılır, cesur ve demokratik açılımlar görmekteyiz.

Açılımın demokratik çizgide ve şaşırtıcı düzeyde, merkez partinin geçmişten gelen daha ılıman üslubunun bir gömlek üstündeki çıkışları, gün geçtikçe pekiştiren ifadelerle gündemdeki yerini almaktadır.

Geçmişi güvenlik mensubu olarak terörle aktif mücadelede geçmiş, bu anlamda hâlâ tartışmaların odağında olan bir Genel Başkanın, Demokrat Parti geleneğinden tevarüs eden bir siyasî çizginin husumeti azaltan ve bütünlüğü kapsayan bir yelpazede gündeme taşıdığı fikirleri ve açık söylemleri, siyasete demokratik irtifa kazandıracak niteliktedir.

Kendisinden kuşku duymayan ve “yanlış anlaşılırım” zehabına kapılmadan devleti bilen, zamanında her türlü istihbaratın mutfağını okuyan ve 10 yıldan fazla siyasî hayatı ile önümüzde duran Ağar’ın medenî cesaretini tebrik etmek gerek.

Alışılmış, yamalı bohça niteliğindeki parçalı ve marjinal oylara tamah etme zaafiyetini taşımadan ve resmî ağızların hoşnut olacağı klasik demeçlerle yan gelip yatmadan halkın içinde/böğründe ve sokakta siyaset yapmanın kendine odaklı tarzıyla şaşırtmaya devam ediyor.

Her siyasetçi için, olumlu/olumsuz imaj ve itibar göstergelerinin kamuoyuna yanlış/doğru lanse edilen ve bulanıklık telkin eden kumandalı propagandalar ve yakıştırmalarla kuşku vermek her zaman olagelmiştir. Bu badireyi özellikle genel başkan düzeyinde en ağır sorgularla ve preslemelerle yaşandığını da biliyoruz. Sinir uçları alınmış siyaset adamı düzeyine çıkana kadar hücumlara maruz kalındığı da bir vakıa. Menderes, Demirel, Özal v.d siyaset arenasının bir çok aktörü bu dereyi geçme kuvvetini halktan ilham aldıkları sürece başardılar.

Mehmet Ağar’ın, PKK’lılar için “Dağda silah tutacaklarına ovada siyaset yapsınlar. Mesele, bir daha silahların patlamamasını sağlamaktır. Sabırla sükunet ortamında yürümeli. Devlet husumet yeri olmaz” açıklaması, siyasi rüşt ve demokratik cesaret taşıyan bir beyandır. Elbette ki, marjinal ve çevre kabul edilen grup ve düşüncelerle siyasi sınırları belli odaklarca tepkiyle karşılanacaktır. Bu son derece normal. Ancak, meşru ve demokratik sürece katkı yapan bir demeç.

Geçen hafta yine “Bizim hükümetimizde asker konuşamaz” açıklaması da isabetli ve demokratik uyarıcılığı olan bir sivil siyaset ciddiyetidir. Daha önceki AB, başörtüsü, birey hakları ile ilgili konuşmaları da, DYP’nin demokratik müktesebatına ivme kazandıracaktır.

Ağar, beyanatlarının altını doldurup bu tutarlılıkta vizyon kadrosunu bu paralelde inşa etmesi halinde, demokrat omurganın yeni bir kuşağının oluşmasına hizmet edecektir.

11.10.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Gençlik nereye?



Dünkü “sihirli ve büyücü” dizileriyle ilgili eleştiri yazısına bir “anne”den dipnot geldi. Diyor ki:

“Allah sizden razı olsun. Bizim de küçük çocuklarımız var ve bu tür dizilerle bizim de başımız dertte. Biz Müslüman bir aile olarak her ne kadar çocuklarımıza doğruları anlatsak, bu dizilerden uzak tutmaya çalışsak da o kadar yaygın ki bu diziler bunu tam olarak başaramıyoruz. Bu konuda yetkili makamların uyanmasını hasretle bekliyoruz.”

Bu gün gelen mesajlardan bir tanesi de, bir dostumun gönderdiği “video”lu haber.

Bir internet sitesinde yayınlanan (Youtube) ve cep telefonlarıyla çekilen görüntüler, akıl almaz ahlâksızlık provası gibi.

Liseli öğrenciler, birbirlerine küfür ediyor, müstehcen şakalar yapıyor...

Kız arkadaşlarının ağzını kapatıp taciz eden öğrencilerden tut, arkadaşının boğazını keser gibi yapan şiddet gösterileri...

Küçük çocuklar, televizyondaki dizilerle tehlike altında... Ama gençlerimiz daha büyük bir tehlike altında: o da ahlâksızlık ve şiddet!

Gençlik yılları 20, bilemedin 25 seneden ibarettir. Dünya hayatının en parlak ve değerli yılları.. En güçlü, sağlıklı ve en dinamik olduğu yıllar... Bu verimli yılları, sefahatte, günahta harcasa, ebedî hayatını kaybedecek.

Ancak, en değerli, verimli zamanını Allah yolunda ve hizmet yolunda harcasa, ebedî âlemde, sonsuz bir gençlik onu bekliyor.

Gençlere enforme edilen, empoze edilen ne yazık ki müthiş bir “dejenerasyon.”

Günümüz toplumlarının ağırlıklı olarak manevî değerlere önem vermeyen, din ahlâkından uzaklaşmış ve dejenerasyonun oldukça yaygın olduğu, insanlar arasındaki ilişkilerin maddesel temellere dayandığı bir yapı, daha ne kadar dayanabilir ki?

Bozuk yapının neticesi olarak, özellikle son 10 yıldır fuhşun, eşcinselliğin, kadın ticaretinin normal kabul edilmeye başlandığı, uyuşturucu ve alkol kullanımının gün geçtikçe arttığı, insanların cüz'i para karşılığında birinin canına kolaylıkla kıydığı, kısacası ahlâkî ve sosyal bir çöküntünün yaşandığı bir ortam oluştu.

Elbette böyle bir ortamdan en çok etkilenenler gençler olmakta... Ve okullarda görülen “sapkın” hareketler adeta “normal”miş gibi addediliyor.

Fransa’ya uygulanması düşünülen “millî mutabakat ve boykot” aslında liselerde hızla yayılan “ahlâksız”lığa karşı da uygulanmalı.

Hem de acilen.

ÖFKE

Nihat Genç öfkeli... Kime mi? Aydın Doğan medyasına ve onun yazarlarına. (SkyTürk)

“Bir yazar kelimelerle konuşur, kelimelerle görür, kelimelerle Allah’ı bulur. Ama sen kelimeleri bir medya patronuna satamazsın.” (SkyTürk)

Bu sözleri sarf ederken gözleri dolu dolu oluyor.

Daha ağır ifadeler de kullanıyor. Onları buraya yazmamız uygun değil.

Ancak, doğru çıkışlarında, sapma da görünmüyor değil. Doğan medyasını eleştirirken, “Ulusalcı”ların çizgisinde yer alıyor.

Halbuki “Ulusalcı” düşünenlerle “Doğan Medyası”nın kalemşörleri aynı safta.

11.10.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Bush'un nükleer kıyameti



Kuzey Kore’nin— doğruysa—nükleer bir deneme yapması ve dokuzuncu ülke olarak nükleer kulübe üye olması Pentagon’un da ifade ettiği gibi stratejik dengeleri değiştirecektir. Pyongyang’ın nükleer deneme yapması, Bush’un ikinci devresinin sonuna doğru İran’ı vurarak nükleer bir kıyamet başlatacağı yönündeki senaryoları da güçlendirmiş oldu. Aslında, Kuzey Kore belki de hiç istemediği halde bu denemesiyle birlikte en fazla İran’a zarar vermiş, Bush’un İran karşısındaki diplomasi seçeneğini iyice azaltmış oldu. Zaten İsrail hemen fırsattan istifade ederek vakit varken İran’ı durdurmanın gereğini gündeme getirdi. Pyongyang’ın bu denemesi ABD ile İran arasında nükleer programa dayalı çatışma ihtimalini yüzde yüz arttırmıştır. Halbuki ilk defa olarak Bush Irak bataklığından sonra teenni ile hareket etmenin faydalarına inanmaya başlamıştı.

İki unsur ABD ile İran arasındaki çatışma ihtimalini keskinleştirmiştir. Bu unsurlardan ilki Ahmedinejad gibi, kimilerine göre ‘demagog’ sayılan bir liderin cumhurbaşkanı olmasıdır. İkinci unsur ise Kuzey Kore’nin nükleer kulübe üye olmasıdır. 1998 yılında Pakistan’ın yaptığı denemeden sonra gerçekleşen bu yeni deneme de Kuzey Kore’nin nükleer kulübe üye olmasının işareti oldu. Ve böylece İran’a yönelik süreç hem keskinleşmiş, hem de hızlanmış oldu. Tabiî ki bu hususta asıl kabahat Bush ve yönetiminin. Zira Demokratların da yerinde bir şekilde ifadesiyle Bush ‘ kitle imha silâhları’ adına olmadık bir ülkeyi yani Irak’ı işgal etmiş, ama buna mukabil olan bir ülkeye de seyirci kalmıştır. Bu, Bush ve Cumhuriyetçiler için ek baskı demektir. Yine de Bush’un Kuze Kore karşısındaki seçenekleri bellidir. Şer ekseni olarak mütalaa ettiği ülkelerden birisi olan Kuzey Kore karşısında güç kullanırsa düşman cephesini daha da genişletmiş ve gücünü azaltmış olacaktır. Kullanmazsa nükleer yarışı tetiklemiş ve domino etkisini kabullenmiş olacaktır. Hepsi de birbirinden kötü. Domino etkisine izin verilecekse o takdirde Japonya sözel olarak reddetse bile, fiilî olarak bu yarışa katılacaktır. Tersi düşünülemez. Bu durumda ABD bölgedeki kontrolünü hepten kaybedecektir. Latin Amerika’nın ardından ABD’nin bu bölge üzerindeki nüfuzu da giderek azalıyor. Böyle bir yarış Amerikan nüfuzunu daha da daraltacaktır.

***

Financial Times başyazısında Kuzey Kore’nin nükleer silah denemesinin dünya için büyük bir tehdit olduğunu savunarak şu görüşlere yer vermiştir: “Eğer doğrulanırsa, Kuzey Kore, nükleer silaha sahip olduğu bilinen dokuzuncu ülke olacak. Kuzey Kore’nin zafer olarak lanse ettiği bu gelişme, dünya istikrarı için büyük bir tehdit. Riskler açık; Kuzey Kore’nin, topraklarını vurabilecek nükleer silaha sahip olduğunu bilen Japonya, dünyada nükleer saldırıya uğramış tek ülke olmasına rağmen nükleer silah geliştirmeye çalışabilir. Bu da Doğu Asya’da yeni bir silâhlanma yarışı başlatabilir. Kuzey Kore’nin meydan okuyan tavrı başta İran olmak üzere nükleer silaha sahip olmak isteyen ülkeleri daha da cesaretlendirebilir. Nükleer silahların yayılmasını önlemeye yönelik uluslararası mekanizma iyice zayıflar. Halkına karşı sorumsuzca davranan yoksul bir ülke, Çin’in ve Amerika’nın burnunun dibinde nükleer silah geliştirebiliyorsa diğerlerini kim durdurabilir? Kuzey Kore’ye savaş ilan edilmesi zayıf bir ihtimal. ABD bunu göze alamaz. Ekonomik yaptırımlarsa açlıkla pençeleşen Kuzey Kore halkına, liderlerinden daha fazla zarar verir..” Ancak ekonomik yaptırımlar Kuzey Kore’yi durdurmaya yetmediği gibi belki İran’ı da durduramayacaktır. Hatta daha fazla bileme ihtimali de varittir. Her ne kadar Kuzey Kore’nin açlığa talimli, İran’ın talimsiz olduğunu ve dolayısıyla yaptırımların İran üzerinde daha etkili olacağını varsayanlar bulunsa da bu zayıf bir ihtimaldir. Mesele sadece İran’ın nükleer silahlara sahip olması da değildir. Belki neoconları asıl ürkeden gelişme İsrail’e daha yakın coğrafyada Türkiye ve Mısır gibi ülkelerin de aynı güce ulaşmaları ihtimalidir. The Independent, “Türkiye ve Mısır’ın, nükleer silah geliştirmek için gerekli materyali işleyecek kapasitede nükleer reaktöre sahip ülkeler arasında olduğunu” öne sürdü.

***

Madeliene Albright da böyle düşünüyor. Eski ABD Dışişleri Bakanı Madeliene Albright, bir süre önce Financial Times’a mülakatında şöyle demişti: Irak’tan alınan mesaj şu: Eğer nükleer silahınız yoksa işgal edilirsiniz. Varsa kurtulursunuz. Bush yönetimi bu görüşü reddediyor. Ancak bugün her an patlamaya hazır Ortadoğu’da birçok ülke, nükleer silah geliştirme planları yapıyor. İran reddetse de nükleer silâh peşinde olduğu tahmin ediliyor. Türkiye ve Mısır da nükleer santraller inşa edeceğini açıkladı. Resmî ağızlar reddetse de bu iki ülke nükleer seçeneklerini açık tutuyor. Bu, İran’ın nükleer silâh geliştirme endişesinden kaynaklanan bir durum.

Demokratlar da tam bu noktadan Bush’a yükleniyorlar. John Kerry, ‘’Biz, hiçbir kitle imha silâhının bulunmadığı Irak’ta başımızı derde sokarken, (Kuzey Kore’deki) bir çılgın, en ileri kitle imha silâhını denedi bile’’ demekten kendini alamıyor. Demokrat Partinin Senatodaki azınlık grubu lideri senator Harry Reid de ‘’Bush’un, Kuzey Kore’deki bu tehlikeli gelişmenin önüne geçmek için yıllarca zamanı oldu, Ancak o bu sorunu hep küçük göstermeyi tercih etti’’ diye konuşuyor.

Bush’un yaklaşık beş yıl önce İran, Irak ve Kuzey Kore’yi ‘’şer ekseni’’ olarak tanımladığını hatırlatan Demokrat Partili eski senatör Sam Nunn da gelişmeyi şöyle özetliyor ‘’Şer ekseninin yanlış ucundan, en tehlikesiz ülkeden başladık. Şimdi bu yanlışın cezasını çekiyoruz.’’ Bush’un politikaları gelinen nokta itibarıyla ABD’yi daha keskin seçeneklerle ve virajlarla karşı karşıya getirmiş bulunuyor. Ve hepsi birbirinden beter.

11.10.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Niye verdi?



Çok satmakla övünen ‘kartel medyası,’ yaptıkları yanlışların tesbit edilip kamuoyuna duyurulmasından rahatsız oluyorlar. Son günlerdeki yayınlarının “yeni 28 Şubat’lara zemin hazırlamak için yapıldığı”nın belirtilmesi, ‘kaptan’larını hayli rahatsız etmiş görünüyor.

Hürriyet’te (10 Ekim 2006) yer alan bir haber, İsmail Ağa camiasının tanınmış bir ismini hedef alıyordu. Habere göre hoca, cemaat mensuplarına ‘Denize girmeyin’ derken kendisi Malta’da ‘deniz oyuncakları’na binip keyif çatmış. (Haberin ayrıntılarının bugünkü Hürriyet’de yer alacağı belirtilmiş.)

Kimin nerede, ne yaptığı bizi doğrudan ilgilendirmiyor. Ortada bir yanlış var ise, kim yaparsa yapsın ona ‘yanlış’ demek hakperestliğin gereği. Ancak burada dikkat çeken bir nokta daha var. Gazetenin genel yayın yönetmeni, aynı gün yazdığı yazıda bu ve benzeri haberleri görünce “Yine 28 Şubat hazırlığı yapılıyor” diyenleri güya uyarıyor. Ertuğrul Özkök yazısında özetle, “bunları ‘derin devlet’ değil, ‘dini bütün’ Müslümanlar bize ulaştırdı” demiş. Yazıda ayrıca,—bu bilgileri/ belgeleri verenleri anlatırken—”Hepsi hâlâ Müslüman mahallesinde dolaşıyorlar” tabirini kullanmış. (Tam bu noktada aklımıza, “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” tabiri geldi!)

Özkök, “Bize bu ‘servisi’ kim yaptı” başlıklı yazısında bunları söylüyor ve ‘servis’in camia içinden geldiğini beyan ediyor. Peki, ‘camia’ içinden gelmiş olması bu ve benzeri haberlerin “Yeni 28 Şubat’lara zemin hazırlamak için yapılıyor” olma ihtimalini ortadan kaldırır mı? ‘Servis’i kimin yaptığından daha önemli olan ‘Niçin yaptığı’ değil midir? Bu ‘servis’in niçin yapıldığını sormak gerekmez mi?

Bir ‘servis’in ‘camia içinden’ yapılmış olması onları temize çıkarır mı? ‘Camia içleri’nde de ‘derin sular’ yok mudur? Aynı günkü gazetenin iç sayfalarında yer alan ‘ilginç bir haber’ daha vardı. Kocatepe kitap fuarı ile ilgili haberde şöyle denilmiş: “... Kocatepe Camiinin avlusunda gerçekleştirilen kitap fuarı da kara çarşaflı, cüppeli ve sarıklı insanların akınına uğradı.” (Hürriyet, 10 Ekim 2006)

Her ne kadar manşetlere çıkarılmamışsa da bu haberin maksadı nedir? Sırf, fuara kimlerin katıldığı bilgisini vermek mi? Yoksa asıl maksat, belli yerlere ‘mesaj’ vermek mi? (Haberde kullanılan fotoğrafta sarıklı ve cüppeli kimse yok. Aslında Ankara’ya gitmeye de gerek yok, İstanbul’da açılan kitap fuarlarında da sarıklı değilse de çarşaflı ziyaretçiler bulabilirlerdi! Üst üste gelen bu yayınlar tesadüf olabilir mi?)

“Cemaatin içinden bilgi verildi” tezini şu haberle birlikte değerlendirmekte fayda var: “(Abdi İpekçi cinayetini değerlendiren) Hasan Pulur şunları söyledi: O iş aydınlanmış değildir. Abdi İpekçi’nin meşhur bir defteri vardı. O defter cinayetten sonra kayboldu. Abdi Beyin sekreterinin bir defteri vardı, o da aynı şekilde kayboldu. Neden kayboldu bu defterler? Arandı ama bulunamadı. Bana kalırsa, cinayeti tasarlayanların gazetenin içinde adamı vardı her halde.” (Zaman, 10 Ekim 2006)

Gazetelerin içinde birilerinin ‘adamı’ olabiliyorsa, cemaatlerin/camiaların içinde olamaz mı? Onun için, ‘Bu bilgileri kim verdi?’ sorusundan önce; ‘Niçin verdi?’ sorusunu sormak ve cevap bulmak durumundayız.

“Yeni 28 Şubat’lara zemin hazırlanıyor” tesbitinden gocunduklarına göre bir yerlerde ‘yara’ olmalı...

11.10.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Alternatif



Son zamanlarda bazı mahfillerce üretilen ve seslendirilmeye başlanan bir senaryoda, gelecek yıl yapılacak seçimlerde AKP’nin çoğunluğu kaybedeceği ve iktidarın ulusalcı bir koalisyona geçeceği öngörülüyordu.

Bu koalisyonu oluşturacak partiler öncelikle CHP ve MHP olarak ifade edilirken, üçüncü ortak da DYP olarak gösteriliyordu.

Gerçi onların asıl tercihi CHP-MHP ikilisiydi. Ama özellikle iki partinin sandalye sayısının hükümet kurmaya yetmemesi ve üçüncü bir ortağa ihtiyaç duyulması ihtimaline göre, DYP’yi de kerhen dahi olsa denkleme katıyorlardı—tabiî kendi şartları dahilinde.

Tabiî, “Aç tavuk kendisini darı ambarında görürmüş” diyerek bu hesaplara gülünüp geçilebilir. Ama daha ciddî yaklaşarak, bunu DYP’ye şimdiden kurulan tuzaklardan biri olarak görmek de mümkün.

DYP’yi ısrarla “baraj sınırı”nda gezinen bir parti olarak göstermeye çalışanların bir başka tuzağı bu.

Ancak Ağar’ın özellikle son dönemde takip ettiği tutarlı ve sağlıklı çizgi, partiyi hem baraja takma, hem de laikçi-ulusalcı cephenin stepnesi olarak kullanma amaçlı tuzakları boşa çıkaracak nitelikte.

Bu çizgiyi dikkatle izleyenler, Ağar’ın son irtica tartışmalarında da, 301 sorununda da ve nihayet PKK meselesinde de son derece doğru ve cesur mesajlar verdiğini gördüler.

Meselâ, Sezer’in “Laikliği korumak için özgürlükler kısıtlanabilir” mesajına “Daha özgürlükçü, daha demokratik, daha sivil bir Türkiye’ye gidiyoruz. Bu yönde mesajlar verilmesi lâzım” cevabı sadece Ağar’dan geldi.

Oysa Sezer’in aynı konuşması için bazı bakanlar “dikkatli ve dengeli” yorumu yaptılar.

Aynı şekilde hükümetin de, anamuhalefetin de, MHP’nin de cansiperane savunduğu 301. madde için “Cumhuriyet kitaptan, sözden korkmaz. Türkiye’nin ihtiyaçlarını evrensel hukukla örtüştürmeliyiz” değerlendirmesi yapan ses de yine Ağar’dan yükseldi.

Son örnek, Türkiye’nin en can yakıcı sorunu olan PKK terörü meselesinde DYP liderinin “Dağda savaşacaklarına ovada siyaset yapsınlar” beyanı. Bu sürpriz çıkış ve ardından gelen demokrasi, barış, huzur söylemleri, bir anda gündemin ilk sıralarına oturdu.

Askerin alışılmış çizgisini sürdürdüğü, PKK bağlantılı siyaset yapanların bir fasit daire içinde dönüp durduğu, hükümetin kaçamak tavırlarla topu ABD’ye ve Irak’a havale etme kolaycılığına kaçtığı sıkıntılı bir ortamda, terörle aktif silâhlı mücadelenin de içinden gelmiş bir insan olarak Ağar’ın yaptığı çıkış demokrat kesimlerden destek alırken, ulusalcı cephenin de ateş püskürmesine yol açtı.

Tartışma hararetlenerek süreceğe benziyor.

Biz ise bu aşamada şunu söyleyebiliriz:

Ağar’ın peş peşe yaptığı ataklar, DYP’nin, adına yakışır şekilde doğru bir yolda yürüdüğünü gösteriyor. Bu istikametteki sağlam duruş ve aktif yürüyüş DYP’nin önünü açar.

Bu açılımlar, Türkiye’nin 3 Kasım’dan bu yana eksikliğini hissettiği ve yeni bir seçim arefesinde de yana yakıla aradığı demokratik alternatifin gerçek adresini ortaya çıkarıyor.

Bu çizgi geliştirilerek sürdürülmeli...

11.10.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Celal Hoca, Yaşar Hoca hu huu



Sevdim ben bu Celal Paşayı.

Pardon Hocayı.

Hoca Paşayı...

Hani şu Harp Akademilerinin yeni öğretim yılının başlaması sebebiyle verdiği derse, “Emrettiler geldim” diye başlayıp, ”Arz ederim” diye bitiren Celal Şengör Hoca’dan söz ediyorum.

Öncelikle adam sevimli…

Etrafımda hep kara kuru insanları gördüğümden midir nedir, tombiş insanları pek severim. Hele bir de papyon taktılar mı pek yakışır.

Hoca, işte böyle sevimli tiplerden.

Ayrıca dobra bir insan.

Üniversitenin içinden gelmesine rağmen, en entelektüel kurum olarak Türk Silâhlı Kuvvetlerini gösterecek kadar da açık sözlü.

Öyle ki, “Konuşmamın sonunda arz ederim dedim. Çünkü saygı gerektiren askerî bir kurumda konuşuyorum. Karşımda Genelkurmay Başkanı oturuyor. Ya ne diyecektim. ‘Buyur al mı diyecektim” diyecek kadar açık sözlü…

Birçokları lâfı eveleyip gevelemesine rağmen, darbe konusunda da çok net Celal Hoca.

“Ordu gayet tabiî ki darbe yapabilir. Niye yapmasın?” diye sorabiliyor. Ben tontişliği kadar bu denli açık fikirli olmasına da hastayım Celal Hocanın!

Biz onu hararetli deprem tartışmalarından hatırladığımız için, bu yönünü belki ilk kez keşfediyoruz, ama yine Celal Hocanın açıklamalarından öğreniyoruz ki, askerle mazisi pek derinmiş. Öyle ki, asker olmak isteği yine bir ihtilâlci olan Muhsin Batur Paşa tarafından engellenmiş.

Ailesi Batur Paşa’ya baskı yapınca, o da çağırmış küçük Celal’i yanına, “Seni Harp Okulu’na almam” demiş.

Ancak askerle olan ilişkisinin derinliği, öyle Batur Paşayla falan ölçülecek gibi değilmiş.

İşin ucu tâ Atatürk’e kadar uzanıyormuş.

Dedesi Yanya Göçmeni Mehmet Nuri’ye kadar uzanan bir dostluk bu.

Şengör Hoca en şen haliyle anlatıyor bunu da…

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanlarla ortaklık için güvenilir bir adama ihtiyaç duyulunca dedesi, Kâzım Taşkent tarafından Atatürk’e tavsiye edilmiş. Şengör Hoca, “Atatürk de dedemi hatırlayarak, ‘Şu sarı saçlı bir oğlan vardı, o mu?’ diye soruyor. Kredi açılıyor ve dedem bir gecede zengin oluyor…”

Yakın çevresi mutlaka bilir, ama Şengör Hoca’nın ailesinin pek şöhretli olmamasının sebebi, İkinci Dünya Savaşı’nda yenildiği için, Türk devletinin de Almanlara yakın duran siyasetçi ve tüccarları geri plâna çekip, İngiliz ve Amerikan ortaklığı yapanları öne sürmesinden dolayı olabilir.

Bir Öztrak ailesi vardı. İlhan Öztrak yanılmıyorsam, 12 Eylül’de bakan olmuş, Faik Öztrak da son olarak Hazine Müsteşarlığı yapmıştı.

“Bir gün devleti yönetenler, hıyanet ya da dalalet içinde olabilir. Memleketin tersanelerine girilip” diye giden bir uyarı zinciri vardır ya, Öztrak’lar tam kendilerini o gün için hazırlanmış bir aile olarak görürler. Herkes ihanet ettiğinde vatanı kurtaracaklardır.

Celal Şengör Hocanınki de öyle bir misyon olsa gerek.

* * *

Peki bizim bir hocamız daha vardı.

Zekeriya Beyaz’dan söz etmiyorum canım.

Yaşar Hoca.

Hoca ne yapıyor?

Ne yaptığını bilmem, ama şu günler de pek zirvede.

Partisi iktidara mı geliyor?

Yok canım, o kadar da uzun boylu değil.

Herkesin konuşulmasının hikmeti farklı olabilir.

İlim var, siyaset var, şöhret dersen cabası.

Hoca konuşulmayıp da ne yapsın?

Komşu, komşu hu hu...

Oğlun geldi mi geldi, ne getirdi inci-boncuk misali.

Yaşar Hoca hu hu…

11.10.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004