Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Ocak 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Siz ve biz



Ölenler sizden değilse, can değildir. Sizi vurmuyorsa bombalar, sizi hedef almıyorsa silâhlar, sizin yolunuzun üstünde değilse mayınlar, sizin aleyhinizde çalışmıyorsa düşmanlar tehlikeli değildir.

Yangın sizin mahallenizde değilse, sobadaki kömür gibidir; sel sizin evinizi basmıyorsa, bir haber bültenidir; sizin evinizden çıkmıyorsa cenaze, istatistikî bir bilgidir.

Depremler sizi sarsmıyorsa haber, trafik sizi sıkmıyorsa problem, kar sizin yolunuzu kapatmıyorsa “kötü hava koşulu” değildir.

Katiller ya da maktuller sizden değilse o bir cinayet değildir; katil suçlu, maktul mazlûm değildir.

Sizden yanaysa darbeler, o bir darbe değil, beyaz devrimdir. Sizden yanaysa yasaklar, onlar yasak değil, özgürlüğün ta kendisidir. Sizi mahkûm etmiyorsa mahkemeler, bu haksızlık değildir.

Para sizin cebinizdeyse, ekonomide her şey yolunda gitmektedir.

Bir işiniz olduğu sürece işsizlik, karnınız tok olduğu sürece açlık bir problem değildir.

Siz konuşabildiğiniz sürece konuşmak yasak değildir, sizin gibi düşünüldüğü sürece düşünce suç değildir.

Siz görmediğiniz sürece işkence, siz işitmediğiniz sürece farklı fikir, sizin elinize bulaşmadığı sürece kanayan yara yoktur.

Hayat güzeldir, size güzelse. Hayat berbattır, size öyleyse. Hayat tatildir, siz tatildeyseniz.

Ölüm sizi korkuttuğu, yağmur ıslattığı, güneş terlettiği için kötüdür.

Sizi seven varsa aşk vardır, sizi özleyen varsa özlem vardır, sizi arayıp soran varsa vefa vardır.

Sevilmiyorsanız aşk kötüdür. Özlenmiyorsanız, aranıp sorulmuyorsanız vefa bir semt adıdır.

Açlık, susuzluk, umutsuzluk vardır; siz acıktığınız, susadığınız ve umutsuzluğa düştüğünüz zaman.

Ölenler sizdense, kayıp giden bir yıldızdır. Sizi vuruyorsa bombalar, sizi hedef alıyorsa silâhlar, sizin yolunuzdaysa mayınlar, sizin aleyhinizde çalışıyorsa düşmanlar, ortada vahim bir durum vardır.

Yangın sizin mahallenizde, sel sizin evinizdeyse, sizin evinizden çıkıyorsa cenaze, bu üzerinde durulması gereken bir olaydır.

Sizi sarsan deprem en şiddetli deprem, sizi bekleten trafik en büyük problem, sizin yolunuzu kesen kar “kötü hava koşulu”dur.

Siz karşısınızdır darbelere, size karşı olduğu sürece. Yasaklara karşısınızdır, sizi yasakladığı müddetçe. Sizi mahkûm eden mahkeme adil, sizi parasız bırakan ekonomi iyi olamaz.

Oysa biz buradayız. Biz her canı değerli sayan, her acıyı acımız bilen, her cinayete, darbeye karşı duranlar.

Biz buradayız ve sizden fazlayız.

30.01.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

İnovasyona ilham olan tecdit



Yine Anadolu’dayız. Ana kucağı gibi bizi şefkatine alan ve sıcak duygularını veren Anadolu. Hasbîliğin ve kavrayışın en tabiî haliyle yakaladığımız paylaşımlar, hem öğretici hem de geleceğe atıf yapan fikirlerle dolu.

Geçen Pazar, haberlerin kar yağışı sebebiyle Bolu Dağı ve tüneli kapanıyor/kapandı dediği saatlerde olay mahallindeydik. Bizden önce geçici olarak tünel trafiğe kapanmış, sonra açılmıştı. Eksi 10’a varan bir donma ve yoğun kar altında, sağa yanaşmış veya gidemeyen araçlara mukabil, dikkat ve teyakkuz isteyen bir trafikte, adeta huzur yolculuğu yaptık yol arkadaşlarımla.

Düzce’den dönüyorduk. Şükür geç döndük, ama muhabbetle döndük. Yeni Asya Vakfı Düzce Şubesinin Pazar seminerindeydik. “Sistem ve Yenilenme” seminerimiz vardı. Kışın ağır şartları, buluşmamıza engel olamamıştı. Dostlarımızla bir aradaydık. Benzer atmosferi, bir hafta önce Nevşehir’de yaşamıştık. Gönül ve düşünce dünyalarını bizimle paylaşan insanımızla, Risâle-i Nur ışığında sistemleşmeyi, sistemin altyapısını, fonksiyonunu ve bunun yenilenmeyi sağlayacak zihni berraklığı ve filtre fikirlerin kaynaklarını konuştuk.

Geleceğin/şimdinin medeniyet sarayında mutlu olmaktan bahsettik. Daha doğrusu Bediüzzaman’ın orijinal tabiriyle, “..şimdi istikbalin saadet saray-ı medeniyetinde” yaşamaya dönük, geçmişin olumsuzlukları olan benlik, ağalık, kendi başına buyruk alışkanlıklardan kurtulup “fikr-i icada ve teşebbüs-ü şahsiyeye ve fikr-i hürriyete inkilâb edecek” yenilenmeyi ve bunun altyapısını konuştuk.

Cumhuriyet öncesi dönemde, yaklaşık yüz yıl önceden bu günlere uzanan bu nefis tesbit, 21. yüzyılda insanlığın yakalamak istediği üç temel kavramdır. Birincisi “Fikr-i icad” dediği, icat fikri, yani buluşçuluk. Pazarlanabilir, uygulanabilir, katma değeri olan ve yeni mutlu sonuçlar verecek, zihnî üretim ve algılamaya açıklığıdır.

Teceddüt koridorunda; yenilenme, yenileşme, yenilik ve tecdit ile geleceğe uzanan hayal dünyamıza giydirdiğimiz tasavvurlarımız ve akılcı düşüncelerimiz, zamanın talepleriyle örtüşen çözümler ortaya koyuyorlarsa, kendine has bir kimyayı ifade ederler. Düşünce laboratuvarları da, toplumun verilerinden sağladığı girdilerle reaksiyona giren kimyasal terkiplerini “normal şartlar altında” bir çıktıya/sonuca götürür. İcat fikri, bütün bu süreçlerin ve çare üretme becerisinin ileriki safhası ve yeniliği destekleyen fikrî doğumun sevincidir.

İkinci temel kavram ise, “Teşebbüs-ü şahsî” dediği, bireyin teşebbüs gücü, girişimi ve müteşebbis olma potansiyelidir. Ülkemizde herkesin memur olmaya özendirildiği, tutuk bir yapının garantili gelirine talip ve çalışma azminin risklerinden kaçan bir toplum haritasında, Osmanlı’nın gün batımına yakın son dönemlerinde bu iddialı gerçeği, diğer ifadeyle geleceğin şifresini vermek, gerçekten çok özgün ve farklılaştırıcı bir misyondur.

Günümüzde girişimciliğin teşvik edildiği, özendirilmeye çalışıldığı ve istenen sonucun da yeterince alınmadığı göz önüne alınırsa, bir din âlimi olarak çok önceden girişimciliği önemsemek, Bediüzzaman’a hastır.

Üçüncüsü ise “Fikr-i hürriyet”tir. Özgür ortam, özgür düşünme ve özgür ifade ile ancak fikir kalitesi ortaya çıkar. Çekinmeden ve endişe duymadan kendini ifade hakkı, demokratik iklimle mümkündür. Bilimin hür zeminde gelişeceği ve insanların fikirlerinden dolayı muaheze edilemeyeceği bir toplumda, müzakere ve mutabakat artar.

“Her taifeye, ona mahsus bir meşrûiyet, bir teceddüt ilham olunuyor...” gerçeğinden hareketle, farklılık ve orijinallik boyutunda ayrı ayrı tasarlanmış “taife”lerin, ilham kaynakları olan iki nokta vardır: Biri meşrûiyet, diğeri ise teceddüttür. Kendisine ait bir geçmişin, mensubiyetin, nesebin ve beslendiği, yetkilendiği, elde ettiği kaynağın meşrû olması ile birlikte yenilenme içinde devam eden ilham kuvveti, diğer varlıklarda kendini gösteriyorsa, insandaki mahiyet farkıyla ne kadar irtifa kazanacağını tahmin etmek zor değildir.

Yine biliyoruz ki, “insanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüt ettikleri için tecdid-i imana muhtaçtır.” Her zaman geçerliliğini koruyan, insanın hem şahsında, hem de âleminde teceddüdüdür, yenilenmesidir.

İnovasyon kavramının revaçta olduğu günümüze, ilham olmuş teceddüt fikirleri damgasını vuracaktır. Bu demektir ki, tecdit hareketi revaç bulacaktır. Biz de nasipse konuşmaya, yazmaya devam edeceğiz.

30.01.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Zalimlerin oyunları bizi şaşırtmasın



Zulmün kol gezdiği, zalimlerin cirit attığı bir dünyada yaşıyorsak, zulmü hoş görmemek ve zalimin zulmüne ortak olmamak için büyük bir dikkatle hayatımızı sürdürmek zorundayız. Mesnetsiz hüküm vermeler, muhakemesiz değerlendirmeler ve hislerimizi ön plana çıkarmalar bizleri İlâhî adalet önünde zor durumlara düşürebilir.

Yalan ve doğruların birbirine karıştığı bir zamandayız. Doğruların yalanlardan fazlasıyla etkilendiği günümüzde en doğrusunu bulmak kolay değildir. Yalana revaç vardır sosyal hayatımızda. Sanki mayınlı tarlalarda iz sürmek zorunda bırakılmışız.

Ahirzamanın bütün belirtilerini günümüzün her ânında görebilmemiz mümkündür. Kıyametin önceden ifade edilen belirtileri bir bir çıkmıştır. Kısacası bozgunculuk, fitne ve fesat sıradan olaylar gibi görünmektedir.

İnsanlığın ana gündemini neredeyse zalimlerin satranç oyunları oluşturmaktadır. Ve bizler de ne yazık ki, bazı zamanlar dilimizle zalimlerin ekmeğine yağ sürmekteyiz. Yani çok konuşuyor, olur olmaz meseleler hakkında yorumlar sergiliyoruz. Çoğu zaman farkında olmadan zalimleri savunuyor, mazlûmların hakkını çiğniyoruz. Böylece bir nev'î zalimlerin oyunlarına âlet oluyoruz.

Olabildiğince az konuşmanın insana değer kazandırdığı bir zamandayız. Ya hakkı konuşacağız, ya da susacağız. Her zaman Hakkın hatırını ön planda tutma mecburiyetimiz vardır. Bunun için dilimizi korumaya, dilimize hâkim olmaya çalışmamız gerekmektedir.

Zalime meyletmemek insan yaratılışının ana düsturudur. Bütün varlıkları yoktan var eden Rabbimiz zalimlere meyletmememizi emrediyor, ateş size de dokunur, buyuruyor. Bu sebeple meyletme tuzağına düşmemek için, bir konuşmak ve karar vermek için bin düşünmemiz gerekmektedir. Kesin yargıya varmayana kadar hükmümüzü vermemek ve hadiselere taraf olmamak en selâmetli yol gibi görünmektedir.

“Allah için sevmek, Allah için buğz etmek ve adalet-i mahzayı ölçü olarak kabul etmek” selâmeti isteyen insanların ana düsturları olmalı. Başka dürtüler, başka tesirler bizi rahatlıkla yanlış kararlara götürür. Aklımızı iyi kullanmamız, kalbimizi merkez yaparak vicdanî duygularımızı nefsimizin arzularının önüne geçirmek prensibimiz olmalı.

Dünyevî bakış açılarına dikkat edelim. Dünyevî duygulardan kaynaklanan tarafgirlikler, hamasî yaklaşımlar bizleri insanlığımızdan ayırmasın. Bizler her şeyden önce insanız ve bizi insan olarak yaratıp bu dünya âleminde imtihana tabi tutan Rabbimizin kuluyuz.

Rabbü’l-Âlemîn’in rızası, insan olan insanlar için her zaman ön planda olmalıdır. O rıza mertebesine ancak hak ve hukuk gözetilerek varılabilir. Bu sebeple Hakkı gasp edilmiş, hukuku çiğnenmiş olan insanlar varken, propagandası yapılan zalimleri hoş göremeyiz. Zalimlerin yanında, mazlûmların karşısında olamayız.

Kul hakkını Allah bile affetmiyorken bizler hangi hakla affedebiliriz? Belki sadece kendimizi ilgilendiren konularda hakkımızı helâl edebiliriz, ama başkalarının çiğnenmiş haklarını görmezlikten gelme hakkını kendimizde görmemeliyiz.

Yanlışa düşüp düşmeme konusunda her zaman uyanık olmak, dolayısıyla olayların perde arkasının da olabileceğini unutmamak gerek. İşin içinden çıkamadığımız zaman baş vuracağımız kaynaklarımız vardır. Çaresiz değiliz.

Rabb-i Rahim Kur’ân-ı Azimüşşan ile bizlere yol gösteriyor. O Kitab-ı Mübîn’in muallimi olan Muhammedü’l-Emin’in (asm) insanlık için bir şans olan bereketli hayatı ve ifadeleri bizlerden pek uzakta değildir. Bu karmakarışık zamanda önümüzü aydınlatacak bu İlâhî hazinelere ulaşma ve istifade etme imkânımız vardır elbette...

İşte imtihan burada başlıyor. Bizi dünyaya çağıran şeytanlara kanmamamız; duygularımızla, hareketlerimizle gerçek bir insan olma irademiz bizi bu imtihanda kazanan taraf durumuna getirecektir. Aksi takdirde karşımızdaki imansızlık ve ahlâksızlık âfetinden kendimizi kurtarmamız kolay olmayacaktır. Allah yardımcımız olsun.

30.01.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ne kadar dindarız?



“Amelin iyi olsun da ne dilersen giy: İster başına taç geçir, ister omuzuna bayrak al. Zâhitlik, eski püskü giymekle olmaz. Temiz bir zahit ol da, istersen atlas giy. Zâhitlik, giyimi terk etmek değil, dünyayı, şehveti, hevesi atmaktır, o kadar. Zırhı giydin mi, mert olmak gerek; korkak adama savaş silâhının faydası ne? Zahide bak! Sırtına hırka giymiş, ama Kâbe örtüsünü eşeğine çul yapıyor!” (Gülistân, s. 83)

Gülistan sahibi Sadi böyle kınıyor, şeklen dindar göründüğü halde dini içine, kalbine, aklına, fikrine sindirememiş, onu pratik hayata yansıtamamış insanları. Gerçek dindarın dışı olduğu gibi içi de ter temiz olur. Şekli şemâili düzgün olduğu gibi ruh ve kalbi de pırıl pırıldır. Dışı süs, içi pis; dışı cazip içi kof ve boş olmak böyle samimi insanların semtine dahi yanaşmaz. Riya, menfaat yerine fazilet ve rıza-yı İlâhî hakimdir onlarda.

Dinî kisve içinde olmaktan çok dinin hakikatlerini hayata yansıtırlar onlar. Bu sûretle İslâmın cazip güzelliklerine örnek ve model olmuş olurlar.

Görüntüyle iç âlem arasında bağlantı kuramamış, zıt kişilik sergileyen insanlara çatıyor Sadi: “Cübbe, mest, yamalı hırka senin neyine? Kendini kötü işlerden uzak tut, yeter. Kuzu derisinden [ucuz] külah giymene hacet yok. Derviş halli ol da, [pahalı] tatarî külah giy” (s. 93) diyor.

Rabbiyle manen bağ kuramamış, yüzünü Ona döndürememiş, Ondan uzak, rızasını aramaktan kopuk; riyaya, şana, şöhrete meftun insan yazık etmekte kendine. Kabrin ötesinde beş para etmeyen şeylere ağırlık verirken kazanıyorum derken kaybediyor aslında.

“Yüzü halka dönük zahitler, arkaları kıblede namaz kılarlar. Kul, Rabbini çağıracaksa, Ondan gayrisini bilmemelidir.” (s. 94).

“Padişahlardan biri bir âbidi gördü: ‘Hiç bizi hatırlar mısın?’ diye sordu. Âbid: ‘Evet, dedi, Allah’ı unuttuğum zamanlar’. Allah’ın kapısından kovulan kimse her yana koşar. Onun çağırdığı ise, kimsenin kapısına koşmaz.” (s. 92)

“Salihlerden biri, rüyasında bir padişahı Cennete, bir âbidi Cehenneme girmiş gördü. ‘Onun yükseklerde olmasının, bunun da alçaklarda kalmasının sebebi nedir? Biz bunun aksini düşünürdük’ dedi. Cevap verdiler: ‘O padişah, dervişleri sevdiği için Cennete, bu âbid de [sırf çıkar için] padişahlara yakın olduğu için Cehenneme gitti.’” (s. 94)

Bütün mesele Allah’ı bulmakta. Evet, Sadi’nin diliyle, “Yunus misali, balığın karnında olsa bile zikrine alışanın vakti hoş geçer.” (s. 284).

“Allah’ın birliğine inanan için, altını ayağına döksen de birdir, Hint kılıcını boynuna tutsan da. Çünkü kimseden umudu, korkusu yoktur. Tevhîdin yapısı da bu temele kurulur.” (s. 289)

30.01.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İman esasları bütündür, tecezzî kabul etmez



Bilindiği gibi imân şartları, “Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba imân ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam mânâsıyla sapıtmıştır” meâlindeki muhtelif âyetler ve bu âyeti açıklayan hadîslerden1 hareketle “Amentü”de formûle edilmiş. İman şartları, “Kader” de dahil olmak üzere altıdır.

Altı iman esasının her birisi temel, esas olduğu için hayatî öneme haiz ve birisini inkâr, diğerlerini de inkâr anlamı taşır. Çünkü, iman şartları bir bütündür, birbirini gerektirir ve tamamlar. Dolayısıyla Bakara Sûresi’nin 285’inci âyetine göre, tümüne iman etmek gerekir. Birisini inkâr, tümünü inkâr anlamı taşır.

Meselâ Allah’a iman, diğer iman şartlarını da içinde barındırır. Çünkü, sonsuz kuvvet, ilim, irade ve hikmet sahibi Yaratıcı varsa; bu sıfatların gereği çeşitli san'at harikaları insan, melek, hayvan, bitki, unsur vs. gibi varlıklar olmalı. Bunları müthiş bir plan ve program çerçevesinde yaratmıştır.

Akıl ve irade sahibi varlıkları bir hikmete binâen yaratmış. Kâinatın istihdamında vazife alacak ve hikmet ve vazifeleri bildirecek melekler olmalıdır.

İnsanlara vazifelerini ve hayat şartlarını öğretecek vahiy mahsulü kitaplar olmalı.

Kitapları tebliğ edecek peygamberler bulunmalı. Peygamber yolunda gidip yaratılış gayesine uygun hareket edenlere mükâfat; aykırı davranıp zulmedenlere ceza olmalıdır.

Meselâ melekleri inkâr eden, iman esaslarını sıralayan mezkûr âyetteki diğer şartları da inkâr etmiş sayılır.

Meleklere iman, Allah’a, vahye, peygamberlere, kitaplara inanmayı gerektirir. Peygamber ve kitaplar da, kaderden ahirete imanı lüzumlu kılar. Dolayısıyla, imanın bütün olabilmesi için, tümüne inanmak gerekmektedir.

Meseleye şu örnek penceresinden de bakabiliriz:

Bir odayı veya bir vasıtayı düşününüz. Odanın, oda olabilmesi için, şartlarından birisi de penceredir. Eğer pencere yoksa, o oda değil, depo olur.

Keza, bir vasıtanın işleyebilmesi için motor, elektrik aksamı, yakıt deposu, direksiyon ve sair temel aksamların bulunması gerekir. Bir temel kısmın eksikliği, onu vasıta olmaktan çıkarır, bir hurda yığını haline getirir.

Dipnot: 1- Buhârî, İmân, 39.

TAZİYE:

İbrahim Kaya, Münevver Alıç’ın babaları, Süleyman Alıç’ın kayınpederi Mevlüt Kaya’ya Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret, akraba ve dostlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.

30.01.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Hayırlı şifâlar dileğiyle...



Yılmaz Aydoğdu kardeşimiz, gazetemizin eski Bandırma muhabiridir. Merhum Tayyar Alnıak Ağabeyle birlikte, pek güzel hizmetleri oldu.

Kendisi halen İzmir'de ikamet ediyor. Ancak, çok ağır hasta olup, sizin müstecap duâlarınızı bekliyor.

Geçenlerde bizi telefonla aradı. Hal–hatırdan sonra, şu an vücudunun yarıdan fazlasının çalışamaz, fonksiyonunu ifa edemez durumda olduğunu söyledi.

Ayrıca, bu vesileyle kardeşlerinden hem duâ beklediğini, hem de duâya medar olacak kısacık bir yazıyı kaleme aldığını ifade etti.

Birkaç gün sonra "Cehennemsiz Cennet" başlıklı o yazı elimize ulaştı. Bilvesile, biz de o yazıyı sizlere takdim ediyoruz.

* * *

Cehennemsiz Cennet

İnsanın hayatı inişli çıkışlı olduğu gibi, bazen hastalık ve musibetlerle de zînetlenir.

Sabır kuvvetiyle, ibadetin de sadakat noktasındaki samîmî ihlâs ve takvasıyla, Cenâb-ı Hakkın rızası dairesinde hareket ettiği takdirde, yaptığı her şey riyâsız ve gösterişsizdir.

Kur'ân'ın âyinesi olan Risâle-i Nur'un dairesinde olanlar ise, bunların fevkinde, fevkalâde bir hâlet–i ruhiye içinde istikametlerini bulurlar.

Nur fabrikasının vasıfsız işçisi olarak, bu dâvâ içinde bulunan kardeşlerimin ulvî meziyetleri, onların hizmetteki gayret–şümûl çalışmalarına hep gıbta ettim, onlara özendim. Ama, onlara bir türlü yetişemedim.

Risâle-i Nur'un kerameti olarak telâkki ettiğim uhrevî kazançlarına ortak olmaya çalıştım. Yani hazıra kondum.

Uzun zamandır, vücudumun büyük bir bölümü hastalık nimetiyle şereflendirildiğinden, Cenâb-ı Hakkın lütfu ve bir ikram-ı İlâhî olarak hak etmediğim halde, buna mazhar oldum. Rabbime ne kadar şükretsem azdır. Elhamdülillah!

Kardeşlerime, ben de duâ etmek suretiyle uhrevî kazançlarıma hissedar yapmak istedim.

Rabbime tevekkül ve niyazlarımda, hüsnü-kabul olduğuna inandığım hastalığımı vesile yaparak, Risâle-i Nur'un has şakirtlerine duâ ederken, "Allah'ım Risâle-i Nur'a hizmet eden kardeşlerime Cehennemsiz Cennet ver" diyorum.

Bu duânın Allah'ın hikmetine ve ilâhî kanunlarına muvafık olup olmadığını gazetemiz yazarlarından değerli hocam Süleyman Kösmene'den öğrenince, duâya bu şekilde devam ettim ve ediyorum.

Onların samîmî ve ihlâsın ötesinde tesanüd ve ittifakları ile nice isimsiz kahramanlar listesine isimlerini yazdıranlar var.

Bir de bana "istiğna" düsturunu tatbik etme imkânı verseler, mutluluğum kat be kat artacaktır.

Hayatımın en çetin ve zorlu imtihanı ile mevsim olarak en sert kışını yaşıyorum.

Üstad'ımın dediği gibi, "Ne yapayım acele ettim kışta geldim, sizler ise Cennet-âsa bir baharda geleceksiniz."

O baharın genç neslimizin üzerinde çiçek açmasını, dâvâmızın yüceldiğini, kalbi firavunlaşmış insanlara emsâl teşkil edeceği baharı sabırsızlıkla bekliyorum.

Mehmet Akif'in dediği gibi: "Hakk'ın vaad ettiği günler yakın, belki yarın, belki yarından da yakın."

Bizler mum misali, kudsî dâvâmız için eriyip, başkalarını aydınlatmalıyız. Asr-ı Saadet halkası ile âhirzamanı birleştirerek talihli insanlar olmaya liyakat kazanmalıyız. Duâlarım da bunun içindir ki: "Allah'ım! Risâle-i Nur Talebelerine Cehennemsiz Cennet ver" derken, isabetli düşündüğümü, duâmdaki samimiyetimi Rabbim riyâsız bir şekilde kabul etsin. Amin.

Kardeşiniz Yılmaz Aydoğdu

GÜNÜN TARİHİ 30 Ocak 1948

Mahatma Gandi, ihanete kurban gitti

Hindistan'ın bağımsızlığı için büyük mücadeleler veren Mahatma Gandi, Yeni Delhi'de kendi milletinden bir cani tarafından bıçak darbesiyle vurularak öldürüldü.

Kısa biyografi

Mahatma Gandi, 1869 yılında Porbandar'da doğdu.

Varlıklı, kültürlü bir ailenin çocuğu idi. Kendini yetiştirerek, zamanla ülkenin en üst seviyedeki millî ve dinî lideri haline geldi.

Onun hayat macerası şu şekilde cereyan etti: İlk ve orta tahsilinden sonra Ahmedâbâd Üniversitesinde okudu. Ardından Londra'da hukuk öğrenimi gördü.

Bombay'da bir müddet avukatlık yaptıktan sonra, 1893'de gittiği Güney Afrika'da tam 21 yılını geçirdi. Orada çok aktif çalıştı. Bu ülkede oturan 150.000 Hintlinin haklarını savundu. Bunun için hem dernek kurdu, hem de gazete çıkardı. Hint Bağımsızlık Kànununu da burada hazırladı.

1914'de yurduna dönen Gandi, I. Dünya Savaşı sırasında İngilizlere dostça davrandı. Ancak 13 Nisan 1919'da Amritsar'da geçen kanlı olaylardan sonra onlara kesin olarak cephe aldı. Uygulamaya başladığı tesirli taktikler çerçevesinde bütün Hindistan halkını pasif direnişe ve İngilizlerle işbirliği yapmamaya çağırdı.

1922 Delhi Kongresinden sonra İngiliz yetkili organlarınca mahkûm edildi, iki yıl kadar tutuklu kaldı.

1920'de yalnız protesto hareketinin lideri iken, ülkesinin millî kahramanı haline geldi. Bu yüzden, birçok kez tutuklanıp serbest bırakıldı.

Hindistan, nihayet 15 Ağustos 1947'de bağımsızlığına kavuştu.

Ama, ne yazık ki, Gandi bu tarihten sonra fazla yaşayamadı. Bir sûikasta kurban gitti. 30 Ocak 1948'de bağnaz bir Brahman tarafından, yani kendi bir yakını tarafından Yeni Delhi'de bıçaklanarak öldürüldü.

Gandinin itikadı ve dünya görüşü, özellikle siyasî anlayışı, onun şu sözleriyle özetleniyor: "Şiddet göstermeme, inancımın birinci maddesidir. Aynı zamanda, o benim itikadımın da son maddesidir."

30.01.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Amel-i talih ve amel-i uhrevî



Bursa’dan okuyucumuz: “Risâle-i Nur’da geçen amel-i talih ve amel-i uhrevî kavramlarını açıklar mısınız?”

Amel-i talih sözlükte kötü amel, faydasız amel, işe yaramaz davranış, makbul olmayan tutum, isabetsiz davranış, sâlih olmayan amel demektir.

Meselâ, Bediüzzaman’a göre, hasletlerin yerleri değişse mahiyetleri de değişir. Yani aynı sıfat, aynı kişide, farklı yerlerde farklı hükümler alır; bir amel-i sâlih, bazı yerde amel-i talih olabilir.

Meselâ onur, kuvvetliden zayıfa karşı gösterilirse buna “kibir ve gurur” denir ki, bu amel-i talihtir. Zayıftan kuvvetliye karşı gösterilirse bu amel-i salih olur. Ancak zayıfın tevazu göstermesi zillet ve riya olur ki, bu da amel-i talihtir.

Keza bir makam sahibinin makamındaki ciddiyetine vakar denir ki, amel-i salihtir. Makamındaki mahviyeti ise zillet getirir ki, bu amel-i talihtir. Aynı makam sahibinin evinde ise durum tam tersinedir; evindeki ciddiyetine kibir deniyor ki, amel-i talih budur. Evinde amel-i sâlih ise mahviyettir ki, buna tevazu denmektedir.

Keza kişi kendi adına müsamaha ve fedakârlık gösterebilir. Bu hamiyettir ve amel-i salihtir. Fakat toplum adına müsamaha ve fedakârlık gösterirse topluma hıyanet etmiş olur ki, bu amel-i talihtir.

Keza kişi eğer bir haksızlığı sineye çekecekse bunu kendisi adına yapmalı, toplum adına yapmamalıdır. Eğer övüneceği bir durum karşısındaysa içinde yaşadığı toplum adına övünmeli, kendisi adına övünmemelidir. Amel-i sâlihi ancak bu şekilde korumuş olur.

Aksi takdirde kişinin kendine yapılan haksızlık karşısında ortalığı dağıtması da, topluma yapılan haksızlık karşısında sus pus olması da amel-i talih olduğu gibi, kendini göklere çıkarırken, toplumun kıvanç kaynaklarını görmemesi de amel-i talihtir.1

Keza başlangıçta işlerin organizesi esnasında göstereceği tevekkül, tembelliktir ki, amel-i talihtir. Fakat neticelerin oluşması esnasında Allah’a havale etmek tevekküldür.

Keza çalışmasının meyvesi olarak verilen kazanca rıza göstermek kanaattir ki, amel-i sâlihtir. Çalışma şevkini artırır. Oysa mevcutla yetinmek kanaat değil, himmetsizliktir, gayretsizliktir, tembelliktir.2

Amel-i uhrevî, lügatte ahirete dönük amel, Allah rızasını kazanmak için yapılan iş ve davranışlar, karşılığında dünya menfaati beklenmeyen iş ve davranış, ücreti, bedeli ve sevabı âhirete bırakılan hayır ve hizmet işi, neticesi âhirette görülecek iş ve ibadet demektir.

Bediüzzaman’a göre dünyanın üç yüzü vardır:

1- Cenâb-ı Hakkın isimlerine bakar, Cenâb-ı Hakkın isimlerinin nakışlarını ayna gibi gösterir. Dünyanın bu yüzü hadsiz Rabbanî mektup hükmündedir. Nefret etmeye değil; sevilmeye lâyıktır.

2- Dünyanın diğer bir yüzü âhirete bakar, âhiretin tarlası, Cennetin çiftliği, rahmetin çiçekliğidir. Burada ekilen her hayır, orada biçilir. Yapılan her hizmetin ücreti orada alınır. Âhirete dönük her amel, âhirette meyvesini eksiksiz verir. Dünyanın bu yüzü de güzeldir; hakarete değil, muhabbete lâyıktır.

3- Dünyanın bu yüzü insanın gaflet perdesi altındaki heveslerine bakar. Şeytanın koşturduğu alan bu yüzdedir. Bu yüz, dünyayı sevenlerin oyuncağı hükmündedir. Bu yüz çirkindir. Çünkü fanidir, yok olucudur, gidicidir, elemlidir; çabuk aldatır.

Bediüzzaman’a göre dört sınıf insan dünyayı sevmez. Bunlar:

1- Cenâb-ı Hakkın marifetini ve muhabbetini elde etmek isteyenler dünyayı sevmezler.

Çünkü dünya, insanı Allah’ı tanımaktan, bilmekten, sevmekten, ibadetten, duâdan ve niyazdan alı koyucudur.

2- Âhiret ehlidir ki, dünyanın geçim derdi ve zarurî işleri onları uhrevî amel işlemekten alı koyar. Bu kısım insanlar görürcesine iman ile Cennetin sonsuz güzelliklerine karşılık dünyayı gayet çirkin görür. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâmın yanında en güzel adam bile nasıl çirkin kalıyorsa, dünya ne kadar güzel olursa olsun, Cennetin yanında hiç hükmündedir. Bundan dolayı âhirete hazırlanmak isteyen ve âhirete dönük amel işlemek isteyenler için de dünyanın güzellikleri, malı ve mülkü sevimsizdir.

3- Bu kısım insanlar dünyayı tahkir eder. Çünkü eline geçiremez. Bu tahkir dünyanın nefretinden değil, muhabbetinden ileri geliyor ki, makbul değildir.

4- Diğer bir grup insan da dünyayı tahkir ediyor; zira dünya eline geçiyor, fakat durmuyor, gidiyor. O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir ediyor. “Pistir” diyor. Bu tahkir de dünyanın muhabbetinden ileri geliyor.

Hâlbuki makbul tahkir odur ki, âhiret sevgisinden, âhiret için amel işlemekten ve Allah rızasını kazanma endişesinden kaynaklanmış olsun.3

Dipnotlar:

1- Mektûbât, 461

2- Sözler, Germany , 666

3- Sözler, 571, 572

30.01.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Dizimiz çekiliyor



Önünde dizildiğimiz dizi dizi “diziler” bizi bizden ediyor. İzleyen değil izlenen biziz aslında; zamanlarımız, zihinlerimiz, düşüncelerimiz, duygularımız, değerlerimiz…

Evlere kurulu kara kutular bizi uzaktan kumanda ediyor... Koltuklara kurulmuş kanal kandırmacısıyla oynatılıyoruz. Oyunbozanlık edenler ayıplanıyor, yargılanıyor…

Uyuşturucu gibi bağımlı kılıyorlar seyredenleri… Ailenin kalbi hedefleri… Dizilerle dolaşıyor damarları… Bir hikmet hücresine bile tahammülleri yok… Hedefleri hakikat olan her şeyi ifsat etmek veya saf dışı bırakmak…

Sefahate sevk, şiddete teşvik, değerleri devirmek, düşünceyi dumura uğratmak, duyguları dağıtmak… Hissiz kalpsiz, ruhsuz bireyler yetiştirmek… Tüketim tutkunluğuyla modernizme köle kılmak… Kara kutunun karanlık ve derin işleri…

Kolaydır içi boşaltılmışları yönetmek ve yönlendirmek… Bir de korkutacak öcü buldun mu işlem tamam. İstediğini terörist yaparsın, istediğini kahraman… Demokrasi, özgürlük, insan hakları, uzayıp giden cilâlı cümleler… Bir de ısıtılıp ısıtılıp konan irtica teraneleri…

Sihirli sözleriyle hayatın her alanına müdahale ediyor, savaş alanına çeviriyor sineleri, aileyi, toplumu, toplumları… Kırıyor, kırdırıyor, olmadı kıvırıyor…

Zamanın firavun bozuntularının borazanlığını yapmıyor mu kara kutu? Kendini kaptırırcasına seyrettirmesi bir nevî tapındırması değil mi? Gözüyle beraber gönlünü kaptırmak, tutsak zamanlarda sürgün yaşamak değil mi kendi evinde?

Kaçmak ve kurtulmak kara kutudan, kalbine dönmek, kâinatla buluşmak… Okumak çiçek kitapları, çevirmek yıldız sayfaları… Hikmet bahçelerde himmet devşirmek… Hadiselerden hayat dersler çıkarmak… Hafife almamak “an”ları, üzülmemek veya sevinmemek kaybettiklerine ve kazandıklarına… Mutluluğu tebessüm eden bir yürekte görmek… Başarıyı arınmışlıkta bulmak… Renklerin musikisinde huzur seyretmek demek…

Anlarımız önümüzden dizi dizi akarken dizilere dalmak değil de hayatı izlemek, hikmeti seyretmek, zamanı, zihni ziyan etmemek demek… Sürgün saatlerden sürurlu saatlere vuslat demek… Esaretten çıkıp hürriyet solumak demek…

Ömrümüzün her ânı çekiliyor, dizini dövmenin fayda vermeyeceği günde seyrettirilecek hayat dizimiz... Herkes kutusuna ne koymuşsa, onu bulacak orada.

Dikkat dizimiz çekiliyor, bize verilen özel rolü güzel yaparsak hakiki mutluluğu sonsuzlukta bulacağız, hem de dünya maceralarını sinema gibi seyredeceğiz.

Kalbi kara kutudan kurtarmak, hayatı izlemek, izlenmeye değer bir yol… Yol, özün izinde olmak, dizilerin peşinden gitmek değil.

30.01.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

301 düğümü



Hrant Dink cinayetinden sonra içeride ve dışarıda dikkatlerin 301’de yoğunlaşması ve maddenin hiç değilse bu noktadan sonra düzeltilmesi yönündeki kamuoyu baskısının giderek güçlenmesi, nihayet hükümeti de harekete geçmeye zorlayacak gibi görünüyor.

301’le ilgili tavrı sebebiyle eleştirilerin bir numaralı hedefi olan Adalet Bakanı, “Eğer problem bensem aradan çekiliyorum, buyursunlar, kim istiyorsa yapsın” deme noktasına geldi (Şamil Tayyar, Star, 28.1.07)

Ama “Hassas bir konu. Uzlaşma olmadan bir karar çıkarırsanız yarın başka tartışmalar doğar. Uzlaşma şart. Zaten toplumun gündeminde böyle bir konu yok” demekten geri durmadı.

Elbette ki, herşey gibi 301 de uzlaşarak çözüme bağlanmalı.

Ama “Türklüğü ve devleti korumak” için kanundan, o olmuyorsa silâhtan medet uman bir kafayla uzlaşmak mümkün mü?

(Bu arada soralım: 301’e ilişkin tavrı sebebiyle Çiçek’i eleştiren bir manşetin ardından, Star gazetesi Genel Yayın Yönetmeninin apar topar görevden alınmasının açıklaması ne olabilir?)

Peki, Çiçek “Ben artık 301 işinde yokum” sinyali verirken, Dışişleri Bakanı Gül’ün “Sivil toplumla yürütülen çalışmalar tekrar canlanacak. 301 değişikliği her an gündeme gelebilir” demesi neye işaret ediyor?

Hükümetin konuyu havale ettiği sivil kuruluşlar, 301 için ne yapmak gerektiği hususunda ihtilâfa düşmüş ve üçe bölünmüşlerdi. Bir grup maddenin tamamen kaldırılmasını isterken, değişmesini isteyenler “Özgürlükleri kısıtlayan bir düzenleme olmaktan çıkarılsın” ve “Daha da ağırlaştırılsın” diyenler olarak ikiye ayrılmışlardı. Hükümet ise bu tabloyu gerekçe göstererek, “Sivil toplum da anlaşamadı, biz ne yapabiliriz ki?” diyordu.

İşin garip bir tarafı da, bu çalışmada işçi ve patron kuruluşları bile yer alırken, insan hakları örgütlerinin dışlanmış olmasıydı.

Gül, Erdoğan’ın da konuyu hassasiyetle takip ettiğini söylüyor. Ama Başbakan son beyanlarında “301 tabu değil, şimdiye kadar sekiz defa değişmiş, yine değişir, ama kalkmaz. Tekliflere açığız. Asıl önemli olansa, uygulayıcıların yorumu” diyerek, yeni birşey söylememiş bulunuyor.

Bakalım, Gül’ün “Bu maddeden hapse giren yok, ancak reform sürecini gölgelediği için değişmesini istiyorum” dediği 301 problemini çözmek için yeni ve sonuç alıcı bir adım atılabilecek mi? Yoksa iş yine uygulayıcıların yorumuna mı terk edilecek?

***

Yeni tazminat kararları...

* Doğu Aktulga için yazdığımız yazıdan dolayı hakkımızda hükmedilen tazminat kararını onayan Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, Prof. İbrahim Kaboğlu ve Prof. Baskın Oran’a Meclis kürsüsünde “Babalarının kim olduğunu analarına sorsunlar” diyen ANAP’lı Süleyman Sarıbaş hakkındaki tazminat kararını bozmuş (Milliyet-Vatan, 28.1.07).

* Ankara 8. Asliye Hukuk Mahkemesi, Erdoğan’ın, kendisine “omurgasız, değer ekseninden yoksun” diyen MHP’li Şandır’a açtığı tazminat dâvâsını “Başbakan eleştiriye açık olmalı” diye reddetmiş (Akşam, 28.1.07).

30.01.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Türkiye’yi yargılayan rakamlar



Her şeyi rakamlarla izah etmek doğru olmayabilir, ancak rakamların ortaya koyduğu ‘gerçekler’i de tamamen yok sayamayız. Türkiye uzun yıllar ‘enflasyon ligi’nde birinci sırada yer aldı. Son yıllardaki kısmî düzelmeler sebebiyle bu konudaki ‘lider’liğimiz sona erdi. Ancak hâlâ ‘lider’ olduğumuz çok sayıda ‘liste’ var.

Dikkat çeken bir nokta da, ülkenin ‘manevî değer’ini korunmak için seferber olduklarını söyleyenlerin; aynı hassasiyeti ‘ekonomik ve sosyal değerler’i korunak için seferber olmaması. Tabiî ki manevî değerlerin korunması önemlidir, ancak burada sözkonusu olan ve korunmasına çalışılan ‘mânevî değer,’ ne yazık ki ‘din’ anlamındaki değer değil. Korunmaya çalışılan, yanlışları da savunmak anlamına gelen ‘Biz dünyaya bedeliz’ anlayışı...

Meselâ Türkiye, Uluslararası Şeffaflık Örgütünün ‘yolsuzluk algılama endeksi’ne göre 169 ülke arasında 69. sırada yer alıyor. Bu listeye göre yolsulluğu en az olan ülkeler sıralamasında birinci İzlanda, ikinci Finlandiya. 37. sırada Kıbrıs Rum Kesimi var. Liste devam ediyor ve 69. sırada (en az yolsuzluk yapılan ülkeden, en çok yolsuzluk yapılan ülkeye göre yapılan sıralamada) Türkiye var. (Tempo, Sayı: 4/999, 25 Ocak 2007)

Bu listeye bakıp, “Hayır, Türkiye’de bu derece yolsuzluk yapılmıyor. Listeyi hazırlayanlar Türkiye’ye haksızlık yapmış” diyebilir miyiz? Aksine, “Türkiye’deki fiilî durum bu listeden daha kötüdür” diyenler bile çıkabilir.

İsterseniz, birinciliğimizin devam ettiği başka ‘liste’lere de bakalım: “BM İnsanî Gelişme Endeksi”ne göre de Türkiye’nin durumu iç açıcı değil. 177 ülke arasında 92. sıradayız. Bu sıra numarası ile ‘orta gelişmişlik’ seviyesini geçemeyen ülkemiz, listede yer alan Uruguay, Surinam, Peru ve Ekvador’un da altında kalıyor.

Çok önemli başka bir gösterge de, işsizlik oranıyla ilgili. Uzun yıllardan beri devam eden işsizlik problemi, azalsa da ‘tehlike sınırı’na yakın duruyor. Milyonlarca kişinin işsiz olduğu ülkemiz, çalışanlarının da ‘mutsuz’ olduğu bir yer. Kimi iş bulamamaktan yakınırken, kimileri de bulduğu işte ‘memnun olmadan’ çalışıyor.

Sağlık konusunda da sıkıntılar bitmiyor. Gelişmişlikle ilgili başka bir gösterge de, çocuk ölümleriyle ilgili olanı. Türkiye’de bin çocuktan 32’si 5 yaşına gelmeden vefat ederken, bu rakam Bulgaristan’da 15 ölümle sınırlı. Tabiî ki, 90 ve 100 çocuğun öldüğü Azerbaycan ve Pakistan gibi ülkeler de var. Bütün bu rakamlar, ülkeye ‘coşku vermek’le bir yere varılamayacağını hatırlatmalı değil midir?

Son günlerde tartışılan TCK 301. madde, Türkiye ve Türkiye’nin ‘organları’nı “aşağılama”yı mahkûm ediyor. Peki, bu rakamlar mı ülkeyi aşağılıyor, yoksa rahatsız edici de olsa görüşlerini beyan eden yazar-çizerler mi? Cevabı Tempo vermiş: “Aslında bu rakamlar, 301’den yargılananlardan çok daha ağırını söylüyorlar. Rakamlar, istatistikler Türkiye’ye gerçek aynasını uzatıyorlar. İçi boş şovenist söylemlerin içini bir anda boşaltıyorlar. Ve Türkiye’ye verdiğimiz değeri uluslararası camiaya ilân ediyorlar. Dahası bizi şikâyet ediyorlar. Ya biz... Düşünceleri, sözleri, yazıları mı yargılayacağız? Yoksa rakamlara bakıp bir kez daha düşünecek miyiz? “ (agd. s. 29)

*

Bilgi nedir?

İstanbul Bilgi Üniversitesinin MBA programında dersler veren senarist ve sihirbaz Kubilay Tuncer şöyle demiş: “Ben bütün konferanslarımda özellikle bir şeyin altını çiziyorum: Ben ne yaşam gurusuyum, ne de bilge bir adamım. Sadece bazı sorular üzerinde metodolojik biçimde kafa yordum ve bunu paylaşmak hoşuma gidiyor. Bu arada, şu ‘guru muru’ denilen insanları da anlamakta zorlandığımı itiraf edeyim. Yok, üç derste bilmem ne becerisi, yok 7 günde bilgelik... Ayıptır. İnsanlar, nasıl oluyor da birisinin çıkıp onlara üstünlük taslamasına müsaade ediyor, anlamıyorum. Bilgi sükûnetle paylaşılması gereken bir şeydir.” (Milliyet İK, 7 Ocak 2007)

“Guru muru”lar bu tesbitten alınacak, ama vak’a bu.

30.01.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Hem ekmek, hem hürriyet



Şu günlerde Amerikalılarla pek ilgiliyim.

İlgim, “Amerikalılar Karadeniz’de-2” filmiyle ilgili değil.

“Propaganda” ve “ Abuzer Kadayıf” filmlerinde, “Beyoğlu-Beyoğlu” oyununda izlediğim Metin Akpınar’ın, bu filmde de bütün ustalığını döktüreceğinden, Avrupa Yakası’nın Gaffur’u Peker Açıkalın’ın izleyiciyi etkileyeceğinden kuşkum yok.

Katillerle, cinayetlerle anılan Karadeniz’in de böylece farklı bir atraksiyonla gündeme gelmesinden dolayı memnunum.

Beni düşündüren Amerikalılar’ın Karadeniz’de olanları değil, Amerika’da yaşayanları.

Amerikan seçmeni 2008 yılında sandık başına gidecek.

Bush devrinin sona ereceği bu seçimlerde, Amerikan seçmeninin ciddî bir sorunu var.

Çünkü kafaları karışık.

Daha bolca vakitleri var, şimdiden neden kaygılanıyorlar diye düşünmeyin.

Hatta, “Artık Amerika’yı bir kadın yönetmeli” sloganı ile yola çıkan Hillary Clinton’ı seçip kurtulsunlar önerisinde bulunmayı da tasarlamayın.

Çünkü tahminlerimizden daha ciddî...

Çünkü seçmenlerin önemli bir kısmı, “İlk kez bir veliaht yok. Şimdiye kadar kimlerin yarışacağı önceden belli olurdu. Bu kez daha kimlerin yarışacağı kesinleşmedi. Kafamız karışık” diyorlar.

200 yıldır, her 4 yılda bir ve Kasım ayının ikinci Pazarında sandık başına gitmeye alıştıkları için, veliahtsızlık dahi onları huzursuz etmişe benziyor.

Bu yazıyı bir yıl önce yazacak olsam, “Biz de ise bir gün sonrayı görebiliyor muyuz?” diye sormam gerekirdi. Çünkü uluslar arası gözlemciler Türkiye için “öngörülemeyen bir ülke” tanımlaması yapmışlardı ve üzücü ki, o tanım bize tam uyuyordu.

Ama artık bu konudaki ezber de bozuluyor, alışkanlıklar değişiyor.

Türkiye artık giderek, öngörülebilen bir ülke haline geliyor.

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin başlaması için tam 46 günümüz kaldı. Zorlu bir 46 gün…

Ancak neredeyse Çankaya ve Başbakanlık fotoğrafları belirginleşmeye başladı.

Önce Başbakan Yardımcısı Abdullatif Şener, ardından da Meclis Başkanı Bülent Arınç, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olacağını, Başbakanlık görevini ise Abdullah Gül’ün üstleneceğini açıkladılar. Bu AKP’nin iki güçlü isminin kamuoyu önünde, sorun çıkarmayacağız demesinden başka bir şey değil.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine 46 gün kala Türkiye, artık bir ve iki numaralı koltuklarda kimlerin oturacağını biliyor.

Bu siyasî hayatı çalkantılarla geçmiş, belirsizlik ve kriz hastalıklarından muzdarip bir ülkede demokrasinin sağlığına kavuşmasının belirtilerinden biri gibi gözüküyor.

Tabiî ki tek belirti değil, ama Türk halkıyla birlikte ülkemizle ilgili dış dünyada akşamdan sabaha siyasî ya da ekonomik bir kriz olamayacağını, Çankaya seçimlerinde de büyük bir kaosun yaşanmayacağını görebiliyor.

Bu önemli bir nokta, ama biz buraya bir günde gelmedik.

Krizlerden dolayı yemediğimiz dayak kalmadı.

Geçen yaz İsrail’in Lübnan’ı işgaline şahit olduk. Tam 3 ay süren ve Lübnan’ı yerle bir eden bir saldırıydı bu. Bu savaştan dolayı Lübnan ekonomisi yüzde 5’lik bir gerileme yaşadı.

2001 ekonomik krizinden sonra ise, Türk ekonomisi ilk 6 ayda yüzde 14 oranında olmak üzere, ortalama yüzde 9.5 seviyesinde geriledi.

Ekonomik açıdan Lübnan’dan beter olduk.

Bizim ülkemiz açısından öngörülebilirlik bu denli önemli.

Bunu AKP’li birisinin cumhurbaşkanı olmasının ötesinde, Türk demokrasisinin olgunluk sınavı olarak görmek mümkün. Demokrasimizin ileriyi görememe durumu bize darbelerden kalan kötü bir miras.

Türkiye şeffaflaşma sileceklerini çalıştırıp, darbelerin sisli ortamından çıkıp, az da olsa önünü görebilen bir ülke haline geldi.

Bunda en büyük pay, kriz müteahhitlerine milletin prim vermemesi.

“Ekmek mi, hürriyet mi?” tercihinde her zaman ekmeğini tercih eden Türk halkı, artık hürriyetsiz ekmeğinin olamayacağını görmeye başladı. Hem ekmek, hem hürriyet. Bunun için de krizsiz bir Türkiye sesleri yükseliyor. Bilmiyorum, siz duyabiliyor musunuz, ama benim kulağıma gelmeye başladı.

30.01.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kritik eşik



Aşura günü Kerbela’da yaşananlar Ümmet olarak Müslümanlara yakışmayan bir tablo. Hepimizi mahçup etti veya etmeli. Bu bize artık Emevi-Haşimi, Rafizi Nasibi kutuplaşmasını ve eksenini aşmamız gerektiğini öğretiyor. Bu noktaya kadar herkes müttefik ama nasıl olacağı noktasında yine herkes tayfasının veya grubunun maslahatını veya takıntısını öncelediği için ortak bir noktaya varılamıyor. Hisler burada yine menfi bir rol oynuyor. Bundan dolayı teorik olarak söylenenler havada kalıyor ve fiili durum nedeniyle gerçekleşemiyor. Hoşyar Zebari Irak olarak kritik bir noktada olduklarını ve dışarıdan menfi değil müspet müdahale veya telkin olması gerektiğini söylüyor ve ne iyi ediyor ama yine de Kerkük’te ortak çözüm yerine tek yanlı çözümü yeğliyorlar. Oldu bitti ile kendi çözümlerini dayatmaya çalışıyorlar. Kerkük konusunda sadece Türkiye’nin kaygılarının önplana çıkması yanlış. Ne Iraklılar ne de bölge ülkeleri oldu bitti ve tek yanlı ilhak girişimleriyle Kerkük meselesinin çözümünü onaylıyorlar. Kürtler bunu anlamalılar. Öyleyse yapıcı olmayı sadece karşı taraftan beklemek ortak buluşma ve uzlaşma zeminini çürütüyor. Lübnan’da da öyle. Hizbullah uzlaşmadan bahsediyor ama o yöntemle uzlaşmanın sağlanması mümkün değil. Suud Kralı Abdullah’ın dediği gibi kan üzerinden ümmet birliğini sağlamak mümkün değil. Sağlansa da bu ideal değil ancak fiili bir birlik olur. Bugüne kadar şikayet ettiğimiz mütegallibe birliği olur. İsrail Lübnan ve Filistin’de iç savaş çıkartmak istiyordu o başarılı olamadı ama kendi zaptedilmez dürtülerimizle neredeysu bunu başarmak üzereyiz. Bölgesel düzeni hep birlikte kurmalıyız. Bununla birlikte bölge istenmeyen noktalara doğru sürükleniyor. Sanki Ürdün Kralı Abdullah’ın öngörüleri gerçekleşir gibi. Ürdün Kralı Abdullah Şii Hilali öngörüsünden maada 2007 itibarıyla üç ülkede içsavaş beklediğini dile getirmişti. Bunlardan birisi olan Irak’ta oluk oluk kan akıyor. Necef’te işgal güçleri, Irak güçleri ile Şiilerin yine bir kolu olan Mehdeviyyeci bir grup arasındaki çatışmalarda yaklaşık 250 ikşi hayatını kaybetmiş. Mehdeviciler Bush veya Evanjelikler gibi kaos üzerinden bir düzen getirmek ve Allah’ın elini çabuklaştırmak istiyorlarmış. Bunun için de Aşura gününü berbat etmek ve sabote etmeye kalkışmışlar. Bunlar Necef’i ele geçirmek Şii kitleleri ve onlarla birlikte muhalif Şii alimlerini öldürmek istemişler. Daha önce de benzeri bir olay Cisri’l Eiemme’de yaşanmış ve korku ve izdihamdan dolayı bin dolayında Şii hayatını kaybetmişti. Burada ayıp olan bazı Şii kaynakların failler olarak ‘Şii kılığına girmiş Kaide üyeleri’ demeleridir. Bu üstünköre Kaide suçlaması galiba kimi Şiilere ABD’den geçen geçen bir bulaşıcı politika.

***

Ümmet birbirini kırıyor ve boğazlıyor. Lübnan ve Irak’ta mezhep fayı harekete geçerken Filistin’de de laiklik ve dindarlık fayı veya kutuplaşmayı harekete geçmiştir. Bu aslında ne mezhep fayı, ne laiklik fayıdır olsa olsa tahakküm fayıdır. Bunun sonucu her yerde kan akıyor. Ve her yerde kritik nokta aşılmak üzere. Öncelikli olarak Irak’ta kritik noktanın aşılıp aşılmadığı ve bir iç savaşın yaşanıp yaşanmadığı tartışıldı. Sonunda mezhep ve taifiyyeye dayalı düşük hatta kesif bir yoğunlukta bir iç savaşın yaşandığını insanlar onaylamasa bile onlar namına vakıa yanı yaşanılan gerçek onaylamış bulunuyor. Ama bu Irak, Filistin ve Lübnan’da yaşananlar bölgesel bir savaş ihtimalini de içinde barındırıyor. Zaten bölgesel bir düzen kurulamazsa bölgesel savaş kapıda. Uzlaşma sonucu bölgesel bir düzen kurulamazsa savaş üzerinden böyle bir düzen kalan sağlarla kurulabilecektir. Burada hissi değil de aklı hakem kılmak gerekiyor. Bundan dolayı bir an önce akiller devreye girmeli ve hissiyat ve duygular yaş kuru ne varsa önüne çıkanı yakmadan ümmete aklın ve sağduyunun yolunu göstermeliler. Ama korkarım bu fitne ümmetin akillerini de etkisiz hale getirmek üzere. Fitne büyüdükçe aklın sahası daralacak ve etkisi azalacaktır.

***

Hoşyar Zebari gibi aslında Emel hareketinin Lideri Nebih Berri de Lübnan’la ilgili olarak aylar öncesinde fitne uyarısında bulunmuştu. Keza Lübnan Müftüsü Reşid Kabbani de kritik eşiğin ve kırmızı çizginin aşılmakta olduğuna dair uyarılar göndermişti. Burada Nasrallah ‘lider topluluk yok, ortaklık istiyoruz’ diyerekten maalesef Sünnilerin hukuki ve siyasi kazanımlarını yok farzediyor. Buna mukabil, Suriye’nin bölgesel çıkarları onaylıyor ama Sünnilerin yerel çıkarları onaylamıyor. Nasrallah ‘lider topluluk yok’ diyerekten Sinyaro’ya ve onun arkasından Sünni topluma mesaj gönderirken keşke Lübnan için de ‘Lübnan kendisinin lideridir, başka lideri yok’ diyebilse. O zaman Sünnilerle ortak noktada buluşmuş olacak. Bunu demediği için de fitne kazanı kaynamaya devam edecek. Bu noktada İyad Ebu Şakra’nın güzel bir hatırlatması var: 14 Şubat 2005 tarihinde Refik Hariri’nin öldürülmesine müteakip Suriye adamı olarak görülen Emile Lahud koltuğundan alaşağı edilmek ve indirilmek istenmişti. Marunilerin dini lideri olan Patrik Sufeyr Marunilere ait bir makamın saygınlığının korunması namına şahsını yeğlemediği halde Emile Lahut’un sokak gösterileriyle devrilmesine itiraz etmişti. Şimdi aynı itirazı Reşid Kabbani, Sinyora için yapıyorsa çok mu? Karşı tarafları cesaretlendiren biraz da bizim haklı olduğumuz davalarda kendi topluluğumuza sahip çıkmayışımız ve pısırıklığımız değil midir? Zaten hukuk zayiatının çoğunluğu popülizm kaynaklı oluyor. Bu tür meselelerin çözülme yeri sokak veya silahın hakemliği midir? Davos’ta şurada burada uyarı fişikleri atılmaya devam ediliyor. İnşaallah uyarı fişeklerinin yerini kendi hamakatimiz ve şerrimizden dolayı gerçek mermiler almaz.

30.01.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Mektuplar



Bu gün bana gelen e-mektupların bir kısmını size yansıtmaya çalışacağım.

Birinci not önemli. Saçını gazetecilikte ağartmış usta bir basın emekçisinin mektubunu sizlerle paylaşmak benim için onur.

“Sayın Şahin,

“Kırılma Noktası ile ilgili kaleme aldığınız yazınıza biraz geç rastladım. Malûmunuz koşuşturmaktan fazla vakit bulamıyorum.

“Doğruyu söylemem gerekirse öylesine güzel cümlelerle ifade etmişiniz ki, söyleyecek bir şey bulamıyorum. Medya dünyamızla ilgili yazdıklarınıza aynen katılıyorum.

“Ben gazeteciliğe çocuk yaşımda başladım. 1972 Bedii Faik’in Dünya Gazetesi… Şimdi geriye dönüp bakıyorum da zaman ne kadar çabuk geçmiş ve neler neler görüp tanıklık etmişim. Üzüntüm, bu meslek çok güzel ama onu icra eden bizlerin her yıl biraz daha geriye götürmüş olmamızdır. Eskiden patrondan başyazara, başyazardan muhabire kadar herkes halkın içine karışırdı. Sokaklarda yürürdü. Pazarlarda dolaşırdı. Yani onlar da halktan birileriydi, yaşamları birebir onlar gibi olmasa da bu ülkede yaşam şartlarını iyi bilirlerdi. Bu yüzden haberlerin tadı da hazırlanışı da okuyucuya ulaşması da daha başkaydı.

“Şimdi sanal bir dünyada sanal bir medya ve sanal haberlerle avutuluyoruz. Medya mensubu yani yazar-çizer takımından muhabire kadar kimse sokağa inmiyor. Lüks arabalara binip makam odaları ile evleri ya da kendilerine özel seçtikleri mekânlar arasında mekik dokuyorlar. Bilgi sahibi olmadan fikir üretiyorlar. Her konuda mutlaka bir fikirleri var. Hatta konuların uzmanı bile oluveriyorlar. Kocaman dünyada ne olup bitiyorsa maşallah hepsi için mutlaka fikirleri oluyor. Hava sahasından geçmedikleri ülkeler için bile uzman kesiliyorlar. Televizyonlarda gazetelerde boy gösterip yorumlar yapıyorlar.

“Neyse konuşulacak o kadar çok şey var ki… İyisi bırakalım onlar oturdukları yerden ahkâm kessinler, biz yine haberin içinde insanlarla beraber olayları yaşayarak izleyelim ve bir ayna gibi aktarmaya devam edelim. Sonuçta kimin ne yaptığı bıraktığı izlerden belli olacaktır. Sevgilerimle.”

Ramazan Öztürk

*

İkinci e-mektubum Nesin Vakfı Yönetici Kurucularından, Prof. Dr. Ali Nesin’den:

“Davut Bey,

“Tecavüz Haberleri’ yazınızdan dolayı sizi kutlarım. Mağdur çocuklarla canla başla uğraşanlar adına da ayrıca teşekkür ederim.

“İnanın ki hiç kolay değil. Ama elimizden geleni yapıyoruz ve karşılığında amansız bir saldırıya maruz kalıyoruz.

“Vakfımıza gelirseniz çok sevinirim. Sevgiler, saygılar.”

*

Son mektubu emekli matematik öğretmeni Rahim Demirbaş’a ayırdım.

Okuyalım:

“Değerli Davut Bey;

Sizin gibileri tanıdığım için Allah’a şükrediyorum. Bu ihtiyarın çalışma şevkini arttırıyorsunuz. Sizin benimle ilgili yazınızdan sonra pek çok öğrencim beni arayıp bana moral verdi. Sizin yazınızı da çok okuyan olduğunu bilesiniz. Bu yaptığım çalışmayı bütün emekli öğretmenlere öneririm. Sağlıklarının düzeldiğini ağrılarının azaldığını görecekler. Mümkünse diksinler iki ağaç, ikisine de aynı fiziki şartları sağlasınlar. Birini öpüp sevsin, diğerine bir şey demesin. Sevdiği ağacın nasıl hızlı büyüdüğünü görecekler. Çok kolay bir deney değil mi? Geçen hafta Orman Bakanlığının mühendisleri geldiler, benim ormanın çok çabuk boy attığını görünce inanamadılar. Ben ağaçlarımı hep öper ve kucaklarım. Onun için kışın bile büyüyorlar.

“1964 yılında Ankara da okurken su ürünleri ile ilgili çalışma yapmak için Japonya’ya giden bir öğretim görevlisinin konferansını dinlemiştim. Öğretim görevlisi misafir kaldığı evin 7 yaşındaki erkek çocuğuna ‘büyüyünce ne olmak istiyorsun’ diye soruyor, çocuğun cevabı: ‘Büyüyünce dünya pazarlarında ABD’yi geçmek istiyorum’ oluyor. Yedi yaşındaki çocuğun hedefi belli.

“Şimdi gençlerimizin Televole kültürü beyinlerini boşaltmış. Her insan bilmediği şeylerin buluşunu yapamaz ki. Gördüğü ve işittiği şeylerle olayları yorumlar, verilmeyen istenemez. Bizim gençlerimize yeni bir şeyler sunmamız gerekiyor. Bu fakir milletin bin bir güçlükle eğitim masraflarını çekerek okuttuğu gençlerimiz bizi beğenmeyen insanlar haline geliyor. Eğitim için dış ülkelere gönderiyoruz yurdumuza dönmüyor. Efendim NASA’da bizim Türk var, en iyi kalp uzmanı ABD’de bizim Türk. Amerika’da, en iyi ciğer ameliyatı yapan bizim Türk. Öksüz kızın öksüzlüğü ile öğündüğü gibi bu dışarıda kalan ilim adamlarımızla öğünürüz. Bu ülke fedakârlık ister. Buna varım diyenlerin çoğalması bütün dileğim.”

30.01.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004