Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

38. yıl kardeşliği



Gazetemizin kuruluş yıldönümü münasebetiyle söylenecek çok söz var. Birçoğunu diğer kalem erbabı dostlarımız söyledi zaten.

Hamasete girmeyeceğim. Ama bu gazetede çalışmaktan ve bu dâvânın bir parçası olmak bir şeref.

20 yılı aşkın pür kusur kardeşiniz olarak bu “şeref”e lâyık olmaya çalışıyorum. Risale-i Nur; parlak nurlu emsalsiz bir Kur’ân tefsiri. Yeni Asya’m ise bu nurlu davayı anlatabilmek için bir vasıta.

Önce Zülfikar. Sonra haftalık İttihat. Ardından, günlük Yeni Asya... Darbeler fikirlere de darbe indirince, evvela Yeni Asya nasibini aldı... Bilahare Yeni Nesil... Tavsir...

Daha sonra tekrar Yeni Nesil, ardından Yeni Asya...

Kimler geldi, kimler geçti... Tek bilek, tek yürek olmaya, sapasağlam kale gibi dimdik durmaya devam ettik. Ediyoruz... Tıpkı ‘ihlas düsturu’ndaki gibi. Tıpkı ‘uhuvvet’teki gibi.

Allah bu “insicam”ı bozmaya yeltenenlere fırsat vermesin!

****

Bana bu yönde gelen mesajları sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Yeni Asya okuyucusunun, başta Nur hizmetinin gereklerini taşıma ve dünya ve Türkiye’deki gelişmelere bakış açısı, şüphesiz ki siz değerli Yeni Asya yazarlarının etkisiyle oluşmaktadır. 38. yılını geride bıraktığımız bu ‘yetişme ve yetiştirme’ sürecinde emekleri geçen bütün Yeni Asya çalışanlarına sizin vasıtanızla teşekkür ediyorum...

“Aynı kararlılıkla ve samimiyetle dâvâmızı yayma gayretini, nice 38 yıllar sürdürmenizi Rabbimden niyaz ediyorum... Allah yar ve yardımcınız olsun.” (Uludağ Üniversitesi’nden bir öğrenci)

*

“Hizmet-i imâniye ve Kur’aniyedeki, aziz, sıddık, fedâkar, vefadar, vefakar, cefakar, halis, şevkli, gayretli, himmetli, sadık, sebatkâr, sarsılmaz, yılmaz, metin, mübarek, kahraman, kiymetli, mustakîm, muhterem, ruhum, canım, nurlu kardeşlerim!

“Rabb-i Rahimimden neşrine çalıştığınız başta gazete ve radyo olmak uzere bütün yayınlarda yukarıdaki isimlere masadak olacak güzel, hayırlı ve baki ameller niyaz ederim. Amin, amin.

Hakim-i cemal bu ruhla, bu felâket ve helâket asrında, bu fitne fesat arasında küçük, ferdi, nefsi ayrılıkları önemsemeden, aynen Risale-i Nur müellifinin yaptığı gibi, hizmeti esas alarak ve bir baba ve anne sefkatiyle “...haklı olan alttan alır...” kaidesi ile muamele edebilmeyi, bütün kırgınlıkları giderebilmeyi, gerçek bir teavün ve tesanüdü de nasip eder inşaallah, amin, amin.

(Yirmibeş yıllık bir okuyucu)

*

“Gazetemiz Yeni Asya’nın ve mümtaz ve muazzez okuyucularının 38. yılını tebrik ederek nice yıllara birlikte aynı sayfalarla Lahikalaşmayı temenni ediyorum.

“Ebedi hayatımızı kurtaracak hakikatleri aleme neşreden ve herkese bir nokta-i istinad olan ve savunduğu hakikatlerden taviz vermeden, gerekirse bedelini ödediğini fiilen ispat eden şahsı manevimizin aklı ve kalbi olan gazetemiz; nurlu sayfalarıyla her gün nurani insanların evlerini nurlandırıyor.

“O gazete o kadar büyük ki, koskoca bir şahs-ı manevinin ruhu var onda. O sayfalarda kahraman üstad konuşuyor her gün bizimle. Her gün onun bize derslerini dinletiyor. Her gün ağabeylerin nurlu hatıraları bize tatlı nasihat oluyor, yaşayarak anlattıkları ibretli bir ders.

“Asya’nın bahtını açacak meşveretle hareket eden ve gazetemizin bugüne gelmesine vesile olan gazetenin hissedarları olan kıymetli okuyucularının yeni yayın yılını kutluyorum. Sevgilerimle.” (Sakarya’dan bir okuyucu)

*

Allah bu yolda gidenlerin yar ve yardımcısı olsun!

24.02.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Gitmesem de, görmesem de



İstanbul’a karın yağmadığı bir kış günü, kardan bahsetmek istiyorum. Kapanan köy yollarından, okuluna giderken ayağı kayıp kara düşen çocuklardan, pencereden bakıp “Ne güzel yağıyor” diyen annelerden, çocuklarıyla kar topu oynayan babalardan. Penceremde yokken, kapımda karşılaşmamışken, yürürken başıma düşmemişken, kara dair sözler söylemek istiyorum. Kar hakkında yazılmış şiirleri ezberlemek, hikâyeler okumak, şarkılar söylemek istiyorum. Gitmesem de, görmesem de, o kar benim karımdır diye nazireler yapmak istiyorum.

İstanbul’un kurak geçtiği bir ilkbahar günü, bardaktan boşalırcasına yağan yağmurlardan konuşmak istiyorum. Yağmurun altında sırılsıklam olmaktan, gördüğün ilk şemsiyeciden şemsiye almaktan, şemsiyeye rağmen rahmetten kaçamamaktan, huzurlu bir üşümeyle tirtir titremekten, “Bu havada dışarıda ne işin var?” diye çocuğuna şefkatli bir azar fırlatan annelerden, mahçup mahçup annesinin gözlerine bakan sevimli çocuklardan... konuşmak istiyorum. Gitmesem de, ıslanmasam da, o yağmur benim yağmurumdur diye mırıldanmak istiyorum.

İstanbul’da yaprak kımıldamayan bir havada, fırtınalar esen bir Anadolu şehrinden, bir köyden söz etmek istiyorum. Saçlarını savuran delikanlılardan, yürümekte zorlanan amcalardan, balkondaki çamaşırları uçuşan annelerden, paltosunun yakasını kapatarak evine doğru yürümeye çalışan babalardan, bağırarak konuşmak zorunda kalan çocuklardan... konuşmak istiyorum. Gitmesek de, üşümesek de, o rüzgâr benim rüzgârımdır diye tutturmak istiyorum.

İstanbul’un yerinde durduğu bu zamanda, depremle sarsılan yerlerin yerinde durmayışını anlatmak istiyorum. Çığlıkları, haykırışları, giden canları, gözyaşlarını, enkaz altındaki umutları, umutsuzlukları, bekleyişleri, yıkılışları, korkuları, evsizlikleri, hayata farklı bakışları, ölüme bu kadar yakın, hayata bu kadar ürkek duruşları, en sevdiklerinden uzaklıkları, hiç tanımadıklarınla yakınlaşmaları ve unuttuğum pek çok şeyi daha hatırlamak, anlatmak, paylaşmak istiyorum. Gitmesem de, sarsılmasam da, o deprem, benim depremimdir, diye söylenmek istiyorum.

24.02.2007

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

“Namaz” gündemli konuşmalar



‘Hal-hatır’dan sonra

Karşılaştığımız tanış kişiye, önce ‘hal-hatır’ sorarız. Bu, hem tanış olmanın bir sonucudur, hem de bir gereken olarak, insanca olduğundan çok güzel bir davranıştır.

Yani bir dost, bir ahbap, bir arkadaş, bir akraba ile karşılaştığımızda kuracağımız ilk cümleler; ‘Nasılsınız, iyi misiniz?’dir. Birkaç cümle daha kurmak gerekirse; ‘İşler nasıl gidiyor, çocuklar nasıl, sağlığın sıhhatin nasıl?’ gibi çoğaltılabilir. Hatta biraz daha ileriye götürmek gerekirse; ‘Ev aldın mı, evi sattın mı, araba aldın mı, arabayı sattın mı, arsayı ne yaptın, çocuklar ne haldeler?’ v.b. sürüp gider sorular. Bu sorulan azlığı veya çokluğu samimiyet derecesine göre de değişir haliyle.

‘Ne var bunda?’ demeniz çok normal. Çünkü yapılan da bu zaten. Gerçi sadece ‘Nasılsın?’ demekten ibaret olan bu davranışın biraz içini doldurmakta fayda var. Yani ‘Nasılsın’ dediğimiz kişi, bir derdini paylaşacaksa, onu dinlemek ve işiyle ilgili yapabileceğimiz bir şey/ler varsa ilgi göstermek, hem yakınlığın, hem de insanlığın bir sonucu olacaktır.

Namazlarda durum nedir?

Geçenlerde birkaç günlüğüne memleketime gittim. Sılada olan insanın ana-baba ve yakın akrabasıyla olan konuşmalarının yeri farklıdır. Sıla-i rahmin gereklilik hikmetlerini, memleketinden uzaklarda yaşayanlar daha iyi anlamaktadırlar.

Memleketli dostlarla, arkadaşlarla, kardeşlerle konuşuyoruz. Esnaf birkaç dosta uğradığımda, eski gün hatıralarını şöyle bir yad ediyoruz. Yukarıdaki soruları da mutat olarak karşılıklı birbirimize soruyoruz.

Ben, pek alışılmış olmayan yeni bir soru tarzı geliştiriyorum.

İnsanlar bir araya geldiklerinde her türlü meseleleri sorup soruşturuyorlar, bu işler için imkân, zaman ayırıp konuşuyorlar. Güzel ancak, bir araya gelişte pek de yapılmayan bir şey var. O da ahirete ait meselelerin mevzu edilmesidir. Yani anne, baba, kardeş, akraba ve tanışımıza hal ve hatırdan sonra; ‘Namazlarla aranız nasıl, sabah namazlarına rahat kalkabiliyor musunuz, orucu tutabildiniz mi, malınızın zekâtınızı verdiniz mi, sadaka verir misiniz, en son Yasin Suresini ne zaman okudunuz, tesbihata zaman ayırıyor musunuz, tefsir okur musunuz, günde kaç sayfa okuyorsunuz?’ türünden sorular, pek yaygın değil. Hatta bu da nereden çıktı kabilinden yaklaşımlar görülmüyor değil.

Yeni bir soru tarzı

Uğradığım esnaf dostlarıma, epey bir hal-hatırdan sonra, namaza dair şeyler sordum. Dost, ‘Yahu ilk kez ben bir tanıştan böyle bir soruyla karşılaşıyorum. Ve bana değişik geldi. Keşke hal hatırlardan sonra, hep böyle konular konuşulsa da, bizim gibiler de bu hakikatleri unutmasa. Ben seni tebrik ediyorum’ dedi.

Ben, bu esnaf kardeşime, onlar ilkokuldayken, yaz tatillerinde, namaz sûrelerini öğretmiştim. Biraz da bu soruları rahat sorabiliyor olmamın altında, bu yakınlık bulunuyor idi.

Genç kardeşim beni tebrik ediyordu, ama ortada namaz kıldığını gösteren bir cümle de yoktu. Zaten soruyu sorunca, boynu hemen büküldü.

‘Peki’ dedim, ‘Birlikte çalıştığınız kardeşinizde durum nedir?’, durumun pek de iç açıcı olmadığı anlaşılıyordu. Bu iki kardeşimin de anne-babaları geçtiğimiz yıllarda hacca gidip geldiler.

Yani hacı baba oğluna, ‘İşlerin iyi mi oğlum?’demeyi bir görev saydığı kadar, ‘Oğlum işlerinin arasına mutlaka namazlarını kat, zekâtını ihmal etme, sakın faize bulaşma…’ gibi cümleler sarf etmeyi, neden alışkanlık haline getirmemiştir?

cümle daha kurmak gerekirse; ‘İşler nasıl gidiyor, çocuklar nasıl, sağlığın sıhhatin nasıl?’ gibi çoğaltılabilir. Hatta biraz daha ileriye götürmek gerekirse; ‘Ev aldın mı, evi sattın mı, araba aldın mı, arabayı sattın mı, arsayı ne yaptın, çocuklar ne haldeler?’ v.b. sürüp gider sorular. Bu sorulan azlığı veya çokluğu samimiyet derecesine göre de değişir haliyle.

‘Ne var bunda?’ demeniz çok normal. Çünkü yapılan da bu zaten. Gerçi sadece ‘Nasılsın?’ demekten ibaret olan bu davranışın biraz içini doldurmakta fayda var. Yani ‘Nasılsın’ dediğimiz kişi, bir derdini paylaşacaksa, onu dinlemek ve işiyle ilgili yapabileceğimiz bir şey/ler varsa ilgi göstermek, hem yakınlığın, hem de insanlığın bir sonucu olacaktır.

Namazlarda durum nedir?

Geçenlerde birkaç günlüğüne memleketime gittim. Sılada olan insanın ana-baba ve yakın akrabasıyla olan konuşmalarının yeri farklıdır. Sıla-i rahmin gereklilik hikmetlerini, memleketinden uzaklarda yaşayanlar daha iyi anlamaktadırlar.

Memleketli dostlarla, arkadaşlarla, kardeşlerle konuşuyoruz. Esnaf birkaç dosta uğradığımda, eski gün hatıralarını şöyle bir yad ediyoruz. Yukarıdaki soruları da mutat olarak karşılıklı birbirimize soruyoruz.

Ben, pek alışılmış olmayan yeni bir soru tarzı geliştiriyorum.

İnsanlar bir araya geldiklerinde her türlü meseleleri sorup soruşturuyorlar, bu işler için imkân, zaman ayırıp konuşuyorlar. Güzel ancak, bir araya gelişte pek de yapılmayan bir şey var. O da ahirete ait meselelerin mevzu edilmesidir. Yani anne, baba, kardeş, akraba ve tanışımıza hal ve hatırdan sonra; ‘Namazlarla aranız nasıl, sabah namazlarına rahat kalkabiliyor musunuz, orucu tutabildiniz mi, malınızın zekâtınızı verdiniz mi, sadaka verir misiniz, en son Yasin Suresini ne zaman okudunuz, tesbihata zaman ayırıyor musunuz, tefsir okur musunuz, günde kaç sayfa okuyorsunuz?’ türünden sorular, pek yaygın değil. Hatta bu da nereden çıktı kabilinden yaklaşımlar görülmüyor değil.

Yeni bir soru tarzı

Uğradığım esnaf dostlarıma, epey bir hal-hatırdan sonra, namaza dair şeyler sordum. Dost, ‘Yahu ilk kez ben bir tanıştan böyle bir soruyla karşılaşıyorum. Ve bana değişik geldi. Keşke hal hatırlardan sonra, hep böyle konular konuşulsa da, bizim gibiler de bu hakikatleri unutmasa. Ben seni tebrik ediyorum’ dedi.

Ben, bu esnaf kardeşime, onlar ilkokuldayken, yaz tatillerinde, namaz sûrelerini öğretmiştim. Biraz da bu soruları rahat sorabiliyor olmamın altında, bu yakınlık bulunuyor idi.

Genç kardeşim beni tebrik ediyordu, ama ortada namaz kıldığını gösteren bir cümle de yoktu. Zaten soruyu sorunca, boynu hemen büküldü.

‘Peki’ dedim, ‘Birlikte çalıştığınız kardeşinizde durum nedir?’, durumun pek de iç açıcı olmadığı anlaşılıyordu. Bu iki kardeşimin de anne-babaları geçtiğimiz yıllarda hacca gidip geldiler.

Yani hacı baba oğluna, ‘İşlerin iyi mi oğlum?’demeyi bir görev saydığı kadar, ‘Oğlum işlerinin arasına mutlaka namazlarını kat, zekâtını ihmal etme, sakın faize bulaşma…’ gibi cümleler sarf etmeyi, neden alışkanlık haline getirmemiştir?

Kardeşimiz yanıyorsa, seyirci olamayız

Hakikî kardeşlik, onların ateşte yanmaması, acı çekmemesi için, bir çaba içerisinde olmayı gerekli kılıyor. Şeytanlara teslim olmuş kardeşlerimizi onların elinden kurtarmak için bir şeyler yapmak gerekiyor.

Hiç değilse, bir araya geldikçe, sohbet gündemlerinin yönünü dünyadan ahirete çevirmek, öyle inanıyorum ki, genel tablonun değişmesine en ciddi katkı demek olacaktır. Bir araya gelişlerimizde namaza dair, ibadetlere dair, hak ve hukuka dair şerler konuşulsa, zihinler de ona göre şekillenecektir.

Geçen haftaki yazımızda, ‘gündemli yaşamak’ derken, bunu kastetmekte idim. Başlık, sehven yazıldığı gibi, ‘gündemi yaşamak’ değildi. Yani gideceğimiz yere, bir gündem götürmek anlamlı. Gündemimiz yoksa başkalarının gündemlerine uymak zorunda kalacağımız bir gerçek.

Her gittiğimiz yere namazı da götürelim

Memlekette kiminle konuşmuşsak, kendi dünyamın öncelikli gündemleri merak edildiğinde, hep namaza dair vurgular yapıyordum. Namaz gündemi, herkesin bir şekilde dikkate alması gereken bir gündemdir. Ve zaten siz gündemi açınca, sonrası geliyor. Soruların yönünü siz belirlemiş oluyorsunuz. Anlıyorum ki, dostlarla, arkadaşlarla, yeni tanıştıklarımızla, hal hatırdan sonra yapabileceğimiz en güzel işlerden birisi, dikkatleri ‘ahirete’ çevirmektir. Namaza, ölüme, hastalıklara, belâ ve musibetlere dair şeyler üzerine sormak ve konuşmaktır.

Gerçek gündem ile sanal gündem

Nerede, hangi şartlarda, kiminle konuşuyor olursak olalım, muhatap oluşlarımızın içinde mutlaka namaza dair meseleler de olsun. Çünkü gerçekte asıl konuşmamız gereken işler, ameller bunlardır. Dünyaya ait meseleler zaten gündemden hiç düşmüyor ki.

Ahirete müteallik işlerde bir maharet, bir marifet, bir başarı yoksa, dünyaya ait meselelerdeki gelişmeler, iyileşmeler çok da önem arz etmeyecektir.

Hayatın tam orta yerine namazı ve ibadetleri koyma diyalogları, dünya işlerini düzene koyabileceği gibi, ahirete ait kazançların da sebebi olabilecektir.

24.02.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Mehdiyyet meselesi



Mehdîlik meselesi zaman zaman gerek yazılı, gerek sözlü biçimlerde, gerek siyasî ve gerekse itikadî alanlarda tartışmaya açılır. Bir takım çevreler veya kişiler o konuda kalem oynatmaya ve fikir sarf etmeye ihtiyaç duyarlar. Bu normaldir de. Herkes kendi fikrini istediği yer, zaman ve biçimde açıklayabilir.

Bizim bu yazıdan kastımız mehdî inancını veya mehdiliğin unsurlarını ansiklopedik biçimde saymak değildir elbet. Bu konuda zaten değil yüzlerce senedir, belki binlerce senedir açıklamalar, yorumlar yapılmıştır zaten. Bizim sözümüz, mehdîlik konusunda havsalası almayınca bu meselenin sanki bir hurafe ya da bir takım cemaat ya da zümrelerin kendi üstadlarını, şeyh veya liderlerini mehdiyyetle özdeşleştirmesinden dolayı bir mübalâğa, bir maksadını aşan hüsn-ü zan zannederek meseleye saçma gibi yaklaşanların tutumlarınadır.

İsra Sûresi’nde Resûlullah Efendimizin (asm) Mir’ac mucizesinden bahsedilirken “Kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığı Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı ne yücedir” ifadesinde dikkat edilirse, isra, yani gece yolculuğu bölümü nassca sabit ve kesin olduğu için bu bölüme iman etmek şarttır ve şüphe götürmez derecede kat’îdir. Üstelik bunun delilleri de maddî, fizik âlem ve somut bir zeminde gösterilmiştir. Resûlullaha (asm), Mir’ac dönüşü münkirlerin Mescid-i Aksa’nın kaç penceresi olduğunu sorup bir inayet eseri olarak cevabını dosdoğru almaları gibi. Ayrıca Resulullah Efendimiz (asm), Mekke’ye dönüşünde yolda mola veren bir kafilenin su kırbasından su içtiğini ve ağzını bildik şekilde bağlamadan geçtiğini, o kervanın şu kadar saat sonra Mekke’ye varacağını söylemesi ve aynen buyurduğu gibi olması da gösteriyor ki, isra bölümünün delilleri maddî olduğu için inkârı mümkün değil. Ancak oradan göğe yükselme ve Kâb-ı Kavseyn, Sidretü’l-Münteha gibi safhaları içine alan bölüm, âyette açıkça zikredilmemiştir. Çünkü burası bir mü’minin imanından gelen bir teslimiyet ve kanaatle kabul görebileceğinden ve aklı zorlayacağı için mü’minlerin imanı tehlikeye uğramasın diye muhkem bir şekilde dile getirilmemiştir. Tarikatların hemen hepsinin velâyet noktasında Mir’ac olayını referans alması da bundandır. Yani İsra bölümü risâlet yönüyle, Mir’ac bölümü velâyet yönüyle ilgilidir.

Kur’ân’daki bu incelik, insanların havsalasının alamayacağı, imtihan gereği müteşabih ve te’vile mecâli olan itikadî ve dinî konularda da hep böyle uygulanmıştır. Bize göre Mehdîlik meselesi de Mirac’daki risâlet ve velâyet farklarından dolayı velâyet bölümüne dahil olan bir alandır. İsra bölümünde diyelim ki ağırlıklı olarak ve öncelikle kâfirleri muhatap alırken, Mir’ac bölümünde öncelikle mü’minler muhatap alınmaktadır. Tarikatların mü’minleri muhatap alması da işin bu tabiatından dolayıdır.

Şimdi sadede gelirsek, lâfı uzatmadan erbâbına kısaca ifade etmek gerekirse; mehdilik, Hz. İbrahim’in (as) soyundan peygamberlerin gelmesine mukabil, Hâtemü’l-Enbiya olduğu için Resûlullah Efendimizin (asm) soyundan peygamberler yerine, onların misyonunu yüklenecek mücedditler ve en son müceddit mehdi geleceğinden dolayı konumları Risâlet bölümü değil, velâyet bölümü olduğu için bu konu öncelikle mü’minlerin iman ve itmi’nanlarına kalmıştır. Ve tabiatı gereği somut değil, soyut; fizikî değil, metafizikî bir karakterdedir. Hüsn-ü zanla ve subjektif yaklaşılan bir konu diye mehdiyyet meselesi gayr-ı ciddî addedilemez, hurafe sayılamaz. Kader meselesi gibi, tamamıyla akılla değil, biraz da vicdanî ve hâlî bir mesele olduğu için imanın basiretiyle anlaşılabilir.

Mehdî konusunda kararsız olanlara bir tavsiyemiz de şu olacaktır: Eğer mehdiyi tesbit edemezseniz, mehdinin en büyük rakipleri olan ve çağdaşları bulunan deccal ve süfyanı arayın ve tesbite çalışın. Çünkü bunlar aynı çağda birbirleriyle hem şahs-ı manevî, hem de şahs-ı maddî olarak mücadele edeceklerdir.

24.02.2007

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Teknolojinin yükünü üstlenenler



Sahabe-i Kiramın hayatı harikulâdeydi.

Onlar insanlığın ayları, yıldızları, güneşleriydi.

Beden gücünün kullanılmasında, ruh ve his dünyasının bire bir yaşanmasında onlara yetişmemiz kesinlikle mümkün değil! Çünkü onlar bugün bizim kullandığımız teknolojiye eş değer değil, onu aşan bir gücü üstlendiler ve de kullandılar. İmanın verdiği o inanılmaz güçle beden, ruh ve his dünyalarında “olmazları” başardılar ve bire bir yaşadılar.

Allah’a iman konusunda bütün zorluklara göğüs gerdiler. Teknolojiye, dünyanın manialarına meydan okudular. Sonunda kazandılar.

Kelimenin tam anlamıyla “imanın tekniğe meydan okuduğu” asıl asır ve zaman dilimi onların yaşadığı andı. O Asr-ı Saadetti.

Onlar her şeyini “Allah’ın Rızasına” endekslemişlerdi. Ruh ve his dünyalarında hâkim olan, madde değil mânâ idi.

“Tarihin Şeref Levhaları” onların yaşadıkları bu tür inanılmaz hayatla gerçekleşti. Bugün de, milyonlar, milyarlar derin bir acizlik içerisinde onların o ibret ve hayret dolu hayatlarını okuyup ders almaya çalışıyor.

Bugünün Müslümanları olarak bizim çıkmazımız ise, onların yaşadıklarını günlük hayatımızda nasıl uygulayıp, adapte edeceğimiz konusundadır. O hayatı “es geçmek” büyük bir hata ve zarar olduğu gibi, aynısını motomot yaşamak da imkânsızdır. İşte bu noktada da gerçek bir önder ve lidere, örnek şahsiyete ve kurtuluşa götürecek metoda ihtiyacımız var ki karşımıza her zaman olduğu gibi yine makuliyetin değişmez ismi Bediüzzaman gerçeği çıkıyor.

Üstad Hazretleri “sahabe mesleği” dediği dâvâsıyla İslâmiyeti bu dehşet asrında yaşama gayreti içinde olanlara ışık tutuyor. Bizzat yaşadığı hayatla rehberlik ediyor. Ümitsizliğe düşürmüyor. Hadlerini de aşırmıyor.

Bugünün hiçbir Müslümanının birkaç hurmayla, arpa ekmeğiyle, sirkeyle kahvaltı, öğle yemeği veya sahur veya iftar etmeye tahammülü yok. Tatbik etmek niyeti de yok. Yapması da mümkün değil.

Peki ne yapacak bugünün Müslümanı? İşte, asrın manevî tabibi bu noktada Risâle-i Nur ekolü ve metodu ile, bugün insanlığa ve Müslümanların önüne şu noktayı koyuyor: “Samîmî bir niyet, halis bir kulluk, peygamberi örnek alan bir hayatla” bu yolda yürünebileceğini söylüyor ve gösteriyor. Tatbikatını da “Farzları yapan, kebîreleri işlemeyen kurtulur!” şeklinde ifade ve formalize ediyor. Farzların en başında namaz gibi kâinattaki bütün güzelliklerin fihristi ve özü olan bir ibadetin geldiğine dikkat çekiyor.

Her güzel iş ve amelde iyi bir niyet, tam bir halisiyet ve samimiyet ve de ciddî bir gayretin Allah (c.c) tarafından mükâfatsız kalmayacağını ifade ediyor.

Kısacası, bugün biz, sahabelerin yaşadığı hayatı taklit edip aynını yaşamamız mümkün değil. Ama bugünkü şartlarda sahip olduğumuz bütün varlıklarımızı ve kullandığımız her şeyi, nefsimize, keyfimize değil de, onların yaptıkları gibi dâvâmızın, dinimizin yolunda kullanmamız yetecektir. Bugün biz günlerce yol yürüyemeyiz. Enerjimizi o yolda harcayamayız, ama sahip olduğumuz teknoloji ürünü vasıtalarımızın zekâtı olarak onları “hizmet” yolunda kullanabiliriz. Telefonlarımızın, evlerimizin, sermayelerimizin, varolan ilmimizin ve sağlığımızın zekâtlarını vererek bunu başarabiliriz. Hülâsa sahip olduğumuz bütün imkânlarımızı bu mukaddes yolda harcamak kurtuluş vesilemiz olabilir. Tarihi aynen geri getiremeyiz ama ondan ders alarak metot ve uygulamalarının çağımıza ve mevcut şartlara uyumunu sağlayabiliriz. Böylece bu mukaddes yolda onlara arkadaşlık ve eşlik edebiliriz. Maziden ders alıp istikbale ümitle bakabiliriz.

Aslında formül basit:

Tembellik yapmamak, kötü niyet beslememek, mazimize ihanet içerisinde olmamak.

Gafletten uzak, samîmî ve içten bir hayata talip olmak.

İstikrar çizgisinde manevî bağlarını koparmadan aynı hat üzerinde devam etme gayretinde olmak.

Meşrûiyetten ayrılmadan, gayretle elden geleni bir “şahs-ı manevî” kültürüyle buluşturup tek başına ıssız çöllerde kalmadan yola devam edebilmek. Bütün mesele işte bu!

Cenâb-ı Hak bu hayatı bulma gayretinde olanlardan eylesin. (Âmin)

24.02.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İki ibret tablosu



17 Ağustos depreminde 18 bin kişiye mezar olan çürük binaların sorumluları hakkındaki dâvâların çoğu zamanaşımına uğrayınca kamuoyunda haklı bir infial doğdu.

Bunun üzerine Yargıtay Başkanı, mahkemelerin ve Yargıtay’ın üzerindeki iş yükünün ağırlığından yakınarak, “Yargıtay dosyaların altında eziliyor. Dünyada hiçbir yüksek mahkemenin bu kadar iş yükü yok” diye savunma yaptı.

Bu savunmanın geçerli olduğu yerler olabilir

Ama masum insanların canına kast eden suçları zamanaşımına uğratan iş yoğunluğunun, “devlete karşı” işlendiği iddia edilen suçlar için açılan dâvâlarda geçerli olmaması ve bu dâvâların zaman zaman inanılmaz bir hızla sonuçlandırılması bu savunma ile açıklanamaz.

Nitekim çürük bina yapan müteahhitleri ve denetim görevini yerine getirmeyen yetkilileri takipsiz bırakan yargı, depremi “İlâhî ikaz” olarak niteleyenleri cezalandırmakta gecikmedi.

Yeni Asya mensupları olarak, bu çelişkiyi en yakından yaşadık. Neredeyse dâvâ açılmayan ve mahkûm edilmeyen yazarımız kalmadı. Mehmet Kutlular ise 276 gün hapiste tutuldu.

Bu tablo, zamanaşımına uğradığı için düşen çürük bina dâvâlarıyla bir araya getirildiğinde çok daha düşündürücü, çarpıcı bir şekil alıyor.

Hafızalarımızı tazeleyip, 17 Ağustos’tan sonra yaşanan bir diğer tabloyu daha hatırlayacak olursak.

O günleri yaşayanlar çok iyi biliyorlar. Depremi takip eden günlerde resmî kurumlar arama, kurtarma, yardım, iaşe ve ibate çalışmalarında tam bir hazırlıksızlık ve çaresizlik görüntüsü vermişlerdi.

O kadar ki, depreme İstanbul Etiler’deki evindeyken yakalanan dönemin Cumhurbaşkanı, iletişim hatlarındaki kopukluk sebebiyle saatlerce hiç kimseyle bağlantı kuramamıştı.

Depremin yol açtığı korkunç tahribat da, yine devletten çok önce oralara ulaşan medyanın yayınlarıyla ülkeye ve dünyaya duyuruldu.

Devletin bu görüntüyü verdiği bir ortamda, hamiyet duygusunun sevkiyle “durumdan vazife çıkararak” re’sen işe el koyan toplum, depremzedelere yardım etmek için seferber oldu.

Depremin vurduğu yerlerde evsiz ve sahipsiz kalan insanların çadır, yiyecek, içecek, ilaç ve sair temel ihtiyaçlarını karşılamak için gönüllü kuruluşlar ve hayırseverler harekete geçti. Birçok doktor ve sağlık elemanı, hizmet vermek için oralara koştu. Arabasının bagajını gıda kolileri, temizlik ürünleri ve sair ihtiyaç malzemeleriyle dolduran, soluğu afet bölgesinde aldı.

Bu samimî gönül seferberliği daha da hızlanarak devam ediyordu ki, günler sonra ancak kendisine gelebilen devlet, nihayet varlığını hissettirme ihtiyacı duydu. Ve bunu da, gönüllü yardımlara set çekip engel olarak gösterdi!

Gerekçe, yardım adı altında gelenlerin içerisinde “irtica propagandası” yapanların bulunduğu iddiası idi. Yardım organizasyonlarının düzenli ve profesyonelce gerçekleştirilmiş olması ise, YAŞ kararıyla ve irtica suçlamasıyla ordudan ihraç edilen eski TSK mensuplarının bu çalışmalarda ön planda olmalarıyla izah edildi...

İki tablo birbirini tamamlıyor. İkisinin arkaplanında da aynı zihniyet var: Hizmet zamanı hiç ortalarda görünmeyen, ama baskı ve dayatmada olanca haşmetiyle sahneye çıkan zihniyet.

24.02.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Sıkıntılardan kurtuluş



“Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi ittiba-ı Kur’ân’dır.”1

Çağın müceddidi Bediüzzaman Hazretleri Mektûbât isimli eserinin sonunda Hakikat Çekirdekli adını taşıyan, veciz ifadelerine yer verdiği bölümdeki ilk cümle bu. Asrın manevî hastalığının nefis bir teşhisi ve tedavi için uyguladığı etkili reçete sunuluyor bu cümleyle.

Demek bütün sıkıntı, dert ve problemlerin çözümü ittiba-i Kur’ân, yani her konuda ona uyma, emirlerini uygulamada.

İşte Sahabe bunu gerçekleştirdiği için büyüktü, yücelmişti. İslâm devletleri yüzyıllarca ona uydukları ölçüde ilerlemişlerdi.

İnsan kaybettiğini ancak kaybettiği yerde bulabilir. Asırlarca dünyaya insanlık, medeniyet, ilim ve fazilet dersi veren bir milletin mânen tedavisi ancak geçmişte onu yücelten kaybettiği Kur’ânî değerlere yeniden sahip çıkmasıyla mümkündür.

Dünkü makalemizde Mevlüt Beyden söz etmiş, onun dürüstlüğüyle nasıl ticarî sahada kendini kabul ettirdiğinden bahsetmiştik.

Müslümana düşen görev İslâmı çok iyi anlayıp ve onu hakkıyla yaşamak; içi dışı bir olmak, olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi olmak; içteki güzelliklerini dışa yansıtması değil midir? Tek kelimeyle ifade etmek gerekirse Kur’ân ve Sünnete uymak.

Dinin emirlerinin sadece ahiretimizi değil, dünyamızı da imar ettiğini biliyoruz. Dinine sımsıkı bağlanan insanın ahireti de Cennettir, dünyası da. O iklimde bulunan herkes bu havayı teneffüs eder.

Düşünün bir kere temizlik, çalışkanlık, dürüstlük, cömertlik, fedâkârlık, iyilikseverlik, hakkı hukuku gözetmek gibi erdemlere sahip olan insanın dünyası hiç Cennete dönmez, büyük bir mutluluk duymaz mı?

Meselâ Allah Resûlü (asm), “İşçinin hakkını alnının teri kurumadan verin” buyuruyor. Siz de bir hak sahibine hakkını verdiğinizde büyük bir mutluluk duyarsınız. İşveren olarak bu mutluluğu yaşamak istemez mi insan?

Mevlüt Bey sevinçle anlatıyor: “Yeni bir yere taşındık. Hammallara baktım, ücretlerini hafta sonu alıyorlar. ‘Olmaz!’ dedim kendi kendime. Peygamberimiz buyurmuyor mu ‘İşçinin hakkını alnının teri kurumadan verin’ diye. Hemen çağırdım hammalları, ‘İşiniz biter bitmez gelin paranızı alın’ dedim.”

Zengin için belki o ücret pek kıymet ifade etmez. Ama o işçinin kimbilir ne tür ihtiyaçlarına cevap verecek.

Her konuda bu böyle. Her işi gereklerini uygun tarzda ve sağlam yapmak dinin emridir ve bu Cenâb-ı Hakkın güzel isimlerine ayna olma demektir.

24.02.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Vicdan delili



Yaratılışı ve yapısı gereği doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırabilen, hayırlı ve güzeli isteyen, iyilikten lezzet alan, çirkin ve yanlıştan kaçan, kötülükten elem duyan ruhumuzun esaslı, güçlü fonksiyonu, aynı zamanda, aklın kontrolörü, haritası, pusulası ve bekçisidir.

Vücudumuz beynin; ruhumuz, akıl ve kalbin; aklımız ise vicdanımızın tanzim ve tedbiriyle hareket eder. Ruhumuzun en ileri bilgi kaynaklarından olan vicdan, akıldan üstün olduğundan pek çok gerçeği, onunla biliriz. Sevmeyi-nefreti, zevki-elemi vs.

Davranışlarımızın ahlâkî değeri olup-olmadığı hakkında öznel, kendine dayanan, subjektif bir şuurdur vicdan. Bu şuur;

• Bir fiili işleyip işlememe,

• Bir işi yapıp yapmamada sorgulama,

• Uyarma, yargılama,

• Öğüt verme,

• Reddetme, doğrulama,

• Temyiz/ayırma ve kontrol etme özelliklerine sahiptir.

Ahlâkî mesuliyetin kaynağı olan vicdanımız; akıl, mantık, kıyas, fikir, hipotez gibi yollar takip etmez. O, gerçeği doğrudan doğruya bilir. Kendi varlığımızı bildiğimiz gibi. Meselâ, bir şeyin de kendi kendine, tesadüfen veya sebepler aracılığıyla meydana gelmeyeceğini vicdanen de biliriz. Kezâ, iman esaslarını vicdanen de kabul ve tasdik ederiz.

Ruhen ve bedenen varlıkların en değerlisi, en mükemmeli, en güzeli (ahsen-i takvîm) olarak yaratıldık. Yaratıcı tarafından sayısız iç ve dış nimetler bizlere ihsan edilmiştir. Kâinat,bütün unsurlarıyla hizmetimize sunulmuştur. Göz, kulak, dil ve sâir duyu ve organlarımız rahatsızlandıklarında onları tedavi etmek için yaptığımız masrafları göz önünde bulundurarak fiyat biçebiliriz!

İşte, kalbimizde yardım isteme noktası, dayanma noktası olan vicdan, bizlere paha biçilemeyecek kadar değerli nimetler ihsan eden Yaratıcıyı asla unutmaz. Faraza dimağımız, zihnimiz, aklımız tatile girse, Allah’ın ihsan ettiği nimetleri görmezlikten gelse de, vicdan gelemez. Zaten, O’na imanı ve O’nu sevmeyi yaradılışının gayesi olarak bilen bir vicdan, gereğini yerine getirmeden rahat edemez.

Bozulmamış her vicdan, şuuruna bile varamadığı haddi-hesabı olmayan ikram ve ihsanlara karşı teşekkür etmek ister.

Vicdanımız:

• Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum?

• Kimin ikramlarıyla böyle müşfikâne terbiye olunuyorum?

• Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nâzeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?

sorularını sorar; doğru cevabı verir ve Allah’ı bulur. Çünkü âlemin her tarafına dağılmış, sonsuza uzanmış1 ve binden birisine elimizin yetişemediği ihtiyaçlarımızı karşılayanı vicdanen bilir, O’na acz ve fakr diliyle yalvarır, O’na sığınır ve duâ eder.2

Kalp penceresinden bakarak vicdanımızı ve işlevlerini daha yakından tahlile tâbi tuttuğumuzda, (vicdanın) ruhun bakan ve gören gözü, kalbin ise penceresi olduğunu müşahede ederiz.3

Dinler tarihi beşerin hiçbir devirde dinsiz kaldığını göstermez. Bâtıl, yanlış, hattâ gülünç de olsa insanoğlu bir güce inanmış ve bir manevî sistemi takip etmiştir. İnsan vicdanı mutlaka bir şeye tapınma, ibâdet etme, onu büyük tanıma, secdeye varma şeklinde teşekkür etme ihtiyacındadır. Bunu, tarih boyunca insanoğlunun, yanlış ve bâtıl dahi olsa, bir şeyleri mukaddes ilân etmesi, onlara tapınmasından anlıyoruz.

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 289. 2- Sözler, s. 285-286. 3- Muhâkemât, s. 123.

24.02.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Nur ve ateş arasında yüz yıl (6)



Maddî savaş bitiyor, mücadele

ise devam ediyor

Vatan müdafaası uğrunda yaralı halde Ruslar'a esir düşen Bediüzzaman Said Nursî'nin esaret hayatı iki buçuk sene sürer.

Rusya'nın tâ kutup bölgesinden, Kostroma taraflarından firar ederek uzun bir seyrüseferden sonra 1918 yılı Haziran'ında İstanbul'a gelen Üstad Bediüzzaman, yeni bir Türkiye manzarasıyla karşılaşır.

Osmanlı, savaştan mağlup çıkmış, büyük toprak kaybına uğramış, Anadolu'nun pekçok yeri yeni işgallere hedef olmuştur.

Nitekim, aynı yılın Ekim ayından itibaren işgaller başlar. Bu arada, devletin kalbi hükmünde olan İstanbul da işgale uğrar.

Buna mukabil, milletin hür vicdanından çıkan bir "Millî Mücadele" hareketi başlar. Said Nursî de, İstanbul'da bu hareketin en büyük destekçilerinden biri olur. Hayatını tehlikeye atarak, mağrur ve zalim işgalcilerin yüzüne tükürürcesine ilmî/fikrî neşriyat yapar. (Bugün bunun aksini iddia edenleri Allah'a havale ediyoruz.)

Nursî, aynı zamanda başka dinî/ilmî eserler neşreder ve o zamanın en popüler İslâm Akademisinde (Dârülhikmet) üç yıl müddetle hizmet eder. Ayrıca, içki ve alkol istilâsına karşı kurulan Yeşilay Cemiyetinde kurucu üye sıfatıyla çalışır.

İşte, bütün bunlar gösteriyor ki, tehlike nereden geliyorsa, Said Nursî orada bütün himmetiyle varlığını siper etmiştir. Kezâ, yangın nerede varsa, kösteklemelere rağmen koşarak, hatta kendini tehlikeye atarak, o yangını söndürmeye çalışmıştır.

Gerçek şu ki, bundan sonraki hayatı da aynı seyir ve istikamet üzere devam edip gidecekti.

Nitekim, aynen öyle oldu.

Mânevî cihad devresi "Yeni bir Said, yeni bir

hayat, yeni bir hizmet" ile başlıyor

Millî Mücadele zaferle neticelenince, Said Nursî de takdir edilmek üzere Ankara'da yeni teşkil olunan Meclis'e dâvet edildi. Meclis başkanından gelen ısrarlı dâvetler üzerine Ankara'ya gitti. Meclis'te zafer için duâ etti, mebuslara hitaben konuşma yaptı, beyannâme neşretti, yeni bazı eserler telif etti.

Ne var ki, Ankara'da umduğu havayı bulamadı. Baktı gördü ki, biten maddî savaşın yerini, mânevî dehşetli bir belâ almaya hazırlanıyor. "Eyvah!" diyor, "Bu ejderha, imânın erkânına ilişecek" diye feryâd ediyor.

Fakat, vâ–esefâ ki, onun bu feryâdını duyan, anlayan, yahut kulak veren olmuyor. Ayrıca, samimî birkaç dostunun (Ali Şükrü Bey, Hüseyin Avni Bey, Kara Kâzım...) da topun ağzında olduğunu görüyor. Hatta, kendisi bile, iki defa sûikastla burun buruna geliyor. (Zehirleme ve öldürme teşebbüsü.)

Bu esnada ülkenin ve Avrupa'nın gündeminde "Lozan görüşmeleri" var. En büyük sıkıntı ise, gizli oturumların ana maddesi olan "Türkiye'de din öldürülecektir" şeklindeki ikili görüşme/anlaşma hadisesinden kaynaklanıyor.

Bütün bu gelişmeler gösteriyordu ki, artık maddî savaş dönemi kapandı, yeni ve mânevî bir mücadele dönemi başladı.

Bu realite karşısında Ankara'dan ayrılmaya karar veren Üstad Bediüzzaman, "Yeni Said" olarak uzun vâdeli bir "ilmî mücahede"nin içine girdi.

Evet, Yeni Said için, artık yeni bir hizmet, yeni bir hayat ve yeni bir mücadele devresi başlamıştı.

Üstad Bediüzzaman, bu yeni devrenin hizmet stratejisini "Mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak" şeklindeki hükmî ifadelerle özetliyor. (Bkz: Asâ-yı Mûsa, s. 79)

Bakalım, Yeni Said, yeni Türkiye'de ne gibi zorluklarla karşılaştı, ne gibi buhranlarla mücadele etti, ne tür baskılara, zulümlere mâruz kaldı, ne tür kundaklamalara şahit oldu ve hangi çeşit mânevî yangınlarla, belâlarla, tâun ve tağutlarla mücadele etti...

Dahası, bakalım Yeni Said yeni nesillere nasıl bir yol haritası çizdi ve karanlıktan aydınlığa yol açmak adına, elli sene sonra, yüz sene sonra gelecek istikbâl nesli için nasıl bir nuranî miras bıraktı...

(Devam edecek)

GÜNÜN TARİHİ (23 Şubat 1945)

Türkiye'nin savaşa katılma kararı (II)

–Dünden devam–

Sıcak gelişmeler

Müttefik ülke liderleri, Şubat 1945’te yapılan Yalta Konferansında, yeni kurulacak Birleşmiş Milletler’e yalnızca 1 Mart 1945 tarihine kadar Almanya’ya savaş açmış ülkelerin katılmasını içine alan bir karar almaları üzerine, Türk hükümeti de 23 Şubat 1945'te Almanya ve Japonya'ya resmen savaş ilân etti.

Karar sonrası yaşananlar

Hani tek parti diktatoryasını temize çıkarmak maksadıyla bazıları iddia ediyorlar ya: "İsmet Paşa, Türkiye'yi II. Dünya Savaşının dışında tutmayı başardı" diye...

Oysa bu iddia cahilâne bir yanlış ve sunturlu bir yalandan ibarettir. İsmet Paşa yönetimi, bal gibi savaş kararı aldı ve silâhları beklemeye koyuldu.

Takdir–i İlâhî, silâhlar Türkiye'ye ulaşamadan, önce Hiroşima ve üç gün sonra da Nagazaki'ye atom bombasının atılması (6–9 Ağustos) üzerine, II. Dünya Savaşı bitmiş oldu.

ABD Başkanı Truman, o tarihte Pasifik'teki savaşı bir an evvel bitirebilmek için atom bombası kullanmaya karar verildiğini açıkladı ve bu kararı derhal uygulamaya koyuldu.

Japonya, 14 Ağustos 1945'te kayıtsız şartsız teslim olmayı kabul etti. 30 milyondan fazla cana mal olan savaş, böylelikle Uzak Doğu'da sona ererken, aynı durum bir hafta sonra da Avrupa kıtasına yansıdı. Teslim olan İtalya'da Musollini linç edilirken, Almanya diktatörü Hitler de çıldırarak intihar etti.

24.02.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İhlâs sûresi ve tevhid mertebeleri- 1



Yaşar Bey: “1- İhlâs Sûresinin fazileti ve nüzul sebebi nedir? Yirmi Sekizinci Lem’a’da yapılan İhlâs Sûresinin üçüncü âyetinin tefsirini izah eder misiniz? 2-Sözlerde İhlas Sûresinin ispat ettiği altı tevhid mertebeleri nelerdir?”

Kur’ân-ı Kerim’in 112. Sûresi olan İhlâs Sûresi, Allah’ın birliğini, eşi ve benzeri olmadığını ve hiçbir şeye benzemediğini konu alır, tevhidi en halis biçimde ilân eder ve vahdaniyeti en güzel sûrette beyan eder. Sûrenin meâli şöyledir: “De ki: O Allah birdir. Allah Sameddir. O, doğurmamış ve doğurulmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur.”1

Peygamber Efendimiz (asm), İhlâs Sûresinin Kur’ân’ın üçte birine denk olduğunu müjdelemiştir. Nitekim Ebû Saîd el-Hudrî (ra) bildirmiştir ki: Resûlullah Efendimiz (asm): “Hayatım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, İhlâs Sûresini okumak Kur’ân’ın üçte birine denktir”2 buyurmuştur.

Yine Ebû Saîd el-Hudrî (ra) bildirmiştir: Resûlullah Efendimiz (asm):

“Ashabım, Kur’ân’ın üçte birisini bir gecede okumak size güçlük verir mi?” buyurdu. Bu teklif ashaba güç gelmişti.

“Ya Resûlallah! Bizim hangimizin buna gücü yetişir?” dediler.

Peygamber Efendimiz (asm):

“Allahü’l-Vâhidü’s-Samed Sûresi Kur’ân’ın üçte biridir” buyurdu.3

Bu hadislerin tefsirini yapan Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın her bir harfinin bir çekirdek hükmünde bir hasene olduğunu; İhlâs Sûresinin Besmele ile beraber altmış dokuz harfinin her birisinin ise katlamalı sevabıyla birlikte bin beş yüz sevap değerinde bulunduğundan, Kur’ân-ı Hakîm’in üç yüz bin altı yüz yirmi harfinin üçte birisine denk bir sevap kazandırdığını kaydeder. Üstad Hazretleri bu sırrı şöyle açıklar: İçine bin tane mısır ekilmiş bir tarla farz ediyoruz. Hasat zamanında, sünbül başına yüzer mısır tanesi veren yedi sünbüllü bir mısır bitkisi, neticede yedi yüz mısır tanesini ürün olarak vermiş olmaktadır. Oysa kökte tek bir çekirdek bulunmaktaydı. İşte bir tek mısırın, yedi yüz mısırı netice verdiğini gördükten sonra; kökteki tek çekirdek için, bütün tarlaya atılan mısır çekirdeklerinin üçte birine denk bir berekete sahip olduğu rahatlıkla söylenebilmektedir. Demek, İhlâs Sûresindeki sevap ve feyiz bereketini müjdeleyen hadis-i şerif—hâşâ—hiç mübalağa içermediği gibi, gayet makul, mânâlı ve hakikatlı bir esasa işaret buyurmuş bulunmaktadır.4

Bu sûrenin nüzûl sebebine gelince; bilindiği gibi, Hazret-i İsa’nın (as) tevhid dînini bozan Hıristiyanlar Hazret-i İsâ’ya (as) Ulûhiyet izâfe etmişlerdi. Rivayete göre bu sûre, bir grup Hıristiyan’ın, Yahudi’nin ve şirk ehlinin gelerek Resûlullah Efendimiz’e (asm): “Rabb’ini bize tarif et; hangi şeydendir? Cevheri nedir? Mahiyeti nasıldır? Mahlûkatı O yarattı; Peki O’nu kim yarattı?” gibi, Ulûhiyet sıfatları hakkında muhtelif sorular sormaları üzerine, onlara bir cevap olarak nazil olmuştur. Resûlullah Efendimiz (asm), onlara: “Rabb’im eşyanın Hâlık’ıdır” buyurdu. Bunun üzerine: “Kul Hüve’llahü Ehad” (De ki: O Allah birdir) Sûresi indi. Onlar: “O bir, sen de birsin!” dediler. Peygamber Efendimiz (asm): “O hiçbir şeye benzemez” buyurdu. Onlar: “Bize sıfatını artır” dediler. Peygamber Efendimiz (asm): “Allahü’s-Samed.” (Allah Sameddir) buyurdu. Onlar: “Samed nedir?” dediler. Peygamber Efendimiz (asm): “Hiçbir şeye muhtaç olmayan, her yaratığın Kendisine muhtaç olduğu Zât” buyurdu. Onlar: “Artır” dediler. Allah Resûlü (asm): “Lem yelid ve lem yûled” (Yani, Meryem gibi doğurmuş olmadığı gibi, İsa (asm) gibi doğurulmuş da değil) buyurdu.5

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bu sûrede geçen “O doğurmamıştır ve doğrulmamıştır” âyetinin gayet açık bir üslûpta gelişinin mânâsının, Hıristiyanlığın teslis inancına bir reddiye olarak, “Doğuran ve doğurulmuş olanların” ilâh olamayacağını beyan etmek, Hazret-i İsa’ya (as), Hazret-i Üzeyir’e (as), Melâikeye, Yıldızlara ve hak olmayan mabudlara ibadet etmekten sakındırmak ve Cenâb-ı Hakk’ın “Ezelî ve Ebedî” olduğunu zihinlere nakşetmek olduğunu kaydeder. Yine Bedîüzzaman’a göre, mânâsı gayet açık olan, “Ben onlardan bir rızk istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum”6 âyeti de “Rızka muhtaç olan ve yedirilen mahlûkat, mabudiyete lâyık değildirler” mânâsındadır.7

Doğan, doğurulan, yiyen, yedirilen, rızka muhtaç olan ve ihtiyaçlara mahkûm olan nice aciz varlıkların “mabut” haline getirilmesi, ilâhlaştırılması ve putlaştırılması üzerine, insan dimağına inen bir Allah kelâmı olan Kur’ân’ın, Allah’ın sıfatlarından bahsederken, insanların anlayacağı biçimde, Allah’ın doğurmadığını, doğurulmadığını, rızka muhtaç olmadığını, yemeye mahkûm bulunmadığını nazara vermesi, “veciz ve anlaşılır” üslûbuna yakıştığı gibi, insanların zihinlerine tenezzül açısından da bir rahmet tecellîsi mahiyetindedir.

Dipnotlar: 1- İhlâs Sûresi, 112/1-4 2- Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1770 3- a.g.e., 1771 4- Sözler, s. 312 5- H.D. Kur’ân Dili, 9/6272 6- Zâriyât Sûresi, 51/57 7- Lem’alar, s. 364

24.02.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

BİR KISSA, BİN HİSSE



1760 yılında Tillo’da doğan Gavsü’l-Memduh, küçük yaşta İbrahim Hakkı Erzurumlu’nun talebesi oldu. Kısa zamanda hocasından tefsir, hadis, fıkıh, matematik, edebiyat, astronomi ve fen bilimlerini öğrendi. Hocasından manevî ilimleri de tahsil eden Gavsü’l-Memduh, İbrahim Hakkı Hazretlerinin vefatından sonra onun yerine geçti. Birçok talebe yetiştirdi. Keşif ve kerâmet sahibiydi. Bazen uzakların perdesi açılır, ona yakın olurdu.

Bir gün talebelerinden Abdurrahim Efendi’ye:

“Şam’a gittin mi Abdurrahim?” diye sordu. Abdurrahim Efendi: “Gitmedim” deyince Gavsü’l-Memduh: “Şu tarafa bak bakalım” dedi.

Abdurrahim Efendi o tarafa bakınca Şam’ın karşısında olduğunu gördü. Şaşkınlıkla Şam’ı izlemeye başlayan Abdurrahim Efendi, hocasının:

“Abdurrahim! Boşi köyü buraya uzak mıdır?” sözüyle uyandı.

Bir anda Şam gözlerinden silinip gitti ve hocasına dönerek: “Uzaktır efendim” dedi. Gavsü’l-Memduh: “Doğu tarafına bak” dedi.

Abdurrahim Efendi doğu tarafına bakınca küçük bir tepenin bir yamacında kurulmuş bulunan Boşi köyü karşısına geliverdi. Abdurrahim Efendi, Boşi köyünü seyrederken orada köy kenarında Gavsü’l-Memduh’un talebelerinden birkaç tanesinin sohbet ettiklerini gördü. Köy bekçisi de yanlarında uzanmış yatıyor ve talebelerle alay ediyordu.

Köy bekçisinin talebelerle alay etmesine öfkelenen Abdurrahim Efendi, ayağını hızla köy bekçisine doğru salladı. Bekçi birden karnını tutmaya ve acıdan kıvranmaya başladı.

Abdurrahim Efendi bir daha vuracaktı ki, Gavsü’l-Memduh: “Yeter ya Abdurrahim!” diye bağırdı. Boşi köyü de gözden kayboldu. On gün sonra Boşi köyü bekçisi yüzü sarılı olarak Gavsü’l-Memduh’un huzuruna getirildi. Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. Eğilen taraf kırış kırış, diğer taraf ise gerginleşmişti. Bekçi aman dilemeye başladı: “Hocam, talebelerinle alay ediyordum. Birden karnıma şiddetli bir darbe aldım. Neye uğradığımı şaşırdım. O anda ağzım da bu hale geldi. Hatamı anladım, tövbe etim hocam. Beni affediniz ve bana duâ buyurunuz” dedi.

Gavsü’l-Memduh bekçiye acıdı ve ona duâ ederek elini bekçinin yüzüne sürdü. Bekçinin ağzı yüzü şifa buldu.

(Evliyalar Ansiklopedisi, 6/ 247)

24.02.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Suç patlaması’ varsa ‘çare’si de var



Büyük şehirler başta olmak üzere bütün Türkiye’de bir ‘güvenlik bunalımı’ yaşandığı malûm. Emniyet Genel Müdürlüğünün istatistiklerine yansıdığına göre, asayiş suçları 2006’da bir önceki yıla göre tam yüzde 61 artmış. Son günlerde Türkiye’de günde 2 bin 152, saatte 90 asayiş suçu işleniyormuş.

Emniyet’in internet sitesinde yayınladığı sonuçlara göre, geçen yıl asayiş suçları yüzde 61, şahsa karşı işlenen suçlar yüzde 62, mala karşı işlenen suçlar ise yüzde 60 artış göstermiş. (Radikal, 23 Şubat 2007)

Bu durum, her 40 saniyede bir, birilerinin canı veya malına kastedildiğini gösteriyor. Mala karşı işlenen suçlardan kapkaç, bir yıl içerisinde neredeyse ikiye katlanmış: 2005’teki rakam 7 bin, 2006’daki 12 bin. 2005’te 243’te kalan terör suçu sayısı, 2006’da 294’e yükselmiş.

İstatistiklere yansımayan ‘suç’ların var olduğunu da düşündüğümüzde ‘tehlike çanları’nın çaldığını görmemiz gerekir. Türkiye’yi ‘idare edenler’ başka yerlerde ve başka konularda ‘tehlike’ arıyor, ancak gerçek tehlike bu noktada.

İstatistiklerin ortaya koyduğu tablo bir ‘netice’dir. Öyle ise, bu tehlikenin bertaraf edilmesi için nelerin yapılması gerektiğini tartışmalıyız. Bu konuda farklı ‘çare’ler ileri sürülebilir, ancak kalıcı çare ‘kalplere yasakçı’ koymaktan geçiyor. Böyle durumlarda çare olarak ‘İslâmın sunulmasından memnun olmayanlar olabilir. Bazıları da ‘yasakçı’ tâbirini hoş karşılamayabilir. İsimlerin ve resimlerin değişmesiyle hakikatlerin değişmediğini bilenler açısından bir fark olmaz, ama biz ‘yasakçı’ ifadesi yerine ‘Allah sevgisi’ de diyebiliriz.

Cemiyeti tehdit eden ‘tehlike çanları’na, ‘suç patlaması’na karşı yegâne çare, “Allah sevgisi”ni, “kötülükten alıkoyan yasakçı”yı kalplere yerleştirebilmektir. “Hayır öyle değildir” diyenler, çareyi ortaya koymalı ve ispat etmelidirler. Aslında bugün karşı karşıya kaldığımız ‘suç patlaması’nın sorumlusu “Öyle değildir” diyerek yanlışta ısrar edenlerin sebep olduğu uygulamalardır. “Öyle değildir, böyledir” diyenlerin bir asra yaklaşan uygulamaları ortada. Hangi suç önlenebildi, hangi suçlu ıslâh edilebildi?

Suça ve suçlulara karşı sadece polisiye ve kanun tedbiriyle karşı koymak mümkün değil. Elbette onların da caydırıcı tesirleri var, ancak kalıcı çare olamıyorlar. Polisiye ve kanun tedbirleriyle, kalplere ‘yasakçı’ koymanın arasındaki en bariz fark, biri suç işleyeni yakalar ve cezalandırır; diğeri ise suç işlemeyi önler. Eller vicdana konularak cevap verilsin: Hangisi daha tesirli, faydalı, kârlı, kalıcı çare? Elbette suç önlemeyi engelleyen ‘sevgi’ sistemi...

Suçu ve suçluları tartışırken, ‘çare’yi de doğru yerde arayalım. Cezaevlerini dolduran ‘suçlu’ların ıslâhı da ancak bu şekilde yapılır. Aksi halde cezaevleri, ‘suçluların tecrübe kazandığı ve ıslâh olmadığı bir mekân’ olarak kalmaya devam eder ki bundan da hepimiz zarar görürüz.

‘Doğru’lar ve ‘yanlış’lar bellidir. Lütfen, yanlışta ısrar etmeyelim...

24.02.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Modern hapishane...



Cumhurbaşkanlığı seçimlerine iki aydan az bir zaman kala, bütün dikkatler bu tarafa çevrildi. 16 Nisan’da başlayacak cumhurbaşkanlığı seçimi takvimi öncesi kulislerin birinci maddesi “Cumhurbaşkanı adayı kim olacak?” sorusu…

12 Eylül ihtilâlini yaptıktan sonra, üç yıl devlet başkanlığı ve yedi yıl da cumhurbaşkanlığı yapan Kenan Evren, Tayyip Erdoğan’a tavsiyelerde bulmuş. “Ben olsam cumhurbaşkanlığını istemem, başbakan olmayı tercih ederim” demiş.

Ancak Evren bunu söylerken de bir tecrübesini de aktarmaktan geri durmamış. “Her şey, yetkiler, özgürlüğünüz, kısıtlı. Ben ki durmazdım yerimde. Hep gezerdim yurtiçinde. Benim uğramadığım il ilçe kalmadı, ama buna rağmen bir çemberin içerisinde kalırsınız. Yalnız bir yere çıkamazsınız, bir sinemaya gidemezsiniz, bir eğlence yerine gidip ‘ben de eğleneyim’ diyemezsiniz. Hâlâ da diyemiyorum” derken, cumhurbaşkanlığı köşkünü de “yüksek bir makam, ama modern bir hapishane” olarak tanımlamış. (İzmir’de yayın yapan haftalık Diva Dergisi)

Bu cümlelerde pişmanlık mı var, tecrübe mi var bilemeyiz, ama Evren Köşk’te pek de mutlu değilmiş(!) anlaşılan…

***

İşte ihtilâl liderinin “modern hapishane” diye tarif ettiği köşk için geriye sayım başladı. Cumhurbaşkanlığı seçimi takviminin başlamasına 50 gün var. Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığının bitmesine de 80 gün…

Geçtiğimiz hafta Meclis kulislerinde milletvekillerinden Cumhurbaşkanlığına kimin aday olacağı yönünde nabız yokladığımızda onlar da bizden bir şeyler öğrenmeye çalışıyorlardı. “Başbakanımız cumhurbaşkanlığı için aday olmayacak mı?” diye bizden ve diğer gazetecilerden ipucu almaya çalışıyorlardı. Milletvekillerinin bir merakı da erken seçimin ne zaman olacağı… Her milletvekilinin bir hesabı var. “Tayyip Bey köşke çıkarsa, erken seçimin olması daha iyi olur?” diyen de var, “Seçimler normal zamanda yapılsın” diyen de… Cumhurbaşkanını seçecek milletvekillerinin kafası oldukça karışık. Anlaşılan milletvekilleri de Erdoğan’dan henüz bir “ışık” görmemişler.

Bu arada Erdoğan Nisan ayı yaklaştıkça bu konudaki sözlere veya sorulara çok sinirleniyor. Son günlerde “Cumhurbaşkanlığına adaylığınızı koyacak mısınız?” sorusu bir hayli geriyor başbakanı… Bunun son örneği de, Sinop Belediye Başkanı Yılmazer’in, Erdoğan’a “Sayın Cumhurbaşkanım” demesi ile gerçekleşti. “Medyadan beter oldun. Nisan’dan önce konuşmayacağız” diyerek adeta azarlamış. Başbakan Tayyip Erdoğan, kendisine “Başbakanım” yerine “Sayın Cumhurbaşkanım” diyen Sinop Belediye Başkanı Zeki Yılmazer’e fena kızmış. Erdoğan, Yılmazer’e, “Medyanın da önüne geçtiniz. Medya bizi köşeye sıkıştırmaya çalışıyor, sen de bunu söylüyorsun” diye de iyice paylamış.

***

Kulislerde cumhurbaşkanlığına adaylığını açıklayan milletvekilleri ile de espriler gırla gidiyor. Cumhurbaşkanlığına adaylığını koyacağını açıklayan bir AKP’li milletvekili “Bütün Ordu arkamda” diyormuş. Tabiî bu kelime hemen Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni çağrıştırsa da, öyle değil… “Ordu” kelimesi ile kastedilen Ordu ilimiz… AKP milletvekili Hamit Taşçı’nın bu sözü söylediğini kendi ağzından duymadık, ama bunu bize bir milletvekilli aktardı. Taşçı’nın aday olmasının gerekçesi de hayli ilginç… “Süleyman Demirel Isparta İslâmköy’den cumhurbaşkanı oldu. Ben İslâmdağlıyım. Şimdi sıra İslâmdağ’da…” diyormuş.

Tabiî, Erdoğan buna da tepki göstermiş, haberlere göre, Erdoğan, genel başkan yardımcılarından birini Taşçı’ya göndermiş, “Şaka da olsa orada burada cumhurbaşkanı adayıyım demesin” demiş. Fakat Taşçı’dan da cevabını almışlar. “Şaka yaptığımı nereden çıkardınız, ben çok ciddiyim” diyormuş.

***

Kulislerde yarı şaka, yarı ciddî de olsa cumhurbaşkanlığı seçimi konuşuluyor. Bazı milletvekilleri de “Nereye gitsek Tayyip Bey cumhurbaşkanlığına aday olmasın” sözlerini hatırlatıyor. Herkesin bir hesabı var. Erdoğan’ın da bir hesabı var ki, 16 Nisan’dan önce açıklamamakta ısrarlı… Ancak, milletvekilleri seçmenlerinden gelen sorulara karşısında sıkışmış olacaklar ki, “Şu Nisan gelse de merakımızı gidersek” derken, vatandaş da artık şu soruya çok kızıyor. “Erdoğan Cumhurbaşkanı adayı olacak mı, olmayacak mı?” Başka bir konu yok gibi…

Gerçekten, şu Nisan gelse de ne olacaksa olsa artık… Ya da bugünlerde—tahriklere kapılıp—Erdoğan aday olup olmayacağını açıklayıverse… Çünkü şafak plâkaya düştü, 80 gün kaldı... Ya da başka bir deyişle 50 gün…

Haydi hayırlısı bakalım.

24.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004