Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Sevgi yılında Mevlânâ’yı anarken



Mevlâna ve Bediüzzaman.

Onlara başkaları tarafından verilen birer sıfat bunlar.

Ama ikisi de isimleri kadar makbul ve muteber sıfatlar.

Biri Celâleddin-i Rumî’nin sıfatı, diğeri Said Nursî’nin.

İkisinin müşterek vasfı, yaşadıkları dehşetli zamanların müceddidi ve müçtehidi olmaları. Mevlânâ, tarihin en büyük insan katliâmının ve eser telefinin yapıldığı bir zamanın mürşidi, Bediüzzaman ‘Felâket ve helâket asrının.’

Aralarında 687 senelik uzun bir zaman olmasına rağmen, onlar mâneviyât âleminde, aynı zamanda yaşamış akranlar kadar birbirlerine yakın yüz yüze, yan yanalar.

Kader de bu mânevî yakınlığı iyice tebarüz ettirmek istemiş olmalı ki, Bediüzzaman’ın müceddidi olduğu bir zamanda, bütün dünya Mevlânâ’yı anıyor.

Hem de ‘Sevgi Yılı’ sıfatıyla.

***

İlk defa bir mâneviyât âleminde karşılaşmışlardı onlar.

Bediüzzaman’ın, “Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Birisi geldi, dedi:

‘Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.’

Gittim, gördüm ki münevver, emsalini dünyada görmediğim Selef-i Salihinden ve âsarın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicab edip kapıda durdum. Onlardan bir zat dedi ki:

‘Ey felâket ve helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et” sözleri ile ifade ettiği o heyetin arasında muhtemelen Mevlânâ da vardı.

Bediüzzaman, o mümtaz heyetle yaptığı mânevî sohbette Osmanlı’nın mağlûbiyeti, İslâm âleminin ve insanlığın meseleleri, maddî mânevî musibetler, Batı medeniyeti, İslâm medeniyeti ve ahâlinin beklentileri hakkındaki fikirlerini beyan etmişti.

Kendisini sükûnetle dinleyen meclisten ‘Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır’ müjdesini aldıktan sonra diğer mâneviyât büyükleri ile birlikte Mevlânâ’yı da kendisine üstad addetmişti.

Mevlânâ, ahir zamanda zuhur edeceği söylenen ve bazı müfessirlerin, Moğol ve Mançur kabileleri olabileceğini söyledikleri ye’cüc - me’cüc taifesinin kıt’aları istilâ ettiği zamanında gelmişti.

Moğol zalimleri gittikleri her yerde Müslümanlara zulmederek İslâm âleminde sevgi hissini zaafa uğrattıkları için Mevlânâ, Mesnevîsi, Divan-ı Kebir’i, sair şiirleri ve sema hareketi ile İslâmın sevgi esasını ikame ederek insanlığı irşada çalışmıştı.

Deccal ve Süfyan fitnesinin İslâmın erkânına hücum ederek imanı zaafa uğrattığı felâket ve helâket asrında gelen Bediüzzaman iman, Kur’ân hizmetinin esaslarını teşekkül ettirirken geçmişte yaşanan bütün hadiselerle birlikte Mevlânâ’nın şahsiyetini ve mücadelesini de nazara aldı.

Aslında Mevlânâ ile Bediüzzaman arasında hem yaşadıkları zaman ve hitap ettikleri insanların içtimaî hâlleri, hem de karakterleri, şahsiyetleri itibariyle bazı bariz farklar vardı.

“Ben,

Kendi varlığı içinde taşan,

Uçsuz bucaksız bir denizim.

Alabildiğine geniş,

Kıyısız, hür bir deniz.”

Bu mısralarda da görüldüğü gibi Mevlânâ, yaşadığı zamanın da tesiriyle genellikle şahsını nazara vererek veya sema gibi hareketlerle dikkat çekerek insanları kendine bağlamış ve yanlış yollara gitmelerine mani olarak imanlarını korumalarını sağlamıştı.

Bediüzzaman’sa, fıtratının yanı sıra, insanların hissiyatlarına hakim olan beşerî zaafları da göz önünde bulundurarak şahsını nazara vermekten veya dikkat çekecek hareketler yapmaktan hep içtinap etti.

Buna mukabil, inkârcılığı meslek ittihaz eden, aldatmakla iş gören ve mezalimde Moğol zalimlerini pek aratmayan zamane zalimlerinin dehşetli zulümlerine rağmen imanı tahkim ederek insanların imanlarını kurtarıp kuvvetlendirecek eserlerden müteşekkil Risâle-i Nur külliyatını yazdı.

Zamanın cemaat zamanı olduğunu fertlerin tek başlarına fazla tesir icra edemeyeceklerini bildiğinden, şahsından ziyade eserlerinin etrafında bir cemaat teşekkül ettirmek istiyordu.

Bu maksatla sık sık “Ben bir çekirdektim. Çürüdüm. Acz ve ihtiyaç ve samimî istemek ve fiilî duâ etmek neticesinde Cenâb-ı Erhamürrahimin Risâle-i Nur’u o çekirdekten halk ve ihsan etmiş” gibi ifadelerle hep Risâle-i Nurları nazara vererek hitap hududunu genişletti.

Aynı coğrafî bölgelerde yaşayan, ortak nesep, inanç, kültür, medeniyete mensup insanlara hitap etmeleri ve aralarında benzerlikler bulunan zamanlarda birbirinin devamı sayılan düşmanlarla mücadele etmeleri hasebiyle de Mevlânâ ve Bediüzzaman arasında da bazı benzerlikler vardı.

Aslında onlar Peygamber Efendimizin (asm) her asırda geleceğini müjdelediği mücedditler, müçtehitler silsilesine kendi zamanlarını bağladıklarından birbirinin devamı sayılırlardı.

Fakat Mevlânâ’nın da, Bediüzzaman’ın da yaşadıkları zamanın şartları ve karşı karşıya kaldıkları tehlikeler birbirine benzediğinden bu yakınlık bir ölçüde Risâle-i Nur’un hizmet tarzlarına da aksetti.

İslâmın hizmet kervanında yer almış bütün müçtehitleri, mücedditleri, mürşitleri bilen Bediüzzaman yeri geldikçe Risâlelerde onlardan ve eserlerinden de söz ederek talebelerinin zihninde hepsine hürmet edip müntesiplerine saygı gösterme zemini izhar etti.

Meselâ yanında kalmak isteyen Konyalı bir talebesine, memleketine gidip orada hizmet etmesini söylerken, Mevlânâ’nın irşad vazifesini orada ifa etmiş olmasını teşvik vesilesi olarak kullanmak istedi.

Bu maksatla “Hazret-i Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risâle-i Nuru yazardı. Ben de Hz. Mevlânâ zamanında gelseydim Mesnevî’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı. Şimdi ise Risâle-i Nur tarzındadır” diyerek bu yakınlığı tasrih etti.

Bu ve benzeri ifadelerle her zamanın kendine has bir hizmet tarzının olduğuna dikkat çekerken, aralarında herhangi bir tenakuzun olmadığını söyleyerek hem talebesini orada kalmaya teşvik etti, hem de iki hizmet tarzı arasındaki yakınlığı nazara verdi.

Onun bu sözleri sadece bir talebesine hitaben söylediği münferit tavsiyeler veya münhasıran o hizmet mahallindeki talebelerinin takınmalarını istediği mahdut bir tavır değildi. Kendisi de herhangi bir yere gittiği zaman orada medfun büyük insanların kabirlerini ziyaret ederek onlara örnek oldu.

Nitekim 1959 yılında Konya’ya gidişinin sebebini “Müridleri olan Mevlevîler her yerde Risâle-i Nur’la alâkadar oldukları cihetiyle çok alâkadar olduğum ve İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali gibi mühim bir üstadım olan Mevlânâ Celâleddin’i ziyaret için gitmiştim” şeklinde izah ederek Müslümanların birbirleriyle ve hizmetleriyle alâkadar olmaları gerektiğini hatırlattı.

Hatta bununla da kalmadı, kendisi Kur’ân-ı Kerim’i ve hadis-i şerifleri yegâne kaynak ittihaz etmekle birlikte, yeri geldikçe aynı kaynaktan nebean eden başka eserlerden parçalar alarak bu tavrını eserlerine de maletti.

Mevlânâ da onlardan biriydi. Onun, “Semanın ne olduğunu bilir misin? O, varlıktan geçip fena-i mutlakta beka zevki tatmaktır” diye tarif ettiği semada, cezbe hâliyle de olsa kâinatta müesses olan İlâhî nizamı örnek almış ve gezegenler arasındaki âhenkli işleyişi semanın esası yaparak arzla arş arasında duâ hatları kurmaya çalışmıştı.

Bediüzzaman Said Nursî de eserlerinde kâinata geniş yer verdi. Gezegenlerin, galaksilerin ve diğer gök cisimlerinin muntazam bir sistem hâlinde işleyişini anlatırken onların hareketlerini ‘Meczup bir Mevlevîye’ benzeterek bir bakıma Mevlânâ’yı teyit etti.

Kâinatı, Kurân-ı Kerim’in tefsir ettiği büyük bir kitaba benzeten ve Allah’ın varlığına, birliğine, vahdaniyetine delil olarak gösteren Bediüzzaman, sık sık insanla kâinat arasında mukayeseler yaptı.

Bilhassa “İnsan küçük bir âlem olduğu gibi âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan, o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır” gibi ifadelerle kâinat kitabını insanın önüne açtı ve kâinatın maddî büyüklüğüne mukabil insanın mânevî büyüklüğüne dikkat çekerek insanın kendini daha iyi tanımasının şartlarını hazırladı.

Eserlerinde insanı yalnız mânevî büyüklüğü, iman keyfiyeti, ibadet mükellefiyeti gibi vazifeleri ile değil; meziyetleri, zaafları ile de ele alan Bediüzzaman, dünyevî sıkıntılar, felâketler ve dertler karşısında insanı teselli etmeyi de vazife addetti.

Mevlânâ maddî zorluklar, zaruretler, beşerî zulümler ve tabiî felâketler yüzünden dünyanın zindan hâline geldiği bir zamanda; tavırları, hareketleri, sözleri ve telkinleriyle insanları teselli ettiği için benzer bahisleri işlerken onun bazı beyitlerini kullandı.

“Bırak biçare feryadı, belâdan kıl tevekkül.

Zîra feryad, belâ ender, hata enden belâdır bil.

Tevekkül ile belâ yüzüne gül, ta o da gülsün.

O güldükçe küçülür, eder tebeddül.”

Bu gibi ifadelerle, devamlı gurbette yaşamaktan ileri gelen ve nefsini feveran ettiren hazinâne hislerin harekete geçtiği zamanlarda imdadına yetişen ‘Nur-u iman, feyz-i Kur’ân, lütf-u Rahman’ sayesinde nefsini teskin ederken Mevlânâ’nın beyitlerine de yer verdi.

Çünkü Mevlânâ, muhtemelen kendisinin yaşadığı böyle bir nefsanî feveran sırasında “O, ‘Ben senin Rabbin değil miyim?’ dedi; sen ‘Evet Rabbimsin’ dedin” diyerek nefsine kâl u bêlâda verdiği sözü hatırlatmıştı.

İnsanla Rabbi arasındaki bu mükâlemede insanın Allah’a hakikî mânâda kul olabilmesi için yapması gereken vazifelerinin neler olduğunu düşünen Mevlânâ, Ârdından da ‘Evet’ demenin neticesini nazara vermişti.

“‘Evet’ demenin şükrü nedir? Belâ çekmektir. Belânın sırrının ne olduğunu bilir misin? O, Allah’a karşı fakrını hissetmenin ve Allah’a dayanmadıkça hiçliğini bilmenin yollarıdır.” diyerek belâ çekmenin manevî terakki ve tekâmül vesilesi olduğunu, insanın o sayede acizliğini, zayıflığını hissederek Allah’a daha çok yaklaşacağını ifade etmişti.

Bu ve benzeri nakillerle hakikatlerin zaman içinde ve söyleyen kişiye göre değişmeyeceğini nazara veren Bediüzzaman, bazı hususlarda farklı bakış açılarının ve değişik telâkkilerin olabileceğine de dikkat çekti.

Meselâ, “Başta Mevlânâ Celâleddin-i Rumî olarak bütün aşıkların işittikleri elemkârane teşekkiyat-ı firakı; belki Zât-ı Hayy-ı Kayyuma karşı takdim edilen teşekkürât-ı Rahmanî ve tahmidat-ı Rabbanî olarak işitiyor” diyerek de ifade ettiği gibi hayvanların ve bitkilerin çıkardıkları bazı sesleri ve yaşadıkları hâlleri Mevlânâ’nın ve diğer aşıkların aksine, ayrılık eleminin şikâyetleri değil, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma arz edilen teşekkürât ve tahmidât olarak görülmesi gerektiğini hatırlattı.

O meseleyi işlediği bahsi de Allah’ın mezkûr isimlerine hitap ederek yaptığı tahmidât nev’înden bir duâ ile bitirdi:

“Ey Hayy ve Kayyûm olan!.. Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. Âmin...”

29.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (22.04.2007) - Velâdet-i Nebevî vesilesiyle

  (15.04.2007) - Habib’in (asm) diyarında

  (18.02.2007) - Bir kış seyahati

  (11.02.2007) - Hüsn-ü zan mümkün oldukça...

  (04.02.2007) - ‘Mühim bir Âlim’i anarken

  (28.01.2007) - ‘Olmak, ya da olmamak’

  (21.01.2007) - Bu zamanın gençleri

  (14.01.2007) - Bu zamanda çocuk olmak

  (07.01.2007) - Âcziyetin zaferi

  (31.12.2006) - Bayramiye kasideleri

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004