Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Ramazan ve san’at



“Bu sahur zamanında sundun imanı dini,

Uyanıp seyrettirdin ‘biz’de olan kendini,

Sahuru Üstad ile Nurlar ile mezcederek

Yaşattın bize, bire bini ve bire otuz bini.”

Bir tahassürün ve tecessüsün terennümü bu mısralar.

Ama beliğ, nezih, edebî, san’atlı ve güzel bir terennüm.

Kaderin sevkiyle uzak diyarları mesken edindiğinden memleket ikliminde yaşanan Ramazan maneviyâtına hasret kalan şair dost, gecenin bir vakti açtığı televizyon ekranında tanıdık bir yüzle karşılaşınca hemen kaleme sarılmış ve bu dörtlüğü döktürmüş.

Haftada bir yazdığı ‘Avusturya Mektupları’nı—nedense son zamanlarda aksatıyor—her seferinde güzel bir rubai veya dörtlükle başladığından, bu mısraları yazmakta pek zorlanmamış.

Gecenin o vaktinde müşkül olan şey, şiirini muhatabına ulaştırmakmış ama onun da yolunu bulmuş ve cep telefonunu çıkarıp mısralarını ekrana aktararak ‘gönder’ tuşuna basmış.

Geçen yıl Ramazan ayının on dördüncü günü, sahur vaktinde, saat beşi yirmi iki dakika geçe, muhtemelen yazıldıktan hemen sonra almıştım mesajı. Mahmur bir nazarla ilk mısraı okuduğum anda, üzerime abanan rehavetin ağırlığı dağılıvermişti.

Ardından gelen diğer mısralarda daha da artan mânâ derinliği, âhenk zenginliği ve san’at inceliği, muhayyilemi hareketlendirip hislerimi canlandırarak bana gecenin o vaktinde bediî hazlar yaşatmıştı.

O zaman anlamıştım bir san’at eserini meydana getirmenin de tesir sahasına girip istifade etmenin de vaktinin, saatinin, mekânının, malzemesinin veya mazeretinin olmadığını.

San’at, istendiği takdirde her hâl ü kârda icra edilebilirdi.

Hele bir de zaman Ramazansa...

***

Ramazan, bir rahmet ve mağfiret ayı, san’at ve maharet zamanıdır.

Bu mübarek ayda Cenâb-ı Hakkın ‘bire bin ve bire otuz bin’ mesabesinde artan in’âmına, ihsanına mazhar olan mü’minler; ferâizlerin yanı sıra her vesile ile Esmâ-i Hüsnâyı da o nisbette anarak şükür hislerini ifade ederler.

Allah’ın (cc) Sânî ismini ise fiilen yaşamaya çalışırlar.

San’at hissinin tezahürü olan hâl ve hareketler, Allah’ın Sânî isminin tecellisi addedildiğinden, insanlar bu hassasiyeti hayatın her safhasına göstermeye gayret ederler.

Bilhassa sözlerini duâ niyetine söyleyip hareketlerini ibadet gayesiyle yapmaya gayret edenler, bunları san’at hassasiyetiyle yaptıkları ölçüde ibadetlerinin makbul, duâlarının müstecab olacağını düşünürler.

Onun için de olanca maharetlerini ortaya koymak isterler. Ramazan, ibadet açısından olduğu kadar san’at cihetiyle de münbit ve müsait bir zemin teşkil ettiğinden, mü’minler asıl maharetlerini Ramazana saklarlar.

Bu maksatla aylar öncesinden başlarlar Ramazana has hazırlıklara.

Anneler çeşit çeşit yiyecek, içecek biriktirip türlü türlü baharat temin ederken babalar evlere Ramazanlık eşyalar alırlar, dedeler, nineler yeni masallar, kıssalar öğrenirler.

Davulcular Ramazan davulunun kasnağını çıkarıp derisini gerdirirken fasıl heyetleri çalgı âletlerini tamir ve tanzim ederler, karagöz oyuncuları kuklalarını, iplerini, değneklerini perde gerisine yerleştirirler.

Mahyacılar minareler arasına yazacakları ibarelerin ışıklarını, harflerini, iplerini şekillerini tasarlarken hanendeler, sazendeler, gazelhanlar hususan ses tellerini korumaya itina gösterirler.

Her sene Ramazan arefesinde fertten cemiyete, aileden devlete, camiden meydana varıncaya kadar hayatın her safhasında yaşanan hummalı faaliyetler, bu kabil hazırlıklardandır.

Fakat bunlar sadece zahire aksedenlerdir.

Zîra asıl hazırlıklar ruhlarda, kalplerde, gönüllerdedir.

Her an Allah’ın (cc) huzurunda olduğunu hisseden mütedeyyin insanlar önce akıllarını bilgiyle, kalplerini zikirle, ruhlarını tefekkürle tezyin ederek münezzehleşirler.

Artık onların yaptıkları her hareket, takındıkları her tavır, yaşadıkları her hâl ve taşıdıkları her eşya hep nezihtir; muhataplarının hislerini incitmez, ruhlarını tezyin eder.

Ramazana bu hâlet-i ruhiye içine giren anneler, itina ile hazırladıkları sahur ve iftar sofralarında, yaptıkları leziz yemeklerin, tatlıların, meşrubatın yanı sıra serdikleri işlemeli örtüler ve kullandıkları yeni yemek takımlarıyla da bütün maharetlerini sergilerler.

Babalar da her hâllerinin aile fertleri, özellikle de çocuklar tarafından dikkatle takip edilip örnek alındığını bilmenin hassasiyetiyle hareket ederler ve onların güzel alışkanlıklar kazanıp nezih huylar edinmelerini temin etmeye çalışırlar.

Davulcular çaldıkları monoton ritimleri, söyledikleri mânidar manileri önce yakın çevrelerine dinletirler. Fasıl heyetleri, ilk meşklerini kendi aralarında geçerler. Karagöz Hacivat oyuncuları, açılışı birkaç ehil insanın yer aldığı boş salonlarda yaparlar.

Onlar ve onlar gibi Allah’ın (cc) Sânî ismini tezahür ettirme mükellefiyeti ve mesuliyeti hissedenler, ancak bütün maharetlerini ortaya koyacaklarından emin olduktan sonra san’atlarını icra etmeye başlarlar.

Çünkü maharet san’atın ilk merhalesidir.

***

Büyük san’atlar, küçük maharetlerle başlar.

Maharet ne kadar zayıf ve küçük olursa olsun, Ramazan gibi münbit bir zemin bulduğu takdirde başka ehil ellerin de iştirakiyle ferdî tecessüsleri aşar ve herkese hitap eden umumî bir san’at faaliyeti hâline gelir.

Meselâ iptidaî bir mutfakta leziz yemekler şeklinde kendisini gösteren küçük bir maharet, yalnız mahdut damakları tatlandırmakla kalmaz. Aynı hassasiyeti taşıyan başka mâhir ellerin de yardımıyla gelişir, tekâmül eder.

Kimi maharetler şekillere, kimi renklere akseder. Bazı zevkler sofra tanzimine, bazıları da tefrişatına yansır ve farklı san’at hassasiyetlerinin insicamlı işleyişi neticesinde mutfak kültürünün tesir sahası genişleyerek millî bir haslet hâline gelir.

Benzer teşekküller sair san’at dallarında da tezahür eder.

Camileri, mescitleri müstesna birer san’at galerisi hâline getiren san’at inceliklerinin nebean ettiği kaynak, anaların ömürlerinin mahsulü olan meziyetlerini ve maharetlerini saklayan çeyiz sandıklarıdır.

Bilhassa Ramazanlarda cemaatle yapılan ibadetler sırasında mü’minlerin bedenen rahat etmelerini, ruhen de huzur ve sürur duymalarını sağlamak isteyen hamiyetkâr insanlar, camileri tezyin ederken çeyiz tezyinatını örnek almışlardır.

Meselâ anaların, bacıların; yaşadıkları hadiselerin ve içinde bulundukları ruh hallerinin tesiriyle hayallerinden dökülen şekiller, desenler evlerin mahrem dünyalarından çıkıp camilerin halılarında hayat bulmuştur.

san’atkârlar maharetlerini san’atlarına aksettirirken genellikle çocukluk yıllarında analarının söylediği ninnilerle şekillenen his, hayal, ruh ve gönül dünyalarından tereşşuh eden renkleri, desenleri, şekilleri kullanmışlardır.

Sadece onlar da değil bestelerdeki âhenk zenginliği, güftelerdeki mânâ derinliği, icralardaki terennüm inceliği, meşklerdeki şevk coşkunluğu ve onları dinlemekteki huşû şuhluğu da hep anaların manevî çeyiz sandığı mesabesindeki muhayyilelerinden inikas etmiştir.

Onların yanı sıra, ancak büyük camilerde hayat bulan hat, tezhip, vitray, çini, taş, ahşap, metal işlemeleri, oymacılık, kakmacılık, dağlamacılık, boyamacılık gibi bilumum san’at dallarının membaı da yine o san’atkârları yetiştiren anaların zihinleridir.

Eğer fertlerin dünyalarında hissî bir tahassüs olarak başlayıp itibar gördükçe teşebbüs hâlini alan bu maharet hamleleri, cemiyet mabeyninde makes bularak birer millî nişan hâline gelmeseydi, her türlü malzeme ve maharet olduğu halde hiçbir san’at eseri zuhur etmezdi.

Ramazan, bayram, kandil gibi cemiyete büyük bir şahs-ı mânevî hüviyeti kazandıran dinî günler, mübarek vakitler ve kudsî zamanlar olmasa, böyle bir ihtiyaç zuhur etmeyeceğinden insanlar da herhangi bir arayış içine girmezlerdi.

O zaman da beşeriyet manevî meziyetlerden, uhrevî hazlardan, bediî zevklerden mahrum kalıp hayattan zevk almadığı için yalnız maneviyatta değil, dünyevî sahada da terakki etmez ve esatir-i evvelinin ilkel şartlarında yaşamaktan kurtulamazdı.

Bu da insanlığın seviyesini düşürür, dünyanın ömrünü kısaltırdı.

Böyle bir netice hilkatin hikmetlerine münafî olacağından kader beşeriyetin san’at cihetiyle terakkî etmesinin de temellerini atarak insan idrakini her türlü san’atı icra ve ihya etmeye hazır hâle getirmiştir.

Onun için insan, ilk san’at ilhamını ruhundan almış, en güzel örneklerini de çevresindeki varlıklarda görmüştür. Çünkü mevcudât, her hâli ile Sâni-i Zülcemâlin tecelligâhıdır.

İnsanların ellerinden çıkan, dilleriyle, hâlleriyle, hareketleriyle teşekkül eden ve san’at eseri addedilen bütün faaliyetler de Allah’ın Sânî isminin tecessümü ve tezahürüdür.

Bu itibarla ‘San’atın yegâne kaynağı dindir’ denilebilir.

***

“Nedir san’at ki, taşlar canlanır sihr-i temasiyle?” der şair.

Şimdi zaman, taşları canlandırma zamanı, yani Ramazandır.

Her şeyiyle mükemmel yaratıldığından müstesna bir san’at eseri olan ve her türlü san’atı vücuda getirecek istidatlarla donatılan insan, her gün iyi kötü, küçük büyük bir çok hadise yaşamaktadır.

Aslında bunların her biri birer san’at vesilesidir.

Her insan istidadına ve hissiyatına yakın bulduğu bir hadiseyi ele alıp his, hayal, duygu, düşünce hasseleriyle mezcederek güzel bir san’at malzemesi yapabilir.

Eğer bu malzemeyi dil, tel, ses, âhenk, taş, ahşap, harf, renk ve şekil gibi cisimlerle insicam içinde işleyerek bir mânâyı ifade etme maharetini gösterebilirse güzel san’at eserleri meydana gelir.

İnsan kendine yakın bulduğu bir san’at dalıyla meşgul olduğu; ilmini, usûlünü, inceliklerini öğrenip kendi şartlarında icra etmeye çalıştığı nisbette tekâmül eder.

Yaptığı çalışmalardan zevk aldıkça mutluluğunu cemiyetle paylaşmak isteyen insan, san’atını cemiyetin değerleri istikametinde geliştirmeye gayret ederse, bir süre sonra çevresinde küçük de olsa bir hayranlar halkası teşekkül eder.

Kendisinde san’at kabiliyetinin olduğunu hisseden her insan bulunduğu yerde bunu yaptığı takdirde hem kendisi zamanını faydalı ve güzel bir meşguliyetle değerlendirmenin mutluluğunu hisseder, hem de san’ata ilgi duymayanların bediî zevklerini hareketlendirerek onların da san’atla meşgul olmalarını sağlar.

Zira, san’ata ilgi duyup istifade etmek de bir san’attır.

San’atkârlar san’atlarını, cemiyetin değer ölçülerine uygun bir şekilde icra ederken diğer insanlar da ilgi duyup destek verirlerse milletin san’at seviyesi yükselir ve medeniyeti renklenir.

O zaman hayat tam bir tayflar geçidi hâlini alır.

Yeter ki insan istesin ve başlasın.

08.10.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (01.10.2006) - Bir Ramazan hatırası

  (24.09.2006) - Ramazanla yenilenmek

  (17.09.2006) - Zahmette, rahmet tecellîleri

  (10.09.2006) - Kastamonu tarafları

  (03.09.2006) - İstanbul’u mesken tutmak

  (27.08.2006) - Yarım asırlık hasret

  (20.08.2006) - ‘Yaşasın İslâmiyet...’

  (13.08.2006) - Savaşlar ve çocuklar

  (06.08.2006) - Cihangir’de gurûb vakti

  (30.07.2006) - Vatan ona mezar oldu

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004