Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Röportaj

Hasan Hüseyin KEMAL

“Her Türk asker doğar, her gazeteci askerdir”

Genelkurmay’ın hazırladığı “Akredite Basın ve Yayın Organlarının Yeniden Değerlendirilmesi” başlığı altında bir rapor geçtiğimiz hafta gazetelerin birinci sayfasında yer aldı. Raporun içeriğinde akredite olmuş basın kuruluşlarının yeniden değerlendirilmesi vardı. Değerlendirmede bazı basın mensupları ve kuruluşlarının yazdığı yazılarla ve yaptığı yayınlarla orduya liyakati puanlandırılmıştı. Genelkurmay akredite olmayan İslâmî, aşırı sol ve Kürt duyarlılığa sahip medyayı değerlendirme içine almamıştı. Bu kuruluşlar bu özellikleriyle 28 Şubat’ta zaten güvenilmez ilân edilmişti...

Biz de bu ‘yeni andıç’ olayını Apoletli Medya kitabının yazarı ve Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi gazeteci Ragıp Duran’a sorduk... Sözü Ragıp Duran’a bırakıyorum...

*Genelkurmayın yeni akreditasyon değerlendirmesini nasıl buluyorsunuz?

Vahim bir girişim. Deveye “Hörgücün eğri” demişler, o da “Nerem doğru ki ?” demiş, onun gibi bir durum. Genelkurmay akreditasyonu gazeteleri ve gazetecileri sınama yöntemi, değerlendirme yöntemi olarak kullanıyor. Halbuki akreditasyon, dağınıklığı, düzensizliği ve uzmanlık alanlarını ilgilendiren durumlarda uygulanan birşey...

*Sizin Genelkurmayın akreditasyon yönteminde ters bulduğunuz yönler neler?

Genelkurmay bazı basın kuruluşlarının siyasî ve ideolojik görüşleri dolayısıyla, kendisi açısından öznel temellere dayanarak faaliyetlerini izlemesini istemiyor. Aklınca bazı medyayı cezalandırıyor. Bu cezalandırma aslında o medya kuruluşlarının okuyucularına yöneliktir. Hatta kendisiyle ilgili bilgileri toplumun İslâmî duyarlılığı, Kürt duyarlılığı, sol duyarlılığı olan kesimlerine—zaten geriye toplum adına birşey kalmıyor—iletememekle kendine karşı da bir cezalandırmada bulunuyor farkında değil...

*Sizin söylediğiniz gibi bu cezalandırma okuyucuya yönelikse “TSK toplumun bazı kesimlerini yok sayıyor” diyebilir misiniz?

Bence daha da vahim bir durum var. Türkiye’de cumhuriyet kurulduğundan beri, ben ona cumhursuz cumhuriyet diyorum, bir iç düşman konsepti vardır. Bu gerçek demokrasilerde ne deyim olarak, ne de uygulama olarak bulunmayan birşeydir. Eğer bir devlet yurttaşını iç düşman olarak görüyorsa burada devlette sorun var demektir. Genelkurmayın akreditasyon uygulaması iç düşman görüşünden kaynaklanıyor. Cumhuriyet tarihi de zaten iç düşman tarihidir.

*Akreditasyon verilmeyen basın mensuplarına yönelik olarak bölücü örgütlere istihbarat iletebilecekleri, askerî birlik ve personellere zarar verebilecekleri suçlamalarında bulunuluyor. Bu basın mesupları potansiyel suçlu ilân ediliyor...

Ben Genelkurmay’ın yaptığı toplantılara katıldım. Öyle gizli saklı şeylerin olduğu yerlerde basın toplantısı zaten yapılmıyor. Girişte katı arama, tarama koşulları uygulanıyor. Andıcın amacı geçersiz.

Genelkurmayın zaten ülke içinde asayişi sağlama, olası suçluları takip etmek gibi bir görevi yok. Bu memlekette bir suç işlendiğinde müdahale edecek polisler ve gereğini yerine getirecek mahkemeler var. Zaten akreditasyonu engellenen İslâmî, sol ve Kürt haklarına yönelik yayın yapan gazetelerin hepsi Türkiyede’ki kanunlar çerçevesinde yayın yapıyorlar. Sizin demin söylediğiniz gibi yok sayma değil de yok saymazmış gibi görünme var. Çünkü bu yayın organlarının ortak noktaları belli bir özgürlük ve demokrasi anlayışı etrafında buluşmaları ve tarihlerindeki mağduriyetleri nedeniyle TSK’nın siyaset üzerindeki müdahalelerinde olağan üstü rahatsız olmaları.

*Rapora baktığımızda akredite olmamış gazetelerin sıkıştırıcı sorularından da çekiniliyor...

Bu da koskaca Türk ordusunun kendine ve ideolojisine güvenmediğini gösterir. Basın toplantısında gazetecilerin eleştirel olmaları çok tabiîdir. Bu kalkıp TSK’ya hakaret etme hakkını vermez, ancak gizlenen bir gerçek varsa onu ortaya çıkarmak da gazetecinin görevidir. Maalesef bizde basın toplantıları al gülüm, ver gülüm şeklinde gerçekleşiyor. Tek kutsalı gerçek olan gazeteciler için cumhurbaşkanıymış, BM başkanıymış fark etmez. Son derece centilmen, kurallara uygun, ama son derece sorgulayıcı ve eleştirici sorular sorar... ‘Beni sorgulayacak, eleştirecek insanları istemiyorum’ demek bilgi eksikliği ve korkudan kaynaklanıyor olsa gerek. Demek ki rahatsız edici bilgiler gizleniyor ve ortaya çıkarılması istenmiyor. Şunu da söylemek de yarar var. Eğer basın toplantısını yapan kurum veya kişi, bazı sorular karşısında rahatsız oluyorsa “Bu sorunuzu yanıtlamak istemiyorum” deme hakkına sahiptir.

*Bu raporla “Genelkurmay medya hakkında ne düşünüyor?” sorusunun açık ve net cevabını aldık galiba (gülüyoruz)

Bu belge özel, gizli ibareleriyle damgalanmış, kamuoyuna yansımayacağı düşünüldüğü için TSK’nın halet-i ruhiyesini çok iyi ortaya koyuyor. Herhalde bir basın toplantısında basınla ilgili görüşlerini sorsanız daha temkinli görüşler bildirirlerdi, ancak bu belgede nasıl olsa biz bizeyiz diye bütün o ayrımcı, antidemokratik halet-i ruhiye ortaya çıkmış.

*Akretide olan basın, sorularıyla Genelkurmayı sıkıştırmıyor mu?

Akredite olmuş ve olmamış gazetelere baktığınızda genel bir ideolojik kamplaşma ve genel bir meslekî mücadele görülüyor. TSK’nın basın kuruluşlarına yönelik yaptığı olumlu-olumsuz haber grafiğine baktığımızda—Radikal gazetesi hariç,—akredite gazetelerin çoğunda ordu hakkında olumlu haberlerin çoğunlukta olduğu görünüyor. Birincisi Yeniçağ, ikincisi hayatta hiçbir konuda ikinci olmayı istemeyen Ertuğrul Özkök’ün Hürriyet gazetesi var... Sabah gazetesinin nisbeten dengeli bir politika izlediği görülüyor.

*Peki neye ve kime göre olumlu haber?

Oramiral İlhami Erdil’in rüşvet aldığı için yargılanması haberini “Ordunun üst kademesinde de rüşvet varmış” imajı verdiği için büyük bir ihtimalle TSK olumsuz bir haber olarak değerlendirmiştir. Halbuki demokrasiler açısından rüşvetlerin ortaya çıkarılması olumlu bir gelişmedir.

*Az önce bu rapor ordunun halet-i ruhiyesini ortaya koyuyor dediniz. Nasıl bir ruh hali var?

TSK’ya gerçekten muhalefeti olmayan insanların da burada TSK karşıtı olarak gösterilmesi amatörlük olarak algılanmalı... Bazı gazetecilerin ordu yanlılığının derecesi TSK’yı memnun etmemiş olmamalı ki, gazetecilerden hakikî bir amigoluk isteniyor... Türk medyası bugüne kadar TSK’yı çekingen hale getirecek birşey yapmadı, ama onlar yüzde yüz amigo gazeteci bekledikleri için eleştirel değil, hafif kuşkucu yaklaşımlardan bile rahatsız oluyorlar.

Rapordaki açık samîmî itiraflarda şöyle bir beklenti var. Her Türk asker doğar, her gazeteci Türktür, her gazeteci de asker olmalıdır. Ama pratiğe baktığımızda her Türk gazetecisinin yeterince asker olmadığını tesbit etmiş. Bu da rahatsız ediyor... 1933 Almanya’sında, Stalin döneminin Rusya’sında da buna benzer raporlar vardı...

*Peki ordu taraftarı veya karşıtı olmak gazetecilerin meslekî hayatına nasıl yansıyacak?

Meslektaşlar arasında “Vay be ordunun bu kadar methettiği bir adammışsın” dediğinde o arkadaş kaçınılmaz olarak orduyla ilgili yazılarında bu tepkilerden etkilenecektir. Ordu yanlısı olarak lanse edilenler orduya artık mesafeli yaklaşacaklar. (gülüyor)

*Burada ismi geçen gazeteciler “Ordu benim meslek hayatımı tayin edecek merci değil. Bu raporu önemsemiyorum” diyebilir mi?

Avrupa’da ordu böyle bir şeye cüret edemez, ederse de o basın onu yıkar. Basından önce ise hükümet onu yıkar. Hükümetin emrindeki bir kuruluşun kalkıp medya eleştirmenliğine soyunması herkesin harcı değil (gülüyor). Türkiye’de devlet deyince ordu akla geliyor. Böyle bir kuruluşun bu tarz bir raporu çok olmasa da belli bir ağırlık ihtiva ediyor.

*Ordunun gazeteciler hakkında bir şeyler söylemesi önemseniyorsa, gazeteci bu cendereyi nasıl kırabilir?

Burada ordunun yetki, ilgi ve uzmanlık alanını aşan bir ilke ihlâli var. Benim “2. Ordu Komutanlığı güney sınırına kaydırılmalıdır” demeye hakkım yoksa, ordunun da basına işini öğretme ve müdahale etme hakkı yoktur. Genelkurmay’ın bazı gazeteleri bal gibi önemsediği halde önemsemez görünmesi gibi biz de “aman canım bu raporun önemi yok” deme hakkına sahip değiliz. Bu rapor ordunun siyasete yaptığı müdahale yanında medyaya yaptığı müdahaleleri faş etme açısından önemli. Bu müdahaleye şiddetle karşı çıkmalıyız. Bu, Genelkurmayın mesleğimize yapılmış bir saldırısıdır. Ben gazeteciliğin herkesin müdahalesine açık kişiliksiz bir meslek olduğunu düşünmüyorum.

*Ordunun bazı gazeteleri ordu karşıtı göstermesi onları hedef haline getirir mi?

Genelkurmay’ın bu raporu medyayı bölmekle kalmıyor gazete içerisinde de o gazeteci bu gazeteci diye resmen bölücülük yapılıyor.

On sene önceki andıç insanların vurulmasına sebep oldu. Bu andıçta şimdilik kimse vurulmadı, ama ordu karşıtı diye lanse edilen gazetecilerin başına birşey gelirse bu rapor suçludur ve sorumludur. Milliyetçiliğin yükseldiği bir Türkiye’de biri çıkıp bu gazetecilerden birini vursa ve “Bu gazeteciyi ordu düşmanı diye vurdum” dese ne yapacağız. Umarım, inşallah bu rapordan kanlı bir sonuç çıkmaz...

––DEVAM EDECEK––

İstiklâl Marşı milletin en büyük mutabakat metni

Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı ve

Mehmet Âkif

Araştırmaları

Merkezi Başkanı D. Mehmet Doğan, TBMM

Başkanlığına ve Başbakanlığa

müracaat ederek, İstiklâl Marşının kabul edildiği 12 Mart'ın yani

bugünün, "İstiklâl Marşı Günü" olarak ilân edilmesi

yönünde

düzenleme

yapılmasını istedi. Siyasilerin daha

önce sözlü olarak bu isteğe olumlu

cevap verdiklerini hatırlatan Doğan, resmî taleplerine de aynı duyarlılığın gösterilmesini

bekliyor. Doğan ile İstiklâl Marşı günü ve hatırlattıklarını konuştuk.

*Müracaatınızı yeni mi yaptınız?

Aslında bu konuyu epey zamandır sözlü olarak gündeme getirdik. Daha önceki yıllarda Meclis Başkanı ziyaretlerinde konuşuldu. Tabiî siyasilerin hafızası biraz sınırlıdır. O günlerde biraz cazip geliyor. Aradan birkaç gün geçince unutuluyor. Yıldönümlerinde tekrar hatırlanıyor. Bu sefer, müracaatımızı yazılı hale getirdik.

*Şu ana kadar herhangi bir cevap alabildiniz mi?

Biz daha önce Meclisin şanına yakışır şekilde görünür bir yerde İstiklâl Marşı anıtı yapılmasını istedik. Onun için de epeyce çaba sarfettik. Sonunda kabul ettiler. Daha sonra bu adımı attık henüz bir cevap ulaşmadı.

*12 Mart'ın "İstiklâl Marşı Günü" ilân edilmesindeki amacınız neydi?

İstiklâl Marşı resmî millî marştır. Anayasada değiştirilemez olduğu beyan edilmiştir. Bizim için aynı zamanda tarihî değeri olan bir metindir. TBMM tarafından kabul edildiği 1921 yılı Türkiye’nin en muhasaralı zamanıdır. Böyle bir zamanda kabul edilmiş, aradan da bu kadar zaman geçmiş. Şimdi biz diyoruz ki, bu aslında kutlanması gereken bir şey. Bunu zaten gönüllü kuruluşlar, sivil toplum yapıyor. Yapmaya çalışıyor. Biz de 30 yıla yakın bir zamandır İstiklâl Marşının yazıldığı Taceddin Dergâhında bunu yapmaya gayret ediyouz. Buna resmî bir hüviyet verilmesi gerektiğini düşünüyoruz. TBMM iki maddelik bir kanun ile bunu kabul edecek.

*Bu o kadar zor bir şey değil?

Çok kolay bir şey. Eğer İstiklâl Marşı Günü resmen kabul edilirse devletin bütün birimleri bunu kutlamak zorunda. Sivil toplum bunu bir taraftan yapabilir, ama resmî olarak da yapılması çok önemli. İstiklâl Marşı ve Mehmet Âkif'e sempati duyan bazı okul müdürleri bunu zaten yapıyor.

*Kişinin tercihine kalmış yani?

Tabiî. Eğer kanun çıkarsa tercih olmayacak, herkes o günü bir şekilde değerlendirmek durumunda kalacak. Bunu sağlamak istiyoruz. Öbür türlü gönüllü kuruluşların gücüyle halledilebilecek işler değil.

*Türkiye'de bir çok gün var zaten…

İstemediğiniz kadar.

* İstiklâl Marşı için neden bugüne kadar böyle bir adım atılmamış?

İstiklâl Marşı çok önemli, ama bu günün tatil ilân edilmesini istemiyoruz.

*Daha önce "Kendi kimliğini doğru tanımlamak için üzerimize düşeni yapmıyoruz" şeklinde bir açıklamanız vardı.

Doğrudur.

*Nedir peki kimliğimiz?

İstiklâl Marşında bunun tarifi var. İstiklâl Marşı sıradan bir metin değil, bizim en çok mutabık kaldığımız metin. Bugün Türkiye’deki problem şu; Türkiye'nin resmî metinleri başka şeyler söylüyor. Anayasası, kanunları… İstiklâl Marşının da söylediği bir şey var. Bizi tarif ederken anayasa ve kanunlar bir şey söylüyor İstiklâl Marşı da bir şey söylüyor. Anayasa da İstiklâl Marşını "dokunulamaz" ilân ediyor. Demek ki Anayasayı yapanlar tarafından İstiklâl Marşında söylenenlerin de reddedilemeyecek bir tarafı var. Millet için ise İstiklâl Marşı öncelikli.

*Neden?

1924'ten beri kaç kere anayasa değiştirdik? Son 15 yıldan beri AB çerçevesinde bir çok değişiklik yapıldı. Buna karşı İstiklâl Marşının kabul edilişinin ardından 86 yıl geçti hâlâ canlılığını koruyor. Oradaki tanımlamalar bizi daha gerçekçi anlatıyor. Çünkü Mehmed Akif, milletimizin hem tarihî derinliğini çok iyi biliyor, hem de o sırada yaşananların içinde bizzat bulundu. Milletin maneviyatını kuvvetlendirmeye çalıştı. Bunu hem vaazlarla, konuşmalarla hem de yazı ve şiirleriyle yaptı. Balkan Harbinde Cenk Türküsü diye bir marş yazdı. Bütün Çanakkale edebiyatı bir tarafa, Mehmed Âkif'in Çanakkale Şehitleri şiiri bir tarafa.

Kendisine bir vazife verildi. Yarışmaya girmedi. İstiklâl Marşını yazdı. Akif, İstiklâl Marşını yazarken kimliği, kişiliği, fikirleri herkesin malumu idi. Meselâ Mehmed Âkif—benim bildiğim—Ankara'ya dâvet edilen tek şair. Ankara'ya geldi ve dönemin resmî gazetesi TBMM finansmanı ile çıkan Hakimiyet-i Millîye gazetesinde haber yapıldı. Haberin başlığı "İslâm şairi Akif Bey idi." Bütün metinde de onun nasıl bir İslâm şairi olduğu ulvî, yüce değerleri için mücadele ettiği, şiirlerinde nasıl böyle değerleri dile getirdiği övülüyor.

Daha sonra Burdur milletvekili oldu. Kayıt defterine herkesin mesleği yazılıyordu, doktor, tüccar, müftü gibi. Mehmed Akif için "İslâm Şairi Mehmed Âkif" diye yazıldı. Mehmed Âkif'in bu kimliği ile İstiklâl Marşını yazması istendi. O da ne düşünüyorsa, neye inanıyorsa dosdoğru yazdı. Hatır gönül için fikirlerini değiştirerek bir eser ortaya koymadı. Ve ortaya koyduğu eser TBMM'nin tasvibini aldı. TBMM'de bulunan herkes Mehmed Âkif gibi görüşlere sahip değildi. Ama Âkif'in yazdığı eseri kişiliğini bilerek kabul ettiler. Bu çok önemli.

* Mehmed Âkif'in kişiliğinde somutlaşan olgunun aslında milletin kimliği olduğunu söyleyebilir miyiz?

Elbette. Bunu Mehmed Âkif'in yazmasını istediler, yoksa o yazmak istemedi. Sürekli ısrar üzerine ve arkadaşı Hasan Basri Beyin söz vermesi üzerine yazmayı kabul etti ve iki günde yazdı. Âkif gibi zor şiir yazan birinin iki günde yazması demek ki onun zihninde bunun olduğunu gösteriyor. Ortaya konulan metin itibariyla çok açık konuşuyor. Âkif, kişilik itibariyle de zaten çok açık konuşan birisi. Bütün bunlar bilinerek kabul edildiği için İstiklâl Marşı sonradan ne olursa olsun, Türkiye'deki zihniyette ne gibi evrilmeler, devrilmeler olursa olsun devam etti. Nasıl ki bayrağımızda Hilâl var. Hilâl aslında bayrağa Allah yazmamak için konulmuş bir semboldür. Çünkü hilâl ile Allah kelâmının ebced hesabındaki değeri 66'dır. Yıldız ise Peygamber Efendimizin (asm) adı Muhammed yazılışının stilize edilişidir.

Ama bugün nasıl hiç kimse "Bayrak dinî sembolleri ihtiva ediyor" diyemiyorsa, İstiklâl Marşı da böyle. Burada hem millet olarak tarifimiz var, hem bizim bu toprakla ilgili bağlarımız anlatılıyor. Aynı zamanda da bütün direniş unsurları iman kavramı etrafında ifade ediliyor. Mehmed Âkif açıkça bu şiirde bayrağı nasıl bağımsızlığın sembollerinden biri olarak kabul ediyorsa ezanı da böyle bir sembol olarak kabul ediyor. O yüzden İstiklâl Marşının mânâsını, muhtevasını, yazıldığı şartları, onu yazan büyük şahsiyeti dikkate alarak bugünün iyi değerlendirilmesi gerekiyor.

*Bugüne kadar 12 Mart'ın gün olarak ilân edilmemesinin sebebi resmî görüşün İstiklâl Marşındaki mânâya uzak duruşu olabilir mi?

Yani o ihtimaller de vardır tabiî. Ben onlar üzerinden konuşmak istemiyorum. Olabilir. Bu da bizi çok fazla ilgilendirmiyor. İstiklâl Marşının lâyık olduğu ilginin gösterilmesini istiyoruz.

*Devletin de buna sahip çıkmasını istiyorsunuz?

Elbette ki. Bu marşı resmî olarak kabul eden devlet. Millet bunu benimsiyor, ama devletin de millî marşı.

*İçinde bulunduğumuz durumu dikkate alarak soruyorum: İstiklâl Marşı bugün yazılsaydı nasıl karşılanırdı? Bir irtica suçlaması ile karşı karşıya gelebilir miydi?

Ona cevap vermeyeyim de… Mehmed Âkif, "İstiklâl Marşı bir daha yazılamaz. Ben de bir daha yazamam. Allah bir daha yazdırmasın" diyor.

*Taceddin Dergâhı'nda durum pek iç açıcı gibi görünmüyor herhalde?

Taceddin Dergâhı Hacettepe Üniversitesi'nin alanında bulunuyor. Fakat orayı iyi kullanmıyorlar. Genellikle açık olmuyor. Bakmıyorlar. Ama bırakmak da istemiyorlar. Çünkü bıraktıkları zaman o sahayı terk etmiş gibi olacaklarını düşünüyorlar. Dergâhın etrafına yüksek katlı binalar yaptılar. Biz onların inşaatını önce durdurduk. Yıllarca sürüncemede kaldı. Fakat sonunda galiba belediye ile anlaşmışlar. Ne tavizler verildiğini bilmiyoruz, ama belediye ruhsatsız ve kanun dışı yapılmış olmasına rağmen o binayı yasallaştırmış. Orada bir de Taceddin Camii ve karşısında Ankara'da nadir eser olan Karacabey Camisi var. İki cami ve dergâhın arasına 11 katlı bir bina yaptılar. O bina camiyi çatlattı. Şimdi baştan sona yeniden yapılıyor. Tarih ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, binanın kanunsuz olduğunu beyan etti. Mahkeme bunu yapanları cezalandırdı. O zaman rektör olan Yüksel Bozer ceza aldı, fakat yaş haddinden cezadan kurtardı. Altındağ eski belediye başkanı ceza aldı, ama yani tabiî aradan zaman geçince meşrûlaştırdılar.

*Bilinçli bir görmezlikten gelme mi var? Ne gerekli özen gösteriliyor, ne de bu işi yapacak olanlara teslim ediliyor?

Kısaca sen özetledin. Öyle.

*Bu soruyu da cevaplar mısınız bilmiyorum ama yine de soruyorum: Son zamanlarda 10. Yıl Marşı çokça çalınmaya başlandı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

10. yıl marşının bir kıymet-i harbiyesi yok. Cumhuriyetin 10. yılında para vererek iki şaire yazdırılmıştır.

* İstiklâl Marşına gösterilmesi gereken ilgi 10. Yıl Marşına mı kanalize edilmek isteniyor?

10. yıl marşı ideolojik ihtiyaçlara cevap veriyor. Bir takım ideolojik seçimi olanlar 10. yıl marşına çok fazla ilgi gösteriyorlar. Ama Mehmed Akif'in İstiklâl Marşı ideolojik ihtiyaçları değil, milletin aidiyet unsurlarına, kimliğine yönelik bir metin olarak ortaya konulmuştur. Mehmed Akif hiçbir ismi, cismi zikretmeden bu marşı yazmıştır. Doğru olan da budur zaten. Çünkü millet kalıcıdır, şahıslar gidicidir.

* İstiklâl Marşı daha birleştirici bir marş olarak değerlendirilebilir mi?

Elbette öyle. Milletin en büyük mutabakat metni bence.

[email protected]

Kemal BENEK

12.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Röportaj

  (07.03.2007) - Sağlıkta tekelleşme tehlikeli olur

  (05.03.2007) - “28 Şubat hukukuna boyun eğmedik”

  (04.03.2007) - 28 Şubat, kışlayla caminin arasını açtı

  (03.03.2007) - Mehmet Barlas: Asıl tehlike darbeciler

  (02.03.2007) - Darbeler orduyu yıpratıyor

  (01.03.2007) - Hiçbir darbe başarılı olamadı

  (28.02.2007) - Mehmet Altan: Darbecileri hayat ayıkladı

  (25.02.2007) - İçeceğimiz suyla araba yıkıyoruz

  (24.02.2007) - İklim değişiklikleri ile birçok medeniyet tarihe karıştı

  (20.02.2007) - Düşünce suç haline getiriliyor

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004