Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nimetullah AKAY

Karanlıkların ötesi



Dünyanın zahirî tatlılığı olmasaydı imtihan da olmazdı. Dünyanın geçici güzelliklerinin cazibesi, yani çekiciliği olmasaydı nefsimizle çok kolay baş edebilirdik. O zaman işimiz kolay olurdu ve bizler çok değerli bir şeyi ucuz bir fiyatla satın almış olurduk. Karşılıksız alınan, uğrunda bir çaba sarf edilmeyen maldan insanın yeterince istifade edemediği tecrübelerle sabittir. Alın teri akıtılmadan kazanılan paranın hayrı da görülmemektedir.

Kolay bir şekilde elde edilen şeylerin hemen hiçbir insan nezdinde pek değeri olmuyor. İnsanoğlu zorluklara katlanarak elde ettiklerine daha çok sahip çıkmak istemektedir. Biz insanlar zorluklarla mücadele etmek üzere programlanmışız. Bu sebeple de zorluklarla karşılaştığımız oranda insanî duygularımız daha kullanışlı bir hale gelir.

Her şey ve her işleniş, bize mükemmelliği hatırlatmaktadır. Kâinat kitabı bize Rabbimizi en güzel bir şekilde tarif etmektedir. Bu kitap üç büyük küllî tanıtıcıdan biridir. Diğerleri de Peygamber-i Zîşan (a.s.m) ve Kur’ân-ı Azimüşşan’dır. Kâinat kitabının kâtipsiz olmayacağını anlayan insan, bu Kâtibin mutlaka bir kitap gönderdiğini ve kitabı bizlere öğretecek bir muallimi görevlendirdiğini anlayacaktır şüphesiz.

Var olan her şey, hâl dilleriyle Rabbimize yönelmemizi istemektedir. Karanlıklar, kaybedişler, üzüntüler, hüzünler aklımızı başımıza getirmek için vardırlar. Yaratılış mucizesi, dünyanın alâkaya değmeyecek kadar geçici bir han olduğunu bize hatırlatmaktadır.

Ama çok miktardaki ikazcılara rağmen çoğu zaman kendimizi dünyanın fani ve değersiz metalarından kurtaramıyoruz. Kendimize, dünyaya fazlasıyla sahip çıkışımızın gerekçesini bulabiliyoruz. Avutuyoruz, avutuluyoruz.

Vicdanımız bir türlü rahat edemiyor. Nefsimizin zorlamasıyla yaptıklarımızdan vicdanımız memnun kalmamaktadır. Bu sebeple de bir türlü rahat ve huzuru bulamıyoruz. Bulduğumuz fetvalarla vicdanımızı ikna edemediğimiz de ciddi bir vakıa.

Yardıma ihtiyacımız vardır. Kendi kendimize ihtiyaçlarımızı karşılamaktan aciziz. Çok muhtaç olduğumuz manevî huzur ikliminin esintilerinden istifademizi engelleyen büyük maniler her tarafımızı sarmıştır.

Karanlıklardan kurtulmak, günah sağanağından korunmak için bizim bütün ihtiyaçlarımıza vakıf olan Rabb-i Rahim’in dergâhına yönelmemiz gerekmektedir. Bir değil binler kere de olsa yine azdır. Çalışmamız, vücut fabrikamızı sahibinin rızası istikametinde çalıştırmamız gerekmektedir.

Yaratıcımız hayatımızda tembelliğin olmamasını istemektedir. Kolay kazanmanın kaybettirdiği bir hayata göre tanzim edilmiş bir vücut fabrikasına sahibiz. Bu fabrikada her işleniş anlamlıdır. Hiçbir çark kendi kendine dönmemekte, bulaşık eller bulaşmadığı takdirde imalat hatası hiçbir mal üretilmemektedir bu fabrikada...

Kâinat fabrikası ne ise gözümüzün önündeki en küçük fabrika da aynı özelliklere sahiptir. Küçük büyüğün küçük bir örneği, büyük de küçüğün büyük bir örneğidir. Gözümüzün önündeki her şey bize hitap etmektedir. Her varlık bizim kul hassasiyetine sahip olmamız için gayret etmektedir. Onlar hatip bizler ise muhatabız.

Nasıl bir insan olarak yaşamamız gerektiğinden gafil olamayız. Bunu bilmediğimizi söylemekle sadece kendimizi kandırırız. Zira Rabbimiz, Habibi olan Mustafa’yı (asm), insanlar başta olarak bütün âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Ona uymamız, onun gibi bir hayat sürmemiz istenmektedir. O bizim için en mükemmel bir insan örneği. Hayatının her safhası bizlere huzur bahşedecek yaşantı tarzlarına sahip.

Kör olmamak gerekir. Akıl ve kalb, gerçeklere vasıl olmamız için bize verilmiştir. Akıl nimetini iyi kullanırsak, ebedî hayat ve saadete götüren yolları nefsimizin geçici dünya hayatına yönelik arzularına tercih ederiz.

Kalbimizi günah kirlerinden temizleyebilirsek, çok muhtaç olduğumuz huzuru, hem bu dünyada hem de ölüm sonrasındaki hayatımızda bulabileceğiz. Aksi takdirde ebedî cennet hayatını kaybedeceğimiz gibi cehennem azapları da bizi ifade edilmesi zor sıkıntılara sokacaktır.

24.04.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Neşe dolu insanlar albümü



Dün 23 Nisandı. Çocuk bayramıydı.

Henüz okula gitmediği için, bütün gününü evde, resmî tatili değerlendiren anne babasıyla geçiren çocuklar bayram yaptı.

Okula gittiği halde, Millî Eğitim’in tercihleri sebebiyle her hangi bir programa katılmayan, biraz evde, biraz dışarda vakit geçiren, arkadaşlarıyla oynayan, eğlenen çocuklar bayram yaptı. Resmî müfredatın dışına çıkan zihinler bayram yaptı.

Resmî tatilin, hayatlarındaki en gayri resmî tatil olduğu -hep biraz çocuk kalmış- memurlar bayram yaptı.

Kendilerine her günün bayram olduğu iddia edilen ve bu iddiayı henüz yalanlamamış olan deliler bayram yaptı.

Hafta sonu tatiliyle birleştirerek memleketlerine giden üniversite ve yatılı okul öğrencileriyle, aileleri bayram yaptı. Annelerin yaptığı güzel yemeklerle mideleri bayram yaptı.

23 Nisanla ilgisi yok, ama bebeklerinden ilk “anne” ve ilk “baba” sözcüğünü duyan anne ve babalar da bayram yaptı.

23 Nisanla ilgisi bir tevakuktan ileri gidip gittiği kesin olarak anlaşılamasa da, uzun zamandır istediği bisikletine kavuşan çocuk da bayram yaptı.

Uzun süredir doğru dürüst uyuyamayan ve tatili fırsat bilerek deliksiz bir uyku çeken işçi de bayram yaptı.

Her gün kahvaltıyı poğaçalarla geçiştirirken, üst üste iki gün doğru dürüst bir kahvaltı yapabilen çalışanlar da bayram yaptı.

Kalabalık araçlardan, gürültüden, kargaşadan bıkmış olan yollar da bayram yaptı.

Dur-kalk gide gide yorulan araçlar da bayram yaptı.

Düşüp yükselmekten bıkan, nelerden etkilenip nelerden etkilenmediğini şaşıran borsa, ulusal-100, ulusal-30 ve diğer endeksler de bayram yaptı.

Her sabah sahibini işe yetiştirmek için çalan alarmlar da bayram yaptı.

İş görüşmelerinden sıkılmış, sıcak sohbetlere hasret kalmış telefon hatları da bayram yaptı.

Tadına varıla varıla içilen bir bardak çay da bayram yaptı.

Bir yerlere yetişmek için koşturmaktan tabanları aşınmış ayakkabılar da bayram yaptı.

Ha bu arada...

Protokol karşısında askerî bir törenmiş gibi rap rap yürüyen, bayram armağan edildiği sürekli kendilerine hatırlatılan, kah yağmurun, kah güneşin altında saatlerce bekleyen çocuklar mı?

Bilmem... Bayram yaptılar mı, kendilerine sormak lâzım...

24.04.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

“Nokta’lanan demokrasi



Nokta Dergisi’ni bir grup arkadaşla birlikte ziyaret ettiğimizde Yayın Müdürü Alper Görmüş, hayretini gizleyemiyordu.

“Tek bir milletvekili aramadı. Dünya basının odaklandığı bir meselede, bizim vekillerimizin sessiz kalmasını hayretle karşılıyorum” demişti.

Biliyorsunuz;

Andıç notları... Hemen ardından Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek’in iddia edilen “darbe” çağrıştıran satırları...

Ne diyordu Nokta son sayısında:

“Sözde değil, özde demokrasiye kadar aynen devam.”

Ama “tahammül”süzler “devam” demedi. “Tamam” dedi.

Görmüş basın açıklamasında “yayının durdurulduğunu resmen” açıkladı.

Görmüş:

“Fetret dönemi bitti, Nokta ilk yıllarında olduğu gibi, yani ciddi bir siyaset ve toplum dergisi olarak işte tekrar yayında” dediğini, bunun bir “söz” olduğunu ve bu sözünü arkadaşlarıyla birlikte tuttuğunu ve hakkını verdiğini söyledi.

Nokta bu yıl 25. yılını doldurmuş.

Tevafuka bakın, son dönemde de 25 sayı yayınlanabildi.

Görmüş basın açıklamasında:

“Ben ve bütün arkadaşlarım çok üzgünüz. Okurlarımızdan bize ulaşan mesajlar, onların belki bizden bile fazla üzüldüğünü gösteriyor. Şahane bir okur kitlemiz vardı; altı ay boyunca onlara lâyık olmaya çalıştık” diyerek üzüntülerini belirtti.

Eğer... “Hakikaten demokratik bir ülkede yaşıyor olsaydık, bugün ‘demokrasinin üç gücü’nün ne yapıyor olacağı çok açıktır: Yürütme... Kendisine karşı darbe girişimi iddialarının üzerine gider... Yargı, bunları ihbar kabul eder... Yasama, hiç vakit geçirmeden bir komisyon kurar, iddiaları soruşturmaya başlardı.”

Görmüş ekliyor:

“Ne yazık ki bunların hiçbiri olmamıştır.”

Son cümle:

“Son cümlelerimi meslektaşlarımıza teşekküre ayırmak istiyorum. Daha önce defalarca ifade ettiğim gibi, meslektaşlarımızın Nokta’ya verdikleri destek bu süreçte bize büyük bir moral güç sağlamıştır. Sizin aracılığınızla herkese bir kez daha teşekkür ediyorum” diyor Alper Görmüş.

Bir dergi göz göre göre kapandı. Hem de tüm Türkiye’yi ilgilendiren bir haberi gündeme getirdiği için.

Ama iktidardan “çıt” yok. Hayali Cumhurbaşkanı adayı ile ilgili her gün neredeyse her saat başı konuşan Başbakan, “darbe” söylentilerini yayınlayan dergi ile ilgili tek satır beyan vermekten kaçtı.

Cumhurbaşkanı meselesi hallolsa, konuşacak mı?

Hem bu saatten sonra konuşsa ne, konuşmasa ne?

Artık geçti “Bor’un pazarı...”

24.04.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Demokrat cumhurbaşkanı



Meclis Başkanı Arınç’ın, siyasette hitabet ustalığıyla öne çıkan isimlerden biri olduğunda herhalde kimsenin şüphesi olmasa gerek.

Ama aynı Arınç’ın, neyi ne zaman nerede nasıl söyleyeceğini tayin konusunda en çok sıkıntı çeken siyasetçilerin ön sıralarında geliyor olması da, izahı hayli zor bir paradoks oluşturuyor.

Duygusal karakterinin baskın geldiği anlarda dilini tutamayıp kullandığı kimi sivri ifadeler ya da nazik karakterinden hiç beklenmeyecek şekilde ağzından sâdır oluveren bazı kaba sözler olumsuz anlamda çok derin izler bırakabiliyor.

Esasen kendisi de bu çeşit sözleri sarf ettikten sonra duyduğu pişmanlığı açıkça dile getirmekten çekinmiyor. Nitekim bir defasında, “Her doğruyu her yerde söylemenin doğru olmadığını tecrübelerle öğrendim” deyip, aynı hataları tekrarlamama niyetini ifade ettiğini hatırlıyoruz.

Ama dilin kemiği yok. Ve yaşanan bazı talihsiz tecrübelere rağmen, bu niyet ve kararın gereğinin zaman zaman ıskalandığını görüyoruz.

Dört buçuk yıl önce Meclis Başkanlığına adaylığı gündeme geldiğinde, eşinin örtülü olduğu gerekçesiyle son derece seviyesiz tepki ve itirazlar yükselince, Arınç adaylığını “inadına” kelimesini kullanarak açıklayıp öyle seçilmişti.

Bilâhare bu söz, hakkındaki seviyesiz eleştirileri dahi örtecek bir bağlamda üzerine yapıştı kaldı. Kısa süre sonra kendisi de o ifadeyi kullanmasının hata olduğunu kabul etti.

Sonraki süreçte de “iletişim kazası” olarak nitelenebilecek başka bazı talihsizlikler yaşandı.

Bunların bir kısmını siyasetin zaman zaman yaşanan cilveleri olarak geçiştirmek mümkün. Ama fırsat kollayanlara yeni kozlar verdikleri bir vâkıa. Ve işin o tarafı bizi fazla ilgilendirmiyor.

Buna karşılık, sürç-i lisan veya gaf olmanın ötesinde bazı söylemler var ki, görünüşte çok sıradan ve normal gibi görülse ve algılansa bile, gerçekte bilinçaltındaki derin yaklaşımları açığa vurması ve daha köklü tartışmalara sebebiyet vermeleri cihetiyle, geçiştirilmemeleri gerekiyor.

Bunların yeni bir örneği, yine Arınç’ın ağzından sâdır oldu. Milletin rahmetli Özal’ı “sivil, demokrat ve dindar bir cumhurbaşkanı” olarak uğurladığını anlatırken, şimdi de aynı niteliklere sahip bir cumhurbaşkanının seçileceğini söyledi.

Tabiî, burada mâlûm cenahın tepkisini çeken ifade “dindar” sözü oldu. Seçilecek yeni cumhurbaşkanında aranacak özelliklerin anayasada belirtilen nitelikler olması gerektiğine ilişkin vurgulu açıklamaların yapıldığı ve Başbakanın da “Bu nitelikleri benimsiyorum” dediği bir ortamda bu sözün tetiklediği polemikler sürüyor.

Özellikle CHP’lilerin başı çektiği bu polemiklerde “Önceki cumhurbaşkanları dinsiz miydi?” demagojisiyle iş çığırından çıkarılmak isteniyor.

Ama sonuçta, din ve dindarlık kavramlarını siyaset zemininde gündeme getirmek doğru değil.

Dindarlık elbette çok ulvî bir değer. Ama siyasetin konusu olmamalı. Ayrıca, dindarlık konuşulmaz, yaşanır. Kaldı ki, Said Nursî’nin söylediği gibi, siyaset dindarlığı aşındırır. Dindarın siyasette başarılı olması da, siyasetçinin gerçek anlamda dindar olması veya dindar kalması da zor.

Onun için, bilhassa bu ortamda, AKP’li Hüsrev Kutlu’nun dediği gibi, cumhurbaşkanının gerçek anlamda demokrat olması daha önemli.

24.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Esrarengiz savaş



İslâm dünyası tarihteki en büyük kırılma noktalarından birisini yaşıyor. Yalnız tarihte kırılmalarla yenilenmeler içiçe seyrediyor. Bu kırılma çağında İslâm dünyasını en fazla sarsan akımların başında da mezhep ayrımcılığına ve ayrılıkçılığına dayalı taifiyye anlayışı geliyor. İran devriminin bu yönde doğrudan etkileri olmasa bile dolaylı etkileri olmuş ve etki tepki şeklinde taifiye cereyanı kuvveden fiile çıkmış ve potansiyel iken aksiyon haline geçmiştir.

Bunun birçok yerde yansımalarını görüyoruz. Taliban döneminde Afganistan’da İran ile Taliban arasında mezhep çekişmesine dayalı bir bilek ve halat çekme mücadelesi vardı. İranlılar buna ABD’nin işgalini pasif destekle karşılık verdiler. Afganistan’da Taliban ile İran destekli Hazara cepleri arasında acımasız bir mücadele yaşanmıştı. Afganistan’da katıksız mezhep mücadelesine paralel olarak Irak’ta da Şiilerle laik veçheli Saddam arasında da mezhep savaşlarını andıran derin, içten ve aynı zamanda yer yer açık mücadeleler yaşanmıştı. İran Taliban’a karşı siyasetini burada işgal sürecinde Irak’a karşı da tekrarlamıştır.

Bu akımın taban tutmasının nedeni, Müslümanların hâlâ kimlikle asabiyet arasında bir orta yolu bulamamış olmalarıdır. Kimliğin zayıflaması pekala anarşizme ve çözülmelere sürükleyebilir ve yol açabilir. Bu her zaman variddir. Bunun diğer ayağında ise asabiyet vardır bu da aşırı kimlik vurgusu üzerinden terörizmi doğurabilir. Neticede ikisi de aynı kapıya çıkar. Bu yüzden kimliği zayıflatmak anarşiye davetiyedir. Ne yazık ki bunu birçok dindar insan göremiyor ve bunun için de her türlü kimliği savunma noktasında saha başkalarının kontrolüne kalıyor. Zira kimliğin aşınması halinde, değerler kargaşası kaçınılmazdır ve bu da anarşizme yol açar. Bununla birlikte, kimliği bir asabiyet haline getirmek de kaçınılmaz olarak etnik veya dini gruplar arasında kutuplaşmalara ve sürtürmelere yol açacaktır. Bu bağlamdaki, mezhebi kutuplaşmalara taifiyye diyoruz. Bu yönüyle İslâm dünyası maalesef yeni bir taifiyye belası ve akımıyla karşı karşıyadır.

Bir de bunun paralelinde etnik temelli olan asabiyet vardır ki tarihte buna da şuubiyye denmektedir. Bu iki hastalık İslâm dünyasının bünyesini kemirmektedir. Bu bağlamda Irak’ta Abdulaziz Hekim’in temsil ettiği taifiyye akımı ile Barzani’nin temsil ettiği şuubiyye kutuplarının birbirini desteklediklerine şahit oluyoruz. Yani taifiyye-şuubiyye ittifakına şahit oluyoruz. Bunun nedeni şuubiyye ve taifiyye cereyanlarının müspette değil menfide ittifak etmeleridir. Bu akımların ortak özelliği hem yabancılaşır hem de yabancılaştırır. Karşı kutuplarını doğurur. Bunların mualecesi ise hikmet dairesinde yani itidal tariki üzerine olmalıdır.

***

Taifiyye belası bugün Yemen’de Sa’de denilen bölgeye kadar uzanmıştır. Bir nevi Yemen’in Alamut’u olan bölge Havsilerin kalkışmasıyla sarsılmıştır. Sa’de bölgesinde esrarengiz bir şekile yıllardır silahlı isyan hareketi devam etmektedir. Yemen hükümetinin isyanı tahlili de garabet içinde bir garabettir. Kâh bu isyanın Havsi ailesi çevresinde kabile temelli ve esaslı bir isyan olduğu ileri sürülmektedir. Bazen de bu isyanın amacının cumhuriyet rejimini yıkarak yerine imamet rejimini ihya ve ikame etme olduğu ileri sürülmektedir.

Bazen de bu isyan hareketinin dizginlerini, İran istihbaratına kaptırmış olduğu söylenmektedir. Özünde Yemenli ve Zeydi olmakla birlikte İran kaynaklı bir hareket olduğu ve Haşimilerin dışında iktidarı reddeden anlayışı benimsediği ileri sürülmektedir. Halbuki İran İsna Aşeriye mezhebine dayalı olmasına rağmen bu ülkenin bile Haşimiler tarafından idare edildiği söylenemez. Söylenirse de iddia aşamasını geçemez. Sadece, onlar tarafından değil de onlar adına yönetildiği ise söylenebilir. Böyle olunca böyle bir idareyi Yemen’de kurmak herhalde hayal mahsülü olmalıdır. Bazı kaynaklara göre ise Sa’de’deki isyanın gerisinde yeni bir Fatimi devletinden bahseden Libya Lideri Kaddafi bulunmaktadır.

Bilindiği gibi Kaddafi geçmişte Lübnan’a parmağını sokuyor ve burasını karıştırıyordu; bu meyanda da ‘kayıp imam’ olarak bilinen Musa Sadr’ın kaybolmasında aktif rol oynamıştır. Kaddafi kırılgan yapılarla oynamayı sever. Kayıp İmam’ın kaybolmasındaki rolüne rağmen yine de Fatimi devlet iddialarından vazgeçmez. Ve Kaddafi’nin Havsileri desteklediğine delil olarak Hüseyin Havsi’nin çocuklarından birisinin Libya’da yaşaması gösterilmektedir.

***

Dolayısıyla savaşın nedeni ve kaynağı muamma olduğu gibi çevre ülkelerle irtibatları da yine esrar perdesiyle örtülmüştür. Sisler altındadır. Libya çağdaş bir Fatimi devleti midir bilinmez ama laik bir batini devlet olduğundan kimse kuşku duymasın. Kaddafi de bu batini devletin lideridir. Çalkantılı bir dönemden geçen İslâm dünyasında Kaddafi gibi liderler de bu dönemin tuzu biberi oluyor.

24.04.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Çocuk, hürriyet ve hâkimiyet



23 Nisan’ı, dün “Ulusal Egemenlik Ve Çocuk Bayramı” olarak kutladık. Çocuklarımız yine coşkulu törenlerde şiirler okudu, resmî zevat mesajlar yayınladı. Okullarda folklor etkinlikleri için aylarca hazırlık yapıldı. Siyasiler ise egemenlik bayramına, kendi zaviyelerinden yorum getirdiler.

Bunlar olurken, bayramın karakteristiğine iki temel kavramın oturduğu dikkat çekiyor. “Egemenlik ve çocuk.” Biri bağımsızlığın ve iradenin millet eliyle temsili ve kullanımı, diğeri ise yarınlarımızın emaneti, cennet vasfında masumiyetin simgesi ve geleceğe ait hayallerin ifadesidir.

Bu yüzden sembolik de olsa, 23 Nisan’da her çocuk bir makama oturtuluyor. Bazen kendi fıtratlarından çıkan sözler, bazen de ellerine tutuşturulmuş veya resmiyet kazandırılmış metinler üzerinden isteklerini ve yorumlarını yapıyorlar.

Keşke, makamlar; 23 Nisan’daki çocukların masumiyetinde bir niyetle hizmet aracı olarak tam idrak edilebilse. O sevecen yüzlerdeki ifade netliği bürokrasiye yansısa. Etraftakiler, el pençe duranlar, o anda ilgi duydukları çocuklara davrandıkları gibi toplumun isteklerine duyarlı davransalar.

“Sözde değil özde” tabiri bu günlerde yaygın olarak kullanılıyor. Ulusal egemenlik de özde uygulamalara dönüşse, çocukça beklentilerin bile ciddiyetle kabul gördüğü ve itina ile kayda değer bulunduğu “hakimiyet-i milliye” ruhunda devam etse, bayramlar gerçek olacak.

Bu noktada ümitvârız. Meclisin, hükümranlık haklarını milletin tescilinde bir iradeyle kullandığı hür ve serbest zeminler / iklimler / ortamlar oluştukça, bireyin farklılıkları da, demokrasinin tekâmülü de kolaylaşmaktadır.

Biraz geriye gidersek; 1876 yılında ilk açılan Meclis’in başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra 1908’de ikinci meşrutiyetin ilânı ile birlikte Meclis-i Mebusan’ın açıldığı gün olan 23 Temmuz hürriyet bayramı olarak kutlanıyordu.

“Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” diyen Bediüzzaman, o günlerde hürriyete hitabında “ömr-ü ebedî ile tebşir eden” beyanı ve meşrutiyeti “hâkimiyet-i millet” gören yaklaşımı, sonraki dönemlere ve günümüze ışık tutan bir rehber fikirdir.

Zaman zaman yaşanan sıkıntılar, özellikle 27 Mayıs askeri darbesinin ardından yeni anayasada yer alan “Millet egemenliği, devlet organları eliyle kullanılır” hükmü, sivilleşmeye konulmuş bir takoz olarak milli iradeyi devletleştirmiştir.

Devlete giydirilen resmî ideoloji gömleği ise, devletin organları eliyle Meclisi dengeleyen ve egemenliği parçalara bölüp, siyasî iradeyi güçsüzleştiren bir sonuca götürmüştür.

Meclisin, Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak birinci, Osmanlı ile birlikte üçüncü olarak açıldığı 23 Nisan tarihi ise, 1921 yılından itibaren Hâkimiyet-i Milliye Bayramı olarak kutlanmaya başlandı.

Bilahare çocuk esirgeme kurumunun çocuk haftası da bu günlere denk gelince, “Çocuk ve hâkimiyet” konuları aynı bayramın öğeleri haline getirildi.

Üç ayrı bayramın birbirini tamamlayan öncelikleri; “Hürriyet, hâkimiyet ve çocuk.” Hür vicdanlar, adil rekabet ve demokratik tercih hakkının eşit kıldığı hürriyet atmosferini teneffüs ettikçe, buna bağlı olarak demokratik devlet geleneğini inşâ eden bir toplumda ve ülkede, hâkimiyetin kaynağı da halkın tercihlerinden başkası olamayacaktır.

Eğer hürriyet zemininin bireyden topluma ve millete uzanan akl-ı selimi galip gelse, herkes kendini ortak paydada ve katılımcı sistemde söz sahibi görecek. O zaman devletleştirilmiş ideolojiler markajı ve tehdit algılamalarının subjektif tutumları azalacaktır.

Tehdit algılarının korku yayan şüpheciliğinden ve tartışma doğuran bölünmüşlüğünden kurtulmanın yolu, şeffaf ve herkesin şemsiyesi altında kendini hür bir insan, hâkim bir vatandaş ve çocuklar kadar rahat hissetmesi demokrasi kültürünün meyve vermesidir.

Ulusal egemenliği, ulusal fanatizme çekmeden ve çocuk dünyasını da maddî ve manevî tahrip etmeden, önceki hürriyet bayramıyla buluşturduğumuzda; ülkemizin demokrasi rüzgârı, yelkenlerini daha fazla huzurla dolduracak ve kalkınmayla hızlandıracaktır.

O zaman cumhurbaşkanı, günü geldiğinde seçilecektir. Yıllarca tartışma gündemi olmayacaktır. İnşaallah, bugünü yaşayan çocuklarımızla birlikte o günü de göreceğiz.

24.04.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Ezberler bozulacak, gerçekler öğrenilecek



Dün, 23 Nisan, “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”ydı ve bu bayram bütün yurtta ve ‘dış temsilcilikler’de törenlerle kutlandı. 23 Nisan, TBMM’nin açılış yıldönümü. ‘Milletin hakim olması, milletin dediğinin yapılması, milletin kendisini yönetecek olanları seçmesi’ anlamında bu gün önemli bir gün. Dolayısı ile böyle bir günün ‘mânâ’sına uygun kutlamak şartıyla ‘bayram’ ilân edilmiş olması da anlamlı.

Ancak, böyle önemli bir günün, sadece ‘çocuk bayramı’ olarak kutlanmasına itirazlar var. Çünkü işin içinde daha çok büyükleri ilgilendiren ‘hakimiyet’ gibi kavramlar var. Meclisin açıldığı gün, ‘Söz milletindir!’ anlamında bir ‘bayram’la kutlansa daha ‘şık’ olmaz mı? Tabiî ki, çocuklar için de ayrı bir bayram günü olabilir ve olmalıdır.

Tartışılan konulardan biri de bu bayramı çocuklara kimin ‘armağan’ ettiği. Şimdiye kadar öğretilen ve ders kitaplarında okutulan bu bayramı “M. Kemal’in çocuklara armağan ettiği” şeklindeydi. Hâlâ da öyle öğretiliyor. “Kimin armağan ettiği” çok da önemli olmamakla birlikte, gerçeklerin bilinmesi bakımından tartışmalara kulak kabartmak lâzım.

Emre Aköz şöyle yazmış: “(...) Şu cümleyi sık sık işiteceğiz: ‘Atatürk’ün çocuklara armağan ettiği bu bayram.’ (...) Peki bu gerçek mi? Hakikaten Mustafa Kemal 23 Nisan ‘Ulusal Egemenlik Bayramı’nın aynı zamanda Çocuk Bayramı olmasını istedi mi? Meselâ böyle bir emir verdi mi? Yani 23 Nisan’ı çocuklara armağan etti mi? Cevap: Hayır! Etmedi.” (Sabah, 22 Nisan 2007)

Aköz’e göre işin aslı şu: “Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de açıldı. Tam bir yıl sonra, Saruhan (Manisa) Milletvekili Refik Şevket (İnce) Bey ve arkadaşlarının teklifiyle 23 Nisan ‘Millî Hâkimiyet Bayramı’ olarak kabul edildi. Aradan yıllar geçti. 1929’da Himayei Etfal Cemiyeti (şimdiki adıyla ‘Çocuk Esirgeme Kurumu’) Başkanı ve Mersin Milletvekili Dr. Fuat (Umay) Bey’in girişimiyle 23-29 Nisan arası ‘Çocuk Haftası’ olarak kutlanmaya başlandı. 23 Nisan 1929’da kurumun genel merkezinde ilk tören yapıldı. Burada Başbakan İsmet İnönü çocuklara şeker dağıttı. Törenlerde tebrikleri kabul eden kişi ise dönemin Meclis Başkanı Kâzım (Özalp) Paşa’ydı. Atatürk, 1929’dan 1938’deki vefatına kadar, gerçekleştirilen 10 çocuk balosunun sadece ikisine katıldı. Özetle: 23 Nisan’ın çocuk bayramı olmasında Atatürk’ün doğrudan bir katkısı yoktur. Tabiî o ‘yapmayın’ deseydi, yapılmazdı. İtiraz etmediğine göre ve iki kere de balolara katıldığına göre dolaylı bir şekilde onaylamış oluyordu.” (agg)

Bu ‘bilgi’ niçin önemli? Şunun için: Her fırsatta “Yakın tarihimiz gizleniyor, gerçekler olduğu gibi anlatılmıyor, yakın tarih üzerindeki ‘resmî örtü’ kalksın” diyenlere itiraz ediliyor. İtirazcı çevreler, “Gizli kapaklı, bilinmeyen bir konu yok. ‘Resmî tarih’ yok. Her şey ortada” da diyor. İşte bu ‘bilgi’ler; ortada bir ‘resmî tarih’in olduğunu ispatlıyor. Bu doğru bilgi niçin millete ve çocuklarına öğretilmiyor? Niçin ders kitaplarında tam aksi bilgiler veriliyor? Daha dün, Türkiye’nin ‘en büyük’ gazetesinde bu yanlış bilgi tekrarlanmak sûretiyle şöyle özetlenmişti: “Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün çocuklara armağan ettiği Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, bugün tüm yurtta törenlerle kutlanacak.” (Hürriyet, 23 Nisan 2007)

Bu mu doğru bilgi, bu mu ‘okur’a saygı? Her şeyi olduğu gibi anlatmaktan niçin uzak duruluyor?

Gerçeklerin ortaya çıkmasından gocunanlar da oluyor ve olacak. Emre Aköz, bunu da şöyle dile getirmiş: “Bugüne dek ‘yanlış bilinen’ tarihimizle ilgili bir sürü yazı kaleme aldım. Okur mesajlarından anladığım kadarıyla, özellikle 1920-1938 dönemini en az bilenler, kendilerine ‘Atatürkçü’ ya da ‘Kemalist’ diyen kesimden çıkıyor. Belli ki üç beş olayı, üç beş kavramı ezberlemeyi yeterli görüp öğrenme sürecine son vermişler. Ezberleri bozulduğunda hemen köpürmeye başlıyorlar.” (Sabah, 22 Nisan 2007)

Ezberler bozulacak, gerçekler öğrenilecek...

24.04.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Çankaya borsası



Geçen haftaya başlarken Cumhurbaşkanlığı seçiminde ibre Erdoğan’ı gösteriyordu. Öyle ki Başbakanı Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı ilân edenler bile çıktı. Ancak AKP MKYK toplantısından sonra hava birden değişti. Haftaya, “Erdoğan kesinlikle olmayacak” değerlendirmeleriyle başladı. Bu yorumlar yakın çevreye dayanıyordu. “Başbakan aklından çıkarmış” deniliyordu.

Eğer böyleyse, Erdoğan tuzağa düştü demektir. Ortalık flu, Çankaya yolu sisli. Önümüzde kritik bir 24 saat kaldı. Ama Erdoğan konusunda yine de ihtiyatlı olmak lazım. Bu kaydı düştükten sonra cumhurbaşkanlığı konusunda Erdoğan’ın her sözünden, her imasından bir sonuç çıkarılmaya çalışıldığına dikkat çekmek istiyorum. Ne yapsa, ne dese hep Çankaya için yorumlanıyor.

“Erdoğan olmazsa Gül olmalı” diye çalışan bir grubun varlığını da gözardı etmemek ve hatta onların bu birkaç günde atağa geçeceğini beklemek lâzım. Başbakan İstanbul’da Beşir Atalay ile gezdiği için Atalay’ı şanslı görenlerden, şok aday sözünün Nimet Çubukçu’yu ima ettiğine kadar birçok değerlendirme yapıldı. Vecdi Gönül’ü ilân edenler, “Binali Yıldırım’ı yok saymayın” diyenler de var. Bu iş artık Çankaya borsasına döndü. Öyle ki Ankara’da cumhurbaşkanlığı seçiminden başka ne konuşsanız, neyi tartışmaya açsanız kimsenin duyacağı, dinleyeceği yok. Bunu çok da anormal karşılamamak lâzım. Ama önümüzde artık 24 saat kaldı. En geç yarın saat 24.00’te bu sorunun cevabını almış olacağız.

Ayrıca Başbakan’ın MKYK toplantısından sonra aday olmayacağı yönünde sinyaller vermesinin bir siyasî manevra mı olduğunu, yoksa yaptığı istişarelerin Erdoğan’ı böyle bir noktaya mı getirdiğini öğrenmiş olacağız. Ama burada bir noktaya dikkat etmek gerekiyor. Başbakan Erdoğan şimdiye kadar herkesle görüşmesine rağmen, 23 Nisan çocuklarından Kumkapı’daki Balıkçılara kadar fikirlerini almalarına rağmen, düne kadar Meclis Başkanı Bülent Arınç’la bir araya gelmedi.

Dünkü görüşme Çankaya seçiminin en kritik halkasıydı. Şimdiye kadar yapılan tüm temaslar bir yana dünkü buluşma ile birlikte bir de Cuma günü Arınç ile Abdullah Gül’ün görüşmesi önemliydi. 2 saat süren toplantıda bir karara varılamadı belirtiliyor. Geçen haftaki MKYK toplantısına kadar Cumhurbaşkanı olacağına dair sinyaller veren Erdoğan’ın MKYK’dan sonra kendi dışında bir ismin olacağına yönelik sinyaller vermesi Arınç’ı çok önemli bir faktör haline getirdi.

Ne sıkıntısı olacak, Arınç’ın geçen hafta, “Tayyip Bey ne derse o olur. Aramıza fitne sokmak isteyenlere aldanmayın” diye basından yer alan haberlere, “pışşık” deyin. Onlar resmî görüş. Gerçekte farklı bir durum söz konusu. O da bu süreç başladığı andan itibaren Bülent Bey, Erdoğan aday olduğu takdirde aday olamayacağını ve kendisini destekleyeceğini beyan etmişti.

Ancak Başbakan ve Abdullah Gül dışında bir üçüncü isim olursa, durumun değişeceğini yeni bir karar vereceğini birkaç kez belirtmişti. Arınç bu partiyi kuran üç isimden biri olarak, daha düşük profilli birinin sadece eşinin başı açık ya da kendisinin başı açık diye böylesine önemli bir makama getirilmesine karşı. Tayyip Bey bu konuda ısrar ederse, içine girdiğimiz şu son 24 saat içinde Arınç’tan sürpriz bir çıkış beklenebilir.

Cumhurbaşkanlığı seçimi gibi önemli gelişmeler ya bizatihi ya da sonuçları itibariyle bir dizi siyasi gelişmeyi de beraberinde getirmiştir. Özal ve Demirel örneğinde olduğu gibi onlar Çankaya’ya çıkınca partilerinin yörüngesi değişti. Celal Bayar olayında ise ülke Menderes gibi bir lidere kavuştu. AKP’de ilginç bir durum söz konusu. Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmasını savunanlar Özal döneminden ne kadar örnek varsa toplayıp Başbakan’a sunuyorlar. Süleyman Demirel, Erdal İnönü ve Deniz Baykal’ın dediklerini sıralayıp, “Onlara itibar etmeyip Köşk’e çıktı. Demirel hükümet kurma görevini almak için roket hızıyla Çankaya’ya çıktı”diyorlar.

Belediye Başkanlarının tanımayacağı, elini sıkmayacağı yönündeki tehditleri için, o dönem belediyelerde SHP’nin ağırlıklı olduğunu, şimdi ise belediyelerin kendi ellerinde olduğunu belirtiyorlar. “Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Murat Karayalçın, ‘Sayın Cumhurbaşkanım hoş geldiniz’ diye Özal’ı karşılayınca boykot kırılmıştı” diyorlar. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını istemeyenler ise, “Efendim çıkarsanız kendi için çıktı derler, ülke sıkıntıya girer. Parti ANAP ve DYP’nin durumuna düşer” görüşünü seslendiriyorlar. Aslında hepsi kendi pozisyonuna göre “git” ya da “kal” diyor.

Özal’ın yakın çevresinden itiraz edenler Turgut Bey’in kesin kararlı olduğunu görünce, canla başla çalışmışlardı. Demirel’de ise öyle bir sorun olmadı. Parola babayı Çankaya’ya taşımaktı. Sorunlar daha sonra çıktı. ANAP’ta Özal’a, DYP’de Demirel’e karşı isimler ve ekipler işbaşına geldiği ve Mesut Yılmaz ile Tansu Çiller’in o büyük liderlik kavuğunu taşımadıkları için çatışmalar yaşandı.

AKP de durum farklı. Erdoğan Almanya gezisinde kendini takip eden gazeteciler “Ellerine çelik çomak verdik, oynuyorlar” demişti. Son günlerde yaşadıklarımız da bir çelik çomak oyunu olabilir.

24.04.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hoşgörüyle bakabilme



Herkesin küçük bir dünyası ve Cenneti olan aile hayatının mutluluğu hiç şüphesiz eşlerin karşılıklı sevgi, saygı, anlayış, yardımlaşma ve dayanışmalarıyla mümkündür.

Bunun için de eşler birbirlerine sadece şu kısa dünya hayatında değil, ebedî hayatta da bir ve beraber olacakları düşüncesiyle bakar ve ona göre davranırlar.

Evet, kişi eşine olan sevgisini, beş-on senelik geçici olan dış güzelliğine değil, kadının gerçek, sürekli ve en güzel hasleti olan şefkatine, kadınlığa mahsus iç güzelliğine, güzel huylarına bina eder. Onun için hanımı yaşlansa da sevgisini devam ettirir, daha çok sevgi, saygı ve merhamet gösterir.

Böyle baktığı için de kusurlarını büyütmez, hoşgörüyle karşılar. Allah Resûlü (asm) hanımlara kin beslenmemesini emrederken, “Bir huyunu beğenmezse başka bir huyunu beğenir”1 buyurur.

Uhuvvet Risâlesi’nde mü’mine niçin kin beslenmemesi gerektiği anlatılırken onun Kâbe hürmetinde iman, Uhud Dağı azametinde İslâm, yirmi-otuz kadar da güzel huya sahip olduğu, çakıl taşı mesabesindeki bir-iki kusuru yüzünden ona düşman kesilmemesi gerektiği, bunun büyük bir haksızlık olacağına dikkat çekilir. Öyleyse insan, eşinin bir-iki kusurunu gördüğünde hemen güzel yönlerini, faziletlerini düşünüp kusurlarını hoşgörüyle karşılamasını bilmelidir.

Hani meşhurdur: Birgün Sahabînin birisi hanımından şikâyet üzere Hz. Ömer’in evine gelir. Tam kapısını çalacakken içeriden bir gürültü kopar. Hanımı bağırmaktadır. Geri dönerken Hz. Ömer pencereden fark eder ve dışarı çıkar: “Hayrola!” der “Derdin neydi?” O da hanımının bir kısım huysuzluklarından şikâyet etmek için geldiğini, ancak Hz. Ömer gibi birinin onca sertliğine rağmen hanımının bağırması, olmadık sözler söylemesi karşısında sessiz kaldığını görünce, “Benim derdime nasıl çare bulacak?” diye düşünerek dönmek istediğini söyler.

Hz. Ömer onu teskin eder: “İşte kardeşim,” der. “Hanımımın üzerimde hakları var. O benim evimde herşeyimdir. Çocuklarımın annesidir. Beni harama karşı korur. Onun için de onunla barış içinde yaşamak zorundayım.”

Kendi hanımının da aynı durumda olduğunu söyleyen Sahabîye Hz. Ömer (ra) şu öğütleri verir: “Yolun açık olsun kardeşim. Hanımınla iyi geçinmeye bak. Hayat dediğin nedir ki göz açıp kapayıncaya kadar gidiyor.”

Evet, bakî bir âlemde kalplerinden her türlü kötü huyları söküp alınmış, bütün güzel hasletlerle donatılmış ebedî arkadaşlığın hatırı için göz açıp kapayıncaya kadar geçip giden şu fanî dünyada eşlerin birbirlerine tahammülle, anlayış ve hoşgörüyle bakmaları kadar daha akıllıca bir hareket ne olabilir ki?

Dipnotlar:1- Müslim, Rada: 61.

24.04.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Neden tevhid zihinlere nakşedilmeli?



İman/İslâm esasları, maddî ve manevî hayatımızı tanzim eder. İki hayatın mutluluğunu da temin eder. Ferdî gelişmeyi sağlar ve sosyal hayatımızı düzenler.

Bizi bu hükme götüren olgu şudur: İhlas Sûresi’nde vurgulandığı gibi Allah Samed’dir. Yani, herkes ve her şey Ona muhtaç, O hiç bir şeye muhtaç değil.

Herşeyi hikmetle, yani, en uygun, en güzel, en faydalı ve en çok yönlü yaratır. Halık-ı Kâinat, her varlığa, bir asıl; üç-beş, on, yüzlerce tâlî hikmet ve faydalar takmış. Meselâ, tekvînî/oluşsal âlemin âyetlerinden hava unsuru, ciğerlerimize dolarak hayatımızın devamını sağlarken, aşılanmayı netice veriyor, sesi naklediyor, ısıyı, ışığı iletiyor, bulutları taşıyor ve konuşmamızı temin ediyor.

Elbette, “teşriî âyetleri” olan emirlerine / ibadetlere / iman esaslarına da yüzlerce maddî-manevî hikmet, fayda, güzellik, özellik takmıştır. Allah Ehad ve Samed olduğuna göre, ibadete O değil, biz muhtacız. Ancak, aklî, vicdanî olan imanî hükümler, başta tevhîd / Allah’ın varlık ve birliği ile sair iman esasları zihinlere nakşedilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır; fonksiyonlarını ifa edemezler. Şahsî ve içtimaî gelişme de durur.

Yaratıcı ile kul arasında pek yüksek ve şerefli bir bağ olan ibadetin / imanın, mutluluğa vasıta olması şöyle tahakkuk eder: Canlılar içinde en mümtaz, en müstesna, en latif bir mizaçta yaratılan sosyal ve medenî varlık insandır. Çeşit çeşit meyiller, arzular taşır. En seçkin şeyleri ister, meyleder, ziynetli şeyleri arzu eder. İnsaniyete lâyık bir hayat ve şerefle yaşamak ister.

Şu meyillerin gereği olarak çok çeşitli yiyecek, giyecek ve eşyaya muhtaçtır. Bunları yalnız başına tedarik edemediğinden çeşitli san’atlara ihtiyacı vardır. Yani hem çiftçi, hem ayakkabıcı, hem doktor, hem mühendis, hem terzi, hem fırıncı vs. olamaz. Dolayısıyla hemcinsleriyle teşrik-i mesaiye mecburdur. Böylece herbiri bir dalda uzmanlaşırlar. Ve ürettiklerini paylaşır, değiş-tokuş ederler. Böylece hayatları dengelenir. Değiş-tokuş ve paylaşım âdil olmalıdır. Ne var ki, psiko-sosyal yapımız adaleti saptırır. Çünkü, yapımıza, potansiyel halindeki kabiliyetleri geliştirecek sınırsız meyiller, sonsuz emeller, beklentiler, arzular, sayısız fikirler (akıl, düşünce), hudutsuz gadap (itme, savunma) ve şehvet (her türlü zevk ve lezzeti isteme) gücü yerleştirilmiştir. İmtihan ve gelişme için bu temel duygular sınırlandırılmamıştır. Bu temel yeteneklerin her birisinin de “ifrat-tefrit (aşırı) ve vasat (orta)” olmak üzere üç derecesi vardır. Bunların geliştirilmesi veya dumura uğratılması tamamen irademize bırakılmıştır.

Mesâilerin tanzimi, çalışma, üretim ve paylaşımda “orta yol, denge” tutturulamazsa zulüm ve tecavüzler vukua gelir. İnsan toplulukları, meydana gelebilecek tecavüzleri önlemek için adalete muhtaçtır. Fakat, her ferdin aklı, adaleti idrakten âciz olduğundan genel ve beşerüstü bir akla ihtiyaç var ki, bireyler o küllî akıldan istifade etsinler. Öyle kuşatıcı bir akıl da ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir kanun da şeriattır, dindir, imandır, ibadettir.

Sonra, o şeriatın tesirini ve pratik hayata geçirilmesini temin edecek bir mercî, bir sahip lâzımdır. O mercî ve o sahip de ancak peygamberdir. Peygamber olan zatın da, açık veya gizli halka olan hâkimiyetini devam ettirmek için, maddî-manevî bir ulviyete ve bir imtiyaza ihtiyacı olduğu gibi, Yaratıcıyla olan derece-i münasebet ve bağını göstermek için de bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil de ancak mucizelerdir. Sonra, Cenâb-ı Hakkın emir ile yasaklarına itaati tesis için, Yaratıcının büyüklüğünün zihinlerde tesbit edilmesi gerekir. Bu tesbit de, ancak akaid ile, yani imânî esasların tecellisiyle olur.1

İşte bu gerekçelerden ötürü başta tevhidin, yani, Allah’ın varlık ve birliğinin, azametinin, isim ve sıfatlarının zihin ve gönüllere yerleştirilmesi gerekir ki adalet, hak ve hürriyetler tahakkuk ve devam edebilsin.

Dipnot: 1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 140-143.

24.04.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yeni siyasî dönemin en kritik aşaması



Halen tek başına iktidar koltuğunda bulunan AKP'nin lideri Recep Tayyip Erdoğan, hayatının belki de en zor, en kritik ve en mesuliyetli kararını vermek üzeredir.

Vereceği karara göre, hem yeni cumhurbaşkanını, hem yeni başbakanı, hem de lideri olduğu partinin yeni başkanını kuvvetli ihtimalle belirlemiş olacak.

Şüphesiz, kendisine yine bu makamlardan en az birini deruhte edeceği gözüyle bakılmalı.

Ancak, şu an içinde bulunduğu süreç itibariyle, vereceği nihaî kararla, aynı zamanda yeni siyasî dönemin nasıl şekilleneceğini de önemli ölçüde tayin etmiş olacak.

İşte, bu mühim sebeplerden dolayıdır ki, çok ağır bir sorumluluk yükünün altında bulunuyor.

Evet, kim ne derse desin, Erdoğan'ın bizzat kendisi hem seçilecek yeni cumhurbaşkanından, hem yeni başbakandan ve dolayısıyla yeni parti başkanından da kamuoyu tarafından sorumlu tutulacak.

Zira, şu an itibariyle hemen bütün yetkileri elinde bulunduruyor. Her ne kadar çeşitli şahıs ve kurumlarla bir takım görüşmeler yaptıysa da, nihaî karar, yine kendisine ait olacak.

Partili arkadaşları, onun kararına saygılı davranacaklarını ve sonuna kadar destekçisi olacaklarını haftalar öncesinden açıkladılar.

Üstelik, Erdoğan'ın nihaî kararını red yahut veto edecek ortada herhangi bir şahıs veya teşekkül de görünmüyor.

Bu fevkalâde duruma, seksen küsûr yıllık Cumhuriyet tarihi ve bilhassa altmış yıllık demokrasi tarihi boyunca, bir başbakan için hasıl olmuş ilk ve en büyük bir fırsat nazarıyla bakılabilir.

* * *

Her üç makam birlikte mütalâa edildiğinde, ülkenin mukadderatıyla doğrudan bir irtibat hadisesi çıkıyor karşımıza.

Halihazırda, bu ülkenin siyasî yapısına ve icraatına hükmedenlerin başında cumhurbaşkanı, başbakan ve iktidar partisinin lideri geliyor.

Şüphesiz, yönetime tesir eden daha başka faktörler var. Ancak, diğerlerinin tamamı bu üç makamın emrinde ve alt kademesinde yer alıyor.

Yönetime tesir etmek başka, bizatihi yönetmek başkadır. Mesuliyetin büyüğü, yönetimin tepe noktasında bulunanlara aittir.

Bunu da, mevcut yetkisi ve konumu itibariyle belirleyecek, hatta şekillendirecek olan kişi, R. Tayyip Erdoğan'dan başkası değildir.

O halde, sorumluluğun büyüğü de kendisine aittir.

Elbette ki herkesin kendi durumuna ve derecesine göre bir sorumluluğu vardır. Ancak, bu mesuliyet zincirinin ilk halkasını Başbakan Erdoğan teşkil ediyor.

Dolayısıyla, bundan böyle ülke siyasetiyle ilgili yapılacak olan hemen bütün yorum ve değerlendirmelerde, bu mühim noktanın daima hatırda tutulması gerekiyor.

GÜNÜN TARİHİ 24 Nisan 1830

Osmanlı hükümeti, Rusya, İngiltere ve Fransa'nın baskıları sonucu Yunan devletinin varlığını ve bağımsızlığını resmen kabul etti.

Balkanlarda peşpeşe yaşanan bu toprak kaybının olduğu tarihlerde, Osmanlı tahtında Sultan II. Mahmud vardı.

Sultan Mahmud, başında bulunduğu Osmanlı devletini güçlendirmek yerine, daha çok güç kaybına sebep olacak işlerle meşgul oldu.

Feci mağlubiyetlerin yaşandığı aynı zaman zarfında, o Yeniçeri Ocağını söndürmek ve kıyafet (fes) inkılâbını gerçekleştirmekle uğraştı.

Onun bu icraatları çok kanlı oldu. Bu sayede, hem asker kırıldı, dağıldı, hem de millet büyük bir yılgınlık ve karamsarlık içine düştü.

Bu dönemde, Balkan milletleriyle ve bilhassa Ruslarla yapılan hemen bütün savaşlarda Osmanlı ordusu mağlup düştü.

Bundan dolayı da, dayatılan bütün antlaşma maddelerini imzalamak zorunda kaldı.

* * *

Yunan toprakları, bütün Mora yarımadasıyla birlikte tâ Fatih Sultan Mehmed zamanında fethedilmişti.

Dört yüz seneye yakın Osmanlı idaresinde yaşayan Yunanlılar, başta Rusya (Ortodoks) olmak üzere, diğer Avrupa devletlerinden gördüğü yardım ve destekler sayesinde, 1800'lü yılların başından itibaren Osmanlı'dan ayrılma teşebbüslerinde bulundu.

Nihayet, Osmanlı'nın kendi içinde sıkıntılar yaşamasını fırsat bilerek, ayrılma yoluna gitti.

1808'de işbaşına gelen Sultan II. Mahmud'un son zamanlarında, Batı'da olduğu gibi Doğu'da da mağlubiyetler yaşandı. Mısır Valisi M. Ali Paşa'ya karşı yapılan savaşlarda (Nizip Bozgunu, 1839), Osmanlı askeri kesin hezimete uğradı.

30 yıldan fazla padişahlık yapan Sultan II. Mahmud, dışta hezimet ve toprak kaybı, içerde ise kanlı inkılâplar yapan bir şahsiyet olarak tarihe geçti.

24.04.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hastalıklar ceza mıdır?



Girl rumuzuyla yazan okuyucumuz: “Hastalıklar, Allah’ın insanlara bir cezası mıdır?”

Hastalıkları ve musibetleri yalnızca ceza olarak algılamak, hastalıkları doğru okumamak demektir. Bizler yalnızca Allah’ın kullarıyız ve yalnızca Allah’a dönüyoruz. Başımıza gelen her türlü hastalıkları, musibetleri, doğuştan getirdiğimiz sakatlıkları ve sonradan meydana gelen müzminleşmiş yaraları Cenâb-ı Hakk’ın emriyle gelen vazifeli birer memur biliyoruz. Bunları vesile kılarak Rabbimize yaklaşıyoruz. Bu hastalıkların, musibetlerin sakatlıkların ve yaraların açtığı duâ musluğundan halisane içiyoruz, içmeye çalışıyoruz. Fiilî ve kavlî duâmızı riyasız yapıyoruz. Bir yandan şüphesiz tedavi için elimizden gelen gayreti gösterirken, diğer yandan şifayı doğrudan Allah’tan bekleyerek ilaçlarımızı kullanıyoruz. Ve her şifa pırıltısı için doğrudan Cenâb-ı Allah’a minnettar oluyoruz.

Bedîüzzaman Hazretleri, Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâm’ın hastalığını tahlil ettiği İkinci Lem’a’da insanoğlunun başına gelen musibet ve hastalıkları, belâ ve sıkıntıları, hafif veya ağır acıları ve yaraları ele alır ve kader cihetiyle bunların altında yatan hikmetlere ışık tutar. Bilindiği gibi Eyyûb Aleyhisselâm pek çok yara bere içinde epey müddet kaldığı halde, o hastalığın büyük mükâfatını düşünerek, tam bir sabır çağlayanı olmuştu. Yaralarından doğan kurtlar zikir yeri olan diline ve Allah’ı bilme mahalli olan kalbine iliştiği zaman kulluğuna zarar geleceği düşüncesiyle, kendi istirahatı için değil; Allah’a kulluğunun selâmeti için, “Ya Rab! Zarar bana dokundu. Lisanen zikrime ve kalben ubudiyetime halel veriyor” diye dua ediyor. Cenab-ı Hak da onun halis, safi, garazsız ve sırf Allah için yaptığı duasını harika bir surette kabul ediyor, ona şifâ veriyor ve âfiyet ihsan ediyor.

Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâmın tüm insanlık için örnek bir sabır kahramanı oluşu ve sabrı hayatıyla tebliğ edişi üzerinde elbette durmamız, dersler çıkarmamız ve ibretler almamız gerekir. İşte Üstad Hazretleri, Eyyûb Aleyhisselâmın duâsını konu alan Enbiyâ Sûresinin 83. Âyetini böyle bir ihtiyaca cevap olarak tefsir ediyor ve insanlığın yaşadığı musîbetler, hastalıklar ve dertler hakkında, beş nükte içinde muhtelif ve orijinal değerlendirmelerde bulunuyor. Nükteleri kısaca hatırlayalım:

Birinci Nükte: Burada bütün yoğunluk içimizde ve ruhumuzda hissettiğimiz mânevî yaralarımıza tahsis edilmiştir. Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın bedenî yaralarının karşılığında, bizim de rûhî yaralarımızın olduğuna dikkat çekilmiş; bedenî yaraların nihayet yüz yıllık bir hayatı tehdit ettiği, fakat bizim mânevî yaralarımızın pek uzun olan ebedî hayatımızı sıkıp mahvetmeye çalıştığı kaydedilmiştir. Burada bildirilmiştir ki, tevbe ve istiğfarla çabuk imha edilmeyen her bir günah kalbi siyahlandırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır. Günah eğer istiğfarla derhal imha edilmez ise, kurt değil; küçük bir manevî yılan olarak kalbimizi ısırıyor. Meselâ günahlarının başkası tarafından bilinmesini istemeyen insan oğlu, tevbeye muvaffak olamayınca meleklerin varlığını ağır görmeye başlıyor, hattâ Allah’ın varlığına karşı inkâr meyli içine giriyor ve bu yönde içine girdiği küçük bir zanna büyük bir delil gibi yapışıyor. Bu durum ise, kendisini inkâra götürmeye yetiyor.

İkinci Nükte, maddî hastalıkları konu alıyor ve insanın hastalıklara karşı şikâyet etmesinin hakkı olmadığını, çünkü insanın vücut elbisesinin tamamen Mâlikü’l-Mülk’e ait olduğunu hatırlatıyor. Bununla beraber maddî musibetler insana sevap ve feyiz kaynağı teşkil etmektedirler. Nitekim musibete uğrayan kişi zaafını ve aczini tam hissederek Rabb-i Rahîm’ine tam sığınmakta, yalnız O’nu düşünmekte, yalnız O’na yalvarmakta ve böylece hâlis bir ibâdet haline ulaşmaktadır. Öyle ki, riyasız bir ibadet hükmünde olan böyle hastalıklar, yaralar, bereler, sakatlıklar ve musibetler, bu noktadan, aslında birer Rahmanî hediye olarak başımıza gelmektedir.

Üçüncü Nükte, sevap sebebi olan maddî musibetlerin, hastalıkların ve yaraların insanı Allah’a daha çok yaklaştıracağını ve duaya zemin hazırlayacağını nazara veriyor.

Dördüncü Nükte, maddî musibetlere, hastalıklara ve yaralara karşı sabır kuvvetini kullanma adabını konu alır ve bize Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın sabrını öğretir.

Beşinci Nüktede, asıl musibetin dîne gelen musîbet olduğu, dînî olmayan musîbetlerin bir kısmının birer Rahmânî ihtar, birer Rabbânî iltifat ve birer arındırma ameliyesi, bir kısmının günahlara kefâret, bir kısmının da aczi ve zaafı tam hissettirip Allah’a sığınmayı netîce verdiğinden tam bir huzur kaynağı teşkil ettiğini beyan eder. Dînî musîbetlerden ise her zaman Allah’ın dergâhına ilticâ edip feryat etmek gerektiği hatırlatılır.1

Üstad Hazretleri asıl hastalığa, asıl yaraya, asıl musîbete ve asıl derde şöyle dikkat çeker ve hastalığın böylesinden milyon defa feryat etmemiz gerektiğini bildirir: “Eğer sen, günahları düşünmüyorsan yâhut âhireti bilmiyorsan veya Allah’ı tanımıyorsan sende öyle dehşetli bir hastalık var ki, milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür; ondan feryat et. Çünkü bütün dünyanın mevcudatıyla kalbin, ruhun ve nefsin alakadardır. Mütemadiyen ayrılık ve yokluk ile o alakalar kesilip, sende hadsiz yaralar açılır. Bahusus âhireti bilmediğin için, ölümü ebedî yok oluş olarak düşündüğünden, yara bere içinde dünya kadar hastalıklı bir vücudun var.”2

Şüphesiz musibetin here türlüsünden Cenâb-ı Hakk’ın yardım ve inayetine sığınmalıdır. Cenab-ı Hak cümlemizi maddî manevî musibetlerden korusun. Âmin.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 20-24

2- Lem’alar, s. 268

24.04.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Kederin keyfi



Yürek yarıklarından çıkan düşünce çiçekleri, kederlerden kalan kar mı? Yıkılmalar ve yenilmeler, yenilenme yolunda yürümeler mi? Karıştırılmayan toprak, dalgalanmayan deniz hangi hayata beşiklik edebilir?

Kederlerin kazandırdıkları ve kaybettirdikleriyle yoğrulan hayat hamuru kıvama erer, kemâle kavuşur… Kuş tüyü rahatlığı bir nefeslik rüzgârla savrulur gider. Kederin kökleştirdiğini kasırgalar koparamaz; yüzeyi yalar ve geçer sadece… Sancıların sonu doğumdur, sarsılmalardan sarkan sağlamlıktır…

Keder koru kalbi katılıktan korur… Kor, en sert demiri bile hamura çevirir… Kederin kalbi, kalbin kemali için atar… Keder dersler, sevinç mektuplardır…

Kötümserlik kederi, ne büyük keder… Mutluluktan olduğu kadar mutsuzluktan da tat almamak ne büyük mutsuzluk…

Her gün taze umutlarla doğmak, yeni ümitlerle gülmek ne büyük keyif… Keyif kaçıran karamsarlık; kaçınılası keder… Gayret atını koşturan keder kırbaçlar; coşturan kavuşmalar…

Kederlerden sevinçlere, sevinçlerden kederlere hüznî köprüler kurmak… İki ucu birleştiren orta yolu bulmak; yürünülesi gidilesi hikmet yol.

Hayat aktığı müddetçe ihtiyaçlar bitmiyor, kederler son bulmuyor. Sonu gelmez duygularla donatılan, bazen bir damlada boğulan, bazen de kâinatı yutan insan ruhu nerede, nasıl sükûn bulur? Damlada kâinatı, kâinatta damlayı gördüğünde… Çokluğun içinde tekliği, tekte her şeyi bulduğunda…

Damlada boğulmak, kâinatta kaybolmak büyük keder… Aklını kullanan, kalbini çalıştıran, duygularını dizginleyen, vicdanını konuşturan ruh; kederin keyfi, keyfin kederiyle kanatlanır…

Kendi büyüklüğünü unutup küçük zevklerin peşinde koşmak keyif kaçıran bir keder… Düşüncelerini büyüten, duygularını derinleştiren kartondan kederlere takılmaz, keyifte karar kılar.

Yüreğiniz daralıyor, ruhunuz dağlanıyorsa hüznî hikmet yağmurlar yakındır, sabur sularla sulanmış gönül toprağı taze baharlara beşiklik edecektir. Karamsarlık kuraklığı kurutmazsa, keder kanallardan akan tohumların çatlamasına az kalmıştır…

Toprağın karıştırılmasına aldırmayın, tohumların goncalaşmasına çevirin yüzünüzü, meyve olup tekrar toprağa dönmeyi düşleyin… Düşünmüyorsanız gün yüzü görmeden çürürsünüz, keyfin tadına varmadan kederlerde kaybolursunuz.

Toprak kara fakat nice aydınlık doğuşlar onun bağrından çıkıyor, kederi böyle bir toprak olarak görmek beklemeye değer diriliştir. Kederin keyfi bekleyebilenler için, beklemeyenlerse kederde kaybolanlar.

24.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004