Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdurrahman ŞEN

İbretlik bir gündü



31 Aralık’ta, takvim tarihi açısından son derece ilginç bir gün yaşadık… Bir yandan Kurban Bayramının ilk gününü idrak ettik.

Öte yandan bir yılı bitirip, bir diğer takvim senesine geçtik. Yani; yılbaşı kutlandı!

Her bakımdan muhasebede bulunmanın gerektiği günlerden birini yaşadık ömrümüzün.

Geride bıraktığımız yıl boyunca, “kurban”ın “yakınlaşma” anlamının hakkını verebilecek bir alın açıklığımız var mı yok mu bakmalıyız bu bayram günlerinde…

Geride bıraktığımız yıl boyunca yaptığımız harcamaların hesabını kitabını yaparken, manevî kazanç ve kârlarımızı baş yastıkta değerlendirdiğimizde gönlümüzün rahat olup olmadığına da bakmalıyız elbet…

Eğer hesapta “açık”lar varsa, hanede “eksi”ler çoğunluktaysa “bayram” olsa ne fark eder “yılbaşı” olsa ne fark eder?

İşte bu noktada insan yol ayırımındadır…

Ya kişiliksizliğin esiri olacak ve “eksi”lerine, “eksik”lerine teslim olacak, kendini selin önüne teslim edecek…

Ya da… Kişilik sahibi her insanın yapması gerekeni yapıp; “ben bu ayıplarla yaşayamam! İnsan olmanın gereğini yapmam gerek!” diyecek…

Yani olması gerekeni ama zor olanı seçecek… Zor olana talip olacak…

Zor olana her dem talip olan dostlar… Kurban bayramınız mübarek, yeni yılınız hayırlarla başlamış olsun inşaallah…

Yeni takvim yılındaki siyasî ortamı düşününce… Bu temennilere ne kadar ihtiyacımız olacağı ortada…

Evet… Evet hem kurban bayramını, hem de yılbaşını aynı anda yaşamış olduk…

Herkes kendince bir yol buldu ve bu günü—gecesiyle beraber—kutladı, andı, değerlendirdi… Kimi sadece bayramı, kimi sadece yılbaşını hatırladı… Bazıları da karma yaptı bulduğu usulde!

Yani gerçekten ibretlik bir gün idrak ettik.

Her yönüyle ibretlikti!

Eğitim Sen’in araştırması

Bu mutlu olmamız gereken günlerde, içimizi karartması gereken, öncelikle ilgililerinin toplum önünde “günah çıkartması” gereken bir haber geçti hafta içinde Anadolu Ajansı… Haberin hemen başında; Eğitim Sen’in 3 bin 500 öğretmenle yaptığı bir araştırmadan bahsediliyordu. Bu araştırmaya katılan öğretmenlerin yarıya yakını "Türkiye’nin geleceğinin karanlık olduğunu’’ söylüyorlardı… Yani… Çocuklarımızı/ülkenin geleceğini geleceğe hazırlamakla görevli öğretmenlerimiz çok yönlü bir SOS veriyordu! Anlayana…

Özeleştiri de yapan öğretmenlerimize göre; eğitim alanındaki en önemli sorun (yüzde 24.4) "Eğitimin kötü yönetilmesi’’… Öğretmenlerimizin yüzde 21.4’ü ise sorunların ikinci sırasına ‘’Müfredat ve sınavlar’’ı yerleştiriyor. Öğretmenlerin yüzde 58.8’i Türkiye’de eğitimde fırsat eşitliği olduğuna inanmadığını da ifade etmiş…

Haberin son bölümü ise “öğretmenlerin özeli” gibi asla algılanmamalı… Habere göre; öğretmenlerin yüzde 45.5’i öğretmenliği daha cazip bir meslek haline getirmek için "İnsanca yaşayacak bir ücret verilmesi gerektiğini’’ düşünüyor. Yüzde 18.3’ü sosyal imkânların genişletilmesini, yüzde 18.2’si de öğretmenliğin niteliğinin yükseltilmesini istiyor. Süreli yayın ve kitap okuduğunu belirten öğretmenlerin oranı yüzde 53.6 iken, yüzde 18.2’si hiç okuyamadığını ifade ediyor. Öğretmenlerin yüzde 35.2’si ayda 1, yüzde 25’i 2 kitap alabildiğini kaydederken, yüzde 14.8’i hiç almadığını belirtiyor. Düzenli kitap okuduğunu ifade eden öğretmenlerin oranı yüzde 39.9 iken, yüzde 40.6’sı bazen okuduğunu, yüzde 15.5’i hiç okumadığını söylüyor.

Tablo bu… Bu tablodan utanması gerekenler öğretmenler değil… Ama tablo utanılası bir tablo ve sorun sadece öğretmenlerin sorunu asla değil… Onların eline teslim edilen çocukların, ülkenin geleceği olduğu gerçeğini unutmadan herkes üzerine düşeni yapmalı… Yapmaya çalışmalı… Acilen hem de!

İş düşüyor gönül erlerine...

İşte tam da böylesine karamsarlık ortamlarında, her türlü olumsuzluğu göz ardı edip, kollarını sıvayarak, yüklendiği eğitim misyonunu vücudunun bütün zerresiyle yaşayıp, bulunduğu ortamda elinden gelenin gereğini yerine getirenler de vardır…

Geçen haftaki yazımdan sonra internetten mesaj yollayan İbrahim kardeşim gibi… Kendisi şu anda Kahramanmaraş’ta öğretmenlik yapıyor… Daha yeni bir bilgisayar sahibi olduğunu söylüyor ve hemen nimetlerinden istifade ile dünyasını genişletmeye çabalıyor… Biliyor ki İbrahim kardeşim; kendi dünyasını ne kadar genişletebilirse, öğrencilerine de o kadar geniş bir dünya anlatabilir…

Öğrencilik yıllarından beri Cemre’leri sıkı takip ettiğini de belirten İbrahim öğretmenimiz, öğrencilerine oynatmak üzere tiyatro metinleri istedi benden. Elimin altında duran 3 adet oyun metnini paylaştım hemen kendisiyle… İki gün sonraki mesajında; “Kıymetli Şen Abi; gönderdiğiniz tiyatro metinlerini çok beğendik. ‘FATİH’ adlı oyunu canlandıracağız. Gönderdiğiniz metinleri okuduktan sonra Akif’in ‘Küfe’ adlı şiiri aklıma geldi. Şimdi şiirin aslını bozmadan tiyatroya uyarlıyorum… Bitince ilk işim size göndermek olacak. Yorumlarınızı bekleyeceğim. Hassasiyetiniz için çok teşekkür ederim” diyordu… Sağ olsun.

Onlar oyunu hazırlasın… Sahneleme zamanında haberim, vaktim ve şartlar da müsait olursa Kahramanmaraş’a gidip, İbrahim öğretmeni ve öğrencilerini birlikte kucaklamak isterim… Ne mutlu ki İbrahim öğretmenlerimizin sayısı hiç de az değil bu karamsarlık tabloları arasında bile… Dahilî ve haricî her türlü engellere rağmen hem de! Kolay gelsin İbrahim kardeşim…

Bir sevindirici haber de Pursaklar’dan!

Ankara’nın Pursaklar’ından gelen şu mesajı paylaşalım önce; “Sayın Abdurrahman Şen… ‘Okuyan Şehir Pursaklar’ ismini verdiğimiz kampanyamız hakkında bir iki anekdotu sizinle paylaşmak istedim.

Okumayı teşvik amacıyla beldemizde başlattığımız kampanya ‘bir kitap özeti getirene bir kitap hediye’ sloganıyla devam ediyor. Kampanyamıza hemşehrilerimizin ve öğrencilerimizin yoğun teveccühü bizi de şaşırttı. Uyuşturucu ve şiddetle anılan eğitim sistemimiz içinde kitaba okumaya değer veren insanlarımızın varlığından memnun olduk. İlk üç gününde 1,500 adet kitap özeti geldi. Ulaştığımız bu sayı beklentilerimizin çok ötesinde idi. Belediye olarak eğitim kültür alanına özel bir hassasiyet gösteriyoruz. Gelecek güzel günlerin eğitimli gençler eliyle kurulacağına inancımız sonsuz. Çalışmalarınızda başarılar dilerim

Osman Kayaer/ Pursaklar Belediye Başkan Yardımcısı”

Hemen internetten baktım… Pursaklar Belediye Başkanı Selçuk Çetin’in bir eğitimci olduğunu öğrenebildim… Belediyenin sahip olduğu kültür merkezini, orada verdikleri diğer hizmetleri de gördüm internet sayfalarından. Ayrıca; Pursaklar’ın bir gazetesinin olduğunu, ÖSS öğrencileri için iki adet soru bankası kitabı bastıklarını da gördüm… Demek ki istenince oluyormuş… Yakınmak yerine bir mum yakmak gerekmiş yani…

Kahramanmaraş ya da Pursaklar’dan verdiğim bu iki örnek çabanın, kültürel girişimlerin daha geniş alanlara yayılması gerek elbette… Onun için de toplumsal bilinç gerek…

Ve daha önemlisi… Bütün kültürel ve sosyal kurumlarımızla tepeden tırnağa çağa uygun hâle gelmemiz gerek…

Bayram sohbetlerimizde, bayram ve yeni yıl boyunca bu değişimi gelişimi nasıl yapacağımızı konuşmayı deneyelim bence… 2007’de Çankaya’ya kimin çıkacağından çok çok daha önemlidir bu konu!

02.01.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Bayram vaazının pozitifliği



Bayram sabahı, Ankara Oran’daki Fatih Camiindeydim. Tabandan ısıtmalı ve oldukça tertipli bir cami olmasının rahatlığı ve sıcaklığı belirgindi. Caminin hem maddî, hem de manevî sıcaklığının feyiz ve bereketi, erken dolmasından anlaşılıyordu.

Bu girişe sebebiyet veren, ayrı bir tat ve zevkte kendini dinleten vaizin konuşmasıydı. Bir defa, vaazın alışılmış tarz olmadığını belirtmeliyim. Bende bıraktığı etki üzerinden bu kanaatimin delillerini sunmak ve geribildirimde bulunmak, daha sağlıklı olacaktır.

Vaizin; camiden çıkarken üzerimde bıraktığı müspet havayı paylaşmak istiyorum. Peşinen vaaz eden hocamızı kutluyorum.

Etki dünyama mesaj veren vaazda kendimce algıladığım farklılıklar şunlardı:

1- Vaiz öncelikle yeni bilgi ve kavramları kullanıyordu. Günümüze hitap eden bir yaklaşımı vardı.

2- Dinî kavramları, net bir şekilde açıklıyordu. Dolayısıyla ilk defa veya bayramdan bayrama gelen birisi için bilgilendiriciydi. Farkı, ıstılahları yine ıstılah dili ile izah etmek yerine günümüze uygun anlaşılır kılmasıydı.

3- Akademik bir üslûbu vardı. Ancak sükûnet ve tane tane anlatım tarzını tercih etmişti. Ses tonu yumuşaktı ve kucaklayıcıydı.

4- Şevk unsuru bir içerik kullandı. Pozitifti. Sempati kanallarını açacak türdendi.

5- Medeniyet vurgumuzu çok iyi yaptı. Hamasetten ve ezilmişlikten uzak bir ifadeyle anlattı. Kendimize ait birikimlerin ve dirilişin olumlu tetikçisi oldu.

6- “Anlamlar, semboller ve değerler” üçlüsü üzerinde durdu. Bunları lisan-ı münasiple açtı. Kavramların ve konuların anlamını bilme, anlamlandırma ve bakış açımıza yansıtma açısından, yeni kuşağa ufuk açıcıydı.

Sembollerimizin, inanç sistemimiz içinde anlamlı ve kayda değer kültür ve medeniyet olduğunu nazara verdi. “Şeâir”i bu bapta açıklaması ve ara ara “anlamlar, semboller ve değerler”e atıf yapması pekiştiriciydi.

Sonra değerler üzerinde durdu; dinî değerlerimiz, sevgi, birlik, vatan v.s. Bir insanın ihtiyaçları olan maddî ve manevî varlıklarını güzel bir tasarımla söyledi.

7- Adalet ve ihsan kavramlarını, hukuk ve iyilik buluşması ile tanımladı. Hutbelerde bu âyetin sürekli tekrarlanmasının ehemmiyetine değindi. Günümüzde, hukukta eşitlik prensibi o kadar zarûrî ki, mevzu tercihi manidardı.

8- Mevzuları kısa ve veciz geçti. Birbirini tamamlayan bir mevzular harmonisi gibiydi.

9- Kurban, hikmeti, Hazret-i İbrahim’den Peygamberimize kadar anlattığı konularda bile günümüzün terminolojisi ile dinî kavramların mezcedilmiş sunumu vardı.

10- Genellemeler yerine istatistik kullandı. Veriye dayalı bilgiler de verdi. Öğrendik ki, bayram namazlarına yaklaşık 23 milyon insanımız iştirak ediyor. Cuma günleri bu rakam 17 milyon civarında. Çok yumuşak ve “cami sizin” der gibi ibadet mahallerine, bayram dışında Cumaya da gelmeleri hususunda nazik bir dâvet yaptı. Kademeli tebliğin güzel bir örneğiydi. Yıllık bayram namazından haftalık Cumaya bir sıcak karşılama talebiydi.

11- Ümit, bilgi, anlayış birliği vardı. Olumlu bir ilgi uyandırdı.

Yukarıdaki değerlendirmelere bir ilave daha yapmak istiyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı, son yıllarda daha akademik ve toplumu algılayan bir çerçeveye doğru gidiyor.

Daha fazla aktivite ve etkinlik isteyebiliriz. Ancak gidişâta bakılırsa, denge içerisinde öğrenme ve anlatma sürecinde kendilerini yenilediklerini müşahede ediyorum.

Cami çıkışında, bayram tadında bir vaaz feyziyle memnuniyetimi paylaştığım dostlarımız da benzer kanaatteydi.

Diyanetten bu yaklaşımın devamını diliyorum.

02.01.2007

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Dünyanın bir ucunda bayram



Geçen yıl Kurban Bayramını Güney Afrika Cumhuriyetindeki Durban kıyılarında geçirdim. Bayram öncesinde gemimize gelen “Horasan Erenleri” kurban konusunda gemicilere yardımcı oldular.

Horasan Erenleri diye adlandırmamın nedeni bu kişilerin İslâmı yayma şevk ve gayretlerinden dolayıdır. Zira bundan bin yıl önce Türklerin Anadolu’ya geldiği dönemde İslâmın yayılması amacı ile sulh döneminde derviş, harp döneminde ise asker olarak çarpışan kişilere bu ad verilmişti.

Artık Anadolu tamamen Müslümanlaşmıştı. Hele hele Risâle-i Nur’ların bu coğrafyada iyice kök salmasından sonra küfrün beli kırılmıştı. Horasan Erenleri bu defa dünyanın en ücra köşelerine gittiler. Güney Afrika gibi sömürgecilikten henüz kurtulmaya çalışan yerlerde İslâmı tebliğ etmeye başladılar.

Ahir zamanda cebir ve savaşlar ile dini yaymak mümkün değildi. İnsanlar ancak ikna olduklarında inançlarını değiştiriyorlardı. Belâgat yani güzel konuşma sanatı çok önem kazanmıştı. Horasan Erenleri gibi savaşlara katılmaya gerek yoktu.

Güney Afrika Cumhuriyetinde çoğunlukta olan zenci nüfusun çoğunluğu hâlâ ilkel dinlere mensuptu. Yani taşa toprağa tapan “animist” adı verilen inançları vardı. Devlet ister Hıristiyan, ister Müslüman olsun ayrım yapmadan dinlerini yaymak isteyenlere yardım ediyordu. Yeter ki büyücülerin ve vahşetin kol gezdiği bu topraklarda Allah inancı yayılsın.

Bu maksatla ücretsiz arazi vermekten tutun vergi kolaylıkları gibi birçok teşvik veriliyordu. Beyaz halk yönetimi zencilere devrettikten sonra ırkçı ve sömürgeci alışkanlıklarından vaz geçmek zorunda kalmışlardı. Zaten büyük bir kısmı Avustralya’ya göç etmişti. Ticarî hayatı Hint kökenlilere bırakmışlardı. Hintlilerin ise neredeyse tamamı Müslüman inancına sahipti.

Türkler İslâmın yayılmasında Araplardan aldıkları şevk ve gayreti yüzyıllarca başarı ile devam ettirmişlerdi. Fakat Hintliler nedense onlar kadar başarılı değillerdi. Hindistan’dan gelen hocalardan pek memnun kalmamışlar ve Türklere müracaat etmişlerdi.

Beş yıl içinde yüze yakın okul ve dershane açılmıştı. Gerçi öncelikle Hintli Müslümanların çocukları istifade ediyordu, lâkin zenci halkın ilgisi devamlı sûrette artmaya başlamıştı.

Horasan Erenleri bize yaptıkları faaliyetleri gösteren bir video filmi izlettiler. Malezyalı bir işadamının İstanbul’un fethini ve Peygamberimizin (asm) fetih ile ilgili sözlerini anlattığı bir toplantıda oldukça duygulu anlar yaşanmıştı. Gemiciler de fazlası ile etkilenmişlerdi.

Bu arada kurban kesimi ile ilgili yaptıkları faaliyetlerden bahsettiler. İsteyen arkadaşların kurbanlarını Mozambik, Zambiya ve bölgedeki bazı devletlerde kesebileceklerini ifade ettiler. Dört yıldan beri bu sayede binlerce zencinin Müslüman olduğunu söyleyince gemiciler de, ben de bu hayırlı işe katıldık. Hatta ben dört tane kurbana katıldım zira kurban fiyatları çok ucuzdu.

Bize kurbanlarımızın Mozambik’te kesildiğini söylediler. Bayrama kalmadan Durban’dan ayrılmak zorunda kalmıştık yolda mesajla bilgi verdiler.

Güney Afrika deyince hemen devletin dindar insanlara yapmış olduğu destek aklıma gelir. Keşke ülkemizde de aynı destek olsa. Birçok insan şöyle diyecektir “Destek ve teşvik bir yana, köstek olmasın yeter”

Ne acıdır ki Kur’ân kurslarının kapatıldığı, imam hatip liselerinin öcü gibi gösterildiği ülkemizde devletin dindar insanlar üzerinde uyguladığı baskıyı anlamak mümkün değil. Horasan Erenleri bizlerin bu halini görse belki inanamayacaklar, ama fitne asrının özelliği gereği bu acıları yaşamak zorunda kalıyoruz. Cenâb-ı Allah cümle Müslümanları ve bizleri korusun ve güzel hizmetlerde muvaffak etsin, Âmin.

02.01.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Herkesin bir kurbanlığı vardır



Kurban, sevgiliye yakın olmaktır. Yaklaşmak için de aradaki engelleri kaldırmak, bir takım kayıtlardan kurtulmak gerekir. Bu ise, fedakârlık ister, bir sevgili için çok sevgililerden vazgeçmeyi gerektirir. Dünya adına, nefis ve heves adına sevilen ve değer verilen ne varsa, hepsini getirip, “Ey en sevgili, ben senin için bunların tümünü terk ediyorum, yeter ki sen beni terk etme” diyebilmektir.

Kurban feda etmektir. O’na yaklaşmak ve kavuşmak için var gücü ile koşmaktır. Koşarken insana engel olan, ne kadar ağırlık varsa, onlardan kurtulmaya çalışmaktır. İnsanı oyalayacak, dikkatini dağıtacak, nazarını meşgul edecek ne varsa onlardan yüz çevirmektir.

Dünya ve içindekiler insana hoş gelir. Sahip olduğu maldan, servetten ve şöhretten vazgeçmek insana zor gelir. Onun için mal, canın yongası olarak görülmektedir. Kurban ise, bu yongalardan bazılarını Allah için kesebilmek, onlardan ayrı kalmayı kabul edebilmektir. Bunu yapabilenler, maldan da candan da çok daha kıymetli ve sevgili olan Cemal-i Zülcelâle yaklaşacaklar, O’nun rızasını ve sevgisini kazanacaklardır.

Kurban sadece bir hayvanın kanını akıtıp etini dağıtmaktan ibaret değildir. Zaten O Sevgili’nin de buna ihtiyacı yoktur. “Onların ne etleri Allah’a ulaşır ne de kanları. Lâkin O’na ulaşan yalnızca sizin takvanızdır.”

Kurbanlık hayvanın gönünü kesip kanını akıtan bıçak, aynı zamanda içimizde yerleşmiş kötü huylarımızı kesip atmalıdır. Dünyaya ait hırs ve heveslerimizi, başka insanlara beslediğimiz kin, adavetimizi ve bilumum menfî duygularımızı da bıçak altına yatırmalıyız.

Bu bayram kurban bayramı. Yani yakınlaşma, kaynaşma, bütünleşme bayramı. Hali vakti yerinde olan her Müslüman bu bayramda bir kurban keserek Rabbine yakınlaşma yollarını açmaya çalışacaktır.

Peki bir küçük veya büyükbaş hayvan alacak imkânı olmayanlar kurban kesmeyecekler mi? Veya onlar da tavuk, hindi, kaz gibi bir kümes hayvanı ile mi yakınlaşma yolları arayacaklar? Bu şekilde fetva verenlere mi tâbi olmak zorunda kalacaklar?

Hayır efendim, ne münasebet. Herkesin feda edebileceği bir kurbanlığı mutlaka vardır. Yeter ki buna kıymayı ve boğazlamayı göze alsın.

Meselâ kimin içinde bir enaniyet duygusu, bir husumet kırıntısı, bir parça da olsa kendini beğenmişlik, gurur, kibir gibi menfî duygular yoktur ki? Öyleyse biz de elimize ihlâs bıçağını alalım, önce içimizdeki enaniyeti bir güzel boğazlayalım. Sonra husumeti, hırçınlığı, asabiyeti ve hiddeti kesip atalım. Dostlukları perdeleyen, muhabbete gölge olan, barış ve kardeşliğin önünü kapatan ne kadar yabani duygu ve düşünce varsa, hepsini Allah rızası için kurban edelim.

İşte o zaman kurban bayramının lezzet ve hazzını yüreğimiz her köşesinde hisseder, bayram sevincinden tam hissemizi alırız inşallah. Herkesin kurban bayramını tebrik ediyor, akıtılan kanların ve feda edilen canların, Rabbimize yakınlaşamaya vesile olmasını diliyorum.

02.01.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Bayram, oyun ve eğlenceler



“Bu dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan başka bir şey değildir. Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur. Keşke bilmiş olsalardı.”

Ankebut Sûresinin 64. âyetinde böyle buyuruyor Rabbimiz.

Allah adına bakılmayan dünya böyle ise, bayram günleri de, o günleri oyun ve oyalanma gören insanlar için eğlence günlerinden ibarettir.

Evet, dünyada niçin bulunduğunun şuurunda olmayan kimseler için, hayat olduğu gibi bayramlar da oyun ve eğlencelerden ibarettir.

Âyetin devamında ise “Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur” buyurulur ve sonra da âyet, “Keşke bilmiş olsalardı” diye bitirilir.

Gerçekten ilginç değil mi?

Dünya hayatı bütün güzelliği ve şaşaasıyla ahiretin yanında bir zindan gibi kalıyor. Taşıyla, ağacıyla canlı, ölümsüz bir âlem orası. Böyle bir âlemde sonsuza dek, bütün arzularımıza kavuşacak şekilde yaşama varken, dünyanın geçici, günahlı oyun ve eğlencelerine kapılıp o âlemi kaybetme riskine girmek akıl kârı mı?

Üzerimize kulluğumuzu takınarak bayramı bayram yapma, ruh ve mânâsına uygun şekilde geçirmekle başbaşa iken kulluk elbisemizi kirletmenin açıklanabilir bir yanı var mı?

İnsan bu dünyada ebedî kalsaydı, ölüm gelip yakamızdan tutmasaydı; acılar, üzüntüler, kederler peşimizi bıraksaydı, o zaman belki kendimizi unuturcasına eğlenmeye hakkımız olabilirdi.

Oysa dünya fânî, ömür kısa. Lüzumlu işler pek çok. Vazifemiz son derece önemli. Burada bir misafir ve ebedî bir hayatın yolcularıyız. Bu dünya bir hizmet yurdudur, mükâfat yeri değil.

İşte bayramlar da bu anlayış çerçevesinde sevgi, şefkat, kardeşlik, dostluk, zikir, fikir atmosferinde geçmeli, asıl vazifemiz olan kulluk ve ibadetten kopmamalıyız. Allah Resûlünün (asm) bayramlarda gaflet sarmaması için ümmetine zikir, fikir ve ibadeti tavsiye ettiğini görüyoruz. Bayram gecelerinde sevabını Allah’tan umarak ibadet eden bir kimsenin kalbinin, kalblerin öldüğü günde diri olacağını müjdelemektedir.1

Bayramlarda gaflet istilâ edip, gayr-ı meşrû daireye sapılmaması için, zikrullaha ve şükre büyük teşvikler yapılmıştır. Tâ ki bayramlarda o sevinç ve mutluluk nimetlerine şükredip o nimeti devam ettirip arttırsın. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gafleti kaçırır.2

Dipnotlar

1- İbni Mâce, Sıyam: 67.

2- Lem’alar, s. 260.

02.01.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İnsanlara daha çok acımalı!



İnsanın özelliklerinden birisi, “şefkat” sahibi olmasıdır. Bu özellik, sırrını, Allah’ın kuşatıcı ve merhamet edici olan sonsuz “Rahman, Rahîm ve Vedûd” isimlerinden alıyor. Şefkat, mâsûm ve zayıflara karşı gösterilmesi gereken insânî bir haslet. Bütün çeşitleri nezih ve temiz olan şefkat, aşk ve muhabbetten keskin bir iksir. Gerçek şefkatin kaynağı fedâkârlık ve ihlâstır. Yaratıcı karşısında hadsiz fakirliğimizi hissetmenin göstergesi olan şefkat, aynı zamanda hakiki şükrün esasıdır. Merhamet ve şefkat, yerli yerinde kullanılırsa, fıtrî şükür edâ edilmiş olur.

İnsan, Allah’ın “Rahman ve Rahîm” isimlerine de mazhar olduğundan acır, merhamet eder. İnsan öyle bir kalb taşıyor ki, İslâmiyet bu kalbi işlettirerek, hayvanlara merhamet, hattâ karıncayı ezmeyecek bir letâfete ulaştırmaktadır.

Rabbimiz, hayvanlara merhamet etmemizi, korumamızı, sevmemizi emredip; eziyet, işkence, haklarını çiğnemekten de şiddetle men eder. Ancak, bir kısım “hayvanları koruma dernekleri ve şefkat damarı ziyade kabarmış veya duygularını ölçülü kullanamayanlar” hayvanlara acımakta, onların meşrû dâirede de olsa istihdam edilmesi ve kurban edilmesine karşı gelmektedir.

İnsan ölçülü ve dengeli şefkat beslemeli. Aksi halde, bir rahatsızlığa döner. “İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, ihsan değildir.”1 Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs, yâni hislenmek, acımak hatâdır. Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah’ın gazabından fazla gazap edilmez.2

Allah, Rahim-i Mutlak’tır. Yâni, sonsuz şefkat, merhamet, yardım, sevgi sahibidir. Hayvanları da O yaratmıştır. Biz de Onun kulu ve mahlûklarıyız. Öyle ise, Onun gösterdiği merhametten fazla merhamet gösteremeyiz. O izin verdiğine göre, Onun şefkat ve merhametinden fazlasını göstermek, olsa olsa bir hastalıktır. Hayvanların, insanlar için yaratıldığını ve kurban edilmeleri gerektiğini emreden, onların da yaratıcıları olan Kâinatın Sahibidir:

“Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizin için ısıtıcı şeyler ve birçok faydalar vardır. Onlardan bir kısmını da yersiniz.

“Ta ki kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini ansınlar. Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin.

“Biz, her ümmete hayvan cinsinden kendilerine rızık olarak verdiklerimiz üzerine Allah’ın adını ansınlar diye kurban kesmeyi gerekli kıldık.

“Biz, büyük baş hayvanları da sizin için Allah’ın işaretlerinden kurban kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Şu halde onlar, ayakları üzerine dururken üzerlerine Allah’ın ismini anınız ve kurban ediniz. Yan üstü yere düştüklerinde ise, artık canı çıktığında onlardan hem kendiniz yeyin, hem de ihtiyacını gizleyen-gizlemeyen fakirlere yedirin. İşte bu hayvanları biz, şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik.”3

Kurban bayramı dışında hergün yüz binlerce hayvan kesilir, milyonlarcası avlanır. Bunlara ses çıkarmıyorsunuz, buna itirazımız yok ama eğer şefkatiniz kabarıksa, onu Irak, Filistin ve Çeçenistan gibi yerlerde insanların, hayvanlara bile reva görülmeyecek işkencelerle öldürülmelerine karşı kullanınız ve katliâmları engellemek için girişimlerde bulununuz!

NOT: Mübarek Kurban Bayramınızı tebrik eder; okuyucularımız, milletimiz, ülkemiz, İslâm âlemi; özellikle muztar ve mağdur Filistin, Irak, Çeçenistan, Lübnan, Keşmir, sair ülkelerdeki Müslümanlar, mazlumlar ve insanlık âlemi için hayırlara vesîle olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.

Dipnotlar: 1- Muhakemat, 21.; 2- Sözler, s. 663.; 3- Nahl Sûresi, 5.; Hac, 28, 33, 36.

02.01.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Nimetullah AKAY

Hedefler



Dünyalarını ayakta tutabilmek, yani dünya hayatlarını huzur ve sükûn içinde devam ettirebilmek her insanın ana hedeflerindendir. Herkesin asıl arzusu, huzur içinde yaşamak, kendisini rahatsız edebilecek sıkıntı ve musibetlerden korunabilmektir.

İnsan yaratılışından kaynaklanan bu meşrû yaklaşımın, insanları sürüklediği değişik maceralar bulunmaktadır. Bu arayış neticesinde varılan sonuçlar bazı insanları memnun etmekte, bazılarını da hayal kırıklığına uğratmaktadır. Sonuçta, dünya bazılarına sürekli yaşanabilir dünyalar kazandırmakta, bazılarını da yaşanabilecek gerçek dünyalardan uzaklaştırmaktadır.

Gerçek ve iyi bir insan olmak için başlanan yolculuklar vardır. Ama ne yazık ki yol üzerinde kurulan tuzaklar her yolcunun iyi bir hedefe ulaşmasına engel olmaktadır. İnsan yaratılışına uygun bir ideal ülke bulma yolculuğunda herkesin hedefi aynı olmakla beraber, vasıtaları birbirinden oldukça fazla farklılıklar arz etmektedir. Bazı vasıtalar binicilerini arzulanan iklimlere ulaştırırken, bazıları da hedeflerin şaşırılmasına ve binicilerin yollarda perişan olmasına sebep olmaktadır.

Hayat yolculuğunda ilerleyen insanlar yaratılışın ana temasını gözlerimiz önüne sermektedir. Bizler böylece neden bu dünyada misafir olarak yaşadığımızı daha iyi anlayabilmekteyiz. Çünkü gözlerimizi dünyamızda meydana gelen olaylara kapatamıyoruz. Her hadise bu dünya hayatının arkasında ulaşılması gereken hedefler olduğunu bizlere fısıldamaktadır. Düşününce anlıyoruz ki, asıl mesele bu yolculuğun selâmetle devam etmesi, arananın bulunması ve sonucunda huzurun elde edilmesidir.

Yolculuk aynı zamanda bir arayıştır insanlar için. Yolcular önce kendilerini keşfetmek zorundadırlar. Kendilerini bulma, keşfetme başarısını elde eden insanlar, pürüzü az bulunan bir yolda ilerleyecek ve eninde sonunda aradığını bulmakla hedefine kavuşmuş olacaktır. Bütün mesele, rotanın iyi tesbit edilmesi ve kötü ruhluların hedef şaşırtma çabalarına aldanılmamasıdır.

İnsanların dünya ile olan münasebetlerindeki rotayı niyetler tayin etmekte, hemen insan sayısı kadar niyet farklılığı olduğundan da, herkesin dünyaya olan yaklaşımları diğerlerinden çok farklı olabilmektedir. Bu gerçekle birlikte ana meselelerde rotaları aynı hedefe kilitlenmiş insan toplulukları da bulunabilmektedir.

Menzil-i maksudları, Yaratıcıyı bulmak ve bu bulmada kendilerinin gerçek değerini anlamak olan insan toplulukları, dünyanın ve kâinatın yaratılış maksadına masadak olmakta, böylece de arayış çabalarının meyvelerini en iyi bir şekilde alabilmektedirler. Bunlar gerekirse dünyayı yüksek idealler için sevebilmekte, gerekirse de dünyanın geçici bir misafirhane olduğunu düşünerek, gerçek alâkaya değmeyeceğini kabullenebilmektedirler. Ayrıca kabul etmekle yetinmeyip, bu noktadaki dünyanın kıymetsizliğini hayatlarına geçirmek en büyük emelleri olmaya başlamaktadır.

İkinci etapta aklımıza gelen dünya sevdalılarının başında, ölümsüz bir dünya hayatı arayışı içinde olanlardır. Diğer bir ifadeyle, dünyayı mabud olarak görenlerdir. Bu durumda olan insanlara ne dünya kayda değer bir şey kazandırmakta, ne de kendilerinin dünyaya bir faydası dokunabilmektedir. Hayat ve yaratılan her şey böyleleriyle mânâsını yitirmektedir. Böyle bir yaklaşım içinde olanlar, insanlarla dünyadaki bütün yaratıklar arasında bir husûmet ilişkisini meydana getirmektedirler.

Dostlukların, güzelliklerin olmadığı bir dünya, dünyanın bizatihî asıl hedef olarak seçilmesiyle ortaya çıkmaktadır. Zahiren dünyayı çok sevenler aslında dünyaya ve içindekilere en büyük kötülüğü etmektedirler.

Neticede görünürdeki dünya dostları yüzünden dünya da, dünyadaki hayat da, hayat sahipleri de önemini kaybetmektedir. Bunlar aradıklarını bulmamakla birlikte kendilerini de kaybetme durumuna düşmüşlerdir. Böylece sadece dünya için yaşanan dünyaların sakinleri, karanlık geleceklerde yaşamaya kendilerini mahkûm duruma düşürmekte, “ebedî huzur” arayışındaki hedeflerine varamamaktadırlar.

02.01.2007

E-Posta: [email protected]




Hasan YÜKSELTEN

Piyango kuyruklarında uzayan hayatlar



Bu sene milâdî yılbaşının Kurban Bayramına denk gelmesi değişik bir durum ortaya çıkarttı. Zira bir tarafta manevî havasıyla dinî bir bayram var, diğer tarafta genellikle alkollü eğlencelerin yaşandığı yılbaşı gecesi.

Her yılbaşı yaklaştığında özellikle İstanbul’un belli piyango bayilerinin önünde uzayan kuyruklar çarpar gözüme. Sanki hayatlarının çok önemli olaylarından biriymiş gibi bilet almak için büfe önüne gelen insanlar soğuğa rağmen kuyruğa girerek, ‘Ne olur ne olmaz, belki piyango bana çıkar’ umuduyla paralarını yatırırlar sonu hayal kırıklıklarıyla biteceği belli olan lüzumsuz bir hayale. Devletin vatandaşını kendi eliyle kumara alıştırması, umut satması, hatta çok komik bir şekilde piyangoyu yani kumarı ‘millî’leştirmesi başlı başına irdelenmesi gereken konular olduğu için bu kısımlara hiç girmiyorum.

İnsanın yapısında galiba şans oyunlarına karşı bir zaaf var. Veya şans oyunlarından ziyade, özellikle günümüzde bedava yaşamaya, bir şeyleri çaba sarf etmeden hazır elde etmeye dönük müthiş bir istek var. Zaman zaman şu şirket bedava cep telefonu dağıtıyormuş, diğeri dizüstü bilgisayar verecekmiş, bu maili 20-30 kişiye gönderirsen sen de kazanırsın gibi spam e-mailler gelir mail adresime. Hiç ummadığınız insanlar bile bu aldatmacaya kanarak, bedava bir şeyler elde etme uğruna 20-30 kişiye gönderirler bu mailleri. Tamam, ‘Bedava sirke baldan tatlıdır’ denir ama insanın kendi emeğiyle kazanıp elde ettiği şeyler çok daha zevk vermez mi insana? İnsan çaba sarf etmeden, hak etmeden bir şeyler elde etmeye neden bu kadar heveslidir acaba?

Bazı insanlarda da şeytanın sağdan yaklaşması misâli değişik fikirler sadır oluyor. ‘Bana piyangodan para çıkarsa o parayla cami yaptıracağım, hayır için kullanacağım’ gibi yersiz ve boş fikirlerle şeytan insanlara sağdan da yaklaşabiliyor. Haram parayla, hayırlı bir işe nasıl hizmet edilebilir? Günah işleyerek nasıl Allah’a yaklaşabilinir? Hem unutmamak gerekir ki def-i şer celb-i hayra racihtir. Yani günahtan kaçmak, sevap kazanmaktan önce gelir. Dolayısıyla şeytanın bu tür kandırmacalarına da aldanmamak gerekir.

Bir şeyleri çaba sarf etmeden bedava elde etmekten tutun, piyangodan milyonlar kazanmayı istemeye kadar geniş bir yelpazede cereyan eden bu hadiselerin arka planında kanaat hazinesine sahip olamamak var bence. Kazancından daha az harcayabilen bir insan zaten zengindir. Elindekiyle yetinemeyen, tatmin olamayan, kanaat hazinesine sahip olamayan kişiler hayallerini bedavadan gelecek şeylere bağlıyorlar. Sanki hayat bir film platosu, kendileri de sihirli değneğin kendilerine değmesini bekleyen başrol oyuncuları. Oysa ne hayat bir film platosudur, ne de masallardaki gibi sihirli değnekler vardır. Kur’ân’da geçtiği gibi, ‘İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır’1

Bediüzzaman’ın Sözler adlı eserinde söylediği gibi, milyonlar piyango biletlerini bize kazandıracak hakikatlere göre hayatımızı tanzim etsek ve hayatı bedavaya yaşamak gibi bir anlayıştan uzaklaşıp, hak ederek, çalışarak kazandığımızla yetinmeye çalışsak çok daha mantıklı hareket etmiş oluruz. Bir insanın ölme ihtimali, kendisine piyango ikramiyesinin çıkması ihtimalinden kat be kat daha yüksektir. Dolayısıyla esas olarak kabirden sonraki manevî piyango için çalışmak gereklidir. İllâ ki bir ikramiye kazanmak isteniyorsa bunu da kabirden ötesi için verilen manevî piyangodan beklemelidir. Zaten bu dünyevî piyangoları kazananların hangisi mesut olabilmiştir, kim o haram paralardan hayır görmüştür ki? Piyango kazananların gazetelerin birinci sayfalarında çıkan parlak haberleri bir müddet sonra 3. sayfalardaki kötü akıbetlerini bildiren haberlerle sona ermiyor mu zaten? Asıl güzel akıbet için takva esaslarına sarılmak gerekir. Zira Kur’ân’da geçtigi gibi, ‘Güzel akıbet takva sahiplerinindir’2

Bu sene yılbaşı Kurban Bayramına denk geldi. Ve birileri kurbanı kurbiyet mânâsında Allah’a yakınlaşmak adına bayram olarak eda ederken, birileri de piyango kuyruklarında sıranın kendisine gelmesini bekleyerek vakit öldürüyor. Piyango kuyruklarında uzayan hayatlar ölüyor. Neylersin. İmtihan dünyası işte...

Not: Mübarek Kurban Bayramınızı tebrik eder, hayırlara vesile olmasını Yüce Allah’tan niyaz ederim. HY.

Dipnotlar:

1- Necm Sûresi, 39

2- Tâhâ Sûresi, 132

02.01.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Namaz borçlarımız



Manisa’dan bayan okuyucumuz: “Kazası çok olanlar borçtan kurtulmak için nasıl bir yol izlemeli? Kaza namazının başlama ve kılınmasını teferruatlı bir şekilde izah edebilir misiniz? Kaza namazları gün içerisinde hangi vakitlerde kılınabilir? Hangi vakitlerde kılınamaz? Namazın borç olması hangi yaşta başlar?”

Farzlar hem Allah’ın kesin emri olan; hem de bizi Allah’a yaklaştırmakta, feyizde, berekette ve sevapta eşi ve benzeri olmayan ibadet biçimleridir. Nitekim Cenâb-ı Allah, “Kulum kendisine farz kıldıklarımdan bana göre daha sevimli hiçbir şeyle Zatıma yaklaşmamıştır” buyuruyor.1

Öyleyse, hiç mübalağasız, farzları eda etmek için yaşıyoruz diyebiliriz.

Namaz akıllı Müslüman’a ergenlik yaşında farz olur. Ergenlik yaşı kişiden kişiye değişebilir. Bu bakımdan ergenlik yaşına bizim kaç yaşında ve hangi gün girdiğimiz önemlidir. Genel ergenlik çağı değil. O gün, o yaşta başlamış olur.

Kaza borçlarımız, günlük farzlarımızla “aynı ölçüde” eşsiz ve benzersiz sevap ve feyiz kaynaklarımızdır. Günlük farzlarımızla birlikte, bizim için “yine farz ölçüsünde” feyiz ve sevap kazandırmaya kabiliyeti ve istidadı bulunan bu ibadetleri de, “uygulayabileceğimiz bir plânlama” ile yerine getirmeye bir an önce başlamalıyız.

Önce; “Bismillah” diyelim ve her gün sadık kalabileceğimiz, uygulanır bir program yapalım. Sonra da, bu programı günlük takip etmeye başlayalım. Bir süre sonra kendimizin, “günlük farz” ve “kaza farz” olmak üzere “topyekûn farzlarımızı” yerine getirmeye–inşaallah—uyum sağlamış olduğumuzu göreceğiz. Kaza namazlarımızı günlük nasıl kılabileceğimiz konusunda hiçbir kural yoktur. Tek kural bir an önce başlamak ve kılmaktır. Her zaman, her yerde ve her şekilde kılınabilir. İmam-ı Şafiî Hazretlerine göre kerahet vakitlerinde de kılınabilir. Kaza namazının kılınamadığı hiçbir vakit yoktur.

Geçirdiğimiz bir namazın yalnız farzının ve vacibinin kazası kılınır. Bunlar, sabah namazında iki rek’at farz, öğle namazında dört rek’at farz, ikindi namazında dört rek’at farz, akşam namazında üç rek’at farz, yatsı namazında dört rek’at farz ve üç rek’at vitir vâcip olmak üzere her gün için toplam 20 rek’at namazdan ibârettir. Hepsini her gün bir arada kıldığımızda bile günlük sadece 20 dakikamızı alır. Düşünelim bir kere: Her gün yirmi dakika nerelere vermiyoruz ki?

Yapacağımız tek şey; farz için kamet etmek, “Niyet ettim Allah rızası için vaktinde kılamadığım en son (meselâ) sabah namazının farzını kaza etmeye” diye niyet etmek ve sabah namazının farzını nasıl kılıyorsak kazayı da aynı şekilde kılmaktır.

Bu şekilde günlük beş vakit namazın kazasını; ya her vaktin arkasından birer vakit de kaza kılmak sûretiyle; ya da–buna vaktimiz müsait olmadığında—yatsı namazının ardından bir günlük de kaza namazı kılmak sûretiyle yapmaya niyet ettiğimizi düşünelim. (Şartlarımıza uygun başka çözümler bulmak da mümkün) Bu niyetimize sadık kalarak ibadetlerimize başladığımızda, belli bir süre sonra, yaklaşık olarak tahmin ettiğimiz kaza borçlarımızı–inşaallah—kolayca ödemiş oluruz. Oruç borçlarımızdan da aynı yol ile kurtulmamız mümkün.

Cenâb-ı Hak, “Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim”2 buyuruyor. Allah Resulü (asm) ise bir hadislerinde, “Ameller ancak niyetlere göredir”3; bir diğer hadislerinde de Cenâb-ı Hakk’ın meleklerine “Kulum bir iyilik yapmaya niyet eder, fakat yapmaya muktedir olamaz ise, ona bu güzel niyetine mükâfat olarak, tam bir iyilik yapmışçasına sevap yazın”4 diye emrettiğini bildiriyor.

Bu müjdeli hadisten anlıyoruz ki, içimizden, meselâ kaza namazlarımızı tamamen kılmaya niyet ederiz, ölüm veya hastalık olmadıkça kılmaya da devam ederiz. Ölmeden tamamını kılabilirsek ne âlâ! Eğer araya giren ölüm nedeniyle tamamını kılmaya güç yetiremez isek, baştaki niyetimiz ve niyetimizdeki sadakatimiz hürmetine inşallah Cenâb-ı Allah merhametinin, şefkatinin ve mağfiretinin gereği tamamını kılmış gibi bizden kabul buyuruyor. En azından Cenâb-ı Hakk’ı böyle bir merhametle bilmek, Yüce Dinimizin bize öğrettiği terbiyedendir. Ancak bizim niyetimiz ve niyetimizde sadakatimiz ve kararlılığımız, Allah’ın merhametine ve mağfiretine ulaşmamız ve affedilmemiz için önemli bir faktördür. Bunu unutmayalım.

Biz kural ve şart aramadan başlayalım. İnşallah Cenâb-ı Hak imkân lütfeder.

Cenâb-ı Hak hepimizi ibadetlerde muvaffak kılsın. Âmin.

Dipnotlar:

1- Buhârî, 12/2184

2- Buhârî, 1/1

3- Buhârî, Tevhid, 15 (Bedîüzzaman’ın tercümesiyle-Sözler, s. 39)

4- R. Sâlihîn, 95

02.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Siyasette usûl-1



Bugün sınırların belli olması ve Müslümanların ittifak edemeseler bile kavga etmemeleri için siyasette bir usûl benimsenmesi gerekiyor. Bunlar dinî ve ahlâkî kriterlerdir. Dinî ve ahlâkî kriterler gözetilmezse siyasî sahaya egemen olacak maslahatçılık, pragmatizm bizi ilkesizliğe ve neticede kavgaya sürükleyecektir. Maalesef Irak işgalinde, iki düşman kampın maslahatçılığının izdivacı ve buluşması birinci derecede rol oynamıştır. ABD’nin bilinen politikası pragmatizm adı altında maslahatçılıktır.

İran da, Ayetullah Fadıl el Maliki’nin isabetle teşhis ettiği gibi burada maslahatçılık üzerinden fırsatçılık yapmıştır. Bu zıt cephelerin çifte maslahatçılık politikası sonucunda en azından Irak’ta bugüne kadar yarı resmî rakamlara göre 650 binden fazla insan hayatını kaybetmiştir. Bunun nedeni ilkesiz ve maslahatçı politikalardır. Bütüncül olmayan ve herkesin çıkarlarını temin etmeyen anlayış ve politikalar parçalayıcıdır. Parçalanmış bir vakıa ile karşı karşıya kaldığımızda ne yapmamız gerekir? Burada iki illetli yaklaşımla karşı karşıya kalıyoruz. Yine bunlardan birisini İran, diğerini de Kaide anlayışı temsil ediyor.

Kaide’nin köklerinin dayandığı anlayış 1980 öncesi Mısır’daki Cemaatü’l-Müslimin anlayışıdır. Bütünü temsil etmedikleri ve dolayısıyla bütüncül olmadıkları halde bütünü temsil ediyorlarmış gibi tekelci bir anlayışla başkalarını tekfir etmişlerdir. Polis de onlara ‘El Hicre ve’t-Tekfir’ adını koymuştur. Halbuki İsam Attar onlara ve onlar gibi düşünenlere kılavuzları olacak şu ilkeyi takdim etmiştir: “Biz Müslümanlardan bir parçayız veya Müslümanlardan bir cemaatiz demeye hakkınız var, ama Müslümanların tamamıyız veya Müslüman cemaatiz demeye hakkınız yok…’ Cemaatü’l-Müslimin anlayışı benimsendiğinde o şemsiye altına girmeyenler kendiliğinden kâfir oluyorlar. Ya da kendiliklerinden daire dışında kalıyorlar. Şükrü Mustafa ve arkadaşlarının kendilerine Cemaatü’l-Müslimin demeleri ne kadar yanlış ise, birilerinin veliy-yi fakihi ‘Rehberü’l-Müslimin’ ilân etmesi de o kadar yanlıştır. Bunu başkalarına dayatması daha da yanlıştır. Öyleyse: Tefviz yoksa temsil de yoktur. Ya da biat yoksa hilafet veya imamet de yoktur. Kısmî biat varsa kısmî hilafet veya imamet vardır. Meşrûiyeti tam değildir. Öyleyse kimse kimsenin rızası olmadan ona ne hilafet veya imamet bahşedebilir, ne de dayatabilir.

Siyasî nikâh da sosyal nikâh ve akit gibi karşılıklı rıza üzerine müessestir. İbni Haldun ve diğerlerinin dediği gibi siyaset Müslümanlar arasında şûrâ ile tedvir edilir. Müslümanların kendilerine bırakılmıştır. Kurallar çerçevesinde buna işlerlik kazandırılır. Mesafe farkı ve uzaklığı dolayısıyla tek çatı altında toplanma imkânsızlığına binaen müteehhirin ulema Müslümanların çift imama biat edebileceklerini kabul etmişlerdir. Bu durumda Müslümanlar arasında fiilî bir siyasî çoğulculuk olduğu gibi zarûretine binâen şer’î bir çoğulculuk da vardır.

Bunu ancak hakkı ve hakikatı kabul etmeyen inkâr edebilir.

Bu durumda, siyaset paralandığında Müslümanlar arasındaki ilişkileri belirleyecek kurallara azamî derecede ihtiyaç başgösterecektir. Bu kurallardan birisi şudur: Ne kadar fasık olursa olsun dahilde Müslüman yöneticilere karşı silâh kullanmamaktadır. Bunun tek istisnası küfr-ü bevvahtır yani açık küfürdür. Bu da teville değil, gerçekten de olmalıdır. Sözgelimi, Nasır ile Muhammed Teraki arasında bir ayrım yaptığınızda Nasır ulemanın dediği sınıra dayanmamıştır. Ama Muhammed Teraki gelmiş idi ve Müslümanlar ona karşı Afganistan’da huruç hareketi başlatmışlardır. Ancak Nasır da Müslümanların istediği salih bir kimse değildi. Buna karşı izlenecek yöntem nedir? Davet ve bazen güzel sözle, bazen de doğru sözlerle hakkı tebliğ etmektir. Yani irşattır. Dahilde mücadele yöntemi irşat eksenli olmalıdır. Bu uğurda Ömer Telmisani gibiler hapislerde yatarken Seyyid Kutup idam edilmiştir. İkinci kaide, Muhammed Mehdi Âkif’in, Amerikalıların, Mübarek rejimine karşı ayartmak istediklerinde söylediği kaidedir: “Biz Mübarek’e karşı Amerika’dan güç almayız. La nestakvi biamerika dıdda Mübarek...”

Bu konuya yarın devam edelim.

02.01.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Kurbanda noel hediyesi



İslâmın kurbanı mı demeliyiz ona, yoksa Bush’a sunulmuş bir noel hediyesi mi?

İslâmın kurbanı demek için dilim varmıyor.

O aslında bir defa değil, bin defa ölümü hak etmişti.

Sadece Duceyl için, sadece Enfal için asılmamalıydı.

5 bin kadın ve çocuğun kimyasal gazla nefes alamadan öldüğü Halepçe için de asılmalıydı.

O aslında Kerkük’te, Altınköprü’de, Yanık Topraklar’da yaptığı katliamlardan dolayı bin defa ölümü hak etmiş bir diktatördü.

Ama işgalci güç ABD asmamalıydı onu. İşgal mahkemelerinde değil, bağımsız insan hakları mahkemelerinde yargılanıp, bir defa değil, bin defa ölüm cezasına çarptırılmalıydı.

Ama öyle olmadı.

Belki sevinmeliydim Saddam gibi bir diktatör ortadan kaldırıldı diye.

24 yıl boyunca ülkesinin zalimce yönetmiş bir diktatördü o.

Ama sevinemedim.

Saddam’ın idamına üzülür mü insan?

Üzüldüm işte.

Üzüldüğüm Saddam değildi, aslında.

İşgalci ABD’nin idam etmesiydi onu.

Petrol cenneti olan ülkesini, kendi insanları için yaşanması imkânsız cehenneme çevirirken, çeyrek asırda çağ atlatabileceği ülkesini işgal altında bırakıp, kendi bir çukurdan çıkarılıp, sonu idam sehpası oldu.

Aslında o çukurun içindeki Saddam değildi sadece.

Koskoca bir Irak’ı attı da gitti o çukurun içine.

Halkına acıdan başka bir şey vermemiş olan Saddam’ın ortadan kaldırılmasına sevinemediysek, gelenlerin ondan daha zalim ve hain olmalarıydı.

Bir zalimi öteki zalim ortadan kaldırırken, Müslümanların mukaddes bayram sabahında bir noel hediyesi olarak asılmasıydı asıl ağırımıza giden.

Arap dünyası bir gün önce girdi Kurban Bayramına.

Saddam’ın idamı da tam o güne denk getirildi.

Milyonlarca Müslümanın, “Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk” diyerek oluk oluk Arafat’tan inip, şeytan taşlamaya koştuğu saatlerde ipe çekildi Saddam Hüseyin.

Arap dünyasının gururunu kırmak için daha başka ne yapılabilirdi ki?

İslâm dünyasının Kurban Bayramında, Bush’a sunulan bir noel hediyesi oldu.

Saddam Hüseyin olayından çıkarılacak çok dersler var.

O da ulusalcıydı.

Ama Arap ulusalcısı

“Seyf-ül Arap” yani Arap dünyasının keskin kılıcı olmaya soyunmuştu.

Bir emirle insanları ölüme yollayabiliyor, uçakları, tankları, topları, ordusu, askeri, kimyasal silâhları ile kendi topraklarında kendi insanlarını öldürüyordu.

Ancak elinde silâhları, emrinde ordusu, tankları, topu, uçağı olduğu halde bir kurşun sıkamadan, bir meczup gibi kuyu dibinde yakalanıp, bir bayram sabahı ipe çekildi.

Hitler’in Almanya’yı, Mussolini’nin İtalya’yı mahvetmesi gibi, Saddam’da hem kendisini, hem ülkesini mahvetti.

Artık Saddam yok…

Ama bilin ki, Saddam asıl şimdi girdi tarihe. O alçak bir diktatör, ülkesi işgal altındayken tek bir kurşun sıkmadan çukurda gizlenen bir korkak olarak anılacaktı belki. Ama o bu olaydan sonra artık tarihte hak ettiği şekilde yer almayacak.

O işgalci Amerika’nın bayram sabahı ipe çektiği bir lider olarak geçecek tarihe. Hak etmediği halde Saddam’a öldükten sonra verilecek en büyük onur oldu bu.

Peki Saddam sonrası Irak ne olacak?

Saddam’ın idamını ABD’nin Irak’tan çekilme takviminin başlangıcı olarak görmek mümkün.

ABD, Ortadoğu’da İngilizlerin politikasını takip etti hep.

Şimdi Irak’tan çekilme takvimini oluştururken, Saddam’ın idamıyla birlikte bitmeyen bir kavganın daha pimini çekti, büyük bir fitnenin tohumunu attı.

Pakistan’da Butto’ya idam cezasının verilmesinden hemen sonra Türkiye’ye gelen Ziya Ül Hak’a Ankara’da, “Her lekeyi çıkaran ilâç bulundu, ama kan lekesini çıkaran ilâç bulunmadı. Siyasî dâvâlara kan bulaştırmamak lâzım” denilmişti.

Butto idam edildi, ama dâvâsı bitmedi.

Saddam bir Butto değildi elbette ki.

Ancak Saddam’ın idamıyla birlikte Ortadoğu’nun kanlı sayfasına büyük bir kan lekesi daha bulaştırıldı. Ortadoğu’da kanı kanla yıkarlar. O demektir ki, yıllar boyu devam edecek bir kanlı hesaplaşmanın tohumları ekildi.

Unutmayın Ortadoğu demek, acıların yüzyıllar boyu devrettiği, mutlulukların anlık yaşandığı topraklar demek.

Saddam Hüseyin’in giderken söylediği, “Filistin Araptır” sözü size çok şey hatırlatmıyor mu?

İslâm dünyasının asırlardır kanayan yarası Kerbela toprakları Irak’ta değil mi?

Saddam Hüseyin neden Amerikalıların kontrolündeki bölgede değil de, Şiilerin yoğun olduğu Kâzımiye Semtindeki daha önce Baas Partisinin Şiilerin sorgulanıp işkence gördüğü merkezinde idam edildi.

Irak’ta sözde Şii muhalefetiyle uğraşan ABD, neden Saddam’ı Şiilere bir bayram hediyesi olarak o gün verdi.

Böylece asırlardır devam eden ve ABD’nin bölgeden çekilirken, asırlardın sürmesini istediği Şii-Sünnî çatışmasına bir de Saddam faktörü eklenmedi mi?

Vatikan dahi Saddam’ın idamını kınarken, İran’ın sevinçle karşılaması bu sinsi planın tuttuğunu göstermiyor mu?

Saddam Hüseyin, son sözünde Iraklılara birliklerini muhafaza etmelerini söylemek yerine iktidarı elindeyken buna uğraşsaydı, herhalde bugün ülkesi de kendisi de bu halde olmazdı.

02.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri

Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004