Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Kuraklık dersi



Son yağışlar nisbeten ve kısmî bir ferahlama getirdiyse de, kuraklığın çoktandır ülkemizde, hattâ dünya genelinde giderek büyüyen bir endişe kaynağı haline geldiği bir vâkıa.

Özellikle batı bölgelerinde yağışın en az yarı yarıya azalması; barajlarda su seviyesinin düşmesi; gerek ziraat, gerek enerji üretimi, gerekse içme ve kullanım suyu kaynaklarının ihtiyacı karşılayıp karşılamayacağı açısından son derece ciddî kaygıları gündeme getirmiş durumda.

Hükümetin ilgili bakanları başlangıçta “Paniğe gerek yok, büyük bir sıkıntı yaşanmayacak” açıklamaları yaparken, son zamanlarda bu tavır değişmeye, kurak ve sıkıntılı bir yazın bizi beklediği yönünde sözler söylenmeye başladı.

İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirlerin belediye yönetimleri de alarm durumuna geçerek, halka “suyu idareli kullanma” telkinlerinde bulunma ve ek tedbirler alma noktasına geldiler.

Bu arada yağmur duaları da devam ediyor.

Kuraklığın en önemli maddî sebebi, “küresel ısınma” olarak ifade ediliyor. Ve dünyanın hızla kıyamete doğru yol almakta olduğu söyleniyor.

Nitekim Rusya’da şimdiye kadar hiç görülmemiş “karsız kış”ın Moskova Kilisesi tarafından “İlâhî ceza” olarak nitelendiğini, yılbaşını izleyen günlerde çıkan haberlerden öğrendik.

Yakınlarda dünyanın bir başka köşesinde, Avustralya’da bizzat Başbakan, halkı yağmur duasına çağıran bir konuşma yaptı.

Geçen hafta gittiğimiz Almanya’da da Nisan ayında 30 dereceyi aşan ve çayırları kurutan anormal sıcaklar bastırdığında, rahiplerin yağmur duasına çıktığı anlatıldı bize.

Demek ki, inanç sahipleri, hangi dine mensup olurlarsa olsunlar, bu felâket ve musibetleri benzer şekilde yorumluyor ve çıkış yolunun Allah’a yakarmakta olduğunu söylüyorlar.

Bediüzzaman da Emirdağ mektuplarından birinde, o günlerde de ülkeyi yakıp kavuran kuraklık için düşündürücü tesbitler yaparken, manevî sebepleri altı noktada özetliyor (s. 31):

* Nimet ve rahmetin fiyatı şükür iken, biz şükretmemenin de ötesinde, zulüm ve isyanımızla Cenab-ı Hakkın gazabını celb ediyoruz.

* Bu zamanda öyle günahlar ve zulümler işleniyor ki, rahmetin kesilmesine sebep oluyor.

* Enfal Sûresi 25. âyetindeki “Öyle musibetten kaçınız ki, geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar” ikazıyla ihtar edilen musibetlere dikkat!

* Mal ve rızka hile, suiistimal, rüşvet ve zulümle haram karıştırılması ve şükürsüzlük büyük ekseriyeti içine alacak şekilde yaygınlaşırsa toplumlar rahmete istihkaklarını kaybederler.

* Sadaka nasıl belâyı def ediyorsa, Risale-i Nur’un yayılması ve okunması da küllî bir sadaka olarak semavî ve arzî belâlara set oluyor. Tersi durumda ise musibetlerin önü açılıyor.

* Yağmursuzluk, amelimizin ve günahlarımızın cezası olarak bizlere verilen bir musibettir.

Kalkması için, ciddî bir nedamet, tevbe ve istiğfarla, bid’aları karıştırmadan, niyaz ve hazinane yalvarmakla dergâh-ı İlâhîye iltica etmemiz ve ekseriyetin bu şuura erişmesi, bu mânâların umuma mal olması için çalışmamız, kuraklık dersini çok okuyup okutmamız gerekiyor.

Tekrar rahmete lâyık hale gelebilmemiz, toplumun genelinin bu şuuru kazanmasına bağlı.

10.06.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Unutulmaz ziyaret



Bir insan için Allah Resûlünün (a.s.m.) ziyaretiyle müşerref olma kadar daha büyük bir haz ve mutluluk düşünülemez. Varlık sebebi o Yüce Resûlü ziyaret eden insan bu sevincini ancak ona, peygamber kardeşlerine, Âline, Ezvac-ı Tâhirât ve Ashabına salât ü selâm getirmek, peygamberliğine şehadet, tasdik ve teyit, onun için Allah’tan mükâfat dilemekle gösterir.

Mescid-i Nebevîyi ziyaret edenler Kubbe-i Hadra’ya (Yeşil Kubbe) tekabul eden kıble duvarında, Peygamberimizin âyet ve hadislerde geçen isim ve sıfatlarının Arapça nefis hatlarla yazılmış olduğunu görürler. Onu sağlığındayken ziyaret ediyormuşcasına büyük bir haz ve sürurla Hücre-i Saadetleri önüne gelir, o güzel isimlerini yâd ederek salât ü selâm getirirler.

Efendimizdir o. Kerimdir; en büyük resûldür, şefkatli nebîdir. Habibullah, yani Allah’ın sevgilisidir. Yaratılanların en hayırlısı, ümmetin şefaatçisidir. Peygamberlerin efendisi, nebîlerin sonuncusudur.

Bütün bu özelliklerini yâd ederek “Salât sana ey kerim efendimiz, ey büyük resûl, ey şefkatli nebî, ey Allah’ın sevgilisi, ey yaratılanların en hayırlısı, ümmetin şefaatçisi, peygamberlerin efendisi, nebîlerin sonuncusu” derler.

“Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enneke resûlullah” diyerek biatlarını yeniler, “Risâletini tebliğ ettin, emaneti hakkıyla taşıdın, öğütler verdin, Rabbinin yoluna dâvet ettin, Allah yolunda mücahede ettin, vefat edinceye kadar dini yeryüzünün yarısına, insanların beşte birine ulaştırdın” diyerek görevini hakkıyla yaptığına şehadet ederler.

Sonra da değişik bölge ve mekânlardan Rabbi katında şefaatçi olmasını dileyerek ziyaretine geldiklerini, misafirleri olmak ve huzurunda bulunmakla şereflendiklerini belirtir, “Sen şefaatçisin; şefaat-i uzma, makam-ı Mahmud ve vesile ile şefaati kabul edilensin” der, Nisa Sûresinin 110. âyetinde ifade edilen, “Kim bir kötülük işler veya bir günahla kendi kendine zulmeder de sonra Allah’tan mağfiret dilerse, Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur” meâlindeki âyeti okuyup nefislerine zulmetmiş olarak, mağfiret dileyerek “Rabbine karşı bize şefaatçi ol” der; hayatlarının, vefatlarının sünneti üzere olması, zümresi olarak dirilmeleri ve havzında buluşmaları, kana kana içmeleri için Rabbinden dilekte bulunmasını ve bilhassa şefaatine nail kılmasını isterler.

Sonra da kendileri; anne baba, yakınları ve mü’min kardeşlerine mağfiret diler, dünyada ve ahirette iyilikler ister ve “Ya Rab! Resûl-i Ekreme (a.s.m.) vesile ve fazileyi, yüce dereceyi ver, vaadettiğin Makam-ı Mahmuda ulaştır. Sen vaadinden dönmezsin” diye duâyla ziyaretlerini bitirirler.

Kâinatın Efendisini ziyaretle müşerref olma, onun sünnetine bağlılık ahdinde bulunma unutulmaz anlar yaşatır onlara.

10.06.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Siyasette kafa karışıklıkları



Her konuda olduğu gibi, Bediüzzaman’ın siyasî konularla ilgili fikir ve düşünceleri, tavsiye ve temennileri gayet net ve açıktır. Altı bin sayfalık Nur Külliyatında açık, berrak ve net olmayan bir konu, bir mesele var mıdır ki, siyasî ve içtimâî meselelerde bir müşevveşiyet, bir şüphe, bir tereddüt bulunsun. Görebildiğim kadarıyla asıl müşevveşiyet, asıl karmaşa ve kargaşa hali bizim zihinlerimizde, bizim yaklaşımlarımızda olduğu için, risâlelerdeki gayet net ve açık olan mesajları anlamakta zorluk çekiyoruz.

Zihin kargaşalarına yol açan sebepler çok olmakla beraber, son yıllarda siyasî arenada yaşanmakta olan karmaşık olaylar, sergilenmekte olan ayak oyunları zaman zaman çoğumuzu şaşırtarak, tereddütlere sevk ediyor. Aslında figürler, senaryolar aynı olmakla beraber, zaman içinde değişmekte olan siyasî aktörlerin farklı duruş ve söylemleri, bir çok kişiyi yanıltabiliyor.

Ayrıca çoktandır siyasî alandaki sıdk ve doğruluğun yerini, yalan ve akla gelmeyen çeşitli “katakullilerin” alması, saf zihinleri bulandırarak, bir çok insanı doğruyu bulmakta zorluklarla başbaşa bırakıyor. Fakat önünde Nur Külliyatı gibi serapa hak ve hakikatleri barındıran, her mevzûda olduğu gibi, siyasî ve içtimâî konularda da tam doğru ve şaşmaz ölçüleri bulunduran böyle bir eserle tanışan insanlar, umuyorum ki siyasî tercihlerinde herhangi bir kafa karışıklığına girmeden, bu seçimde de Bediüzzaman’ın tavsiye ettiği şekilde tercihlerini yapacaklardır.

Kafa karışıklığına yol açan sebeplerden birisi de televizyon ve medyanın objektiflikten uzak, abartılı, tarafgirâne yayınlarıdır. Medyamızın böyle hemen her gün subjektif, taraflı haber ve yayınlarının tesirinde kalmadan, isabetli ve doğru bir siyasî tercihte bulunmak gerçekten kolay değil. Sürekli böylesi bir medyayı takip eden, onunla haşir-neşir olan insanlar için doğru bir karar alabilmek daha da zor.

Bu meyanda kafa karışıklığına, zihin karmaşasına insanları sokan bir diğer faktör de, çok görüşteki insanlarla çok fazla içli dışlı olup onlarla ilişkide bulunma durumu olsa gerek.

“Sohbette insibağ vardır” kaidesinin bir sonucu olarak, bir şekilde dost, akraba ve arkadaş çevresinin siyasî düşünce ve görüşleri de bazan görüşlerimiz üzerinde etkili olduğu görülmektedir.

Risâle-i Nur’daki ölçü ve düsturlardan habersiz veya oradaki mesaj ve tavsiyeleri anlamakta zorluk çeken bazı insanların, bazı dost-akraba çevrelerinin veya taraflı medyanın etkisiyle şüphe ve tereddütlere girmeleri kaçınılmazdır.

Yukarıda Bediüzzaman’ın siyasî konularla ilgili fikir ve düşüncelerinin hiçbir şüpheye, hiçbir tereddüte yer vermeecek kadar açık ve net olduğunu söyledik. Geçmişten günümüze değişen gündem ve konjonktürleri göz önünde bulundurarak, sağlam ve doğru ölçülerle, değişmeyen prensip ve düsturları istifademize sunan Bediüzzaman’ı dinlemekten başka çaremiz yok gibi.

Siyasî tercihte Bediüzzaman’ın demokrat düşünceli siyasî kadrolara destek verdiği şüphe götürmez bir gerçek. Bunun böyle olduğunu başta onun eserlerinden öğrendiğimiz gibi yakın talebelerinin ifadelerinden de çok net bir şekilde öğreniyoruz. Ayrıca onun eserlerine az çok muttalî olanlar ve hatta risâlelerden haberi olmayan insanlar dahi Bediüzzaman’ın ve talebelerinin her seçimde demokrat düşünceyi ön plana çıkaran siyasî partilere açık destekte bulunduklarını biliyorlar.

Bediüzzaman, Demokratları işaret ederek, talebelerine; “Onlara faydanız dokunsun, zararınız dokunmasın” diyerek tavsiyelerde bulunduktan sonra, “Nurcular, Demokratlara bir nokta-i istinattır” tesbitinde bulunarak, Demokratlara kuvvet vermenin ehemmiyetine parmak basıyor.

Lâhikalarda, Sünuhat’ta, Münâzarât’ta ve Hutbe-i Şâmiye’de bu ve benzeri ifadelerinden anlıyoruz ki, Bediüzzaman’ın Demokratlara olan desteği noktasında en küçük bir şüphe yok.

Bence belli ve malûm çevrelerin hedef saptırmalarına, ayak oyunlarına aldırmadan Bediüzzaman’ın “Demokratları iktidar yerinde muhafaza etmeye Kur’ân menfaatine kendimizi mecbur biliyoruz” ifadesinden hareketle hiçbir zihin karışıklığına girmeden ülkemizin ve milletimizin geleceği adına Üstadımızın tavsiyelerine uymaktan başka çare yok.

10.06.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Kadın hakları ve siyaset arenası



Ülkemizde kadın hakları ve problemleri konusu tartışıldığında gündeme gelen ilk konulardan bir tanesi de kadın ve siyasettir. Kimilerince ülkemizde çözülmeyi bekleyen bunca kadın probleminin yegâne sebebi meclisteki kadın milletvekili sayısının azlığıdır. Zira kadınlar siyasetten uzak durduğu, meclise girmediği için kadın problemleri kronikleşmiştir…

Yaklaşan seçim öncesi partilerin milletvekili aday listelerinde kadın adayların ilk sıralarda yer almaları ve sayılarının yüksekliği, meclise girecek kadın milletvekili sayısının fazla olacağının bir delili. Bakalım bu durum üniversitelerdeki başörtüsü yasağının aşılmasına ne katkı sağlayacak? “Ülkenin zaten böyle bir problemi yok!” duyarsızlığında mı kalacaklar, yoksa bu yaraya merhem bulma arayışında mı olacaklar? İşte bir sağlama fırsatı! Bakalım meclise giren kadınlar kadın problemlerini halledebilecekler mi? Bekleyip göreceğiz…

Hayalen Asr-ı Saadetteyken…

“Sahabelerim yıldızlar gibidir, hangisine tabi olursanız hakikati bulursunuz” meâlindeki hadisin pek çok hikmetlerinden bir tanesinin de bizi Sahabelerin yaşantısını öğrenmeye teşvik olduğunu düşünmüşümdür hep. Hz. Hatice’nin asaleti, Hz. Ebû Bekir’in doğruluğu, Hz. Bilâl’in sadakati, Hz. Osman’ın teslimiyeti, Hz. Ömer’in adaleti, Hz. Ayşe’nin ilmi, Hz. Fatma’nın şefkati, Hz. Hasan ve Hüseyin’in şehadeti… Kaynaklarda onların hayatına dair sağlam kanallarla aktarılan o kadar çok detaylı hayat kesitleri var ki. Birini bile okurken hayalen müşahede etsek aldığımız çok ibret dersleri oluyor. Sıkıntımız dağılıyor, kalbimiz ferahlıyor, hayata bir başka açıdan bakıyoruz… Tıpkı uçsuz bucaksız çöllerde yolunu kaybeden bir gece yolcusunun yıldızlara bakarak yönünü bulması gibi, hadiselerin baskısından bunalan bizlere de onların nuranî yaşantıları yol gösteriyor, örnek oluyor… Elinizin altında onların hayatlarına dair sağlam bir kaynak mutlaka bulunsun. Hani içinize bir sıkıntı çöreklenirse, ilk yardım çantası gibi okuyup ferahlanırsınız…

Çocukların beynini yıkamayın!

Bu cümle tanıdık değil mi? Çağdaş(!) hayat içinde çocuklarınıza dinî eğitim verme çabanız hemen “Beyin yıkama!” olarak tanımlanır. Çok uzağa gitmeye gerek yok, belki de aile çevrenizden bir kişi bile bu sözü sarf edebilir! “Şimdi daha çok küçük şekerim! Biraz daha büyüsün, ne öğreneceğine kendi karar versin! Onun tercihlerine karışmak yanlış!” Hatta medyada bu işin nüfus cüzdanının din hanesini boş bırakmaya varan örneklerini zaman zaman takip etmek mümkün. Öyle ya, çocuk hangi dini seçeceğine ileriki yıllarda kendi karar versin! Oysa ki, bir tohumu bile toprağa ektiğinizde ona uygulayacağınız bakım işlemleri bellidir. Düzenli olarak vitaminleri, sulama ve zararlılara karşı ilâçlama işlemlerini yapar, serpilip çiçek açacağı, meyveye duracağı günleri hedeflersiniz… Vazifeniz, onun sağlıklı gelişimine yardımcı olmaktır. “Ne hali varsa görsün”, deyip sizi bekleyen sorumluluklardan sıyrılamazsınız… Bir tohumda bile durum böyleyse, çocuklarımız daha itinalı bir eğitimi hak etmiyor mu? Manevî eğitim vazifemizi çocuğumuzun küçüklüğünden itibaren yaparız, ama büyüdüğünde dinen mesuliyet yaşına girdiğinde, sonrasına kendisi karar verir. Yaşantısına müdahale edemeyiz. Eğer onların küçük dünyalarında dinî motifleri yerleştirmez, Allah’ı, Peygamberleri, Sahabeleri, melekleri, cenneti anlatmazsak (kâinat boşluk kabul etmez), zaten başka batıl kavramlarla zihinleri yıkanacaktır! Hedefi olmayana yol gösteren çok olur! Sözgelimi malûm medyanın bu konuda sayısız modeli(!) var... Yarışmalar, yerli yabancı diziler, çizgi filmler, müzik, eğlence programları… Bunları örnek alan gençlerin içler acısı hali, aileler için çocuk eğitiminde Kur’ân ve Peygamberimizin sünnetinden daha isabetli bir yol olmadığının en güzel delili.

10.06.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Çocuklarımıza duâlarımız



Tire’den Ünal Bey:

*“Kişinin çocuklarına duâsı nasıl olmalıdır? Hatim duâsı gibi büyük duâ metinleri biterken anne ve babamıza, akrabalarımıza, sevdiklerimize, erkek ve kız kardeşlerimize bağışlama gönderilir de, evlâtlarımıza gönderilmez. Bunun bir sakıncası mı var? Ölmüş evlâtlarımıza nasıl duâ yapmalıyız?”

Hatim duâsı gibi uzun duâ metinleri genel kavramları, herkes için ortak dert ve ihtiyaçları, umumî istek ve dilekleri ön plâna almış olabilir ve herkesin kendine özgü dünyasına bire bir girmeyebilir şüphesiz. Bu durumda “Âmin!” deme konumunda bulunan bizler, kendimize özgü dünyamıza da girip duâmızı kendimize mahsus niyaz cümleleriyle süsleyebiliriz. Bağışlama yaparken, eğer ölmüş evlâdımız varsa hiç şüphesiz ona da yaparız, hatta adıyla ve muhtelif şefkat cümlecikleriyle taçlandırarak yaparız. Hiç sakıncası olmaz. Bilakis makbule geçer.

Çünkü âyet ve hadisler, anne babayı evlâtları için duâ yapmaya özendiriyor, teşvik ediyor. Anne babanın evlâtları için duâlarını, makbul duâların ilk sıralarına koyuyor. Duâ açısından anne baba olmak, ya da evlât olmak eşsiz bir konumdur; her zaman kolay ele geçer bir konum değildir. İşte örnekler:

Peygamber Efendimiz (asm) çeşitli hadislerinde buyuruyor ki:

* “Kelime-i şehadet ve anne babanın evlâdına yaptığı duâ hariç, her şey ile Allah arasında bir perde vardır.”1

* “Üç duâ vardır ki, hiç şüphe yok ki kabul edilir: 1- Mazlûmun duâsı. 2- Misafirin duâsı. 3- Anne babanın çocuklarına duâsı.”2

* “Babanın duâsı hiçbir engelle karşılaşmadan Allah’ın huzuruna çıkar.”3

* “Babanın çocuğuna duâsı, peygamberin ümmetine duâsı gibidir.”4

Hazret-i Lut’un (as) çocukları için yaptığı duâ:

“Rabbi necini ve ehlî mimma ya’lemûn.”5 (Rabbim, beni ve çoluk çocuğumu onların yapa geldikleri kötülüğün şerrinden koru!”

Hazret-i İbrahim’in (asm) çocukları için yaptığı duâ:

“Ey Rabbim! Beni ve çoluk çocuğumu namazı dosdoğru, gereği gibi kılan kimseler eyle!”6

“Rabbimiz! Bizi ve çoluk çocuğumuzu Sana her şeyimizle teslim olmuş kullar eyle! Neslimizden Sana itaatkâr bir ümmet yarat.”7

Hazret-i Zekeriya’nın (as) çocukları için yaptığı duâ:

“Ey Rabbim, bana Kendi tarafından temiz bir soy bağışla, hiç kuşkusuz sen şu duâyı işitensin.”8

Çocuğun anne babasına duâsı da geri çevrilmeyen duâlardandır.

Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki:

“Kişinin Cennetteki derecesi yükseltilir. Kişi sebebini sorar: ‘Ya Rabbi! Bu lütuf nereden?’ Ona şöyle cevap verilir: ‘Çocuğunun senin için yaptığı istiğfar ve duâlardan.’”9

Kur’ân, dili duâlı evlâtlara anne babaları için duâ örneği de veriyor: “Ey Rabbim! Anne ve babama merhamet et! Onlar beni nasıl ben küçükken bana merhamet edip büyüttülerse, sen de onlara acı ve merhamet et.”10

“Ey Rabbimiz! Kıyamette hesap için ayağa kalkacağımız gün beni, anne ve babamı ve bütün mü’minleri bağışla.”11

Buluğ çağına ulaşmadan evlâdı ölenler cenaze namazında şöyle duâ ediyorlar: “Allah’ım! Çocuğumuzu bize takdim edilmiş bir ödül kıl! Ya Rabbi! Onu bize bir sevap, bir zahire kıl! Onu bize şefaatçi kıl!”

Anlaşılıyor ki, anne ve babanın çocuğuna bakışı duâ, nazarı dua, özü dua, sözü duâ, temennisi duâdır. Anne baba ve çocuklar bu duâ fırsatını kaçırmamalı, çocuklarına asla bedduâ yapmamalı, kızdıkları zaman bile dillerini duâya cümleleriyle süslemelidirler.

Duâ

Ey hayırlı kapılar açan! Ey hayırlı yollar açan! Ey mevcudata hayırlı şekiller açan! Ey hikmeti için dünyayı hayata açan! Ey kudreti için ahireti hayata açan! Ey adaleti için Mahkeme-i Kübra’yı insanlara açan! Ey merhameti için Cenneti kullarına açan! Ey Fettah-ı Allâm! Çocuklarımıza hayırlı kapılar aç! Müslümanlara hayırlı kapılar aç! Senin izninle açtığımız kapıları, girdiğimiz yolları bize hayırlı eyle! Dünyada ve ahirette bize güzellikler nasip eyle! Âmin!

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sağîr, 4/1336

2- Câmiü’s-Sağîr, 2/860

3- Câmiü’s-Sağîr, 3/994

4- Câmiü’s-Sağîr, 3/994

5- Şuara Sûresi: 169

6- İbrahim Sûresi: 40

7- Bakara Sûresi: 128

8- Al-i İmran Sûresi: 38

9- Câmiü’s-Sağîr, 2/538

10- İsra Suresi: 24

11- İbrahim Sûresi: 41

10.06.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Sosyal projeksiyonlar



Risâle-i Nur, “hayat-ı içtimaiye” olarak tanımladığı sosyal hayatı, onun prensiplerini, yüzyılın projeksiyonu ile çerçeveler. 20-30 yıllık projeksiyonların oldukça ciddiye alındığı, hatırı sayılır, akademik ve oldukça uzağı gören açılımlar kabul edildiği günümüzde, yüzyılları kapsayan bir ufkun bakış derinliği ile Risâle-i Nur’un vukufiyetinin, şahsî değil manevî bir emanetin ve ihsan-ı İlâhinin eseri olduğu ortadadır.

Bediüzzaman, Risâle-i Nur’un müellifi/yazarı olmasına rağmen, eserlerin kendisine ait kesbî/çalışmaya dayalı bir emeğin mahsulü olmadığını, vehbî/Allah’ın bahşettiği bir ilim olduğunu açıkça belirtir.

Misal olarak, “Üzümün hasiyeti/özellikleri kuru çubuğunda aranmaz” benzetmesini yapar. Bu mütevazî ve mânây-ı harfi ile her şeyi Allah adına kabullenen ve şükreden şuurun, bu yüzyıla düşen bir farklılığı var.

Risâle-i Nur, öncelikle, bu yüzyılda ilim enaniyeti/benliği cihetiyle çok ileri giden günümüz insanlarını kıskandırmayacak ve tahrik etmeyecek bir sırrın ifşa şeklidir.

Beşerî aklın rasyonel, günü anlamaya, gelişen olayları çözmeye çalışan sınırlı bakışı ve nesnel dokunuşu ufku daralmaktadır. Devasa bir akl-ı selimle ilâhî dengenin hikmet pırıltıları ile günümüzün temel yaklaşımlarını çözme arzusu ve bunun seçilen referansları, herkesi ayrı bir duruş şekline sevk etmektedir. Bireyin aktüel bilgiyi kullanma, doğru algılama ve temel felsefesini belirleme parametrelerine göre değer yargıları değişmektedir.

Bu anlamda Risâle-i Nur’u referans alan, idrakine ve zihnin odağına yerleştiren bir anlayışa mukabil, hayatının içeriğine Risâle-i Nur’u almamış bir insanın bizi muahezesi; belki dikkate alınabilir, dinlenebilir ancak irşat ve metot farkımızın doğurduğu farklı çerçevelerimizi ortadan kaldırmadığı gibi, itham etme hakkını da vermez.

Özellikle bu sıcak seçim gündeminde, siyasî ve sosyal olaylara bakışımızı ve tercihlerimizi ortaya koyduğumuzda, elektronik posta ile hakaretamiz itham ve tepkiler veren düşünce fakirlerini anlamakta zorlanıyoruz.

Düşüncelerimiz, yazılarımız, bakışımız, algımız ve ifade biçimimiz, bir başkasına farklı gelebilir. Bu son derece normal. Zaten farklılığımız fıtridir ve ilâhidir. O yüzden insanız. Hepimizin düşünme melekesi, birbirimizi anlama ve yanlış konumlandırmalara tevessül etmeden saygı içerisinde iştirak etmek veya kabulsüzlük hakkıdır. Asla inkâr, itham ve husûmet değildir.

Fikrin samimiyetini tartışmak ya da bizi kendilerine benzetemedikleri için kabulde zorlanmak veya kabalığın insanî ve ahlâkî olmayan direkt-dolaylı yollarına sapmak ve incitmek, doğrusu mü’mince bir tavırdan çok uzaktır.

Bu hazımsızlık bile, ülkede “siyasi teröre” dönüşmüş tahakkümün ne denli hoşgörüsüz bir şartlanmaya girdiğini gösteriyor ki, bu durum bile iddiamızı ispatlayan başlı başına bir delildir.

Bediüzzaman’ın anlam yüklü ihlâsı, mensuplarının anlama ameliyesi, ortak hafızaların kurumsal dayanışması, süregelen istikrarın fikri seviyesi ve ilkeli duruşu, bazı siyasî çevrelere ağır gelebilir. Hemen anlaşılamayabilir. Bunları zamanın tefsirine bırakmaktan başka çaremiz yok.

Ancak dinî hayatı siyasîleştiren, bundan aktif siyaset üreten, birinci derecede faydalanan ve onların müsbet çalışmalarından nemalanan çevrelerin/dostların ve niyetleri samimî insanların kendi zaviyelerinden bakma tercihleri olduğu gibi, bizim de kendimize has ve misyonumuza göre ifade etme hakkımız olduğunu hatırlatmak isteriz.

Her defasında erkenden keşif uyarısı yapmak, daha kapsamlı yerden bakmak, anlaşılmamayı göze almak zor bir süreçtir. Üstelik siyasî ve sosyal mağduriyetleri bugüne kadar yaşayan, fakir ve dürüst çizgisini koruyan, kimseye temenna etmeyen, geçmişinin vak’arı ile geleceğinin inanmışlık dokusunu inşa eden bir kitleyseniz daha da sıkıntılı oluyor.

Bu inanmışlığın zevkidir aynı zamanda. Ferahlatıcı kalbî bir irade ve sevgi yüklü bir tercih hakkıdır. Düşüncenin kırılmayan olgusudur.

Bugüne kadar inandıklarımızla yolumuza devam etmeliyiz.

10.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Toplumsal refleks



Türkiye’de yine inanılamayacak garip şeyler yaşanıyor. Genelkurmay tarihte görülmeyen bir biçimde halkı reflekse, yani sokağa inmeye davet etti. Aslında burada içiçe geçmiş bir süreç ve iki tehlikeli belirti var. Bunlardan birisi, Genelkurmayın hükümetten bağımsız ve müstakil hareket etmesidir. Irak’ın kuzeyine harekât yapmayı her ne kadar ‘biz sokak kabadayısı değiliz’ diye reddetseler bile, fakat açıklamalarla başlarına buyruk davrandıklarından şüphe edilemez. Bunun derin sebepleri var. Ama konuyu ve durumu anlamamız açısından yüzeydeki tartışmalara bakmakla yetinelim. Sözgelimi, hükümet ile askerler arasında ‘kim kime bağlıdır’ tartışması yaşanıyor. Bu mesele temelden çözülmedikçe krizler de çözülmez. Anlık olarak çözüldüğü varsayılsa bile sürekli yeniden nükseder. Türkiye’de olduğu gibi. Türkiye bir türlü normalleşemiyor. Ceviz Kabuğu’nda Mesut Yılmaz, aslında cumhurbaşkanlığı krizinin 12 Eylül’de kabul edilen bir anayasanın ürünü olduğunu söyledi. O dönemin olağanüstü halinde kişiye mahsus cumhurbaşkanlığı tanımı ve tarifi yapıldı. İşe göre adam değil adama göre iş ihdas edildi. Yetkileri bol ve sorumluluğu olmayan bir cumhurbaşkanlığı modeli kabul edildi. Ahmed Necdet Sezer bile o makamda değilken bu yetkilerin fazlalığından şikâyet etmişti.

Normal dönemlerde olağanüstü dönemlerin yasalarıyla idare edilmemiz krizin temelini oluşturuyor. Bu bağlamda geriye dönük olarak bir ayıklanma yapılması şart. Normal dönemde normal yasalara geçemeyişimizin temel sebebi askerlerin ‘serkeşliği’ ise sivillerin de ‘korkaklığı’dır. Ama bu fasid dairenin aşılması lâzım. Vakti geldi de geçiyor. Dünya da bizim gibi. Lübnan krizi ile Türkiye’deki kriz arasında birçok benzerlik noktası var. Dünya da, 1945’lerde olağanüstü dönemde temelleri atılan sistemle yaşıyor. Daha doğrusu krizlerle birlikte yaşamaya çalışıyor. Siviller 12 Eylül rejimini değiştirmekte çok geç kaldılar. Değiştirme iradesini kaybedenler değişirler. Devri sabık meydana getirmek istemeyenler devr-i sabık olurlar.

***

Askerler mi sivillere siviller mi askerlere bağlı meselesi kişisel bir tartışmanın ötesinde yasal olarak da tartışmalıdır. Zira sivillerin elinin değmediği halen yürürlükte bazı mayınlı hükümler ve kanunlar vardır. Askerler de zaten bu mayınlı tarlaların temizlenmemesi için siyaseti parçalı tutmaya gayret etmişlerdir. Bir hukukçunun dediği gibi eğer anayasa net değilse o ülke mayınlı bir arazi veya kaygan bir zemin gibidir. Nitekim 27 Nisan sürecinde bunu yaşadık. Bu çerçevede Çapraz Ateş’te emekli Tuğgeneral Ramiz İlker Erdoğan’ın ‘Genelkurmay bana bağlıdır’ sözünü eleştirmiş. Nazlı Ilıcak’la polemiğe girmiş. Öyleyse genelkurmay devlet yapısının veya hiyararşik yapının dışında kendi yörüngesinde hareket eden bir kurumdur. Başına buyruk hareket eder ve siyasî referansı tanımaz. Buna iki başlı idare denilir.

Bir ülkede idare hiyerarşik değilse; kimin kime bağlı olduğu belli değilse orada çift başlılık veya çok başlılık vardır. Tayyip Bey ilk dönemlerde sürekli oligarşik yapıdan şikâyet ederdi son sıralarda o da havlu attı. Belki Başbakan Erdoğan’ın ‘genelkurmay bize bağlıdır’ sözü şeklen doğru ama mahiyet itibarıyla tartışmalıdır. Bu tehlikenin diğer tarafı da genelkurmay bildirisindeki son paragraftır: “Türk Silâhlı Kuvvetlerinin beklentisi; bu tür terör olaylarına karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı koyma refleksini göstermesidir...” Burada ‘kitlesel karşı koyma refleksi’ ne anlama gelmektedir? Cumhuriyet mitingleri gibi yeni mitinglerin tertip edilmesi midir? Herhalde öyle anlaşılıyor. Pekâlâ denildiği gibi genelkurmay böyle bir çağrı hakkına ve yetkisine haiz midir? Değil ama yine de ikili sistemde fiili bir yeri var.

***

Cihet-i askeriye hükümete bağlı olmayı özde reddettiği gibi, ayrıca başına buyruk hareket ediyor ve onun ötesinde sivil alanının insiyatifini de ele geçirmiş durumdadır. Bu güvenlik üzerinden bir siyasî harekâttır. Bunun iki tehlikesi vardır. Bu çığır hükümeti eninde sonunda destabilize eder, yutar. Hükümet bu çığırın altında ezilir. İkinci tehlike daha büyüktür ve ülkeyi istikrarsızlaştırma ihtimâlini barındırmaktadır. Netice itibarıyla, PKK çapulcu bir örgüttür ve büyük nisbette de Kürt halkından kopuktur. Kitleleri toplumsal reflekse davet etmek meseleyi güvenlik boyutundan halk boyutuna taşımak olur. Bunda, halkın bir kısmının diğer bir kısmına yabancılaşması veya kutuplaşma tehlikesi vardır. Maalesef siyasî süreç, giderek güvenlik sürecinin esiri haline geliyor. Bu güvenlik üzerinden siyasetin manipülasyonu iddialarını da beraberinde getiriyor. Maalesef bir kez daha cinin şişeden veya diş macununun tüpten çıktığını müşahade ediyoruz. Kriz seçimler öncesinde derinleşiyor. Söylediklerimizin hepsi ihtimâl dairesinde kalabilir ama tehlikeli bir süreçle karşı karşıya olduğumuz şüphe götürmez bir gerçektir. Bu açıdan, sağduyunun yeniden toparlanması vaktidir.

10.06.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Su israfına basit 10 maddelik önlem



1- Musluğu açık bırakmayın. Her gün sebzelerimizi elde yıkamak yerine, su dolu bir kapta yıkarsanız, çok daha az su tüketirsiniz. 4 kişilik bir aile bu yöntemle yılda ortalama 18 ton su kurtarabilir.

2- Bulaşıklarınızı elde değil, makinede yıkayın. 4 kişilik bir aile günlük bulaşığını elde yıkarsa, ortalama 84-126 litre su harcar. Oysa bulaşık makinesi aynı bulaşığı sadece 12 litre su ile yıkar. Bu da bir yılda ortalama 26-40 ton suyu kurtarmanız demektir.

3- Diş fırçalarken, tıraş olurken suyu kapatın. Diş fırçalarken ya da tıraş olurken, kullanmadığımız halde açık bıraktığımız su gideri, yılda kişi başı ortalama 12 tondur. 4 kişilik bir ailede bu rakam ortalama 48 tondur.

4- Daha kısa duş alın. 5 dakikalık bir duş sırasında ortalama 60 litre su harcarsınız. 4 kişilik bir ailenin her bir ferdi duş süresini 1 dakika azaltırsa yaklaşık 18 ton su kurtarırsınız.

5- Gereksiz yere sifon çekmeyin. Tuvaleti çöp olarak kullanmayın. 4 kişilik bir ailenin her bir ferdi, günde bir kez sifonu amacı dışında çekerse yılda 16 ton su harcamış olur.

6- Sifona plastik bir şişe yerleştirin. 1.5 litrelik bir pet şişeyi su ile doldurarak sifonunuzun içine yerleştirin. Sadece bu basit önlemle bile yılda 2 ton su kurtarabilirsiniz.

7- Duş başlığınızı değiştirin. Yeni çıkan suyu daha iyi bir şekilde püskürten ekonomik duş başlıklarından alın. Böylece suyu daha az açarak daha tazyikli bir duş alabilirsiniz.

8- Muslukları tamir ettirin. Evdeki tüm muslukların su kaçırmadığından emin olun. Gerekirse tamir edin. Her saniye bir damla damlayan musluk yılda 1 ton su harcar.

9- Su kaçaklarını engelleyin. Evinizdeki ya da apartmanınızdaki su borularını yenileriyle değiştirin ya da tamir ettirin. Eski tip borular tonlarca su harcar.

10- Çamaşır makinesini ekonomik kullanın. Bir çamaşır makinesi tek bir çalıştırmada 176 litre su harcar. Makinenizi haftada bir kez bile az kursanız, yılda 9 ton suyu kurtarırsınız."

Not: Bütün bu söylediklerimiz eğer sizin evinizde su akıyorsa... Yok eğer akmıyor ve sürekli kesiliyorsa, zaten tasarruf ediyorsunuz demektir.

HAFTANIN KAYBEDENLERİ

YSK tarafından seçime sokulamayan kaybedenleri, haftanın kaybedenleri köşesine yerleştirdik:

-DTP'liler

-Eski Başbakan Necmettin Erbakan

-ANAVATAN Partisi

Ve onun lideri:

“Erkan Mumcu.

Haydi "hayırlı traşlar!"

DARGINLIK

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan:

"Cumhurbaşkanı ile dargın değiliz" diyor.

Doğrudur.

Zaten konuşmuyorlardı ki.

YUMURTANIN BEDELİ

Başbakan Erdoğan'a yumurta atan adam 600 YTL para cezası almış.

Vatandaşa yazık:

Bir yumurtanın "bedeli"ni peşin peşin ödemiş.

MİTİNG

Bir üniversite rektörü feryat ediyor:

“Maaşımız az, geçinemiyoruz!”

Tamam, işte fırsat:

Hemen bayrak alıp miting yapın.

Haydi YÖK, ne duruyorsun?

HAFTANIN MANŞETİ

"ABeDe Başkanı

George W. Bush,

G-8 Zirvesinde katıldığı bir yemekte ishal oldu."

(BASIN)

10.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Geleneklerini bozmayanlar!



Türkiye seçim atmosferine girmişken, her seçim öncesi olduğu gibi dine ve dinî değerlere yönelik “karalama haberleri” hız kazanıyor. Bunu gelenek haline getirenler yine boş durmuyor, histeri nöbetine tutulmuşcasına…

Okullarının kapanmasına az bir zaman kala, kız öğrencilerin okul kapılarında başörtülerini çıkarmak zorunda kalmalarını yeni bir habermiş gibi veriyorlar. Haberde o gençlerin inançları gereği başlarını örttükleri, başörütülerini ne kadar zorlanarak açtıkları hiç vurgulanmıyor.

Bir başka haber de “okulda toplu namaz”(!) haberi… Haber öyle bir şekilde veriliyor ki, sanki bu çocuklar uyuşturucu çetesinin eline düşmüş, fuhuş bataklığına saplanmış, hırsızlık yapmış, cinayet işlemiş ya da gizli örgüt kurmuş. Kız çocuklarının soyunma odasının “gizli görüntüleri” çekilip bazı gazete ve televizyonlara servis yapılıyor. Hem de aynı okulda okuyan bir kız çocuğunun annesi tarafından… Peki, o çocuklar orada ne yapıyorlar? Namaz kılıyorlar. Evet, sadece İslâm’ın beş şartından biri ve “dinin direği” olan namazlarını edâ ediyorlar.

Millî Eğitim müfredatında, namazın, ilköğretim 4. sınıftan itibaren lise 2’ye kadar öğrencilere öğretilmesi emrediliyor. Özellikle 4, 5, 6, 7 ve 8. sınıflarda namazın nasıl kılınacağı, namaz sûreleri, duâlar, namazın şartlarına kadar bütün konular müfredat kapsamında öğrencilere anlatılmak zorunda…

Kaldı ki, Millî Eğitim Bakanlığı’nın okulda ibadet etmek isteyen öğrencilerle ilgili 1977 yılına ait bir genelgesi de bulunuyor. Genelgeye göre, okul yöneticileri ibadet etmek isteyen öğrenciye yardım etmekle yükümlü. Bu genelge, dönemin Millî Eğitim Bakanı Nahit Menteşe zamanında bütün valiliklere gönderilmiş.

Pek çok Avrupa ülkesinde Müslüman öğrencilerin namazlarını rahatça kılabilmeleri için Cuma saatine ders dahi konulmazken veya namaz için mekân ayrılırken, halkın ekserisi Müslüman olan bir ülkede bu tür haberlerin yapılmış olması gazetecilik adına utanç verici. Bu olayda asıl tartışılması gereken namaz kılınması değil, namaz kılınmasının gizlice görüntülenerek medyaya servis yapılmış olması ve çocukların böyle mezbeleliklerde nasıl namaz kılmaya mecbur edildiğidir. Bu tür haberlerin verilmesi maksatlı değil de nedir? Kaldı ki, insanların yaşadığı her yerde ibadet için bir yer ayrılması en tabiî insan hakkıdır. Öte yandan, bu haberleri yapanlar o çocukların bu haberden sonra ne tür bir psikoloji içine girdiğini hiç mi düşünmezler.

Hiç kimsenin bu çocuklara korku salmaya, onların ibadet etmelerini engellemeye de hakkı yoktur…

Bir başka haber ise, YÖK’ün tam da bugünlerde bitirdiği bir çalışmayla ilgili… YÖK uzunca bir süre üzerinde çalıştığı “Türkiye’nin Yükseköğretim Stratejisi” raporunu tamamlamış. Bu rapora göre, YÖK kız çocuklarına imam hatip lisesini yasaklayan yeni stratejik hedefler belirlemiş! Raporda, “İleride zorunlu olarak imam ve hatiplik yapabilecek erkek öğrenciler olmalıdırlar. İHL’lere, kız öğrenci alınmaması gerekir” deniliyor. YÖK’ten farklı bir şey beklenmese de, bu raporun bugünlerde bitmesi anlamlı değil mi?

Dahası da var. Amasya’da bir din dersi öğretmeni öğrencilerine “zina” ile ilgili sorular sorduğu için soruşturma geçiriyormuş. Hele bakın, neler sormuş: “Aşağıdakilerden hangisi zinanın zararlarından birisi değildir?”, “Ruh sağlığı açısından hangisi zinanın zararlarından değildir?” Ne önemli bir haber değil mi? Okullarda cinselliğin konuşulduğu bir ortamda nasıl olurda bir din dersi hocası zinayı sorar!

Bu haberleri alt alta koyduğunuzda bir takım çevrelerin alışkanlık haline getirdiği, seçim öncesi “irtica” yaygarasını yapmaya başlayacaklarını gösteriyor. Ama nafile, millet uyandı artık… Bundan hedef, panik meydana getirmek, kutuplaşma oluşturmak ise başaramazlar. Çünkü millet feraseti ile bunlara pabuç bırakmaz ve fırsatı gelince cevabını da verir.

Bu tür haber yapanlara tavsiyemiz, haber yaparken, insan hak ve özgürlükleri, inanç ve ibadet özgürlüğü gibi hak ve hürriyetleri düşünsünler. Çünkü gün geliyor bu özgürlükler herkese lâzım oluyor. Böyle saçma haberler konusunda ezberini ve geleneklerini bozmamakta ısrar edenlere duyurulur.

10.06.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Engelleri aşalım



‘Hal ve gidiş’imizle ilgili olarak aylar/yıllar önce yapılan yorumlar ve tahminler, maalesef gerçekleşiyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi döneminde—şekli bilinmese de—’kriz’ler çıkabileceği tahmin edilmişti. Aynı şekilde, Türkiye; AB yolunda kararlılıkla adım attıkça çeşitli engelleme faaliyetleri yapılacağı da söylenmiş, yazılmıştı. Seçim tarihine yaklaştıkça, ‘kriz’lerin derinleşebileceği de yapılan tahminler arasındaydı.

Bugün geldiğimiz noktaya bakınca, krizlerin derinleştirilme çalışmalarının devam ettiğini görüyoruz. Seçime sayılı günler kaldığı halde, seçim havası teneffüs edilemiyor. Gazete ve televizyonlarda, seçim haberlerinden daha fazla ‘başka’ haberler yer alıyor. E-muhtıralar ve bunların başlattığı tartışmalar da sürüp gidiyor.

Genelkurmay’in internet sitesinde yayınlanan 8 Haziran tarihli açıklama da yine tartışmalara sebep oldu. Pek çok sivil toplum kuruluşu, gazeteci ve ‘aydın’ bu açıklamanın doğru olmadığı kanaatinde. Kitleleri meydanlara çağıran, ya da kamuoyunca böyle anlaşılan açıklama ciddî eleştiriler aldı. Meselâ, Hürriyet’in başyazarı Oktay Ekşi “Dikkatli olalım” başlıklı yazısında şöyle dedi: “Açıklamadaki sözler bir ‘Kalkın ey ehl-i vatan!’ çağrısı mı? Öyle bir çağrının ne gibi felâketlere yol açabileceğini—örneğin bunca yıl barış içinde yaşayan insanlarımızı hızla bölüp birbirine düşman edeceğini—bu satırları yazan veya yayımlatan her kim ise bilmiyor mu?” (9 Haziran 2007)

Tabiî ki, Ekşi bunları yazarken, aynı gazetenin bir başkası da şöyle yazdı: “Biz bütün kalbimizle, sessizliğimizle, itirazsızlığımızla arkanızdayız.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 9 Haziran 2007) Ancak medyanın genel tavrına bakınca, ilgili açıklamanın eleştirildiği ortada. Nitekim, Genelkurmay tarafından daha sonra yapılan (9 Haziran 2007) açıklamada, “Bu çağrıda kastedilen; toplumsal tepkinin, kesinlikle şiddet içermeyen demokratik kurallar içerisinde gösterilmesidir” denildi.

Bütün bu tartışmalar yaşanırken, TÜSİAD canibinden yapılan açıklamalar da ilgi çekiciydi. Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç, Avrupa Birliğine de, tam üyelik idealine de sarıldıklarını açıkladı. (AA, 8 Haziran 2007) Türkiye’nin, hiçbir döneminde bugünkü kadar Avrupa ile bütünleşme ihtiyacı içinde olmadığını dile getiren Koç, sözle devam etmiş: “Ulusal çıkarlarımızı kendi ekonomik gerçeklerimiz, coğrafyamızdan kaynaklanan stratejik gerçekler, küresel ekonomi ve politikadaki gelişmeler ışığında yorumlarsak, ülkemizin AB içinde olması gerektiğini açıkça görebiliriz. AB hem aldığı siyasî kararlar, hem de ekonomik etki gücü ile çevresinde güçlü bir çekim alanı oluşturuyor. (...) Böyle bir ortamda AB dışında kalan bir Türkiye, özel statülü ülke durumuna düşebilir ve AB’de uydulaşabilir.”

TÜSİAD’ın, Avrupa Birliği idealine ‘sıkı’ca sarılmasıyla ilgili açıklamalarının tam da bu günlerde yapılması herhalde ‘tesadüfî’ değildir. Tartışmalar, kimin ya da kimlerin AB’ye ‘hayır’ dediğini net bir şekilde gösteriyor.

Keşke TÜSİAD yıllar önce bu noktaya gelip, AB üyeliği yolunda ciddî ve samimî adımlar atılmasına destek olsaydı...

10.06.2007

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Barla'da sıla sıcaklığı



Mavi Nur...

Sadece Barla’ya has tabiî bir haldi bu. Göğe de, göle de dik bakardı Barla dağları, insan buradan aşağıya eğildiği zaman Barla Denizini, yukarıya döndüğü zaman da gökyüzünü görür ve kendisini bu mavi nur ummanında nuranîleşmiş bir semâvât sakini gibi hissederdi.

Barla’da dağ, deniz ve semâ iç içeydi. Geniş gönüllü, aydınlık yüzlü Barla Denizinin her noktasından her zaman bu cazip manzarayı seyretmek mümkündü. Bilhassa gökyüzünde bulutların seyrana başladığı, ağaçların sallandığı, denizin dalgalandığı ve hayatın bütünü ile hareketlendiği zamanlarda insan bir yerde duramaz, ya dağa doğru gider, ya da denize koşardı.

Böyle zamanlarda mavi bir gözü andıran Barla Denizi; siyahı, beyazı ve farklı tondaki değişik renkleri bünyesinde barındırmasına rağmen, yine de bütünü ile mavi görünürdü. Arzın merkezinden Arş’ın zirvesine kadar uzanan bu mavi ummanda bulutlar, insan zihninden geçen hayaller gibi, suya düşen akisleri ve dağa vuran gölgeleri ile birlikte her an renk ve şekil değiştirerek giderlerdi.

Bilhassa ruhlar âşinaydı bu nura ve huzura. Mâvera âlemlerinin mavi nuruna âşina olan bu ruhları dünyada, sadece göğe yükselmekle kalmayıp bütün heybeti ile denize de dalabilen Barla Dağları teskin edebilir, insan bu ebed hasretini ancak orada biraz olsun dindirebilirdi.

Ama, aynı zamanda insanî bir haslet olan bu hasreti dünyada hissedebilen fazla insan kalmadığı için, Barla’da insan azdı. Olanlar da bu ulvî hazlardan habersiz yaşıyorlardı. Zaten Barla’da önce tabiat fark edilir, Barla kendisini bu tabiî güzellikleriyle sevdirirdi.

Bediüzzaman, biraz da bu yüzden sürgün olarak getirildiği Barla’da tabiî ve fıtrî bir sıla sıcaklığı buldu. Barla’yı önce tabiî haliyle tanıyıp sıla samimiyetiyle sevdi ve bu beldeyi ikinci vatanı olarak kabul etti.

Barla’ya geldikten sonra ilk olarak Nahiye Müdürü Bahri Beyle görüşen Bediüzzaman, muhacir Hafız Ahmet’in misafirhanesine yerleşti. Yaşadığı mekânı kendi hususî ahvâline alıştırmak istercesine bu odadan pek dışarıya çıkmadı. Dışardan da pek kimse gelmeyince Barla hayatı tam bir tecritle başladı.

Aslında Barlalılar cana yakın ve misafirperver insanlardı. Burası küçük bir nahiye olmasına rağmen ondan fazla misafirhane vardı. Köye bir misafir geldiği zaman, misafirhane sahibi onu götürüp yerleştirir, ihtiyaçlarını karşılar, halk da gruplar halinde ziyaretine giderek onunla sohbet eder, ona yalnızlık ve yabancılık çektirmezdi.

Bilhassa bu misafir bir hoca veya âlimse ahalinin alâkası daha da artardı. Hem her misafirhane sahibi misafirin kendi misafirhanesinde kalmasını ister, hem de halk ziyaretini sıklaştırarak onun ilminden, irfanından istifade etmeye çalışırdı.

Şimdi de halk, böyle bir ziyaretçi akınına her zamankinden daha fazla hazırdı. Ama Bediüzzaman’ı oraya yerleştirdikten sonra Barla’nın yetişkin insanlarını bir yerde toplayan Bahri Bey ve karakol kumandanı, onun bir sürgün olduğunu, yanına gitmenin de, yardım etmenin de yasaklandığını söyleyerek halkın gözünü korkutmuşlardı.

“Ben onu tâ İstanbul’dan tanırım” diye söze başlamıştı Hamzaoğlu Mehmet Efendi.

Mehmet Efendi uzun yıllar Selanik ve İstanbul taraflarında yaşadıktan ve çeşitli hareketlere katıldıktan sonra, ortalık karışınca Barla’ya dönmüş ve burada yaşamaya başlamıştı. Barla’dan fakir bir aile çocuğu olarak gitmesine rağmen, İstanbul’dan oldukça zengin dönmüştü.

O gizlemeye çalışmasına rağmen, herkes onun İttihadçılardan olduğunu bilirdi. Barla’ya geldikten sonra Ankara hükümeti ile de temas kurmaya çalışan bu sebeple askerlere ve hükümet adamlarına yakın davranan Mehmet Efendi, Barlalılarca pek sevilmez, ama zenginliği ve hükümet adamlarına yakınlığı sebebiyle hürmet edilirdi.

Mehmet Efendi bu hürmeti sevgi tezahürü sayar ve her vesile ile dile getirirdi. Hükümete yaranacak bir fırsat doğduğu zaman da kaçırmak istemez, söz verilmese de o bir yolunu bulup konuşurdu. Şimdi de herkesin kendisine baktığını görünce oturduğu yere biraz daha kurularak devam etmişti.

“Gençlik yıllarında İstanbul’da ve Selanik’te çok hareketliydi o. O zaman padişahla da iyi geçinmemişti. Otuz Bir Mart hadiselerine katılmış, bazen Ahrarları, bazen de İttihadçıları desteklemişti. Şimdi de Doğu isyanına karıştığı söyleniyor. Ona yardım etmeyin, elinizden gelirse işini zorlaştırın.”

O gün Bahri Bey de, kumandan da bu konuşmayı çok beğenmişler ve Mehmet Efendiye teşekkür etmişlerdi. Oraya çağırılanlar ise bu konuşmaları sadece dinlemişler ve dağılmışlardı.

O konuşmalardan sonra Barlalılar dışı buz tutmuş su gibi birbirine zıt iki hareketin gergin hissiyatı içinde kalmışlardı. Ya dışın soğukluğu içteki suyu da dondurup tamamen katılaştıracak, ya da için sıcaklığı dıştaki buzu eritecek ve bedenler de gönüller gibi Bediüzzaman’a doğru akacaktı.

Barla’da bu zıtlığı yaşamayan bir tek insan vardı: Muhacir Hafız Ahmet. Misafirhane sahibi olması sebebiyle her zaman onun yanına gitme imkânına sahipti. Onun için sık sık yanına giderek onu daha yakından tanımaya kararlıydı.

Gerçi o böyle bir imkâna sahip olmasa da Bediüzzaman’ı ziyaret ederdi. Çünkü o da düşman zoru ile vatanından hicret etmek mecburiyetinde kaldığı için vatandan uzak olmanın acısını çok iyi biliyordu. Bu yüzden, o durumda olan insanları hangi şartlarda olursa olsun yalnız bırakmazdı.

Nitekim herkese söyleyeceklerini söyledikten sonra Muhacir Ahmet Efendiye dönen Bahri Bey, onun yüz hatlarından, aklından geçenleri anlamış olmalı ki, ona dönüp hususî olarak ikaz etme ihtiyacı duymuş;

“Ahmet Ağa, hükümetin emridir bu. Sen de sürgüne yakınlık gösterme” demişti.

Orada umumî ikazlara da, hususî tenkide de sesini çıkarmayan Ahmet Efendi, eve gelince bahçede toprağı ekime hazırlayan hanımının elindeki kazmayı aldı. Onun şaşkın bakışları arasında,

“Sen eve git” dedi. “İhtiyat için ayırdığımız erzaklardan mükemmel bir sofra hazırla.”

“Neden efendi?”

“Dediğimi yap, gerisine karışma.”

Ahmet Efendi o gün akşam karanlığına kadar hem çalıştı, hem düşündü. Akşam namazından biraz sonra, sadece misafir için hazırlanan siniyi, kasnağı, sofra bezini aldı ve misafirhanenin önüne gelip kapıyı çaldı.

“Kim o?”

“Benim, efendi hazretleri. Muhacir Hafız.”

“Gel Ahmet Efendi. Kapı açık.”

Bediüzzaman’ın namazı yeni bitirdiğini ve tesbihat yapmakta olduğunu ancak o zaman anlayan Ahmet Efendi, elindekileri hemen kapının kenarına koydu ve diz çöküp sessizleşerek odadaki ibadet sürurunu bozmadı. Kendisine çok kısa gelen uzunca bir bekleyişten sonra Bediüzzaman tesbihatı bitirince o da sofrayı hazırladı.

Yemeklerin kokusu, sofra hazırlanmadan çok daha önce evi ve odayı sarmıştı. Tok insanların bile iştahlarını kabartacak kadar güzel hazırlanan yemeklere Bediüzzaman şöyle bir baktı ve gülümsedi. Barla gibi bir yerde bu mevsimde bulunmayacak pek çok şey vardı sofrada.

“Niye zahmet ettiniz kardeşim?”

“Teşrifiniz zahmete değil, rahmete vesiledir efendim.”

Hafız Ahmet Efendinin dâveti üzerine sofraya oturan Bediüzzaman, önce çorbadan birkaç kaşık aldı. Sonra kopardığı bir parça ekmeğin ucunu yemeklere hafifçe batırarak hepsini tattı, daha sonra da bir kaşık bal yiyerek “Elhamdülillah” deyip kenara çekildi.

“Allah ziyade etsin kardeşim.”

“Hiçbir şey yemediniz ki efendim.”

“Benim için tatmakla doymak arasında fazla bir fark yoktur.”

Bunun bir velâyet ve riyazet hali olabileceğini düşünen Hafız Ahmet Efendi fazla ısrar etmedi. Sofrayı toparlayıp götürdü ve hanımının hazırladığı çayı getirdi. Karşılıklı çay içerek bir süre sohbet ettiler. Bediüzzaman’ın yorgun olabileceğini düşünen Ahmet Efendi, onun rahatça istirahat edebilmesi için hemen kalktı.

“Allah rahatlık versin efendim.”

“Size de kardeşim.”

Hafız Ahmet Efendinin bu hassasiyeti sadece dilekten ibaret kalmadı. Onun rahat edebilmesi için hayvanları, misafirhaneye en uzak ahıra bağladı. Gece rüzgârın tesiriyle düşüp gürültü çıkarabilecek eşyaları ya sağlamlaştırdı, ya yere koydu. Kendisi de yatsı namazım kıldıktan sonra erkenden istirahata çekildi.

Bütün bu hazırlıklar Bediüzzaman’ın rahat uyuması içindi, ama o yatsı namazından sonra bir saat kadar istirahat edip kalktı ve sabaha kadar bir daha uyumadı. Her zaman yaptığı gibi geceyi hususî evrad ve ezkârı ile geçirdi. Sabaha doğru da “Sekine” duâsını okumaya başladı:

“Yâ Ferdün, Hayyün, Kayyumün, Hakemün, Adlün, Kuddûs”

Barla’da belki de ilk defa yapılıyordu bu duâ. Said Nursî’nin sakin bir şekilde başladığı, tekrarladıkça da heyecanının ve cezbe halinin arttığı bu duâyı, yalnız canlılar değil, cansız cisimler de can kulağıyla dinliyordu.

“O Ferd’dir, Hayy’dir, Kayyûm’dur, Hakem’dir, Adl’dir, Kuddüs’tür. Allah her zorluğun arkasından bir kolaylık yaratır. Bütün yüzler ezelî ve ebedî hayat sahibi olan ve her şeyin varlığı Onunla kaim bulunan Allah’ın huzurunda eğilmiştir...”

Bediüzzaman’ın on dokuz defa tekrarladığı bu duâda yaratılışının sırrını hisseden canlı-cansız bütün cisimler cezbeye gelip onun gibi varlıklarını Hâlıklarına hareketleriyle de hissettirmek isteyince, her cisim kendi cirmi içinde harekete geçti.

Havalanan humâ kuşunun kanat teleklerinin hareketi gibi birşeydi bu. Her varlık hareket ediyor, ama hiçbiri vazifesini unutup intizamını bozmuyordu. Onun için hem herşey hareket halinde, hem de yerli yerindeydi.

O sırada, yalnız insanlar bütün tabiatı ihata eden bu zikir halkasının dışındaydı. Kendi bedenleri bile fıtrî halleri ve hususî lisanları ile bu İlâhî koroya katılırken onların idrakleri derin bir uykuya dalmış olmalı ki, kimse bu farklı hali ve hareketi hissedemiyordu.

Gerçi gündüz hep mavi nurla yüz yüze yaşadığı için gecenin karanlığına pek tahammül edemeyen ve daha ilk akşamdan kendi içine kapanan Barla’da, herkes uyuyormuş gibi görünse de, aralarında uyumayanlar ve erken uyananlar da vardı.

O gece Bediüzzaman hiç uyumadı. Hafız Ahmet Efendi ise gecenin gündüze dönmeye yüz tuttuğu fecir öncesinde garip bir sarsıntı ile uyandı. Böyle bir hâli ilk defa yaşadığı için önce tereddütle etrafına bakındı, sonra da dikkatle gecenin sessizliğini dinledi.

Ancak uyku mahmurluğunu üzerinden attıktan sonra anlayabildi, sarsıntı zannettiği hareketin, Bediüzzaman’ın tabiatla bütünleşen zikrinden ileri gelen fıtrî bir cezbe hâli olduğunu.

(Said Nursî isimli romandan...)

10.06.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004