Geçtiğimiz hafta sonu dâvet üzerine beş arkadaş Kastamonu taraflarındaydık. Cuma akşamı, Bediüzzaman Hazretlerinin Küçük Isparta adını verdiği İnebolu ilçesindeki gönül dostlarımızla birlikte olduk. İki saat civarındaki ders ve sohbet hepimiz için faydalı oldu.
1910 yılında vapurla memleketine giderken İnebolu’ya uğrayıp mola veren Bediüzzaman, şehir merkezindeki Yahya Paşa Camii’nin şadırvanında abdest alırken, kırk-elli kişi etrafına toplanıp onu hayranlıkla seyretmeye başlar. “Ayıptır” diyerek kalabalığı dağıtmak isteyenlere mâni olan Ahmet Nazif Çelebi nâmındaki bir zât: “Ahaliyi rahat bırakın. Bu abdest alan zât, kendisine bakılacak büyük bir şahsiyettir” diyerek ortalığı yatıştırır. Nazif Çelebi, bu olaydan 27 yıl sonra devlet tarafından sürgün edilen Bediüzzaman’ı birkaç arkadaşıyla ziyaret eder ve ona talebe olur. Teksir makinesiyle Risâle-i Nurları ilk defa basan ve çoğaltan bu zâttır. Ağır devlet baskısı ve çok zor şartlar altında yapılan Nur hizmetleri İnebolu’da sür'atle yayılır. Nazif Çelebi, Ziya Dilek, Rüştü Mırmır, İbrahim Mırmır, Semerci Hüseyin, Salih Uğurtan, İbrahim Fakazlı gibi daha bir çok Nur talebeleri meydana gelir. İnebolu, Rusya’dan gelen dehşetli bir dinsizlik cereyanına karşı, Nur Risâlelerinin neşriyle âdetâ manevî bir kale olur.
Bu gün itibariyle, Rasim, Sami, Hasan Hüseyin Beyler gibi kahraman bir kuşak tarafından yapılan Nur hizmetleri, yüzlerce gencin yetişmesine vesile oluyor. Ülkenin çeşitli üniversitelerine giden bu gençler, bulundukları mahaldeki hizmetlere hakkıyla sahip çıkıyorlar. Emeği geçen herkesi tebrik ediyoruz. Bu hizmet bu günlere nice isimsiz kahramanlar sayesinde geldi. Bir kısmı terzi, berber, bakkal ve emsâli meslekler icrâ eden bu fedakâr insanlar, resmî değil, hasbî hizmetler yapıyordu. Çünkü, hizmeti sadece diploma değil, ihlâs ve samimiyet muvaffakiyete götürüyordu. Nice diplomalıların yapamadığını onlar başarıyordu. Mutlaka diplomalı da olmalı, ama samîmî ihlâs da muhafaza edilmeliydi.
Cumartesi günü liseli gençlerle bir hayli sohbetimiz oldu. Dâvâ adamı olmak için Risâleler her gün düzenli bir şekilde okunmalıydı. Sür'atle külliyat birkaç defa bitirilmeliydi. Yalnız kendi imanımızı kurtarmakla değil, başkalarının da imanlarını muhafaza etmekle mükelleftik. Âsâyiş ve emniyetin manevî muhafızları olmalıydık. Müsbet hareket her zaman rehberimiz olmalıydı. Nur Mesleğini iyi anlamalı ve Yeni Asya farkını fark etmeliydik. Bunun gibi daha pek çok konuları sorulu cevaplı paylaştık. Göz dolduran genç bir gruptu.
Gençlerle sohbetten sonra şehir mezarlığına gittik. Ahmet Nazif Çelebi, oğlu Selâhattin Çelebi ve İbrahim Fakazlı Ağabeyler birbirine yakın olarak yatıyorlardı. Göklere doğru uzayıp giden selvi ağaçları, sanki birer nöbetçi gibi başlarını bekliyordu. Hepsine Fatihalar okuduk. “Bir zamanlar toprağın üstünde dolaşan bu insanlar nasıl toprağın altına girdilerse, bir gün biz de aynı duruma gelip, arkadan gelenler inşaalah bizlere Fatihalar okuyacaklar. Bu durumdan ibret alıp Nur hizmetleri için daha çok çalışmalıyız” dedim. Mezarlıklar insanlara çok şey söylüyordu.
Arabaya doğru giderken telefon çaldı. Arayan baldızdı ve ağlıyordu. “Annem vefat etti, neredeyseniz acele gelin” diyordu. O akşam Kastamonu’da radyo programı yapacak ve gönül dostlarımızla sohbet edecektik. “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” diyerek programlarımızı iptal ettik. Maceralı ve zahmetli bir yolculuktan sonra Ankara’ya ulaştık. Çünkü, arabamız ârıza yapmış ve iki taksi değiştirmiştik. Telefonlarla yaptığımız haberleşmeler sonucu dostlarımıza ulaşılmış ve kayınvalide ambulânsla morga götürülmüştü.
Kayınvalidemiz kırk beş senedir Üstadı ve cemaati tanıyor ve iyi sahip çıkıyordu. Gençlik yıllarından beri bu hizmete çok emeği geçmişti. Ümmî idi, ama altın gibi bir kalbi vardı. Çok konuşmazdı. Bir şey sorulursa kısaca cevap verirdi. Çok arzu ettiği hac vazifesini de yerine getirmişti. Hiçbir zaman eşinin hizmetlerine ayak bağı olmadı. Bilâkis hep teşvik edici oldu. Kalbinden iki sene önce baypas ameliyatı olmuştu. Yüksek tansiyon ve şeker gibi hastalıkları da vardı. Yirmi beş senedir onun bu halinden şikâyetçi olduğuna hiç rastlamadım. “Emrine, gününe şükür ya Rabbi!” diye ilginç bir duâyı sık sık söylerdi. Doktoru, yüksek tansiyonundan dolayı felç olma riskinden korktuğunu söylüyordu.
Cuma günü kayınpederin çantasını hazırlıyor, haplarını muntazam kullanmasını söylüyor ve “Uzaklara gidiyorsun, bana hakkını helâl et” diyerek boynuna sarılıyor. Sanki öleceği kendisine malûm olmuş gibi. Kayınpeder duygulanıyor “İstersen ben gitmeyeyim” diyor. O “Hayır olmaz. Ben iyiyim, sen hizmetten geri kalma” diyerek uğurluyor. Cumartesi günü öğle namazını kılıp evin önüne iniyor. Kızı ve komşularının bulunduğu bir sırada âniden fenalaşıyor ve yarım saatin içinde bir su içer gibi rûhunu Rahman’a teslim ediyor.
Pazar günü, Karşıyaka Mezarlığında yıkanıp tabuta koyduğumuz zaman ortalık günlük güneşlikti. Ulus’a yaklaştığımız zaman rahmet yüklü bulutlarla karşılaştık. Sağanak halinde yağmur yağıyordu. İkindi namazı kılınıncaya kadar bu hâl devam etti. Cenaze namazı için avluya çıktığımızda yağmur dinmişti. Kayınvalide tek başına musalla taşındaydı. DOST TV’nin de haber vermesiyle binden fazla cemâat vardı. Elli civarındaki araba konvoyu ile düğün alayı gibi tekrar Karşıyaka mezarlığına giderken gördük ki, Dışkapı’dan ileriye hiç yağmur yağmamıştı. Evet, âyetin muhalif mânâsı, ‘Ehl-i imanın vefat etmesiyle semâ onun üstüne ağlar’ diyordu. Biz bu hakikati bizzat görüyorduk.
O şimdi çok sevdiği Peygamberine, Üstadına ve diğer sevdiklerine kavuştu. Ölümün gülen güzel yüzünü her haliyle gösterdi. Âdetâ mezara gülerek girenlerden oldu, ona ne mutlu. Rûhuna binler Fatihalar...
(Not: Yurdun dört bir tarafından telefonlarla
arayarak veya tâziye ilânları vererek kalbî alâka ve duâlarını esirgemeyen bütün dostlarımıza şükranlarımızı sunuyoruz. Allah hepinizden râzı
olsun, âmin.)
06.06.2007
E-Posta:
[email protected]
|