Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

En değerli hediye



Hz. Yusuf (as) denilince ilk akla gelen hususlardan biri güzelliğidir. Güzelliği dillere destandır onun. Güzellik kraliçelerinin bile onun yanında çirkin kaldığı düşünülürse onun güzelliğini gelin siz tasavvur edin. Bilindiği gibi kardeşleri tarafından kuyuya atılmış, Züleyha’nın iftirasına kurban gidip zindana atılmış, onca çileden sonra Kader ona saray kapılarını açmış, Mısır’a sultan yapmıştı.

Birgün değerli misafirleri gelmiş, onlara ikramlarda bulunmuştu Hz. Yusuf. Tatlı tatlı sohbet etmişler, sıra hediyeleri sunmaya gelmişti. Sevgili bir dostu çantasından bir ayna çıkardı ve “Kabul buyurun!” deyip ona takdim etti.

Niçin dostu başka birşey değil de hediye olarak ayna getirmeyi tercih etmişti? Sebebini sormadan duramadı Hz. Yusuf. Dostu şöyle açıkladı:

“Sizin gibi bir dostu ziyaret etmek benim için bir şereftir. Böyle saygıdeğer bir dosta ne tür bir hediye götürmeliydim? Çok düşündüm bunu. Ne hatırıma geldiyse hiçbirini lâyık göremedim size. Küçücük bir altın, altın hazinesine; bir damla su okyanusa hediye götürülmezdi. Canımı fedâ etsem Hindistan’a baharat götürmek gibi birşey olurdu bu. Düşündüm, düşündüm sonunda size bu aynayı getirmeyi uygun gördüm.

“Öyle bir ayna ki, ona bakıp büyüleyici güzelliğinizi temâşâ edebileceksiniz. Ne zaman baksanız güneş gibi parlayan cemalinizi seyredebilecek, size bu güzelliği bahşeden Rabbinize şükredecek, bu vesileyle beni de hatırlamış olacaktınız. İşte aynayı tercih etmemin sebebi budur.”

Bu cevap, Hz. Yusuf’u mutlu etmişti. Arkadaşına teşekkür etti.

Çevremizde seyredegeldiğimiz, özellikle baharda seyrine doyamadığımız rengârenk, çeşit çeşit çiçekler, desen desen dokunmuş envâ-i çeşit varlıkların da birer ayna olduğunu düşünelim. Herbiri Cenâb-ı Hakkın güzel isimlerini, onların görüntülerini yansıtan bir ayna… Bütün güzellikler O Sonsuz Güzel’den geliyor, isimlerinin bir görüntüsü, yansıması.

İnsan da bu güzel sıfatları söz ve davranışlarıyla gösterebildiği, yansıtabildiği ölçüde değer kazanıyor.

İnsan kalbi de bütün bu güzellikleri yansıtan kapsamlı bir ayna.

İşte insan bu kalp aynasını imanla aydınlatarak, günah kirlerinden arındırarak, ibadetlerle süsleyerek Rabbine hediye etmekle başbaşa.

Bu ayna haramlarla kirlenir, günahlara dalarak buğulandırılırsa şeffaflığını, berraklığını, yansıtıcılığını kaybeder; aynalıktan çıkar. Böyle bir aynayı Rabbine takdim etmeye insanın yüzü olabilir mi?

14.05.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Siyaset



Ortalığın siyaset yüzünden toz duman olduğu ve siyasî tercih konusunda kafa karışıklıklarının oldukça fazla olduğu günler yaşamaktayız. Mümkün olduğunca siyasetin menfaat kokan cihetine âlet olmadan ve kardeşlerimizle birlik ve beraberliğimizi muhafaza ederek bu süreçten çıkmak zorundayız. Siyasetin dünyamızda olduğundan fazla yer aldığına maalesef mani olamıyoruz. Böyle olunca da siyaseti gözümüzde büyütüyor ve insanları siyasî tercihlerinden dolayı yargılamayı kendimize vazife biliyoruz.

Ben diyorum ki, geliniz bu siyasî vasat, iman ve Kur’ân hizmetini deruhte eden insanları birbirine düşürmesin. Sonuçta bizim bir tercihimiz vardır ve elimizi vicdanımıza koyarak o tercihimizi kullanacağız. Elbette en doğru tercih için çabalayacağız ve ilerde “elimiz kırılsaydı da oyumu onlara vermeseydim” şeklindeki bir pişmanlığı yaşamamak için çok ince eleyip sık dokumak zorundayız. Kendi başımıza sağlıklı bir sonuca ulaşmamızın mümkün olmadığını düşünürsek, bir nev’î meşveret olarak kabul edeceğimiz camiamızın genel temâyülüne uymak bizim için en sağlıklı yol olacaktır diye düşünüyorum.

“Cemaat da ne oluyor, zaten yanlış kişileri tercih ediyor” diyen bir insanın doğru yapma ihtimali oldukça düşük olacaktır kanaatımca. Ama, “Kafamda bazı soru işaretleri var, ama ben cemaatımın genel temayülüne uyacağım” diyen bir insan en azından Sünnet-i Seniye olan meşveretin gereğini yapmış olacaktır. Ben acizane şimdiye kadar hep bu durumu düşünerek oyumu kullandım ve hiçbir zaman vicdanî bir rahatsızlık duymadım. Zaman tünelinden geri gitme imkânım olsaydı, hiç çekinmeden aynı tercihleri yapacaktım.

Bizim oy vermeyeceğimiz zihniyetler kesin ve nettir. Biz, dine ve dinî kurumlara karşı olup, İslâmî gelişmeleri irtica sayanlara oy vermeyeceğiz. Biz demokrasiyi kendi zihniyetleri için tehlikeli görüp, statükonun devamından yana olan devletçilere oy vermeyeceğiz. Biz, hangi tür olursa olsun ırkçılara oy vermeyeceğiz. Biz dini siyasete âlet edenlere oy vermeyeceğiz. Peki kimlere oy vermemiz gerekir? Şüphesiz bizler, bu memlekete sağlıklı bir demokrasi getirebilecek, inançlarımıza saygılı olup, inancımızı yaşamamızla ilgili sıkıntılara son verebilecek durumda olan kadrolara oy vereceğiz.

Bu konu üzerinde eğer bir kafa karışıklığı varsa ve bu konuda iki parti üzerinde tartışma yaşanıyorsa ve eğer birbirimizi iknâ edemezsek, bence bizleri birbirimize düşürecek bir tavır içine girmememiz gerekir. Kaldı ki, herkes perde arkasında vicdanıyla baş başa kalacaktır. Bunun için birbirimizi kırmamız ve siyasî tercihi olduğundan fazla önemli göstermemiz doğru olmayacaktır.

Siyasette, günlük gelişmelere bağlı kalmadan, geçmişi ve geleceği iyi düşünerek karar vermek lâzımdır. Yukarıda da ifade ettiğim gibi onların bazı davranışlarını benimsemezsek dahi, demokrasi konusunda en samimî olanları tercih etmemiz gerekir. Çünkü bu ülkede tam bir demokrasi, yani en azından Avrupa Birliği standartlarına uygun bir demokrasi olmadan bazı tabulardan kurtulmamız mümkün olmayacaktır.

İktidardakiler dindar olsa da ne yazık ki bir şey yapılamıyor ve hatta böyle iktidarlar zamanında oligarşik yaklaşımlarını demokrasiden daha önemli görenler inancımıza yönelik yasakları kemikleştiriyorlar. Demek ki, bu memlekette Müslümanların rahat yaşayabilmesi için sadece dindar insanların iktidarda olması yetmez. Önemli olan iktidardakilerin gerçek hürriyetçi ve demokrat olması ve bu ülkeyi demokrasinin güzellikleriyle tanıştırma gücüne sahip olmasıdır.

Diğer bir husus, bir kitle partisi olmak isteyen partiler, zaman zaman benimsememiz mümkün olmayan bazı tavırlar sergileyebilirler. Ne yapalım ki, onların tümüyle bizim düşündüğümüz gibi hareket etmeleri mümkün değildir. Ayrıca siyasîlere oy verenler yalnız biz değiliz. Onlar değişik kesimlere hitap ederek oy almak isterler.

Yazıyı fazla uzatmamak için asıl söylemek istediklerime geçmek istiyorum: Elbette ki aynı dâvâya iman etmiş insanların aynı tercihte bulunması duâ yerine geçecek ve güzel sonuçların ortaya çıkmasına sebep olabilecektir. Ama bunu zorla yapmamız mümkün değildir. O zaman siyaseti, gündemimizin birinci maddesinden çıkaralım. Bizim en önemli gündemimiz iman, İslâm, ihlâs, uhuvvet, muhabbet olmalıdır. Siyasî tercihlerden dolayı birliğimizi bozarak zındıka komitelerinin yüzünü güldürmeyelim. Bizim tercihimizden ve siyasî yorumumuzdan farklı düşünenler varsa bunu büyük bir mesele haline getirmemek gerekiyor. İnşallah önümüzdeki seçimler memleketimiz için hayırlara vesile olur. Yeter ki bizler birlik ve beraberliğimizi bozmadan iman ve Kur’ân hizmetimize devam edelim.

14.05.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Siyasî manevralar



Atmosferdeki hava ile birlikte, siyasî havalar da iyiden iyiye ısınmaya başladı.

Sıcaklığın son raddeye çıktığı Temmuz ayı sonlarında, Türkiye erken genel seçimlere gidiyor. Siyasî termometre yükseldikçe yükseliyor.

Gariptir ki, son yüz yıl içindeki en sıcak siyasî hadiseler, yine yılın en sıcak mevsiminde, hatta Temmuz ayı sonlarında yaşanmış. ("Temmuz tevâfukları"na bakınız.)

Farklılığa tahammül

Siyasî havaların sıcaklık derecesi ne olursa olsun, gelişmeleri yine de serinkanlılık içinde takip ile değerlendirmek gerekir.

Aksi halde birbirimizi kırıcı, incitici olmaktan kurtulamayız.

Halbuki, böyle bir duruma gerek yok. Hırçınlaşmakla, öfkelenmekle kimse müsbet, hayırlı bir neticeye varamaz. Varılacak yer zarardır, hasardır, azaptır...

Yakın tarihimiz, ne yazık ki etrafı harabeye çeviren, dost ve kardeşlerini yara bere içinde bırakan, camilerde dahi din kardeşinin huzurunu kaçıran aykırı tiplerin örnekleriyle doludur.

Sonradan, yaptıklarına belki kendileri de pişman olmuştur. Ancak, sert ve derin kırılmaların tamiri, tedâvisi hiç de kolay olmuyor.

Demokrasilerde siyasî görüşler, düşünceler pekâlâ farklı farklı olabilir. Herkesin bu farklılığı peşinen kabul etmesi ve muhalifine saygı duyması lâzım. Aksi halde, yapılacak işin, takınılacak tavrın demokrasiyle de bir alâkası olmaz.

Herkesi, farklı fikirlere karşı tahammüllü olmaya ve itidalli davranmaya dâvet ediyoruz.

Temel ölçü ve bakış açısı

Son iki–üç haftalık siyasî gelişmeler, daha doğrusu manevralarla ilgili olarak, diyebiliriz ki haddinden fazla tepki aldık.

Bu tepkilerin mahiyeti, taban tabana zıt yönde oldu.

Yaptığımız yorum ve değerlendirmeleri doğru bularak tebrik ve duâsını ekleyenlerin yanında, yanlış yaptığımızı savunan ve bizi adeta yerden yere vurarak hınç ve öfke dolu sözlerle bizi hırpalamaya çalışanlar da oldu.

Ne çare ki, dost ve kardeşler arasında hiç kimseyi kırmak, hatta "mukabele–i bilmisil"de bulunmak gibi bir lüksümüz yok.

Bu sebeple, inandığımızdan şaşmayarak, ölçü ve prensiplerimizden inhiraf etmeyerek, temel bakış açımızı değiştirmeyerek, ve fakat muhataplarımıza yine de makul ve mülayim bir lisânla birtakım cevaplar vermeye, izahlarda bulunmaya çalıştık.

Bizi dinleyenler oldu, dinlemeye tahammül edemeyerek telefonu yüzümüze kapatanlar da oldu... Ne yapalım, yine de sakin olmak ve itidalli davranmak durumundayız.

Fikrimizi soran, söz ve yazılarımıza dikkat kesilen muhterem okuyucularımızı mümkün olduğunca tatminkâr cevaplar vermeye çalışmakla birlikte, onları özellikle sükûnete dâvet ettik. Meselâ, şunları söyledik: Lütfen, geçici rüzgârların tesirine kapılmayın. Haricî cereyanlar sizi tefrikaya atmasın, itmesin. Özellikle Yeni Asya camiası olarak, bizler hemen her meselemizi istişareyle, meşveretle konuşup halletmeye çalışırız. Şimdiye kadar böyle olduğu gibi, bundan sonra da aynı minval üzere gitmek durumundayız. Hele hele memleket meselelerini, yahut fırtınalı içtimaî hadiseleri fevrî ve infiradî çerçevede değerlendirmekten şiddetle kaçınırız. Bütün bunları, Risâle–i Nur'un penceresinden bakarak ve net görünmeyen hususları da birbirimizle istişare ederek önümüzdeki manzarayı kâmilen görüp anlamaya çalışırız. Acaba, istişareden kaçan veya meşverete itimat etmeyen bir kimseyi, başka türlü tutmanın, yahut tatmin etmenin yolu, usûlü var mı ki?

Temsilcilerimiz, hayırlısıyla yakın zamanda tekrar bir araya gelecek ve son siyasî manevralar üzerinde de müzakerelerde bulunacak. Bu heyetin ortaya koyduğu müşterek şuur ve fikir manzumesi, bizler için karanlıkları izale eden en kuvvetli bir projektör vazifesi görüyor.

Temmuz tevâfukları

20 Temmuz 1908: Kolağası (binbaşı) Resneli Niyazi Bey, Manastır'da Hürriyeti ilân etti.

23 Temmuz 1908: Enver ve Niyazi Beylerin başını çektiği Jön Türkler, Manastır'da Meşrutiyeti ilân etti.

24 Temmuz 1908: Sultan II. Abdulhamid, II. Meşrûtiyeti resmen ilân etti.

26 Temmuz 1908: Bediüzzaman Said Nursî, önce İstanbul'dan, ardından Selanik Hürriyet Meydanında hürriyet ve meşrutiyete dair bir "nutuk" irad etti.

21 Temmuz 1946: TC demokrasi tarihinde ilk kez genel seçimler yapıldı. Meşrûtiyet zamanındaki Ahrar'ın, yani Hürriyetçilerin devamı mahiyetinde olan Demokratlar, yine ilk kez seçimlere katılarak 61 millevekili ile Meclis'e girdi.

22 Temmuz 2007: Bir engel çıkmadığı taktirde, bu tarihte yapılacakseçime Demokrat Parti çatısı altında girecek kadroların Meclise girmeleri bekleniyor. GÜNÜN TARİHİ 14 Mayıs 1950 14 Mayıs: Demokrasi şöleni Türkiye’de ilk kez olmak üzere “demokrasinin şânına yakışır tarzda” genel seçimler yapıldı. “Demokrasinin Bayramı” ve “Beyaz İhtilâl” olarak da isimlendirilen bu seçimlere üç parti ile bağımsızlar katıldı. Toplam 487 milletvekilliği için yapılan seçimlerin galibi, anamuhalefetteki Demokrat Parti (DP) oldu. Oyların yüzde 53’ünü alan DP, 408 milletvekili ile Meclis’e girdi. İkinci sıradaki CHP, oyların ancak yüzde 39’unu alabildi. 27 yıllık saltanatı yıkılan bu parti, 69 milletvekilliği ile Meclis’te ana muhalefet konumuna girdi. Geriye kalan 10 milletvekilliğini ise Millet Partisi ile bağımsız adaylar kazandı. Menderes’e olan teveccüh 7 Ocak 1946’da kurulan ve 21 Temmuz’da ilk defa yapılan çok partili genel seçimlere katılan Demokrat Partinin o zamanki genel başkanı, eski başbakanlardan M. Celal Bayar idi. Halk, Bayar liderliğindeki 1946 seçimlerine pek rağbet göstermedi. Gerçi, sandık üzerinde asker süngüsünün gölgesi vardı. Ancak, eski bir İttihatçı olan Bayar, halk tarafından fazla sevilen bir şahsiyet değildi. Bundan dolayı, DP ancak 61 milletvekilliği ile Meclis’e girebildi. Ne zaman ki 14 Mayıs 1950 seçimlerine doğru Adnan Menderes ön plana çıktı ve parti reisliği şansını yakalamaya başladı, halkın DP'ye olan teveccühü de bir anda hızlandı ve hayranlık uyandıran bir dereceye çıktı. 14 Mayıs'taki genel seçimlerden kısa bir süre önce çok önemli bir hadise yaşandı. Demokrat Partinin zaferine ve tek başına iktidara gelmesine yol açan bu önemli hadise, hiç şüphesiz Fevzi Paşanın ölmesiydi. Zira, Fevzi Çakmak Paşa, Halk Partisinin (CHP) karşısında ve fakat DP'ye de alternatif bir hareket şeklinde ortaya çıkan Millet Partisinin fahrî başkanıydı. Çakmak Paşa, elinde baston, başında fötr şapka ile meydan meydan dolaşıyor ve MP'ye oy istiyordu. Halk ise, bu tuhaf manzara karşısında şaşkın ve tereddüt içindeydi. İsmet Paşadan ve Halk Partisinden kurtulmak isteyen seçmen kitlesi, DP lideri Bayar ile MP lideri Çakmak arasında rahat bir tercih yapamıyordu. Kalpler, kafalar karmakarışık vaziyetteydi. İşte, bu karmaşık ve tereddütlü vaziyet, genel seçimlerden 34 gün evvel, yani 10 Nisan 1950 günü büyük ölçüde izale oldu. Zira, Fevzi Paşa o gün öldü. Paşanın ölmesiyle birlikte, DP rakipsiz kaldı. Aynı günlerde, Bayar'ın Cumhurbaşkanı, Menderes'in ise Başbakan ve dolayısıyla DP'nin genel başkanı olması gündeme geldi. Bu atmosferi teneffüs ederek tereddütler içinde bocalamaktan kurtulan halk, Menderes öncülüğündeki DP'ye öyle bir teveccüh gösterdi ki, bir anda bütün hesaplar altüst oldu, bütün siyasî dengeler değişmeye yüz tuttu. Demek ki, mevcut liderler arasında en çok sevilen kişi Menderes idi ki, onun DP'nin başına geçmesiyle birlikte, görülmedik bir halk desteği hasıl oldu. "Mükemmel reis" Gariptir ki, 1946'da CHP Genel Sekreteri Hilmi Uran'a bir mektup yazan Bediüzzaman Said Nursî, kendilerine rakip olarak ortaya çıkan DP'yi kast ederek "...Eğer bu parti mükemmel bir reis bulsaydı, birden sizi mağlûp ederdi" diyordu. (Bkz: Emirdağ Lâhikası, s. 191.) Bu mektup yazıldığında, DP'nin reisi eski İttihatçı, yeni Atatürkçü Celal Bayar'dı. Halk Partisinin "birden mağlûp" edildiği 1950 ve daha sonraki 1954, 1957 seçimlerindeki DP'nin reisi ise, bir "İslâm kahramanı" olan Adnan Menderes idi. Meselenin nihaî te'vilini, yorumunu sizlere bırakıyoruz.

14.05.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Zıtlıklarla anlam bulan hayat



Hayatı anlamaya çalışırken ve olayları doğru zeminine oturtma arayışı içinde zıtlıkların iç içeliğinin doğru zemine oturtulmaması durumunda olaylar da doğru anlamını bulamayacaktır. Bu sebeple olsa gerek fert, yaratılan ile kendi doğruları ve beklentileri arasındaki uyumsuzluktan dolayı zaman zaman kâinatı dolayısı ile yaratılanı ve Yaratan’ı sorgulamak zaaf ve yanlışlığına düşebilir. Bu anlamda varlığı doğru zeminine oturtmak ve doğru anlamlandırmak çok önemlidir.

Varlığın mülk ve melekût olmak üzere iki yönü var. Mülk yönünde zıtlıklar iç içe. İyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, adalet zulüm gibi kavramlar yan yana yer alıyorlar. Aynı varlık âleminin melekût tarafında ise sadece olumluluklar ve iyilikler var. Bir kitap şeklinde hazırlanmış maddi âlemde o kitabın okuyucusu olarak, sonsuz cemal ve kemali gayr konumunda anlayacak ve anlamlandıracak konumdaki insanın özellikleri de zıtlarla anlamaya uygun olduğu için varlık âleminde zıtlıklar iç içe. İyilikler ve kötülükler yan yana. Ancak bütün bu maddî âlemin işleyişinin ardından varlık çarklarının dönüşü ile elde edilen hasılat hep olumlu ve iyilik tarafında olmalı. Zıtlıklar varlık ve idrak arasındaki etkileşimin zemini. Bu etkileşimden hasıl olan mânâlar işleyişin melekûti boyutunu oluşturur ve orada zaman ve mekân kavramları da olmadığı için azına çoğuna bakılmaz.

Savaşları, zulümleri, haksızlıkları gibi olumsuz tarafları ve insanlığın kaydettiği maddî gelişim, yardımlaşma ve dayanışma gibi güzel halleri ile bütün dünya ve insanlık tarihi sadece Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) Hâlık-ı Kâinat’ı idrak zemini olsa yine anlamlı ve hikmetli olurdu. Mülk tamamıyla güzel ve her şeyiyle hayır olan melekût alanının idrak boyutu ile sınırlı varlıklara gösterilebilmek için zıtlıklar ve sınırlılıklar içinde ortaya konması hali olmalıdır. Bu hal, güneşin varlıklarda yansımasına benzer. Görüntüye zemin olan renklerin aslı, özü, nuru olan ışık güneşte tevhid olmuş ve bizim âlemimizde mülk ve melekût arasındaki bağlantıyı idrakin zemini olmuştur. Renkler güneşin ışığında asıl, öz, hepsinin gerçekliği şeklinde toplanmışken, varlıklar kendi kabiliyetlerine göre, onun bir rengini yansıtırlar. Yedi renk ve bunların koyu/açık tonları tek tek varlıkla da onların güneş ışığını göze yansıtma frekansına göre ortaya çıkar. Hiçbir şey yansıtmayanlar siyah, karanlık gözüktüğü gibi, kendinden bir şey katmadan şeffafiyetle yansıtanlar, güneşin küçük bir numunesini ve renklerin tamamının mezcolmuş şekilde gösterirler. Kendinden özellikler katmak teşahhusatın, letafetle silinerek kendinden olabildiğince az özellik katmak şeffafiyetin ifadesidir.

Gece karanlıkta bütünüyle kaybolan varlıklar âlemi, gündüz güneşin doğuşu ile adeta güneşin onda mezcolmuş şekilde bulunan renklerinin yansıdığı, farklı özelliklerin farklı renkleri farklı parlaklıkta yansıttığı bir ayineye dönüşür. Her varlık, -çiçekler, kelebekler vs.- sanki kendi renklerini, kendi özelliklerini yansıtıyor gibidir. Oysa güneşin yedi renginden altısını gölgeleyip birini ya da kabiliyetine göre birkaçını gölgeleyip bir kaçını yansıtmaktadır. Yansıyanların hiçbiri güneşin aslı, kendi olmaz; en şeffaf, en parlak ayinedeki bile güneşin bütün özelliklerini temsil edemez, güneş olamaz. İşte nuranî, lâtif, her şeyin teklikte mezcolduğu melekût âleminin mülkte yansımasında da benzer bir durum vardır. Güneşin ışığında gizli olan kelebek görüntüsünün gözde oluşabilmesi için kelebek sınırlılığı içinde yansıması gerektiği gibi, sonsuz, sınırsız esmanın şuur sahiplerinde bir ifade oluşturabilmesi için varlıkların sınırlılığı içinde ifade edilmesi gerekli olmaktadır. Sonsuz esmanın sınırlı varlıklarla ifade edilebilmesi sürekli, içiçe ve çok kısa zaman dilimlerinde tekrarlarla ancak mümkün olabilmektedir.

Bu noktada şiddet-i zuhurundan gizlenmiş güzelliklerin sınırlı, arızî ve itibarî varlıklarca gölgelenmesi ile görünür hale gelmesi gibi muhteşem bir çelişki içinde yaşanan harika bir hal vardır. Mezcolmuş yedi rengin sadece birini yansıtıp, diğerlerini arıziliği ile gölgeleyen ve gözün sınırlılığında görmeye mahkûm olanların görebileceği hale getiren varlıklar gibi eşya, esmanın bir kısmına gölge olmakla bir kısmına görünür, belirgin hale getirir. Bu kullara göre bir belirginleşme mutlak anlamda olmayan farazi, itibarî bir taayyün olarak gözlenir. Renklerin varlıklara dağılımı misali esma, bütünde hepsi gözükecek şekilde eşyaya dağılır. Bu dağılımla arızî, itibarî, sınırlı nazarlara görünür hale gelir.

“Taayyünat-ı itibariye” böyle bir durum olsa gerektir. Bu gölgelemekle açığa çıkarmak, gölge şuurlarda belirginleştirmek, yani taayyünat neticesinde; varlıkların “kendi”lik ya da “ben”lik kavramlarını ifadeleri ortaya çıkar. Asıl gölge de bu kavramlar olmalıdır. Gölgelemekle ya da yalnızca belirli isimleri ön plana çıkaracak bir hal sergilemekle, bütün varlıklar bir tür kişilik kazanır. Yansıttıkları miktarda esma, büyük bir kısmının gölgelendiği göz ardı edilip, onlardan yansıyan kısım şeklinde algılandığında, özellikler “kendi”lerine aitmiş gibi gözükür. Her bir varlığın ve varlıkların tümünün bu tarz bir kişilik kazanması, şahsilik hali sergilemesi de “teşahhusat” şeklinde algılanabilir. Bu hal ise varlık mertebelerine göre mülk boyutunun kendi içindeki kriterine göre derece derecedir. Her bir mertebede farklı süre kalmak üzere, bu “teşahhusat” hali geçicidir. Zerrede anlık, güneşte asırlık bir teşahhusat gözlenir. Hikmet gereği melekûtun ve esmanın zuhurundaki, ortaya çıkışındaki şiddeti göremeyen idrak sahiplerine, Zat-ı Zülcelal’i anlatmak için, --güneşe baktığında gözü kamaşanlara renklerle onun anlatılması gibi-- varlıklardaki bu taayyünat ve teşahhusat şarttır. Aciz, nakıs, arız, farazî ve itibarî varlık boyutundaki kullar, mezcolmuş renkleri ışık şeklinde nuraniyete mazhar halinde göremedikleri gibi, esmayı melekûtta idrak edemezler. O yüzden mülkteki bu ayrıştırılmış ve dağıtılmış yansımalar şeklindeki ifadelerle irdak edip, sonra mülkün katılığından sıyrılmaları gerekmektedir.

Günlük yaşantıyı değerlendirirken, acımasız katliâmların, menfaat çatışmalarının, işkencelerin kısacası insandaki sınır tanımaz gadabî ve şehevî kuvvelerin uçlarda tezahürlerinin ortasında en uç zıtlıkları yaşarken zaman zaman varlığın kesretinden ve boğuculuğundan çıkıp bu mânâlar düşünülmezse büyük bir karamsarlık ve ruh çöküntüsü yaşanabilir. İnsanlık adına en uç şeylerin yaşandığı, iyilik ve kötülük namına en çarpıcı görüntülerin sahnesi olan şu âlem her şekli ile esma hasıl etmektedir. Nazarlar fıtri halleri olan işleyişin gerisindeki esmaya yönelmezse varlığın ismi boyutu ile gölgelenir ve o nazarların gerisindeki ruhlar kararır. Oysa varlığın aslı ve özü esmadır. Esma ise hep aydınlıktır ve hep güzeldir. Tek yapılması gereken güzel düşünmek ve güzel görmek olmalıdır. Dünyanın çok iç karartıcı gibi gelen şu anki manzarası karşısında ve ülkemizin son dönemde içine düştüğü kargaşa karşısında bile.

14.05.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Toplantı haftası



2007 yılı Bahar Dönemi Temsilciler Toplantımız bu hafta sonu, 19 Mayıs Cumartesi günü İstanbul-Güneşli’deki tesislerimizde yapılacak. 4 Kasım 2006’da yapılan son toplantıdan bu yana, her gün size ulaşan bir lâhika mektubu özelliği taşıyan gazetemizle ilgili olarak yaşanan son altı aylık gelişmeleri kısaca hatırlayalım:

1. 4 Kasım 2006 tarihinde yapılan Sonbahar Dönemi Temsilciler Toplantısından bu yana geçen sürede gündem oluşturan Hrant Dink cinayeti, Malatya suikastı, demokratikleşmedeki duraklama, cumhurbaşkanlığı seçimi, Genelkurmay muhtırası, CHP’nin tavrı, Anayasa Mahkemesi kararı gibi konularda, Risâle-i Nur’dan aldığımız ölçülere dayanan ilkeli, tutarlı, yapıcı ve dengeli yayınlarımızla Yeni Asya farkını ortaya koymaya devam ettik.

2. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Meclisi, iktidar partisinin yanlışlarına rağmen, maruz kaldığı antidemokratik baskılara karşı savunduk. Dengeli, ölçülü ve yapıcı yayınlarımızla millî iradenin yanında yer aldık.

3. 38. hizmet yılımıza girdiğimiz 21 Şubat 2007 tarihli gazetede, dışımızdaki isimlerin Yeni Asya hakkındaki hakperest ve olumlu değerlendirmeleri ilgiyle karşılandı. Aynı gün verdiğimiz, İbrahim Özdabak’ın beğeni toplayan birbirinden değerli karikatürlerinden derlenen karikatür albümü ilgiyle karşılandı.

4. Üstadımızın vefatının 47. sene-i münasebetiyle 23 Mart 2007’de çıkardığımız, toplam 130 bin basılan özel sayı ve beraberinde hediye ettiğimiz “Biz Muhabbet Fedaileriyiz” ilâvesi büyük takdir gördü.

5. Manşetlerimiz, köşe yazılarımız, röportajlarımız ve karikatürlerimiz ses getirmeye, bizim dışımızdaki yayın organlarında ve internet sitelerinde iktibas edilmeye devam etti.

6. Farklı organizasyon ve dâvetlerle katıldığımız dış geziler sürdü.

7. Hukukî baskılar yoğunlaştı. Genel Yayın Müdürümüz Kâzım Güleçyüz hakkında, emekli orgeneral Doğu Aktulga hakkındaki yazısı sebebiyle verilen tazminat kararı Yargıtay’da onaylandı. Yazıişleri Müdürümüz Faruk Çakır, Danıştay cinayeti sonrasında “Oyun geri tepti” manşetimiz sebebiyle açılan dâvâda, “yargıyı etkileme” suçlamasıyla mahkûm edildi. Ankara eski Temsilcimiz Cevher İlhan, deprem yazıları sebebiyle açılan dâvâda yeniden yargılanıp yine hapis cezasına çarptırıldı. (Bu kararlara karşı hukukî takiplerimiz sürüyor.) Dink cinayeti sonrasındaki bazı haberlerimizde 18 yaşından küçük zanlının isim ve resmini yayınlayarak kanunu ihlâl ettiğimiz iddiasıyla savcılıktan toplam 50 bin YTL ödememiz istenen, aksi halde dâvâ açılacağı bildirilen tebligatlar aldık. Yine aynı haberlerden biri için, tahkikatın gizliliğini ihlâl suçlamasıyla dâvâ açıldı.

*

Bu vesile ile sayfalarımızı muhteva ve ifa ettikleri misyon itibarıyla bir kez daha gözden geçirmek gerekirse:

1. sayfa: Hakkın hatırını üstün tutan manşetleri gündem oluşturuyor, tavizsiz çizgisi dikkatli nazarların beğenisini kazanıyor.

Lâhika: Günlük koşuşturma içinde ruhu sıkılan insana, manevî bir soluklanış, olaylara, insanlara ve hayata Kur’ân’ın penceresinden süzülen Risâle-i Nur eksenli bir bakış sunuyor.

Haber sayfaları: Yurttaki gelişmeleri, hayatın içinden haberleri aktaran haber sayfaları, doğru, dengeli ve ölçülü yayınlarıyla gündemi belirliyor.

Politika sayfaları: Meclis, siyasî partiler ve günlük politika ile ilgili haber ve yorumların yer aldığı politika sayfaları, demokrat, dürüst ve objektif bir bakış açısıyla gündemin nabzını tutuyor.

Ekonomi: Ekonomideki gelişmeler, çarşı-pazarın nabzı, ekonomistlerin değerlendirmeleri, orta ve uzun vadeli öngörüler, hayatın içinden ayrıntılar ekonomi sayfasında.

Dünya: Ortadoğu’dan Amerika’ya, Uzak Doğu’dan Avrupa’ya kadar dünyadaki sıcak gelişmeler, İslâm âleminden önemli ayrıntılar, tartışmalı konular, uzman görüşleri ve usta kalemlerin gözüyle dünya sayfalarında.

Kültür san’at: Sinema ve tiyatrodan müziğe, kitap dünyasından Türk-İslâm san’atlarına, sergi, konser ve festival gibi faaliyetlerden tarihî mirasımıza kadar kültür ve san’atın her renginin kendine yer bulduğu dopdolu bir sayfa. Kültürel değerlerimiz bu sayfamızda yaşatılıyor.

Medya Politik: Ülke ve dünya gündemi Türk basınına nasıl yansıdı? Kim hangi yorumda bulundu? Paylaştığımız görüşler, tenakuz teşkil edenler bu sayfada. Medya-Politik, basının nabzını tutarak, dünün gazetelerinden bir seçme sunuyor.

Makale: Usta kalemler, maddî ve manevî hayatımıza dair yorumlarıyla farklı pencerelerden, gündeme ışık tutuyorlar.

Tv-Aile: Aile toplumun temel taşı. O ne kadar güçlü olursa, toplum da o kadar huzurlu olur. Aile-tv sayfası, ailece okuyacağınız, televizyon programlarına da süzgeçten geçirilerek yer veren bir sayfa.

Spor: Sporun bütün renkleri, haftanın maçları, değerlendirmeler, spor dünyasındaki gelişmeler burada.

Magazin: Magazin sayfasında, hayata ve insana dair her şey, insanın yaratılış özellikleri ve kâinatı Yaratıcısı adına değerlendiren bir bakış açısıyla sunuluyor.

Röportajlar: Gündemdeki konular ve konuklar, çarpıcı açıklamalar, günlerce tartışılacak değerlendirmeler bu sayfamızda kendine yer buluyor.

***

Cumhurbaşkanlığı seçimleri

Mahkemede biten 11. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, iktidar partisinin siyasî fırsatçılığı ile CHP’nin demokrasi hazımsızlığına sahne oldu. Meclisteki çoğunluğuna güvenerek son ana kadar diğer partilerle işbirliği arayışına girmeyen AKP, diğer yanlışlarının da buna eklenmesiyle birlikte maksadının aksiyle tokat yedi. Böylelikle, hadiselere hikmet cihetiyle bakıldığında görülen “Beşer zulmeder, kader adalet eder” kaidesi bir kez daha tecellî etti. Kâzım Güleçyüz’ün 9 Mayıs tarihli Tahlil köşesinde yaptığı şu tesbit de bu mânâyı doğruluyor: “RP’nin gelenekçi kanadı, 28 Şubat’ın olanca kasvetiyle ülkenin üzerine çöktüğü günlerde, 5+5 formülüyle Demirel’in görev süresinin uzatılması yönünde tavır koydu, ama partinin sonradan AKP’ye vücut veren ‘yenilikçi’ kanadı buna karşı çıkarak Sezer’in yolunu açtı. AKP’de bugün bile ‘Sezer’i Demirel’e tercih ederim’ diyenler ağırlıkta.

“Onun için de kader, Sezer’in sona eren süresini onların eliyle belirsiz bir tarihe kadar uzattı.”

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz..

14.05.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Şefkatin anası- 2



(Dünden devam)

Sahabelerden biri, Resulullah’ın (asm) yanına gelir ve ona: Ya Resulullah, insanlar arasında benim dostluğuma, refakatime en lâyık kimdir?

Peygamberimiz cevap verir: Annen.

-Sonra kimdir? -Annen

-Ya sonra kimdir? -Annen

-Peki ya sonra kimdir ya Resulallah? -Baban…

Buhari’den rivayet edilen bu sahih hadiste, Peygamberimizin mübarek dillerinden tam üç defa “anne” tekidi/vurgusu yapılıyor.

Anne, bir aşk pınarı. Bir sevgi denizi, bir şefkat okyanusu. Bir vericilik safiyeti. Bir dokunma muştusu. Bir koruma duvarı. Her derdin ilâcı. Onlar; kısaca şefkatin anası… Şefkat ise, hepimizin en büyük ihtiyacı ve olmazsa olmazı. Acz, fakr ve tefekkür, şefkatin şuurudur. Bu şuurun yaratılış temsili annelerde vücut bulmuş. Psikiyatrist ve fıtrat kanunlarının psikolojisine vakıf bilim adamlarımızdan Nevzat Tarhan’a göre, annelik bir eğilimdir. Sosyal eğilimlerin en önemlisidir. “Tandans”tır. Sempati, sevgi ve annelik bunlardan bir kaçıdır.

“Primer narsisizm” ile birinci derecede “ben” egosuna bağlanan çocuk, başta “ben ve annem” der. Bilâhare ayırıcı özelliklerini fark ettikçe “ben” der. Bunun sosyal hayata bağlanıp, “alturizm” olarak ikinci duygusu ile “ben ve toplum” demesi için, “ben, annem, ailem ve toplum” sıralamasında taşları yerine oturtmasında, yine sevgi yatırımı ile annelerin şefkat sinesi başarılı olur.

Sevgiyi, beklentiye dayalı menfaat ve bencillik ögesinden ayıran husus fedakârlık değeridir. Aksi halde sevgi diye sunulan roller ve gerçekten severken kendini tatmin eden özelliklerin, gerçek sevgi kaynağından beslenip gerçekten sevmesi ve sevilmesi ancak kendi iyiliğini ikinci plana atmakla mümkün.

Bu sevgi kalitesi ve ötesinde şefkat pınarı, ancak annelikte, annelerin en iyisi olan haya ve edep timsali sahabe kadınlarda ve aile mahremiyetini, “harem-i ismet” olarak muhafaza eden o yüksek ruhlu nuraniyet yansımalarının “cins-i lâtif” dünyaları, geleceğimizin emaneti çocukların güven vadisidir.

Bu vadide; Ümmü Gülsüm, Nesibe, Rukiye, Zeynep, Hansa, Fatma, Hacer, Meryem, Ümmü Hakim, Aişe, Esma, Ümmü Ruhman ve daha niceleri zamanları aşan, günümüze ışık tutan kadınlığın ve anneliğin örnek temsilcileridirler.

Anneliğin sevgi dili şefkattir. Şefkat, aynı zamanda nur mesleğidir. Dört esastan biridir. İnsanlarda karşılık görme bencilliğinin utandığı ve huzura kabul edilmediği huzur ve güvenli atmosfer, annelik psikolojisinin varlığıdır.

“Rahmet elçisinin hadis ve sünnetlerini duyma, alma, anlama, algılama, yorumlama ve değerlendirmede olduğu kadar, yeri ve zamanı geldikçe başkalarına rivayet etmede” müdakkik müzakereci sahabeler arasında bulunan Hazreti Ömer, Hazreti Ali, Zeyd bin Sabit, İbn-i Abbas, İbn-i Mesut kadar ilgili ve görüşler serd eden Hazret-i Aişe validemizdir.

İlmin, dikkatin ve müşahede ile yaşanılan emanetin en aslî koruyucu ve referansıdır. Bu yönüyle özellikle araştırılmaya ve öğrenilmeye fazlasıyla ihtiyacımız olan Hazret-i Aişe, “Resulullah’ın (asm) Rabbani fakih sevgilisidir.” 40 özelliği bize nümune-i misaldir.

Hazret-i Aişe ile ilgili Bünyamin Erol’un Zerkeşi’den tercüme ettiği eserden istifade ile aldığım ifadeler, derinlikli bir ruhun ve mânânın kutsiyet sembolleridir.

Hazret-i Ebubekir’in kızı, Peygamberimizin eşi olmak, bu müstesna takdirin tecellisi olmaktır. Annelik de bu, kadın olmak da. Gerisi aslına rücu olması gereken zaman ve zemin ilcaatlarıdır. Anneyi anlamak, ona ait olmak bilginin önüne ilgiyi almak, meşrûiyet kaynağına inmek ve doğumun vesilesine sahibi adına kıymet ve hürmet katmak, bir emr-i İlâhî, bir lutf-u Rabbani ve hayat damarının en ulvi bağıdır.

Ana, ana, ana… Şefkatin anası olanlar da anadır. Şefkatin kollarında büyütenler de… Bu sırra uygun yaşamak isteyenlerdir. Rahman ve rahim tecellileri, anneliğin tarifsiz vasfına verilmiş bir nimettir.

14.05.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kul hakkı nedir?



Bir okuyucumuz:

*“Kul hakkı nedir? Kul hakkı mahşerde nasıl giderilecek? Kul hakkının affı ve tövbesi nasıl olur?”

Üzerimizde iki türlü temel hak vardır. Bunlardan birincisi hukûkullah, yani Allah’ın hakkı; diğeri ise hukuk-u ibâd, yani kulların birbirlerine karşı doğuştan getirdikleri hak ve vazifeleri.

Takva, Allah sevgisi, tevekkül, ihlâs, riya ve kibirden uzaklaşmak gibi ahlâk-ı hamide ile bezenip, nefsimizi kötülüklerden arındırmak; Allah’a imanla birlikte ibadet ve taatte bulunmak Allah’ın üzerimizdeki haklarındandır.

Kul hakkı ise, ferdin zimmetinde bulunan, başkalarına mahsus maddî ve manevî imkân ve menfaatler ile Müslüman’ın başkaları lehine yapmakla yükümlü bulunduğu vazifelerdir.

İnsanların sosyal birer varlık olmaları ve toplumlar hâlinde yaşamaları, birbirlerine karşı sayılamayacak derecede haklar ve sorumluluklar doğurur. Karşılıklı hak ve sorumluluklarına riayet etmekle yükümlü bulunan Müslüman’lar, bu yükümlülüklerini “kul hakkı” ifadesi içinde formüle etmişler ve riâyet etmeye çalışmışlardır.

Ebû Hüreyre (ra) anlatmıştır: Resulullah Efendimiz (asm): “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona hıyanet etmez. Ona yalan söylemez. Ona yardımı terk etmez. Her Müslüman’ın ırzı, malı ve kanı diğer Müslüman’ın üzerine haramdır. (Mübarek kalbini göstererek) Allah korkusu buradadır. Bir kimseye şer olarak Müslüman kardeşini hor görmesi yeter” buyurmuştur.1

Kulun mahşer gününde hakkını yiyen bir kimse ile ilgili olarak Cenâb-ı Allah’a: “Şu kişide alacağım var. Hakkımı yedi. Onu Cehennemde yak!” deme hakkı elbette yoktur. Çünkü orada Ahkemü’l-Hâkimin Cenâb-ı Allah’tır. Hâkim’in takdirine ve inisiyatifine müdahale edilir mi? Takdir O’nundur. Sonra, Cenab-ı Allah zalime –hâşâ- iltimas mı geçecektir ki, buna ihtiyaç olsun? Nitekim kul hakkının mahşer günündeki yansımasını konu alan şu hadis-i şerifin verdiği haber tüylerimizi diken diken eder:

Ebû Hüreyre (ra) bildirmiştir: Resulullah (asm) Ashab-ı Kirâm’a: “Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sordu.

Ashab-ı Kiram: “Bize göre müflis, parası-pulu olmayan ve malı bulunmayandır” diye cevap verdi.

Allah Resulü (asm) şöyle buyurdu: “Ümmetimden müflis olanlar şu kimselerdir: Kıyamet Günü namaz, oruç ve zekât ile gelir. Fakat amel defterinde; ‘Şuna sövdü!’, ‘’Şuna zina iftirası yaptı.’, ‘Şunun malını yedi.’, ‘Şunun kanını akıttı.’, ‘Şunu dövdü!’ diye yazılmış olarak gelir. Bu durumda hasenatının sevaplarından şu kimseye verilir. İyiliklerinin sevabından bu kimseye verilir. Eğer üzerindeki borç ödenmeden önce sevapları tükenirse, alacaklıların günahlarından alınıp onun üzerine yazılır. Sonra Cehenneme atılır.”2

Ebû Katâde Haris b. Rib’iy (ra) rivayet eder: Resûlullah (asm): “Allah yolunda cihad ve Allah’a îman amellerin en efdâlidir” buyurdu.

Bir adam ayağa kalktı ve: “Ya Resûlallah! Eğer Allah yolunda öldürülürsem, benden sâdır olan günahlarım örtülür mü?” diye sordu.

Allah Resulü (asm): “Eğer sabrederek, sevabını umarak ve arkanı dönmeden harbe yönelmiş halde iken öldürülürsen, kul hakkından başka günahlarına kefaret olur. Bunu bana şüphesiz Cibril söyledi” buyurdu.3

Ebû Hüreyre (ra) rivayet eder: Allah Resulü (asm) şöyle buyurmuştur: “Kimin yanında kardeşinin vakar ve onurunu sarsacak cinsten veya kıymeti bulunan bir şeyden zulüm ve haksızlık ile elde edilmiş bir hak varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı gün gelmeden önce bu gün, dünyada iken helâlleşsin. Yoksa sâlih ameli varsa, haksızlığı kadar alınır, hak sahibine verilir. Şayet hasenatı yoksa hak sahibinin günahları alınır, onun üzerine yüklenir.”4

Zikrettiğimiz hadis-i şeriflerden anlaşılacağı gibi, kul hakkı bir Müslüman’ın mânevî hayatı üzerinde önemli bir handikap olarak bulunmaktadır. Her Müslüman’ın hayat hakkı, şahsiyet ve onurunun korunması hakkı, özel hayatının gizliliği hakkı, dinî ve vicdanî kanaat hakkı, ikamet, seyahat, öğrenme, bilgi edinme, düşünce ve ifade hürriyeti, mülk edinme, çalışma, harcama ve tasarrufta bulunma gibi kendi zatına özgü doğuştan getirdiği hakları İslâm Dîni tarafından korunmuştur ve dokunulmaz îlân edilmiştir. Müslüman’a iftira atmak, gıybetini yapmak ve haksız yere kalbini kırmak da hiç şüphesiz kul hakkı kapsamına girer.

Kul hakkının günahından ve vebalinden kurtulmanın tek yolu, bu hakka riayet etmek ve karşı taraf ile gönülden ve içten helâlleşmektir. Helâlleşme sağlandıktan sonra tevbe ve istiğfarda bulunulursa, Cenâb-ı Hakk’ın Ğafûr ve Rahîm olduğu inşaallah anlaşılacaktır.

Duâ

Ey iyilikleri merhametiyle sevdiren, kullarını merhametiyle sevindiren, günahları merhametiyle bağışlayan, kusurları merhametiyle örten, kullarını merhametiyle terbiye eden Rabb-i Rahim’im! Bizi dünyada ve ahirette kul hakkı günahından, kul hakkı vebalinden, kul hakkı hesabından, kul hakkı girdabından, kul hakkı iflâsından koru! Üzerimizdeki Müslümanların haklarını ödememizi kolaylaştır! Müslümanlara hakkımızı helal etmemizi kolaylaştır! Kullarını incitmekten ve kulların tarafından incinmekten bizi koru! Merhametli davranmayı ve merhametli davranılmayı bize müyesser kıl! Bize merhameti sevdir! Âmin.

DİPNOTLAR:

1. Riyâzu’s-Sâlihîn, 234

2. Müslim

3. Riyâzu’s-Sâlihîn, 217

4. Buhârî

14.05.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Hesaplaşma seçimi



Seçim kampanyası henüz başlamadı ama meydan ısındı. Aslında önce meydanlar coştu, sonra seçim sandığı geldi. Böylece ilk kez sistem tersine işledi. Siyaset meydanları doldurmak yerine, meydanları dolduran yüz binler siyaseti ateşledi. Şimdi siyasette aday olma dönemi. Parti Genel merkezleri hareketli.

Önce MHP Genel Merkezinden başlayacak kısa bir tur yaptık. Bu seçimlerde MHP’ye büyük bir aday ilgisi var. Kadın adaylar az. Ama Sheraton Oteli’ni andıran devasa genel merkez binasının girişi ve önündeki otopark dolu. Erkek ve daha çok da bürokrasiden bir yöneliş var MHP’ye.

Yükselen milliyetçilik MHP’yi ilgi odağı yapmış yapmasına, ama soru işaretli olan nokta bu yükselişten MHP’nin payına ne kadar düştüğü. Ya da MHP bunların yüzde kaçını kendine çekmeyi başardı. Orası meçhul. MHP’de el üstünde tutulanlar ise İstemihan Talay, Füsun Köroğlu gibi sol partilerden gelenler.

MHP Genel Merkezinin 200-300 metre yakınında AKP Genel Merkez binası yer alıyor.

MHP, AKP, DYP, Genç Parti, Anavatan ve SP’nin Genel merkezleri Balgat semtinde. MHP, AKP ve DYP ise aynı cadde üzerinde sıralanıyorlar. AKP’de adayların ilgi gösterdiği genel merkezlerden birisi. Ancak daha çok illerde başvuruların yoğun olduğu söyleniyor. Son tartışmalar AKP’yi yeniden ilgi odağı haline getirdiği için, iktidar yıpranmışlığı biraz cilalanmış gibi duruyor.

DYP’de ise “eski demokratlar” ile bu partinin Anavatan ile DP çatısı altında birleşme kararından dolayı Ağar’ı tercih edenler tercih ediyor. 3 Kasım 2002 seçimlerinde yüzde 7.5 oy alarak sürpriz yapan Genç Parti ise, Uzan ailesinin yıpranmışlığına, 8 milyar dolarlık İmar Bankası yolsuzluğunun faturasına rağmen hâlâ “bir şans” diyenlerin tercih ettiği adres oluyor. Anavatan’da ise kadın ağırlıklı bir ilgi söz konusu. Kadın adaylardan para alınmamasının bir etkisi var mı bilinmez, ama ANAP şehirli ve kadın özelliğini muhafaza ediyor.

CHP tartışmasız muhalefette yer alanların partisi olma özelliğini koruyor. Hürriyet grubunun CHP’yi küresel sermayeye açma çabalarına rağmen parti aday müracaatlarından tutun, iliklerine kadar, “ben devletim” diyor. Cumhuriyet mitingleri en çok CHP’ye yaramış. Bu parti yöneticilerinin yürüyüşlerine bile yansımış.

SHP’nin iktidar ortağı, CHP’nin ise küçük bir milletvekili grubu ile kenarda köşede olduğu bir sırada solda birlik ateşini alevlendirmişti Baykal. Atatürk Spor Salonu’nda solda birlik kurultayları düzenleyip Karayalçın’a, “Bırak gel o koltukları” diye seslenmişti. İlk kurultaya gelmemiş Karayalçın. Hain ilân edildi, kaçak yaftasını yedi. İkinci kurultaya geldi ve partiyi Baykal’a teslim etti. Kısa sürede öğüttü Baykal SHP kadrolarını ve CHP ile hâkimiyetini ilân etti. Şimdi ise Cumhuriyet mitinginin düzenlendiği meydanlardan aldığı rüzgârla DSP’ye sesleniyor.

Baykal ve CHP denilince tüyleri diken diken olan Ecevit ailesi de ne garip ki, bu işbirliğine yeşil ışık yaktı. Bu Ecevitler değil miydi Deniz Baykal ve Ali Topuz gibi hizipler yüzünden CHP ile yollarını ayırıp, DSP’yi kuranlar? Bu Ecevitler değil miydi kendi dönemlerindeki CHP ile Baykal dönemi CHP’si arasına, “yeni CHP” diye bir çizgi koyanlar? Ama görünmez bir irade devreye girdi ve Rahşan Ecevit dahi Baykalcı olup çıktı.

Baykal ikinci adım olarak, cumhuriyet mitinglerinden aldığı destekle şimdi DSP’yi yutmanın hesaplarını yapıyor. Baykal iki şeyi çok iyi biliyor. Bir; gerilim üretiyor ve bunu kısa sürede bir siyasî krize dönüştürüyor. Sonra bu siyasî dalgalanmanın üzerinde sörf yapıp, laik ve sol seçmenin bir kısmını sandığa taşıyabiliyor.

İkincisi ise soldaki diğer partileri, “birleşme” gibi güzel ambalajlanmış bir sloganın altında yutuyor. Eğer Anayasa Mahkemesi aksi yönde bir karar vermezse, bu süreç 22 Temmuz’da sandıkta sonuçlanacak. Şimdi partilere müthiş bir ilgi var. Bu siyasetin canlılığı açısından güzel bir şey. Ama aynı zamanda listeler açıklandığında partileri bekleyen depremin de bir işaretçisi…

Başka işâretler de var. Ankara Tandoğan, İstanbul Çağlayan ve İzmir Alsancak meydanı gibi Erzurum İstasyon meydanı da sandıkta yaşanacak olan depremin işâretlerini taşıyor. Bir başka nokta da bu seçimde kararsızların oranında hızlı bir düşüş var. En büyük oy oranının “hiçbiri” seçeneği olduğu 3 Kasım 2002 seçimlerini yaşadık. “Hiçbiri” diyenlerin oranı yüzde 35 civarındaydı. Bu kez seçmen keskin ve bilenmiş olarak sandığa gidiyor. Çünkü bu kez muhtıranın hesaplaşması ve cumhurbaşkanlığı seçiminin rövanşı sandıkta alınacak.

Genelkurmay muhtırasından, cumhurbaşkanlığı seçimine kadar herkes takındığı tavrın, izlediği politikanın faturasını ödeyecek ya da meyvelerini toplayacak.

14.05.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kim ‘tek parti’ devrini ister?



14 Mayıs, Türkiye siyaset tarihi açısından çok önemli bir tarih. Bu tarihte, uzun yıllar süren “tek parti” iktidarlarına son verilmiş, demokrasiye ve milletin ‘rey’ine değer verilen yeni bir dönem başlamıştır.

Genç nüfusa sahip olmakla haklı olarak övünen Türkiye’de, yakın tarih ve özellikle de 1950 öncesi “tek parti iktidarları dönemi” tam olarak bilinmiyor. İnsanoğlu, ‘unutma’ hastalığıyla hastalıklı olduğu için; değil 1950 öncesini, neredeyse 28 Şubat 1997 tarihinde yaşananları dahi unuttuk!

Ecdadımızı, Osmanlı dönemini yeterince tanımadığımızı ifade ederiz; ancak en az onun kadar ‘yakın tarih’imizi de bilmiyoruz. ‘Yakın tarih’i tam anlamıyla bilmeyişimizde çeşitli sebepler var, ancak en başta kendi tembelliğimizi itiraf etmeliyiz. Bu konuda yazılan eserler olmakla beraber, yeterli olduğunu ve herkesin bunlara ulaşabildiğini söylemek de zor.

Belki bildiğimiz, ama ‘unuttuğumuz’ bir gerçek var: Türkiye Cumhuriyeti, 1950 yılına kadar ‘tek parti’ ile yönetildi. İlk defa 1946 seçimlerine ‘ikinci bir parti’ seçimlere girebildi. Bu tarihe kadar yapılan bütün seçimlerde sadece bir parti vardı ve seçimler de baştan sona göstermelikti. “Değildi, bu tarihten önce de çok demokratik ve yarışa dayanan bir seçim vardı” diyen birileri çıkabilir mi?

CHP’nin başlangıçtaki ismi olan Cumhuriyet Halk Fırkasından başka ikinci bir ‘parti’ye müsaade edilmemişti. Bir iki ‘deneme’ yapılmış, ancak milletin yeni kurulan ‘alternatif/ muhalif’ partilere gösterdiği teveccüh, ‘tek parti’ iktidarını ürkütmüş ve bu partiler seçimlere katılamadan bir şekilde kapatılmıştır.

Bu tarihî gerçeği gizleyemeyenler ‘kılıf’ hazırlar ve hâlâ okullarımızda okutulan ders kitaplarında, “Türkiye’nin şartları müsait değildi, bunun için çok partili hayata geçilemedi” anlamında bahaneler uydururlar.

Aslında bu görüşe sahip olan siyasî partilere bugün de rastlıyoruz. “Türkiye’nin şartları müsait değildi”nin Türkçesi, “Bu millete güvenilmez. İktidarı kime vereceği belli olmaz, ne olur ne olmaz koltuklara sıkı sarılalım” demek değil midir? Nitekim koltuklarına sıkı sarılanlar millet nezdinde ‘sıfır’ itibar sahibi oldukları için; yapılan ilk hür ve demokratik seçimde öyle bir ‘şamar’ yediler ki bir daha iflâh olup tek başına iktidar yüzü görmediler.

Her gündeme geldiğinde şu ‘bilgi’leri tekrarlamakta fayda var: İlk defa, 1946 yılında yapılan seçime ‘iki parti’ girmiştir. 14 Mayıs 1950 seçimlerinden önceki ‘seçim’lerde “açık oy ve gizli tasnif” yapılmıştır. Tekrarlayalım: Oylar açık bir şekilde, ‘jandarma’ların gözü önünde atılmış ve fakat bu oyların sayımı “gizli” yapılmıştır! Peki, bu uygulamanın millet iradesini yansıtması mümkün müdür? Doğrusu, oyların gizli atılması ve bunların sayımını açık yapılması değil miydi? İşte bu uygulamanın altında da “bu millete güvenilmez” anlayışı yatıyor.

“Bu millete güvenilmez” diye düşünenler bugün de “Cumhurbaşkanı seçmek millete bırakılamaz” diye kampanyalar açıyor. “Tek parti” anlayışını devam ettiren bu düşünce sahiplerini, milletin tercihine saygıya devam etmek lâzım. Türkiye hür ve demokrat bir ülke olacaksa —ki inşallah olacak— o zaman milletin dediği olacak.

Millet iradesine saygı duyan bütün partiler, önümüzdeki seçimlerde “Kim tek parti devrine dönmek ister?” sorusunu gündeme taşısın. Ki, tercihler netleşsin...

14.05.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İran ve ABD masada



İran sonunda Irak üzerinden ABD ile masaya oturmaya karar verdi. Bu 2003 yılından beri İran’ın sistematik bir şekilde ulaşmak istediği bir sonuçdu. Aslında bu pazarlığa İran-ABD arasında bir pazarlıktan ziyade, ABD ile Şiiler arasındaki bir pazarlık olarak bakmak daha isabetlidir.

Neden? Irak’ta İran’a en bağlı ve velayet-i fakih çizgisini temsil ettiği ileri sürülen Hekim grubu SCIRI (Irak İslâm Devrim Yürksek Konseyi) ismindeki ‘devrim’i çıkartttı. Bu sembolik olmaktan öte çok önemli bir gelişmedir. Aslında bu terkipteki ‘devrim’ ifadesi İran’ın öteden beri reddettiği ama fiilen SCIRI gibi grupları destekleyerek; topraklarında yuvalanmalarına ve barınmalarına izin vererek bu gruplar vasıtasıyla devrim ihracını amaçladığını ortaya koyuyordu. Ama şimdi bu amaç tahsil-i hasıl olmuştur. ‘Büyük Şeytan’ SCIRI’nın devrim amacını veya İran’ın devrim ihracını kendisi gerçekleştirmiştir. Bilvekale onlar namına bu işi kotarmıştır. Bundan dolayı artık ‘devrim’ ifadesi SCIRI terkibinde zaid ve sakil kaçıyordu ve bu ağırlıktan kurtulma vakti gelmişti. Amaçlarına nasıl olsa ulaşmış oldular.

Aslında Irak’taki mevcut sözkonusu hükümet İran ve ABD’nin müşterek hükümetidir. Sabık Başbakan Caferi, Tahran Times gibi gazetelerde yayınlanan konuşmasında halefi Maliki hükümetinin İran gibi ‘bölge’ ülkeleri tarafından desteklendiğini ve bu suretle istikrar kazandığını söylemiştir. Bu itibarla, Maliki hükümeti müşterek bir hükümettir. Şiilerin ve onun ötesinde İran’ın hükümetidir. Ve Şii kökenli olmasına rağmen Irak’ın bütünlüğüne sahip çıkan ve ‘Irak’ta çoğunluk olsak da bölgede azınlığız bu gerçekeğe göre hareket etmeliyiz’ diyen Fazilet bloğu bu anılan nedenlerden dolayı Maliki hükümetinin altından çekilmiştir. Zira zımni olarak ifade ettiği gibi bu şemsiye taifiye şemsiyesidir. Bu hükümet için kullanılabilecek ikinci sıfat ise Sistani hükümeti olduğudur. Dolayısıyla Maliki hükümeti üçlü bir koalisyonun ürünüdür. Bu hükümeti Bush yönetimine ilaveten İran ve onun temsil ettiği velayet-i fakih anlayışı ve Sistani’nin temsil ettiği merciyet kurumunun bir ürünüdür ve hükümet bu çevreleri temsil etmektedir.

***

Şarm el Şeyh de bölge ülkeleri arasında Maliki hükümetini destekleyen tek ülke İran olmuştur. Diğer ülkeler Maliki hükümetine uzak durmuşlardır. İran’ın ABD ile Irak konusunda müzakereye oturmasının temel nedeni, taifiyeci eğilimlerinden dolayı Maliki hükümetinin de, selefi Caferi hükümetinin akibetine uğraması korkusudur. Şimdi çift koldan ABD ve İran, bunu engellemeye çalışıyor. Bunun için İran, ABD ile pazarlığa girerken bunun bölgesel dayanaklarına da temine çalışıyor. İran’ın pazarlık sürecini açıkladığı günlerde Cheney de aynı amaçla yani Maliki hükümetine destek bulmak için bölge turuna çıkmıştı. Zira hükümetteki Sünnileri temsilen Hizb-i İslâmi, Maliki hükümetini iki seçenekle karşı karşıya bırakmıştı. Ya milislerin tasfiyesi ya da hükümetten çekilme. Böylece Maliki hükümetinin üzerindeki iğreti ulusal şemsiye de ortadan kalkacaktı. Son sıralarda Şii milislere yönelik yoğun tepkilerin ardından Sünni kimliğine yönelik saldırılar bıçak gibi kesilmeye başladı. Demek ki Irak’ta kardeş kavgası gizli gündemlerin ürünü.

Mukteda Sadr, Hayat gazetesinde çıkan bir habere göre, tafiyeci çizgiden ayrılmak istediğini (inanıp inanmamak ayrı bir husus) ifade ederken, Hekim de partilerinin isminden ‘devrim’i fadesini çıkarmıştır. Tam da kilitlenme ve Maliki hükümetinin devrilmesi arefesinde İran ABD ile pazarlığa oturuyor. ABD de Maliki hükümetini kurtarmak için devreye girdi. Nükleek mesele ve petrol meselesi bir tarafa İran ile ABD’nin bölgedeki menfaatleri müşterektir. Zaten Cheney bölge ziyareti sırasında İran’a iki mesaj vermiştir. Bunlar ABD’nin İran karşısındaki kırmızı çizgileridir. Birisi, nükleer güç olma hevesinden vazgeçmesidir. İkincisi de, petrol yollarının güvenliğini tehlikeye atmamasıdır.

***

Irak’ta ise menfaatleri müşterektir ve bu ihtilafsız, müşterek noktadan pazarlığa başladıkları anlaşılıyor. Irak’lı Şiilerden Sadreddin Kabancı Sünni ülkelerin kendilerine kuşatma uyguladıklarını ve Irak’ta kapana kısıldıklarını söylemektedir. ABD işgalden sonra kalıcılığını ve meşruiyetini temin için Şiilerle Sünnileri birbirine düşürmeye çalıştı. Şimdi ise yine çıkarları için Kabancı’nın söylediği blokajı kaldırtmaya çalışıyor. Bu bağlamda, ABD ve İran’ın stratejik yol haritasının aynı olduğu görülüyor. ABD bölük pörçük bir İslâm dünyası arzu eder. Ancak bu şekilde imparatorluğunun geleceğini temin edebilir. İran da mevcut yapısıyla ancak buna hizmet eder. Zira İran’ın temsil ettiği dini görüş ortak bölen değildir ve İslâm dünyasını biraraya getiremez. ABD ve İran için en büyük stratejik kabus haliyle Sünni tabiatlı veya eksenli hilafet manasını taşıyan bir Ortadoğu birliğidir. Bu da onları biraraya gelmeye zorlayan faktörler arasındadır. Bundan dolayı Bush’dan sonra Cheney de mükerreren Kaide’nin hilafet kurma emellerine temas etmiş ama bu anlamda bir defa dahi olsun İran’ın Şii literatüründe karşılığı olan rehberiyetine (velayeti fakih kurumu) atıfta bulunmamıştır. Veya büyük bir tehlike olarak takdim etmemiştir. Burada Amernikan basınının sürekli ve kasıtlı yaptığı yanlışlardan birisi Suudi Arabistan’ı Sünnilerin merkezi ülkesi olarak anmasıdır. Kaide’yi de hilafetle bağlantılı olarak ele almasıdır. Bunlar korkuluktan başka bir şey değildir. Ama işin özü şudur: Müslümanların biraraya gelmeleri ABD açısından nükleer silahlardan daha tehlikelidir. Bundan dolayıdır ki şu an hayali olan hilafeti bir öcü gibi takdim ederken velayet-i fakih karşısında istiflerini bozmuyorlar.

İran’ın Maliki hükümetini kurtarmak için ABD ile pazarlık yapmasının arkasında yatan maksat şudur: Maliki hükümetini koruyarak; Şii topluluklar için işgalin getirdiği kazanımları muhafaza etmektir. Bu görüşme maratonunun bu amacını İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Muhammed Ali Hüseyni şöyle izah etmektedir: “Biz de Irak halkının sorunlarını azaltmak, Maliki hükümetini desteklemek, Irak’ta güvenlik ve huzuru sağlamak için görüşmeyi kabul ettik...” ABD önce Irak’a yerleşmek için huzuru bozdu şimdi ise kalmak için huzuru temin etmeye çalışıyor. Önce Sünni direnişini kırmak için Şii milislere göz yumdu şimdi ise Sünnileri sisteme entegrne etmek için Şii milislerin dizginlenmesi karşılığında onlara güvenlik vadediyor. Biraz da siyasi katılımı artırabilirse kendisini karlı sayacak. Sünnileri kazanmak için şiddeti dindirmeyi bir yem ve tuzak olarak kullanırken İran’ı da pazarlığa çekmek için Irak’taki Şii kazanımları yem olarak kullanıyor. Bakalım, bu şeytani siyaset başarılı olabilecek mi? ‘İki hasım güç’ Irak’ta müşterek bir yola girdi onun ötesi petrol ve nükleer meselelerde anlaşıp anlaşmayacaklarına bağlı olarak gelişecektir.

14.05.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004