Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdurrahman ŞEN

Karagöz’ü tanımazsak olacağı bu!



Toplum olarak kültüre mesafeli bırakıldığımız için zaman zaman hepimiz de normalmiş gibi bir söz söyler yorum yaparken aslında baltayı taşa vururuz… Ama asla da farkına varmayız bu ayıbımızın…

Nasıl farkına varalım ki… Hepimiz aynı tornadan geçiyoruz 7 yaşımızdan itibaren!

Bakın, sözü nereye getirmek istiyorum.

Bir konu biraz dolaşsa, sesler yükselse; “tiyatroya çevirdiniz burayı” demez miyiz çoğumuz… Çünkü… Belki hiç tiyatro salonuna gitmemişliğin de verdiği bir bilgi birikimiyle(!) ortadaki karmaşayı “tiyatro” sanarız…

Geneldeki bu ayıplı yaklaşımın detayında da “Karagöz” ve “ortaoyunu”na karşı işlediğimiz benzer ayıplarımız vardır.

Bizlerin temsilcisi olmalarını istediğimiz için oyumuzu verdiğimiz vekillerimiz bile Meclis çatısı altında birbirlerine girdikten sonra yorum yaparken; “Burayı Karagöz oyununa çevirdiler!”, “Sanki Karagöz oynuyor!” veya “Ortaoyunu mu oynuyoruz?” demiyorlar mı yıllardır…

Milletin kendisinin ağzından da zaman zaman duyduğumuz bu ayıplı sözleri vekillerinden de duymak ayrıca üzüntüye sebep olmalı mı? Bilemem…

Ama şunu bilirim ki… Her ne sebep ve sinir hâli içinde olunursa olunsun yukarıda hatırlattığım türden cümleleri kullanmamız da gösteriyor ki… Ne geleneksel san’atımız ortaoyununu, ne de yılların ihmaliyle Yunanistan’a kaptırmamıza ramak kalmış Karagöz’ümüzü hiç tanımıyoruz.

Hiç tanısak öyle konuşur muyuz?

Özellikle Karagöz’ümüzü hiç tanımadığımız içindir ki; sadece Ramazandan Ramazan’a hatırlarız… Özellikle de sadece çocuk eğlenceleri başlığında…

Oysa…

Kısa bir süre önce Uluslararası Kukla ve Gölge Oyunu Birliği (UNİMA) Türkiye Millî Merkezi Başkanı Mevlüt Özhan’ın bir açıklaması vardı Anadolu Ajansı bültenlerinde… Bazı gazetelerde tek sütunluk boşluk dolduran bu haber de Karagöz gibi ilgi görmedi… Mümkündür ki; Ramazan ayında olsaydık Sayın Mevlüt Özhan’ı bir iki televizyon kanalımız ana haber bültenine bile çıkartır, işin magazinini yapmaya çalışırdı… O kadar.

O halde bilmediklerimizi öğrenmek, bildiklerimizi ise hatırlamak için biraz kulak verelim UNİMA Türkiye Millî Merkezi Başkanı Mevlüt Özhan’ın bu açıklamasına; “Osmanlı döneminde Karagöz, toplumdaki olayları ve siyasileri eleştiren büyüklere yönelik gösteriyken, günümüzde asıl amacı unutularak çocuklara yönelik oyun haline getirildi.

Kukla ve gölge san’atı Uzakdoğu kökenlidir. Daha sonra çeşitli ülkelere yayılarak kendine özgü biçimler almıştır. Bu san’at Osmanlı İmparatorluğuna geldiğinde ise ortaya Karagöz tiplemesi çıktı. Oyunlarda Karagöz halkı temsil ederken, Hacivat okumuş, üst tabakayı temsil eder. Oyundaki diğer kişiler Osmanlının çok kültürlü yapısını yansıtan Rum, Arnavut, Karadenizli, Yahudi, Acem, Arap gibi tiplemelerdir.

İlk başlarda oyunlarda halk edebiyatından esinlenilerek; ‘Tahir ile Zühre’, ‘Hamam’, ‘Kayıkçı’, ‘Yazıcı’ gibi oyunlar sahnelenmiş. Oyunlarda toplumdaki bozukluklar, yolsuzluklar, siyasiler eleştirilmiş. Bu gösteriler kuşaktan kuşağa aktarılmış, ancak güncelleştirilirken değişikliğe uğramış. Siyasî yönü, eleştirel yönü atılmış, halk ağzıyla küfürlü konuşmalar eklenmiş. Daha sonra dram tiyatroları, çağdaş opera ve bale gibi san’atlar çıkınca, büyükler bu san’atlara yönelmiş. Şimdi ise Karagöz ve Hacivat, çocuklara yönelik oynatılıyor. Bazı oyunların isimleri aynı, ancak muhtevaları çocukların düzeyine indirgeniyor ya da çocuklar için yeni oyunlar yazılıyor.”

Yunanistan’daki durum ne?

Ülkemizde Karagöz’ün içinin boşaltılması ve senede bir aya indirgenip çocuklara tahsis edilmesindeki hatalar zincirinde kimlerin hangi derecelerde hataları olduğunu düşüneduralım… Sayın Özhan, Karagöz’ün Yunanistan’daki tarihî seyri hakkında da şunları hatırlatıyor ilgileneceklere; “Yunanistan, Osmanlı kültürünün ortaya çıkardığı Karagöz’e ‘Karagiozis’ ismini vererek sahiplenmeye çalışıyor.

Karagöz ve Hacivat, 1800’lü yılların başında Yunanistan’da Türk san’atçılar tarafından oynatılmış, 1850’den itibaren de Yunan san’atçılar kendi dillerinde gösteri yapmaya başlamışlardır.

‘İlk başlarda Yunanlıların feodaliteye karşı savaşında, Karagöz’e derebeylere karşı savaşan halk önderi fonksiyonu veriliyor. Bağımsızlık mücadeleleri sırasında ise Osmanlıya karşı savaşan Yunan kahramanı oluyor. Şimdi de ‘Karagiozis’ adıyla sahip çıkıyorlar. Karagöz’ün Yunanistan’a ait olduğu doğru değil, ancak onların devlet desteği bizden çok iyi, basın geniş yer veriyor, televizyonlarda Karagöz gösterileri yapılıyor. Sanatçılar, konuları güncel olaylardan aldıkları için de daha çok ilgi görüyor.”

Karagöz’ün lâyıkıyla yaşaması için hem uygulamacılık yapan hem de yaptığı araştırmaları kitaplaştırarak kalıcı olmasını sağlayan az sayıdaki ustadan Ünver Oral, yıllardır bu ilgisizlik ayıbımızın giderilmesi için de sabırla, inatla uğraşıyor. Kapısını çalmadığı belediye başkanı, bakan kalmadı ama… Yaprak kımıldamıyor!

Bu arada… Sadece Atina’da “Karagiozis” adıyla 36 tane birim olduğunu da hatırlatayım!

Bu kadar karamsarlık yeter!

Evet, evet! Acı gerçeklerimiz de olsa bu kadar karamsarlık yeter…

“Zararın neresinden dönülürse kâr” olduğuna göre… Bir avuç çilekeş gönüllünün bu yoldaki bir çabasını sizlerle paylaşayım…

Kuruluşlarıyla ilgili olarak öğrendiklerimizi sizlerle paylaştığım Üsküdar Karagöz Tiyatrosu (ÜKT) 14 Nisan’dan itibaren “Göztepe 75. Yıl Halis Kurtça Kültür Merkezi” küçük salonda, Karagöz’ün yeni seyircilerini ve sevenlerini yetiştirmek amacıyla çocuklara yönelik hazırlanmış modern oyunlarla; Cumartesi günleri saat 12.00’de Karagöz, Pazar günleri saat 12.00’de Kukla gösterileriyle seyirci karşısına çıkıyor.

ÜKT Genel Sanat Yönetmeni sevgili Alpay Ekler kardeşim, salonun 70 kişilik olduğunu hatırlatarak, bilet temini konusunda problem yaşanmaması için 0 (216) 357 28 36 numaralı telefondan bilgi almanızı istiyor…

29.04.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Bir anneden kızına altın öğütler



Eşlerin karşılıklı anlayış içinde görevlerini hakkıyla yapabilmeleri için anne-babanın çocuklarını ona göre yetiştirmeleri gerekiyor.

Evlilik, haklar kadar görevlerin de birlikte yapılmasıyla yürür. Görev yapmadan hak istenmez. Bir ailede herkes görevlerini bilip uygularsa haksızlık söz konusu olmaz.

Rebia Kabilesinin ileri gelenlerinden Ümame binti Haris, kızını Melik Haris bin Amr’la evlendirirken ona verdiği öğütlerin aile huzurunu sağlamada ne kadar büyük bir önem arz ettiğini görüyoruz.

Ümame, kızına, terbiyeli bir kişi olarak yetişme ve asaletli olmanın öğütten uzak kalmayı gerektirmeyeceğini hatırlatıyor. Aksine öğütlerin, bilenler için bir hatırlatma, bilmeyenler için öğrenme imkânı sağlayacağına dikkat çekiyor ve şunları söylüyor:

“Kızım! Şimdi sen doğup büyüdüğün yuvandan hiç tanımadığın bir eve gidiyorsun. Eğer efendinin hoşnutluğunu gözetir, kollar, hizmette kusur etmezsen o da sana kul köle olur, sevgisini kazanırsın ve seni hoşnut etme yollarını arar.

“Şimdi sana on öğüdüm var. İyi bir geçim ve mutlu bir evlilik için bunları öğrenip uygulamayı sakın ihmal etme.

“Efendinin getirdiklerini içtenlikle kabul et. Beğenmemezlik etme.

“Sözünü tut. Kaçın dediklerinden kaçın.

“Evini ve üstünü başını temiz tut. Göze hoş gelmeyen haller, rahatsız edici kokulardan uzak kal ki eşin senden tiksinmesin.

“Uyku ve yemek saatlerine dikkat et; zamanında yemeğini ve yatağını hazırla. Çünkü açlık ateşi yükseltir, uykusuzluk da öfkeye sebep olur.

“Efendinin malını koru, israf ve telef etme. Şeref ve itibarını kolla, yakınlarına değer ver.

“Aslâ ona baş kaldırma. Aksi halde sana kin bağlar. Sırrını ifşa etme. Yoksa sana cefa çektirir.

“Kızım! Efendin üzüntülüyken sevinçli, sevinçliyken de üzüntülü görünme.”

Herbiri birer altın niteliğinde, önemli birer hayat tecrübesinin ürünü olan bu gerçekler, evlâtlarının geçimlerini isteyen her anne-babanın yavrularına yapabileceği, yapmaları gereken öğütler. Bu öğütlere uymak demek erkeğin gönlünü fethetmek demektir. Artık o ocakta sevgi, saygı, anlayış ve hoşgörü hükmetmeye başlar. Böyle bir yuvada huzursuzluktan da söz edilmez artık.

Demek huzurun yolu görevleri zevkle üstlenmekten geçiyor.

Bütün mesele Ümame’nin şu nirengi noktası olabilecek sözünde düğümlenmiyor mu? “Hanım, efendisinin hoşnutluğunu arar, hizmette kusur etmezse efendisi de ona kul köle olur.”

29.04.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tevekkül ve kanaatin gücü



Altından kalkamayacağımız bir mesele ile mi karşılaştık? Paniğe kapılmamıza gerek yok. Hemen yanıbaşımızdaki imdat düğmesine basabiliriz: Tevekkül! Semâvâtın Sultanı, mele-i âlânın sakinleri olan melekleri imdadımıza gönderecektir! Zîrâ, O, sebepleri ve melekleri, izzet ve azametinin bir perdesi olarak istihdam ediyor. Yapacağımız şey, kudreti sonsuz olan Yaratıcının Esmâ-i Hüsnâ’sından, ‘Kendisine güvenilip dayanılan’ anlamında olan Vekîl ismine sığınmaktır. O, rızkımıza, sağlığımıza, huzur ve mutluluğumuza kefil olduğunu vaad etmiştir: “O, kendisine güvenen herkese yeter.”1 “Ey Resûlüm de ki: ‘Allah bana yeter. O’ndan başka İlâh yoktur. Ben yalnız O’na güvenirim. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.”2

Ve O, asla sözünden dönmez. Çünkü, “hulfü’l-vaad ya cehilden, ya aczden gelir.”3 Allah, Alîm-i Mutlak, Kadîr-i Mutlak, Rahîm-i Mutlak, Râzık-ı Mutlak, Vekîl-i Mutlaktır… Tabiî ki, Vekîl’e mütevekkil olduğumuz nisbette güç kazanırız. Bu da, iman derecesine bağlı. İmanımız ne kadar güçlü ise, tevekkülümüz o orandadır. Alacağımız karşılık da, tevekkülümüz çapında olacaktır.

Yalnız, tevekkülü yanlış anlamamak gerekir. Tevekkül, her şeyi Ona havale edip sırtüstü yatmak değildir. Böyle bir davranış, tevekkül değil, tembelliktir. Tevekkül, Kâinat Sultanının koyduğu kanunlara, sebeplere müracaat ettikten, her iş için gerekli şartları yerine getirdikten, elinden gelen çabayı gösterdikten sonra sonucu Ona havale etmektir. Yani, yalnızca Allah’a, Rabb-i Rahîme dayanıp güven duymak... Evet, başkasına değil, yalnız O’na güvenmeli: “Biz neden Allah’a tevekkül etmeyelim ki? Gireceğimiz yolları bize O gösterdi. Bize verdiğiniz her türlü eza ve sıkıntıya sabredeceğiz.

Tevekkül edenler yalnız Allah’a dayanıp güvenmelidirler.”4 Tevekkül, aynı zamanda Habib, Vedud, Rahim ve Cemil-i Mutlak olan Allah’ın sevgisini kazandırır. Bu, bizi sevginin sonsuz gücüyle karşılaştırır. Rabbimiz, kutlu elçisi şahsında şu emri verir bize: “Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et. Allah muhakkak ki Kendisine dayanıp güvenenleri sever.”5

Tevekkülün hemen yanıbaşında kanaat gelir. Ancak, onu da yanlış anlamamak şartıyla: “Tamam, çalıştım, bu kadar kazandım, yeter!” demek değildir. Çalışmayı yaptıktan sonra sonucuna razı olmaktır, memnun olmaktır, mutlu olmaktır. Ve çalışmaya devam etmektir. Tevekkül kaderle de bağlantılı. Kadere iman ne kadar yüksekse, tevekkül o derece güçlüdür. Çünkü, tam bir tevekkül ile Rabbine yönelen, yalnız Ondan yardım dileyen bir kul olur. Böylece sebeplerin peşine takılmaktan, olayların oyuncağı, insanların kölesi olmaktan kurtulur. Bu ulvî bir hazzın ve muhteşem bir gücün enerjisini almak demektir. Ve stresten de o nispette uzak yaşarız.

***

Bir Fransız araştırmacı/sosyolog, çölde yaşayanların hayatını incelemeye karar vermiş. Koyun sürüsü olan Müslüman birisine misafir olmuş ve gözlemlerine başlamış. Bir ara çıkan bâd-ı semum denen zehirli çöl fırtınası, sürüsünün yarısını götürmüş. Sosyolog:

“Adam artık hasta olur, yataklara düşer!” diye düşünmüş. O ise; “Tevekkeltü alellah! Allah’a tevekkül ettim. Mal Onundur, O mülkünde istediği gibi tasarruf eder!” demiş.

İkinci bir fırtına dalgası, neredeyse diğer yarısını götürmüş.

“Şimdi çıldırır!”

Yine aynı tevekkülle sükûnetini muhafaza etmiş. Bir üçüncü dalgada kalanı gitmiş.

“Şimdi intihar eder!” diye geçirmiş içinden.

Ama, o yine tevekkülün sihirli gücüne yapışarak bu fırtınayı da atlatmış.

Araştırmacı, “Bu nasıl iş?” diyerek hayretten çıldırma derecesine gelmiş. Oradan ayrılıp, yolda yine zor durumda kalanların aynı tevekkülün koruyucu ipine yapıştıklarını müşahade edince şöyle yazmış: “Huzurlu ve mutlu bir hayat sürmek istiyorsanız, Müslümanlar gibi tevekkül edin ve kadere inanın!”

Dipnotlar: 1- Enfâl Sûresi: 2; Furkan Sûresi: 58; Talâk Sûresi: 3. 2- Tevbe Sûresi: 129. 3- Sözler, s. 77. 4- İbrahim Sûresi: 12. 5- Âl-i İmran Sûresi: 128.

29.04.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Modern zamanın “Evliya Çelebi”lerine…



Müzeleri, sergileri, tarihî mekânları fırsat buldukça ziyaret etmeye çalışırım.

Bu tür mini geziler insanın kısacık hayat yolculuğunda, kendinden önce yaşayanların yollarda bıraktıkları ayak izlerini takip etmesi açısından ibretlidir, kişisel dünyasına farklı renkler taşır…

Üstelik hayat rehberimiz Kur’ân’da “Yeryüzünde gezip de kendilerinden önceki kavimlerin akıbetlerinin ne olduğuna bakmazlar mı?” (Rum Sûresi, 9.) diye buyurulmuşken bu tür gezilerin bir nevî ibadet olduğuna da inanırım. Çünkü her şeyin geçici olduğu, fanilik mührü çok açık görülür bu tür mekânlarda… Çoktan toprak olan insanların kullandığı takılar, taslar, mobilyalar, elbiseler, evler, saraylar, antik harabeler…

Bu sahneler insana “Her şey geçici ise, hayatın maksadı nedir?” sorusunu tekrar tekrar sordurur ve her defasında, hayatın ancak bâkî olan Zata âyinedarlık yapabildiği oranda hedefine ulaşabileceği cevabını verdirir…

***

Yukarıdaki cümleleri yazmamın nedeni geçenlerde yaptığım çok sevdiğim sergi kaçamaklarından birinde yanı başımdaki küçük hanımın belki de duymamı istediği için başımdaki örtüye bakarak hışımla söylediği “Artık buralara da gelmeye başladılar…” ifadesi.

“Başörtüsü yasağı ve kamusal alan” tartışmaları çerçevesinde değerlendirildiğinde gerçek anlamını bulan ilginç bir cümle…

Başındaki örtünün Ahzab ve Nur Sûrelerindeki nasihatlerle şekillendiğini unutmayan, lisan-ı haliyle de tesettür emrini yaşayan her bir kadın, kimilerinin nazarında unutmak, hatırlamak istemediği tarihinin, yapmak istemediği vazifelerinin “sembol”ü durumunda… Ve o “sembol”ü kendilerinin zannettikleri alanlarda yazıktır ki, görmek istemiyorlar*…

Aynen TV’de National Geographic kanalında gösterilen belgesellerdeki gibi…

Hani orman canlıları yaşadıkları alanları koku ve tüyleriyle işaretleyip, başka canlıları varlığını tehdit eden bir “rakip” olarak algılar, o alanlara girmesini istemezler ya…

İnsanın ebed âlemlerine uzanan kısacık dünya hayatı yolculuğunda, orman canlılarını andıran sahneler bunlar. Dar düşünceler, dar görüşler… Aynı zamanda her fırsatta kendini “modern ve çağdaş insan” olarak tanımlayanlar için de acı çelişkiler!

Şimdi gelin de düşünmeyin:

Dünyanın ömrü eğer yeterse, bizim kuşağımız gelecek nesillere müzelerde sergilenebilecek ne tür izler bırakacak acaba?

İki ihtilâlci: İfrat ve tefrit

İfrat; ortalamanın üstüne çıkarak haddi, ölçüyü aşarak sınırları zorlamak; tefritse, ortalamanın altında kalıp, sınırları zorlamak anlamına geliyor.

İkisi de aşırı uçlar. Hayırlısı, orta çizgiyi tutturup vasat olabilmek.

Yazıyı yazarken İran’da başörtüsünü dikkatli kapatmayan (!) hemcinslerimin sokaklardan toplanıp polis zoruyla karakollara götürüldüğünü, uygun kıyafetlerle ikna (!) edilip salıverildiklerini acı bir tebessümle okudum. Yakın geçmişte, ülkemdeki üniversiteli kızlara yönelik “ikna odaları”nı hatırladım.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu tesbitlerini arayıp buldum:

“İfrat veya tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani, sahife-i âlemde yaratılan delâil, uhud-u İlâhiye hükmündedir. O delâile muhalefet eden, Cenâb-ı Hakla fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur. Ve keza ifrat ve tefrit, hayat-ı nefsiye ve ruhiyenin maraz ve hastalığını intaç eden esbaptandır. (...) Ve kezâ, ifrat ve tefrit, hayat-ı içtimaiyeye karşı isyan ateşini yakan iki âmildir. Evet, bu amiller hayat-ı içtimaiyeyi nizam ve intizam altına alan rabıtaları, kanunları keser, atar. (...) Ve keza, dünya nizamının bozulmasını intaç edip fesat ve ihtilâle sebebiyet veren iki ihtilâlcidirler.” (İşârâtü’l-İ’câz, s. 215)

Sergideki küçük hanımın hışımlı pozu ile gazetede yer alan İran’daki kadın fotoğrafları ifrat ve tefritin iki karesi olarak hafıza albümümdeki yerini aldı…

* Not: Kültür başkentinde yaşama nimetine şükür olarak değerlendirdiğim bu tür mini gezilerde müzelerin bilet gişesinde ritüel haline getirdiğim bir hareket de şu. Gazetemin verdiği kimlikle beraber Başbakanlıkta yenilenmeyen “eski” sarı basın kartımı da ibret olsun diye mutlaka gösteriyorum ve hikâyesini anlatıyorum... “Eski” diyorum, çünkü ülkemizin 28 Şubat sürecinin bir hatırası olarak başörtülü resmim bulunduğu için yenilenmeyen bu kart, benim için gelecek nesillere müzelerde ibretle izlesinler diye bırakılabilecek “Başörtüsü yasağı” ile ilgili “antika belge” kıymetinde…

29.04.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur’ân’da Kıyamet sahnesi- 1



Hatice Coşar:

*“Kıyamet hakkında bilgi verebilir misiniz? Şimdiden Allah razı olsun”

İnsanın kendi geleceğini merak etmesi en tabiî haklarındandır. Ne olacağım? Nerede olacağım? Halim nasıl olacak? Neler yapacağım? Bütün bunları düşünmek ve tabiî ki bu sorulara en net ve en gerçekçi biçimde cevap veren Kur’ân’a kulak vermek, insanlığımız kadar önem arz eder. Çünkü Kur’ân bizim bu günümüzün kitabı olduğu kadar, geleceğimizin de kitabıdır.

Her canlı nasıl doğuyor, büyüyor ve ölüyor ise; kâinatın da doğumu, genişlemesi ve ölümü elbette söz konusudur. Her canlının ölümü nasıl Allah’ın takdirinde ise, kâinatın büyük ölümü de şüphesiz Allah’ın takdirindedir. Kıyametin kopması denilen kâinatın vazgeçilmez ölümü, içinde biz de olduğumuzdan şüphesiz bire bir bizi de ilgilendirir.

Kıyametin kopma emrine muhatap olması ve gerekli emirleri uygulaması için Cenâb-ı Hakk’ın “İsrafil” adlı büyük meleği görevlendirdiğini biliyoruz. Sevgili Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Sur sahibi İsrafil sur’u ağzına koymuş, kulağını da Allah’ın emrine açmış; ne zaman üflemekle emrolunsa derhal üfleyecek halde beklerken ben nasıl sevinebilirim?” Bu söz Ashab-ı Kirama çok ağır gelince, Peygamber Efendimiz (asm): “Hasbünallahü ve ni’me’l-Vekil” deyiniz” buyurdu.1 Demek, o büyük dehşetin korkusundan kurtulmak için, Allah’a sığınmaktan başka çaremiz kalmaz.

Kur’ân, kıyametin kopuşu ile ilgili en yoğun haberlerin kaynağıdır. Kur’ân’ı dinleyelim:

1- Kıyametin ne zaman kopacağını Allah bilir:

* “Sana kıyametin ne zaman kopacağını soruyorlar. De ki: ‘Ona dair bilgi ancak Rabbimin katındadır. Ondan başkası Onun vaktini açıklayamaz. Kıyamet, gökler ve yer için çok büyük bir olaydır! Size ansızın geliverir.’’2

* “İnsanlar sana kıyametin vaktini soruyorlar. De ki: ‘Ona dair bilgi Allah katındadır.’ Nereden bileceksin? O çok yakındadır.”3

2- Kıyametin kopuşu dehşetlidir:

* “Ey İnsanlar! Rabbinizden korkun! Kıyamet Gününün zelzelesi pek büyük bir şeydir! Onu gördüğünüz an, her bir emzikli kadın emzirdiğini unutur. Her bir hâmile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş görürsün. Hâlbuki onlar sarhoş değillerdir. Lâkin Allah’ın azabı şiddetlidir.”4

3- Kıyametin kopuşu ile yeryüzü ve gökyüzü dağılacaktır; o gün yalanlanamaz:

* “Size vaad olunan muhakkak gerçekleşecektir. Yıldızlar karardığında, gökler yarıldığında, dağlar dağıldığında, Peygamberler ümmetleri hakkında şahitlik etmeye çağırıldığında; bu şahitlik hangi güne bırakıldı? Hüküm gününe. Hüküm gününün ne olduğunu bilir misin? Yazıklar olsun o günü yalanlayanlara!”5

* “Sur’a bir defa üfürüldüğünde, yeryüzü ve dağlar yerinden kaldırılır, birbirine defalarca çarpmakla darma dağın edilir. İşte o zaman olan olmuştur. Gök yarılmış, intizamından çıkmıştır.”6

4- Kıyamet gününde insan ancak Rabbine sığınır:

* “‘Kıyamet günü ne zamanmış?’ derler. Gözler kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ve ay bir araya getirildiği zaman. İşte o gün insan, ‘Kaçacak yer neresi?’ der. Hayır; sığınılacak hiçbir yer yoktur. O gün varılacak yer, ancak Rabbinin huzurudur. Yaptığı ve yapmayıp geri bıraktığı her şey o gün insana bildirilir.”7

5- Kıyamet, Sur’un birinci defa üflenmesiyle kopar, her canlı dehşete kapılır:

* “Sur’a üfürüldüğü gün, Allah’ın dilediklerinden başka göklerde ve yerde olan herkes dehşetle korkar. Hepsi de boyunlarını bükerek Onun huzuruna gelirler.”8

6- Sur’un ikinci defa üflenmesiyle her canlı ölür:

* “Sur üfürülür. Ve Allah’ın dilediklerinden başka göklerde kim var, yerde kim varsa düşüp ölür.”9

7- Sur üçüncü kez üfürüldüğünde ise, bütün insanlar dirilir:

* “Sonra bir daha sûr üfürülür. Ve onlar kabirlerinden kalkıp bakışırlar. Yer, Rabbinin nuruyla aydınlanır. Levh-i Mahfuz açılır. Peygamberler ve şahitler getirilir. Sonra aralarında hak ve adaletle hükmolunur. Haksızlığa uğratılmazlar.”10

* “Ve sur üflenir. Onlar kabirlerinden kalkıp Rablerinin huzuruna koşarlar. ‘Eyvah bize!’ derler. ‘Yattığımız yerden bizi kim kaldırdı? İşte Rahman’ın vaadi bu. Meğer Peygamberler doğru söylemişler.’ İşte tek bir sestir ki, hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler. O gün hiç kimseye haksızlık yapılmaz. Ancak işlediklerinizin karşılıklarını görürsünüz.”11

* “Muhakkaktır ki, kıyamet günü mutlaka gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur. Ve Allah kabirde yatanları diriltecektir.”12

Yarın inşaallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- Riyâzü’s-Sâlihîn, 408

2- A’râf Sûresi, 7/187

3- Ahzâb Sûresi, 33/63

4- Hac Sûresi, 22/1,2

5- Mürselât Sûresi, 77/7-15

6- Hâkka Sûresi, 69/13-15

7- Kıyâmet Sûresi, 75/6-13

8- Neml Sûresi, 27/87

9- Zümer Sûresi, 39/68

10- Zümer Sûresi, 39/68, 69

11- Yâsîn Sûresi, 36/51-54

12- Hac Sûresi, 22/7

29.04.2007

E-Posta: [email protected]




Cevat ÇAKIR

Damlaya damlaya çöl olur



Suyun önemini anlatmak için güzel bir ifade. Damlaya damlaya göl oluru biliriz, fakat damlaya damlaya çöl olacağını pek düşünemeyiz. Beyoğlu Belediyesinin suyun önemini vurgulamak için başlattığı bir kampanyada bu sloganı kullanmış.

Gerçekten güzel bir ifade bütün okullarda bu konunun üzerinde durulması gerektiğini söylemişler. Madem susuz hayat mümkün değil her an ona ihtiyacımız var. Nerede olursak olalım. Bu nimeti iktisatlı bir şekilde kullanmanın yolunu öğrenmeliyiz. Milyonlarca öğrencinin okuduğu okullarda böyle bir eğitimin başlatılmasına acil ihtiyaç vardır.

Genelde insanlar başkalarının parasını çok kolay harcarlar. Hepimiz ve özellikle öğenciler evlerinde suyu ve elektriği nasıl harcıyorsa, okulda da aynı şekilde harcamayı öğrenmeli. Aynı şekilde memurlarda bunları kullanırken faturaların kendileri tarafından ödendiği hassasiyetinin içinde olmalıdırlar. Damlaya damlaya çöl olabileceğiyle ilgili bir kaç örnek: Damlayan bir musluk ayda 2 bin 250 litre, günde 75 litre su kaybına sebep olur. Bu suyla yılda 900 kere duş yapılabilir. Evet iklim değişiklikleri sebebiyle sularımızın yavaş yavaş çekildiğini görüyoruz.

“Uluslararası Nehir Havzaları Yönetimi Kongresi’nde konuşan Uluslararası Büyük Barajlar Komisyonu Başkanı Luis Berga, dünya genelindeki su kıtlığının yüzde 20 civarında olduğunu söylemiş. Ayrıca 7 ülkede çok büyük su kıtlığı yaşandığını da hatırlatmış.1

Evet suyun biçimlendirdiği bir hayat yaşıyoruz. Hayatın kaynağı olması, susuz hayatın mümkün olmayışından dolayı dünya genelinde yerleşim alanları suyun çevrelerinde olmuştur. Çok düzel bir yerde bir villanız olsa eğer orada su yoksa o güzelim bina bir taş yığınından bir farkı kalır mı? Bu önemine binaen Cenâb-ı Allah “Her şeyi sudan yarattım”2 diye buyurmaktadır.

Allah korusun büyük şehirlerde bir su sıkıntısı başlarsa hiç olmazsa şiimdilik uzaklarda bir köyümüz var. Düşüncesi beni biraz rahatlatıyor. Gerçi böyle bir durum umumî bir musibet olduğu için herkesi her yerde etkileyecektir. Nimetler içinde iken hiç düşünmüyoruz. İnsan vücudunun % 70’i su ve insanın organizmasında su kaybı % 10’dan fazla olduğunda hayatî tehlike başgösterir. Böylesine varlığı hayatımızla bağlantılı bir nimeti nasıl israf ediyoruz, nasıl kirletiyoruz? Önce bilinçsizce rızkımızın kaynağı olan suları kirleterek rızkımızın azalmasına sebep olduk. Nitekim kirletmek suretiyle, aşırı avlanma suretiyle, balık türlerinin azalmasıyla kendi rızkımızın azalmasını sağladık. İşte “bu kirli el.”

“Ne zaman balıklar milyon yumurtayı yumurtlamadığında o vakit insanın da yaşayamayacağı ve hayatın sukut edeceği”3 bilinmeli. Ve şimdi kirlettiği suda balık ararken “kirli eli”nin tahmin ettiğinden daha çok kirli olduğunu gördü. Ama bütün sermayesini verse belki de bu teraküm etmiş pisliği temizleyemeyecektir. Erzurumlu İsmail Hakkı ve Fuzuli’nin su ile ilgili yazılarını aşağıya alıyorum “Su vad-i hayrette Her seng ile ceng eyler Deryasına vuslatta Aheng-i peleng eyler. Su kasidesinden Saçma ey göz, eşkden gönlümdeki odlare su, Kim bu denlu dutuşan odlare kılmaz çare su, Suya versun bağban gülzarı, zahmet çeekmesün, Bir gül açılmaz yüzün tek, bin gülzare su.4

Dipnotlar:

1- Yeni Asya, s. 12, 2- Kur’ân, Enbiya. 30, 3- Lem’alar, 95, 4- Osmanlı Su Medeniyeti s, 153.

29.04.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Tek yol seçim



Mâlûm, yaklaşık bir buçuk yıldır Pazar yazılarında güncelin ötesinde temel ve kalıcı konuları işlemeye çalışırken, bazan da güncel olaylardan hareketle bu formata uygun yorum ve değerlendirmeler yapmaya gayret ediyoruz.

Son günlerde üst üste gelen gelişmeler, bu formata bugün için ara vermemizi gerektiriyor.

Sondan başlayacak olursak:

Genelkurmay’ın geceyarısı internet sitesine koyduğu açıklamanın gerek şekil, gerek içerik olarak savunulması kesinlikle mümkün değil.

Mecliste Cumhurbaşkanı seçiminin ilk turunun sonuçlanmasından birkaç saat sonra yapılması, açıklamaya “siyasî” nitelik kazandırıyor.

Askerin bu sürece müdahale hakkı olamaz.

İçeriğe bakıldığında ise, Kurân okuma yarışmalarının, Kutlu Doğum programlarının, ilâhilerin, tesettürlü kıyafetlerin “irtica” olarak nitelendirilmesi ve arada nasıl bir bağlantı kurulduysa “Ne mutlu Türküm diyene” anlayışına karşı çıkan herkesin “Türkiye Cumhuriyeti düşmanı” olarak damgalanması, kesinlikle onaylanamaz.

Kınanması gereken ikinci olay, Meclisteki ilk tur oturumunun saçma sapan 367 argümanıyla CHP tarafından Anayasa Mahkemesine götürülmesi. Bu başvuru, siyasetteki iflâsını mahkeme kararıyla bertaraf etmeye çalışan zavallılığın son derece tipik ve ibretli bir örneği.

Mahkeme bu başvuruyu baştan reddetmeliydi. Umarız, ilk toplantısında bu kararı verir.

Vermez, işin esasına girer ve dahası CHP’nin talebini haklı bulursa, askerden sonra yargının da siyasallaştığını gösteren vahim bir örnekle karşı karşıya kalmış oluruz.

Böyle bir sonuç, buna meydan vermiş olan CHP’yi ve DYP ile ANAP başta olmak üzere ilk tura katılmayarak dolaylı destek sağlamış olan herkesi çok ağır bir vebal altında bırakır.

Bu noktada DYP’nin durumu daha da düşündürücü. Çünkü ANAP, Ağar’ın partisi adına açıkladığı tavrı gerekçe göstererek 367’ye ulaşılmasını engelleyenler safında yer aldı, ama iki DYP’li vekil liderin dayatmasına değil, tabanın sesine kulak vererek Meclise girmek suretiyle Ağar’ın “karizma”sına ağır bir darbe vurdular.

DYP ve ANAP, Gül’e oy vermeseler dahi, ilk turda hazır bulunsalardı, Meclise ve demokrasiye kurulan 367 tuzağını bozabilirlerdi. Olmadı.

Ağar ve Mumcu kendi tabanlarına da, millete de bu tavırlarını kolay kolay izah edemezler.

Bu noktaya gelişte iktidar partisinin payını da gözardı etmemek lâzım. Yeni cumhurbaşkanını yeni bir Meclise seçtirme düşüncesi aylar, hattâ yıllar öncesinden gündeme gelmişti. Mâkuldü.

Ancak AKP anlaşılmaz bir inatla buna karşı çıktı. Biz bu tavrın yanlışlığını defaatle dile getirdik. “Bu tavır AKP’yi bilâhare çok pişman olacağı gelişmelerle karşı karşıya bırakabilir” uyarısında bulunduk. Ama maalesef itibar edilmedi.

Dahası, sürecin finiş anlarında bile tahrik olarak yorumlanmaya müsait tavır ve söylemlerin elden bırakılmaması karşıtlara yeni kozlar verdi.

Şimdi inisiyatifin Anayasa Mahkemesi üzerinden, demokratik kontrol dışı adreslere geçmiş olması, ülkeyi tekrar sisli bir ortama sürüklemiş bulunuyor. Bu sisi dağıtabilmenin tek yolu ise, AKP’nin erken seçim kararı almasından geçiyor.

Dileyelim ki, hiç değilse bu saatten sonra basiretler açılsın ve ufuklar daha fazla kararmasın.

29.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Derhal erken seçim



Türkiye’de rejimin kimliği üzerinde siyasî bir kavga var. Aslında AKP senteze gelerek bu mücadelede taraf değil, bitaraf olmuş durumda. Mücadeleyi sistem üzerinde değil, kişiler üzerinde yürütüyor. Aslında kendilerini laik kesimler olarak tanımlayanlar da öyle. Gelişmenin mahiyetini görmezden gelerek, kişilere takılarak meseleyi bir kin dâvâsı varlık-yokluk meselesi haline getirmiş bulunuyorlar. Rejim kavgasını kişilerin üzerinden yürütmeye kalkışıyorlar.

Burada bir ikilem karşımıza çıkıyor. İktidar kendisini, laik kesimler olarak tanımlayanlar karşısında köşkü kazanma kazanımıyla iktidarı kaybetme riski altında buluyor. Laik kesimler için de aynı oranda risk ve avantaj var. Köşkü muhafaza etmekle rejimi kaybetme riski arasında bir süreçteler. Bunun AKP ile alâkası yok. Zira eski bir tekerleme vardı: “Ne eski ben ben, ne o eski sen sen” diye. O eski ben değişti, ama o eski sen hâlâ yerinde sayıyor. Mesele, rejimin tabiatıyla yani yatışmaz yapısıyla alâkalı. Mehmet Barlas bir defasında “Rejim kavgası artık gına getirdi kavga bitsin” diye yazmıştı. Bu sözlerini yorumlayan Rasim Özdenören “Rejim kavgası biterse, rejim biter. Rejim kavgadan besleniyor” diye mukabele etmişti. Bu doğru, ama diyalektik olarak sonunda kavga da rejimi bitirir. Bir defasında belki de bunu hatırlatırcasına yine Mehmet Barlas: “Osmanlı’da oyun bitmez, ama Osmanlı biter” diye yazmıştı. ‘Evet, kavga bitmez, ama kavganın tarafları bitebilir...” Türkiye tehlikeli bir virajda. Yani aslında çekişenler veya kavga yapanlar kavganın mahiyetini ve tehlikelerini sezemiyorlar. Kavgayla bastıkları zeminlerini ve tabanlarını zorluyorlar ve yıpratıyorlar.

***

Cumhurbaşkanlığı seçimleri tartışmalarına müteakip ordunun muhtırasıyla veya uyarısıyla birlikte yeni bir süreç başlamış oldu. Bu sürecin dinmesi sistemin yeniden rayına oturmasına bağlı. Bu sürece 27 Nisan süreci diyebiliriz. Bu tam da II. Abdülhamid’in hallinin yıldönümüne denk gelmiştir. Ankara’daki gösterinin ardından Ahmet Necdet Sezer’in konuşması da tam 31 Mart vak’asının sene-i devriyesine getirilmişti. Dolayısıyla siyasî bir süreçten öte ontolojik bir süreçle karşı karşıyayız. Bunu hafife alanlar yanılırlar. Bu aşamada yapılması gereken belki de hemen erken seçime gitmektir. Hükümet ister istemez bir yıpranma sürecine girmiştir. Bu süreci en hafif bir şekilde atlatmak erken seçimle ve bu suretle yenilenmekle mümkündür.

Bu sürecin yeşermesinde AKP’nin üslûbunun da az çok etkisi olmuştur. Üslûp itibarıyla köşk için erkenden bir uzlaşma arayışına girmemiştir. Girdiğinde ise geç kalmıştır. Gerek adaylar üzerindeki tasarrufunda gerekse açıklamalarında da Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın çıkışları yersiz olmuştur. Şimdi toparlanma vaktidir. Ama kılıç kınından veya diş macunu tüpünden çıkmıştır. Kılıcı yeniden kınına sokmak maharet, teenni ve sağlıklı kararlar gerektirir. Dolayısıyla Taha Akyol’un da ifade ettiği gibi millî irade hasar görmeden bu sürecin önüne geçilmelidir. En az hasar seçimlerin erkene alınabilinmesindedir. 27 Nisan’ın sabık ve sabıkalı kardeşlerinden 27 Mayıs sürecine bakıldığında Menderes’le alâkalı tek eleştiri darbeye takaddüm edecek şekilde erken seçim kararı alarak gerginliği yatıştırmamasıdır. Olaylara tekaddüm etmeyerek gelişmeleri pasif olarak seyretmesi veya gerginleştirilmiş ortamı yok farz etmesidir.

***

Elbette askerî uyarının 28 Şubat sürecinden farklı yönleri var. Zira ortam ve vasat da farklı. Ama benzeri yönü Çankaya üzerinden laik kesimlerle hükümet arasında bir kutuplaşmanın başlamış olmasıdır. Bu anlamda henüz sürecin başındayız ve bu süreç bir iki yılı alabilir. Şimdilik seçimden başka çare görünmüyor. Seçimin çare olup olmadığını da zaman gösterecektir.

29.04.2007

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Sevgi yılında Mevlânâ’yı anarken



Mevlâna ve Bediüzzaman.

Onlara başkaları tarafından verilen birer sıfat bunlar.

Ama ikisi de isimleri kadar makbul ve muteber sıfatlar.

Biri Celâleddin-i Rumî’nin sıfatı, diğeri Said Nursî’nin.

İkisinin müşterek vasfı, yaşadıkları dehşetli zamanların müceddidi ve müçtehidi olmaları. Mevlânâ, tarihin en büyük insan katliâmının ve eser telefinin yapıldığı bir zamanın mürşidi, Bediüzzaman ‘Felâket ve helâket asrının.’

Aralarında 687 senelik uzun bir zaman olmasına rağmen, onlar mâneviyât âleminde, aynı zamanda yaşamış akranlar kadar birbirlerine yakın yüz yüze, yan yanalar.

Kader de bu mânevî yakınlığı iyice tebarüz ettirmek istemiş olmalı ki, Bediüzzaman’ın müceddidi olduğu bir zamanda, bütün dünya Mevlânâ’yı anıyor.

Hem de ‘Sevgi Yılı’ sıfatıyla.

***

İlk defa bir mâneviyât âleminde karşılaşmışlardı onlar.

Bediüzzaman’ın, “Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Birisi geldi, dedi:

‘Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.’

Gittim, gördüm ki münevver, emsalini dünyada görmediğim Selef-i Salihinden ve âsarın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicab edip kapıda durdum. Onlardan bir zat dedi ki:

‘Ey felâket ve helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et” sözleri ile ifade ettiği o heyetin arasında muhtemelen Mevlânâ da vardı.

Bediüzzaman, o mümtaz heyetle yaptığı mânevî sohbette Osmanlı’nın mağlûbiyeti, İslâm âleminin ve insanlığın meseleleri, maddî mânevî musibetler, Batı medeniyeti, İslâm medeniyeti ve ahâlinin beklentileri hakkındaki fikirlerini beyan etmişti.

Kendisini sükûnetle dinleyen meclisten ‘Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır’ müjdesini aldıktan sonra diğer mâneviyât büyükleri ile birlikte Mevlânâ’yı da kendisine üstad addetmişti.

Mevlânâ, ahir zamanda zuhur edeceği söylenen ve bazı müfessirlerin, Moğol ve Mançur kabileleri olabileceğini söyledikleri ye’cüc - me’cüc taifesinin kıt’aları istilâ ettiği zamanında gelmişti.

Moğol zalimleri gittikleri her yerde Müslümanlara zulmederek İslâm âleminde sevgi hissini zaafa uğrattıkları için Mevlânâ, Mesnevîsi, Divan-ı Kebir’i, sair şiirleri ve sema hareketi ile İslâmın sevgi esasını ikame ederek insanlığı irşada çalışmıştı.

Deccal ve Süfyan fitnesinin İslâmın erkânına hücum ederek imanı zaafa uğrattığı felâket ve helâket asrında gelen Bediüzzaman iman, Kur’ân hizmetinin esaslarını teşekkül ettirirken geçmişte yaşanan bütün hadiselerle birlikte Mevlânâ’nın şahsiyetini ve mücadelesini de nazara aldı.

Aslında Mevlânâ ile Bediüzzaman arasında hem yaşadıkları zaman ve hitap ettikleri insanların içtimaî hâlleri, hem de karakterleri, şahsiyetleri itibariyle bazı bariz farklar vardı.

“Ben,

Kendi varlığı içinde taşan,

Uçsuz bucaksız bir denizim.

Alabildiğine geniş,

Kıyısız, hür bir deniz.”

Bu mısralarda da görüldüğü gibi Mevlânâ, yaşadığı zamanın da tesiriyle genellikle şahsını nazara vererek veya sema gibi hareketlerle dikkat çekerek insanları kendine bağlamış ve yanlış yollara gitmelerine mani olarak imanlarını korumalarını sağlamıştı.

Bediüzzaman’sa, fıtratının yanı sıra, insanların hissiyatlarına hakim olan beşerî zaafları da göz önünde bulundurarak şahsını nazara vermekten veya dikkat çekecek hareketler yapmaktan hep içtinap etti.

Buna mukabil, inkârcılığı meslek ittihaz eden, aldatmakla iş gören ve mezalimde Moğol zalimlerini pek aratmayan zamane zalimlerinin dehşetli zulümlerine rağmen imanı tahkim ederek insanların imanlarını kurtarıp kuvvetlendirecek eserlerden müteşekkil Risâle-i Nur külliyatını yazdı.

Zamanın cemaat zamanı olduğunu fertlerin tek başlarına fazla tesir icra edemeyeceklerini bildiğinden, şahsından ziyade eserlerinin etrafında bir cemaat teşekkül ettirmek istiyordu.

Bu maksatla sık sık “Ben bir çekirdektim. Çürüdüm. Acz ve ihtiyaç ve samimî istemek ve fiilî duâ etmek neticesinde Cenâb-ı Erhamürrahimin Risâle-i Nur’u o çekirdekten halk ve ihsan etmiş” gibi ifadelerle hep Risâle-i Nurları nazara vererek hitap hududunu genişletti.

Aynı coğrafî bölgelerde yaşayan, ortak nesep, inanç, kültür, medeniyete mensup insanlara hitap etmeleri ve aralarında benzerlikler bulunan zamanlarda birbirinin devamı sayılan düşmanlarla mücadele etmeleri hasebiyle de Mevlânâ ve Bediüzzaman arasında da bazı benzerlikler vardı.

Aslında onlar Peygamber Efendimizin (asm) her asırda geleceğini müjdelediği mücedditler, müçtehitler silsilesine kendi zamanlarını bağladıklarından birbirinin devamı sayılırlardı.

Fakat Mevlânâ’nın da, Bediüzzaman’ın da yaşadıkları zamanın şartları ve karşı karşıya kaldıkları tehlikeler birbirine benzediğinden bu yakınlık bir ölçüde Risâle-i Nur’un hizmet tarzlarına da aksetti.

İslâmın hizmet kervanında yer almış bütün müçtehitleri, mücedditleri, mürşitleri bilen Bediüzzaman yeri geldikçe Risâlelerde onlardan ve eserlerinden de söz ederek talebelerinin zihninde hepsine hürmet edip müntesiplerine saygı gösterme zemini izhar etti.

Meselâ yanında kalmak isteyen Konyalı bir talebesine, memleketine gidip orada hizmet etmesini söylerken, Mevlânâ’nın irşad vazifesini orada ifa etmiş olmasını teşvik vesilesi olarak kullanmak istedi.

Bu maksatla “Hazret-i Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risâle-i Nuru yazardı. Ben de Hz. Mevlânâ zamanında gelseydim Mesnevî’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı. Şimdi ise Risâle-i Nur tarzındadır” diyerek bu yakınlığı tasrih etti.

Bu ve benzeri ifadelerle her zamanın kendine has bir hizmet tarzının olduğuna dikkat çekerken, aralarında herhangi bir tenakuzun olmadığını söyleyerek hem talebesini orada kalmaya teşvik etti, hem de iki hizmet tarzı arasındaki yakınlığı nazara verdi.

Onun bu sözleri sadece bir talebesine hitaben söylediği münferit tavsiyeler veya münhasıran o hizmet mahallindeki talebelerinin takınmalarını istediği mahdut bir tavır değildi. Kendisi de herhangi bir yere gittiği zaman orada medfun büyük insanların kabirlerini ziyaret ederek onlara örnek oldu.

Nitekim 1959 yılında Konya’ya gidişinin sebebini “Müridleri olan Mevlevîler her yerde Risâle-i Nur’la alâkadar oldukları cihetiyle çok alâkadar olduğum ve İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali gibi mühim bir üstadım olan Mevlânâ Celâleddin’i ziyaret için gitmiştim” şeklinde izah ederek Müslümanların birbirleriyle ve hizmetleriyle alâkadar olmaları gerektiğini hatırlattı.

Hatta bununla da kalmadı, kendisi Kur’ân-ı Kerim’i ve hadis-i şerifleri yegâne kaynak ittihaz etmekle birlikte, yeri geldikçe aynı kaynaktan nebean eden başka eserlerden parçalar alarak bu tavrını eserlerine de maletti.

Mevlânâ da onlardan biriydi. Onun, “Semanın ne olduğunu bilir misin? O, varlıktan geçip fena-i mutlakta beka zevki tatmaktır” diye tarif ettiği semada, cezbe hâliyle de olsa kâinatta müesses olan İlâhî nizamı örnek almış ve gezegenler arasındaki âhenkli işleyişi semanın esası yaparak arzla arş arasında duâ hatları kurmaya çalışmıştı.

Bediüzzaman Said Nursî de eserlerinde kâinata geniş yer verdi. Gezegenlerin, galaksilerin ve diğer gök cisimlerinin muntazam bir sistem hâlinde işleyişini anlatırken onların hareketlerini ‘Meczup bir Mevlevîye’ benzeterek bir bakıma Mevlânâ’yı teyit etti.

Kâinatı, Kurân-ı Kerim’in tefsir ettiği büyük bir kitaba benzeten ve Allah’ın varlığına, birliğine, vahdaniyetine delil olarak gösteren Bediüzzaman, sık sık insanla kâinat arasında mukayeseler yaptı.

Bilhassa “İnsan küçük bir âlem olduğu gibi âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan, o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır” gibi ifadelerle kâinat kitabını insanın önüne açtı ve kâinatın maddî büyüklüğüne mukabil insanın mânevî büyüklüğüne dikkat çekerek insanın kendini daha iyi tanımasının şartlarını hazırladı.

Eserlerinde insanı yalnız mânevî büyüklüğü, iman keyfiyeti, ibadet mükellefiyeti gibi vazifeleri ile değil; meziyetleri, zaafları ile de ele alan Bediüzzaman, dünyevî sıkıntılar, felâketler ve dertler karşısında insanı teselli etmeyi de vazife addetti.

Mevlânâ maddî zorluklar, zaruretler, beşerî zulümler ve tabiî felâketler yüzünden dünyanın zindan hâline geldiği bir zamanda; tavırları, hareketleri, sözleri ve telkinleriyle insanları teselli ettiği için benzer bahisleri işlerken onun bazı beyitlerini kullandı.

“Bırak biçare feryadı, belâdan kıl tevekkül.

Zîra feryad, belâ ender, hata enden belâdır bil.

Tevekkül ile belâ yüzüne gül, ta o da gülsün.

O güldükçe küçülür, eder tebeddül.”

Bu gibi ifadelerle, devamlı gurbette yaşamaktan ileri gelen ve nefsini feveran ettiren hazinâne hislerin harekete geçtiği zamanlarda imdadına yetişen ‘Nur-u iman, feyz-i Kur’ân, lütf-u Rahman’ sayesinde nefsini teskin ederken Mevlânâ’nın beyitlerine de yer verdi.

Çünkü Mevlânâ, muhtemelen kendisinin yaşadığı böyle bir nefsanî feveran sırasında “O, ‘Ben senin Rabbin değil miyim?’ dedi; sen ‘Evet Rabbimsin’ dedin” diyerek nefsine kâl u bêlâda verdiği sözü hatırlatmıştı.

İnsanla Rabbi arasındaki bu mükâlemede insanın Allah’a hakikî mânâda kul olabilmesi için yapması gereken vazifelerinin neler olduğunu düşünen Mevlânâ, Ârdından da ‘Evet’ demenin neticesini nazara vermişti.

“‘Evet’ demenin şükrü nedir? Belâ çekmektir. Belânın sırrının ne olduğunu bilir misin? O, Allah’a karşı fakrını hissetmenin ve Allah’a dayanmadıkça hiçliğini bilmenin yollarıdır.” diyerek belâ çekmenin manevî terakki ve tekâmül vesilesi olduğunu, insanın o sayede acizliğini, zayıflığını hissederek Allah’a daha çok yaklaşacağını ifade etmişti.

Bu ve benzeri nakillerle hakikatlerin zaman içinde ve söyleyen kişiye göre değişmeyeceğini nazara veren Bediüzzaman, bazı hususlarda farklı bakış açılarının ve değişik telâkkilerin olabileceğine de dikkat çekti.

Meselâ, “Başta Mevlânâ Celâleddin-i Rumî olarak bütün aşıkların işittikleri elemkârane teşekkiyat-ı firakı; belki Zât-ı Hayy-ı Kayyuma karşı takdim edilen teşekkürât-ı Rahmanî ve tahmidat-ı Rabbanî olarak işitiyor” diyerek de ifade ettiği gibi hayvanların ve bitkilerin çıkardıkları bazı sesleri ve yaşadıkları hâlleri Mevlânâ’nın ve diğer aşıkların aksine, ayrılık eleminin şikâyetleri değil, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma arz edilen teşekkürât ve tahmidât olarak görülmesi gerektiğini hatırlattı.

O meseleyi işlediği bahsi de Allah’ın mezkûr isimlerine hitap ederek yaptığı tahmidât nev’înden bir duâ ile bitirdi:

“Ey Hayy ve Kayyûm olan!.. Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. Âmin...”

29.04.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Günümüzün zihin haritası Risâle-i Nur



Kendi kendime, gecenin ilerleyen saatinde Risâle-i Nur ve Said Nursî konusunda yapılan çalışmaların ve oluşturduğu etkinin hacmini düşünmeye çalıştım. Risâle-i Nur hareketinin tarihî seyrine daldım. 1892 yılında kısa süren medrese eğitimini, parça parça da olsa başarıyla tamamlayan Said Nursî’ye, dönemin hocaları tarafından verilen “Bediüzzaman” payesini hatırlıyorum. Bundan 115 yıl önce başlayan bir irşat ve Kur’ân hizmeti...

Sonraki yıllarda Bitlis ve Van valilerinin konağında misafir kalırken, kütüphanelerinden istifadeyle kendini gelecek yüzyıla hazırladığı fikir yoğunluklu mütalâa ve dersler başlıyor. Bu anlamda pozitif bilimlere ait eserleri inceliyor. İlk medresesi olan Horhor Medresesini de 1897 yılında açıyor. Yine 110 yıllık bir geçmişi var eğitim hizmetinin. O gün bu gündür, onun derslerinin okunduğu milyonlarca ev, bu modelden ilham alan gönüllüler kervanıyla gelişiyor.

1899 yılında, daha 21 yaşında iken, “Kızıl İ’câz” isimli Arapça eserini telif ediyor. Tam 108 yıl önce. Osmanlı’nın hızlanan gerilemesine denk düşen bir dönem. Girit adalarını kaybettiğimiz ve çekildiğimiz yıl.

İstanbul’a geldiği 1907 yılı üzerinden tam 100 yıl geçmiş. Şekerci Hanında dönemin âlimleri ile yaptığı müzakereler ve her suale cevap vermesi... Soru sormaması... Farklılığı anlaşılamayınca, dönemin hükümetince maruz bırakıldığı ve reva görülen tımarhane günleri... Ancak akla husûmet edenlerin bu zayıf istibdadından kurtulmayı Allah’ın inayetiyle başarması...

Osmanlı’nın o çalkantılı yıllarında, kâh avcı hattında Ruslarla çarpışırken, kâh medresesini savaş öncesi Van’da kışlaya çevirerek millî mücadeleye hazırlanırken görmekteyiz.

Birkaç ay önceki Google arama motorunda “Said Nursî” ismine mukabil, 130 bin sonuç çıkıyordu. “Bediüzzaman” için 126 bin, “Nurculuk” için 16 bin 100, “Risâle-i Nur” başlığı için ise 116 bin dosya sayısı karşılık buluyordu.

Bediüzzaman, Japonlara “kesb-i medeniyette iktida etmek” görüşünü, Osmanlı’nın son döneminde aydınlarla paylaşır. “İfsat komiteleri”ne karşı, dünya barışını tesis edecek ve bozgunluğu kıracak adımların atılmasını teklif eder.

Bu meyanda, Müslümanlarla Hıristiyanların, iki semavî dinin aynı Allah’a inanma fikrinden hareketle müşterek tavırlar geliştirmesini ve diyalogda bulunulmasını ister. “Sulh-u umûmî”nin, dünya barışının, evrensel ahengin ve huzurun buna bağlı olduğuna işaret eder.

Müslümanların fakir halden kurtulmalarının reçetesini verirken, fakr-u zaruretin “san’at”la giderilmesi, benzer şekilde cehalet “düşmanı”nı yenmenin yolunun da “manevî cihad” değerinde “marifet” ile çözülebileceğini, “ihtilâf”ın ise ittifakla aşılabileceğini belirtir.

İstikbalin hürriyet ve insaf kavramları üzerine bina edilecek insanî tasavvuruna dikkat çeker. “Meyl-i taharrî-yi hakikat” tesbitinde bulunur. Yani, gerçeği araştırma meylinin insanları İslâm’a yakınlaştıracağını, yine kendi ifadesiyle “Doğru İslâm”ın gündeme ve geleceğe hâkim olacağını müjdeler.

İnsanlık âlemi ile İslâm dünyasının birbirine ihtiyaç duyduğu ortak alanları önemser. Ya insaniyet, ya medeniyet, ya da İslâmiyet adına her kesimin kendi değer yargısı ile kabulleneceği müsbet açılımların, teknolojinin ve yönetimlerin, menfîliğe karşı işbirliği yapabileceklerini özellikle vurgular.

İslâm ve gelecek kavramlarını, birbirinin mukadder zaferi olarak görür. Ümit dağıtır. İnsanların bunalımlarının ve mânen boşalmış bataryalarının, ancak “İslâmiyet suyu” ile dolabileceğini, “neşv-ü nemâ” bulacağını, şefkat ve tefekkür vadisinde ruhunu ve fıtratını dinlendirecek mesajlar verir.

İnsan, kâinat, maddî ve manevî ihtiyaçlar, müştereklikler, farklılıklar, din ve vicdan merkezli yaklaşımlar arasındaki duygu, düşünce ve davranışların iç ve dış transferleri arasındaki bağlara, endüstriyel psikolojiyle buluşan günümüz insanının karmaşık ve yoğun iletişimi içinden bakar ve rahatlatıcı bir şuurla çareler söyler ve besler.

Hayatı, hayatın amacını, “Neden, Niçin” soruları ile fikrî derinliğe götürür. Amacın kudsiyetine ve yaratılışın hikmetine dair, günümüzün rasyonel algısını da dikkate alarak akıl ve kalp birliğini sağlayacak bir mantık ve his ortaklığında ortaya koyar.

Bediüzzaman, “yeni insan” olarak yeni tanımlarla zenginleştirilmesi için insan biliminin yol aldığı mesafeyi, kalbin dürbünü ile aklın fenerine yol açan ufuklar çizer, manevî cihazlarına atıf yapar, günümüze hitap eden “has ve hususî” tarzın bütün incelikleriyle yorumlar katar. Bulutlu siyasî ve sosyal bütün olayları aşmanın iç ferahlığını ve zihnî berraklığını verir.

29.04.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Cevap bekleyen suâller



Zaman zaman zihnimi meşgul eden, dünyamda beni ciddî sorgulamalara sevk eden bazı suâllerin doğru cevaplarını bulabilme noktasındaki tereddütlerimi sizinle paylaşmak istedim bu yazımda.

Kudsî bir dâvâya gönül veren her insanı alâkadar eder düşüncesiyle, zihnimi kurcalayan ve üstlendiğimiz ulvî hizmet adına beni vicdanî bir muhasebeye sevk eden zihnimdeki bu suâllerin, sizce de bilinmesini kendimce uygun buldum.

Hizmetlerimizi alâkadar eden ve şimdi nazarlarınıza sunacağım bazı suallerin, kendime göre doğru cevaplarını bilmiş olsam da, hepimizi alâkadar eden bu nevî iç değerlendirmelerin yapılması doğrultusunda bir duruşun sergilenmesinin, hizmetlerimiz açısından faydalı olacağımı düşünüyorum şahsen.

“Üstlendiğimiz kudsî hizmetlerin neresindeyiz, ne yapıyoruz, olması gerekli olan yerde miyiz? Bu kudsî hizmeti muhafaza noktasında gerekli hassasiyeti taşıyabiliyor muyuz? Doğru ve uygun bir duruş sergileyebiliyor muyuz?” suâllerini düşündüm ve bu noktada doyurucu ve tatmin edici cevapları bulmakta zorlandım doğrusu.

Sözgelimi, Bediüzzaman’ın yıllar önceden “Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor...” şeklindeki feveranıyla haber verdiği o dehşetli yangın, bugüne kadar söndürülebildi mi? Yine “...imanım tutuşmuş yanıyor... O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum” diyerek, bizi de o yangını söndürmeye çağıran Bediüzzaman’ın o feryadına kulak verdik mi? Verdiysek, dinimizi, inancımızı, ahiretimizi tehdit eden bu manevî yangını söndürebilmek için nur hadimleri ne gibi bir çabanın içinde oldular acaba?

Bu ve benzeri manevî yangınları söndürme işinde, kimler itfaiye eri vazifesini üstlenecek? Bugüne kadar bu önemli ve öncelikle vazifeyi üstlenenler oldu mu? Bu korkunç yangın bütün şiddetiyle devam ettiğine göre, onu söndürmekle vazifeli olanların rehavet ve lâkaytlıkları ne ile izah edilebilir?

Yine bu meyanda Risâle-i Nur’da konu edilen, yolcularının tümü ehl-i dinden olan ve içinde nur hadimlerinin de bulunduğu gemide, nur talebelerinin konumu ve vazifeleri nedir? Okyanusun azgın dalgalarıyla boğuşarak sahil-i selâmete yanaşmaya çalışan bu gemide, nur hadimleri yolcu mudur, yoksa hizmetçi midir? Bediüzzaman, Nur talebelerinin, böylesi bir gemide yolcu değil hademe olduklarını, yani mürettebât, kaptan veya tayfa olduklarını söylüyor.

Yolcu değil; gemide hizmetçi vazifeliler olduğumuzun farkında mıyız, şuurunda mıyız? Kendimizi yolcu değil, mürettebat olarak kabul ediyorsak, meşrû olan bazı haklarımızdan, bazı istek ve arzularımızdan feragat etmek durumunda değil miyiz? Bu durumda rehavete girmeye, istirahate çekilmeye, tatil yapmaya hakkımız var mı?

Gemi, mürettebâtının ihmali veya tedbirsizliği sonucu, rotasından çıkar, başka yönlere sapar veya su alıp batma tehlikesi ile baş başa kalırsa, bunun vebali kime aittir veya kimler suçludur?

Ve yine bu meyanda, Hz. Ali (ra), Gavs-ı Azam (k.s.), İmam-ı Rabbanî (k.s.) ve İmam-ı Gazali (k.s.) gibi zatların haber verdikleri, alkışlayarak taltif ve teşvik ettikleri bir ulvî dâvânın mensubu olduğumuzun şuurunda mıyız? Bu kudsî İslâm kahramanlarının manevî yardımlarının, ancak üstlendiğimiz ve yapmakla mükellef bulunduğumuz hizmetlerimiz nisbetinde olabileceğini biliyor muyuz? Bu noktadaki mükellefiyetlerimizi ve sorumluluklarımızı yerine getirmediğimizde onların mânevî yardımlarından mahrum olacağımızı ve ayrıca hiç de istenmeyen bazı şefkat tokatlarına giriftar olacağımızı biliyor muyuz?

Ayrıca Bediüzzaman ve etrafındaki bir avuç insanın, dâvâları uğruna, onca imkânsızlıklara, onca mahrumiyetlere rağmen, yapılan onca zulüm, baskı ve tazyiklere aldırmadan, adeta hayatlarını dâvâlarına fedâ ederek destanlaştırdıkları bir hizmet sayesinde bu kudsî emaneti bu günlere getirerek bizlere emanet ettiklerini biliyor muyuz?

Şimdi bizler, bize tevdî edilen bu ulvî emaneti lâyıkınca muhafaza edip, bizden sonraki nesillere sâlimen teslim etmeyi dert ediniyor muyuz? Bu değerli, bu paha biçilmez emaneti yere düşürmeden, lâyık olduğu seviyeye taşımak için gerekli gayret ve ciddiyeti gösterebiliyor muyuz? Onların dâvâları uğruna hayatlarını feda etmekten çekinmediklerini biliyoruz. Aynı dâvâ yolunda bizler bugün nelerimizden vazgeçebiliyoruz? Hangi sıkıntıları, hangi meşakkatleri, hangi tehlikeleri göze alabiliyoruz?

Bu ve benzeri suâllerin cevaplarını beraberce düşünmeye ne dersiniz?

29.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Yeni bir süreç mi?



Türkiye yeni bir dönemece daha giriyor. Ankara’da her şey allak bullak. Ortalık tozduman. Meclisteki Cumhurbaşkanlığı oylamasının Anayasa Mahkemesine götürülmesi ile demokrasimiz büyük yara almıştı. Genelkurmayın açıklamasının Anayasa Mahkemesinin kararından önce yapılması düşündürücü ve üzüntü vericidir.

Genelkurmay’ın “muhtıra” olarak nitelendirilen açıklaması ile ilgili düşüncelerimizden önce, tarihe not düşülmesi açısından cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapıldığı ilk turla ilgili bazı notları aktarmak istiyorum.

Normal bir seçim yaşanması beklenirken, gelişen olaylardan sonra 11. Cumhurbaşkanlığı seçimi tam bir taktik savaşlarına dönüştü.

Cuma günü TBMM’de tarihî bir gün yaşandı. Türkiye nefesini tuttu saat 15.00’te başlayan cumhurbaşkanlığı seçiminde neler olacağını izlemeye başlamıştı. Peşpeşe gelen açıklamalar bu ortamı daha da germeye, tartışmaların daha da hararetlenmesine yol açtı. Birileri demokrasi adına Meclis’e girilmesi, başka birileri de yine demokrasi adına Meclise girilmemesi gerektiğini söylüyordu.

İşte bundan sonra Mecliste tam bir taktik savaşı yaşandı. AKP bir milletvekili haricinde tam kadro genel kurula katılırken, ANAP ve DYP’den ikişer milletvekili ile bazı bağımsız milletvekili genel kurula girdi ve sayı 361 oldu. Bundan sonra 7 CHP’li milletvekilinin genel kurul salonuna girdiğini tesbit ettiren Bülent Arınç, Genel Kurul salonuna giren CHP milletvekillerinin isimlerini tek tek okuyarak tutanaklara bu milletvekillerinin isimlerini yazdırdı. Arınç’ın bu manevrası ile CHP milletvekilleri de Genel Kurul’da bulunmasına rağmen oy kullanmamış oldu. Meclis tutanağına göre 368 vekil genel kurula katılmış oldu. Böyle bir ortamda yapılan oylamadan sonra tek aday olarak kalan Abdullah Gül, 357 oy alırken ilk turda cumhurbaşkanı seçilememiş oldu. Bu sonuçlardan sonra Anayasa Mahkemesinin kapısında bekleyen CHP mahkemeye başvurdu… Yani, “Biz millî iradenin sesi olan siyasiler olarak meseleyi çözemedik, mahkeme çözsün” denildi.

Şimdi ne olacak? Bu sorunun cevabı tam bir muamma. Çünkü Anayasa Mahkemesinin önüne daha önce böyle bir karar gelmemişti. 11 kişilik Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karar için gözler Mahkeme’ye çevrilmişti ki…

* * *

CHP’nin Anayasa Mahkemesine başvurusunun neticelerinin ne olacağı tartışmaları yapılırken, oylamanın yapıldığı günün gecesinde, saat 23.30’da Genelkurmay Başkanlığı internet sitesindeki açıklaması gündemi bir anda değiştirdi. Tartışmalar cumhurbaşkanlığı tartışmalarından ziyade Genelkurmay’ın açıklamasından sonra neler olabileceği konusunda yapılmaya başlandı.

Bazı kesimlerin “muhtıra” olarak nitelediği açıklamada Genelkurmay, yine “irtica,” ve “laiklik” vurgusu yaptı. Açıklamadaki şu cümleler dikkat çekiciydi: “Ankara’da 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamaları ile aynı günde Kur’ân okuma yarışması tertiplenmiş… 22 Nisan 2007 tarihinde Şanlıurfa’da; Mardin, Gaziantep ve Diyarbakır illerinden gelen bazı grupların da katılımı ile, o saatte yataklarında olması gereken ve yaşları ile uygun olmayan çağ dışı kıyafetler giydirilmiş küçük kız çocuklarından oluşan bir koroya ilahiler okutulmuş… Ankara’nın Altındağ ilçesinde ‘Kutlu Doğum Şöleni’ için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri verildiği, Denizli’de İl Müftülüğü ile bir siyasi partinin ortaklaşa düzenlediği etkinlikte ilköğretim okulu öğrencilerinin başları kapalı olarak ilahiler söylediği, Denizli’nin Tavas ilçesine bağlı Nikfer beldesinde dört cami bulunmasına rağmen, Atatürk İlköğretim Okulunda kadınlara yönelik vaaz ve dinî söyleşi yapıldığı yolunda haberler de kaygıyla izlenmiştir… Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün, ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır...”

* * *

Bu açıklamanın ardından Ankara tam mânâsıyla karıştı. CHP yetkilileri açıklamaları destekler mahiyette açıklamalar yaptı. Erdoğan, Gül ile durum değerlendirmesinden sonra Büyükanıt’la telefonla görüştüğü ve “hükümetin de laiklik konusunda Anayasal hassasiyete sahip olduğunu, bildiride sözü edilen okul örneklerinin ise incelendiğini belirttiği” ifade edildi. Bundan sonra hareketlilik gece boyunca sürdü. Erken seçim tavsiyeleri gün boyu konuşuldu. Sabah olduğunda bütün gözler Erdoğan’a çevrilmişti. Erdoğan Kızılay Genel Kurulu’nda yaptığı açış konuşmasında, “Türkiye’nin huzurunu bugüne kadar bozmak isteyenler olmuştur… Türk halkı buna müsaade etmeyecektir. Siyasî afet beklentisine girenler hüsrana uğrayacak” diye üstü kapalı konuştu.

Avrupa Birliği Genelkurmay’ın açıklamasının, cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde yapılmış olmasını “masum bulmuyoruz” şeklinde yorumlarken, AB Komisyonu Genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, “Cumhurbaşkanlığı seçimi Genelkurmay için demokrasi testidir” açıklaması ise dikkat çekiciydi.

“Türkiye 28 Şubat’tan yaklaşık 10 yıl sonra yeni bir “27 Nisan süreci” olarak adlandırılabilecek bir süreçten mi geçecek?” Gün boyu bu sorunun cevabı arandı.

Bu açıklamanın zamanlaması çok önemli… Anayasa Mahkemesinin vereceği karar bu aşamadan sonra artık ne yönde çıkarsa çıksın “siyasî” olarak değerlendirilecektir.

Türkiye demokrasisi bir imtihanla daha karşı karşıya. Meclis iradesinin Anayasa Mahkemesine gitmesi ile yara alan demokrasinin daha fazla yara almaması gerekir. Ümit ediyoruz ki, demokratik bir çıkış yolu bulunur. Bu aşamadan sonra bütün partiler bir araya gelip bu meselenin kazasız-belâsız atlatılmasının çözümünü bulmalı. Çünkü, Türkiye’nin 10-15 yıl daha kaybetmeye tahammülü yoktur.

Herkesi demokrasi yanında tavır içinde olmaya dâvet ediyoruz.

29.04.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yeter, söz milletin olsun!



Genelkurmay’dan Cuma akşamı geç saatlerde yapılan ‘yazılı’ açıklama, yeni bir ‘muhtıra, darbe’ tartışması başlattı. Açıklamayı değişik şekillerde yorumlayanlar var. Ancak ortada bir vakıa var: Bu açıklama ‘demokratik teâmüller’e uyan bir açıklama değil.

28 Şubat 1997’deki ‘post-modern darbe’den sonra yapılan açıklamaların en ‘sert’ olanı bu. Adına ister muhtıra, ister açıklama denilsin; ‘hâl ve gidiş’e bir müdahale olduğu aşikâr.

Son yıllarda yapılan ‘Bundan sonra ihtilâl olur mu, olmaz mı?” tartışmalarında genel kanaat ‘olmaz’ yönündeydi. Nitekim ihtilâl de olmadı, ancak ihtilâlle yapılarak ulaşılmak istenen hedeflere başka yollarla ulaşılmak istendi.

Avrupa Birliği yolunda ilerleyen ve bunun için 9 ayrı ‘demokrasi paketi’ kabul edip dünyaya ilân eden bir ülkede, tam da “10. Demokrasi Paketi” gündeme gelmişken yapılan bu açıklama; Türkiye’deki demokrasiyi yeniden tartışmalı hale getirmiştir.

Yapılan açıklama ne şekilde yorumlanırsa yorumlansın, son tahlilde ‘milletin dediği olacak’tır ve olmalıdır. Tarih şahittir ki, ‘millete rağmen’ yapılan bir iş başarıya ulaşamamıştır ve ulaşamaz. Yapılan bunca ihtilâllerin başarıya ulaşamamış olması da buna delil değil midir? İhtilâller başarıya ulaşmış olsaydı, yeni ihtilâl ya da muhtıralara ihtiyaç kalır mıydı?

Açıklamada sıralanan konular, millet nezdinde problem olarak görülen şeyler değildir. Problem olsa bile, bunların hal çeresi de yine demokrasi çizgisi içerisinde aranmalı ve bulunmalıdır. Demokraside ‘çâre’lerin tükenmediğini bilmek lâzım. Açıklama, muhtıra veya ihtilâl yaparak Türkiye’yi ‘hiza’ya sokabileceklerini düşünenler, görünüşte ve ‘söz’de başarılı olabilir; ancak ‘öz’de ve kalıcı olarak başarılı olabilmeleri mümkün değildir. Çünkü ‘öz’de başarılı olabilmek, insanların tasvibini, desteğini ve kalben taraftar olmasını gerektirir. Hâl ve gidişe bakılır ve tarihteki örnekler de dikkate alınırsa, milletimizin büyük çoğunluğunun ihtilâlcilere kalben taraftar olduğunu gösteren bir göstergeye rastlanamaz. Kalben taraftar olunmayan bir hareketin kalıcı başarı sağlaması ise mümkün değildir.

Demokrasimiz yine yara aldı, yine hırpalandı. Demokrasimizin yerleşmesine imkân tanımayanlar, milletin vicdanında mahkûm olmaya adaydır. Niçin bütün dünya hürriyet ve demokrasi yolunda hızlı adımlarla ilerlesin de Türkiye tökezlesin? Tek parti devrinden bu yana iddia edildiği gibi; Türkiye’de yaşayanlar için ‘demokrasi elbisesi’ bir iki numara büyük mü geliyor? Hadiseye bu gözle bakanlar ve milletin ‘rey’ini değersiz görenler ‘Millet için çalışıyoruz’ iddiasında samimî olamazlar.

‘Tek parti’ devrini sona erdiren Demokrat Parti’nin ayırt edici vasfı; milletin ‘rey’ine değer vermekti. 1950 seçimlerinin simgesi haline gelen “Yeter, söz milletindir!” sloganı önümüzdeki seçimlerde parti ayırımı göstermeden bütün demokrat partilerin de ortak afişi olmalıdır.

Her işte bir ‘hayır’ olduğunu ve bizim ‘şer’ gibi gördüğümüz hadiselerin arkaplanında da bilmediğimiz ‘hayır’lar olabileceğini idrak ederek şu noktaya işaret ediyoruz: “Yeter, söz milletindir!” haykırışına; en az 1950’deki seçim dönemi kadar muhtacız.

29.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004