Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Terör mitingleri



Seçime sadece 40 gün kaldığı ve bütün dikkatlerin münhasıran bu konuya odaklanması gerektiği bir noktada ülke gündeminin yine Genelkurmay çıkışlı bildirilerle belirlenmesi, içine girdiğimiz sürecin özelliğini açıkça ve defaatle, tekrar tekrar gözlerimizin önüne seriyor.

3 Kasım 2002 seçimiyle iktidarı kazandıktan beri bir türlü gerçek anlamda gündem hakimiyetini başaramamış olan AKP, 27 Nisan sürecinde iyice inisiyatifi elden kaçırmış durumda.

Klasik darbe dönemlerinde, siyasî havanın bulandığı kriz ortamlarında gözler Genelkurmay pencerelerine çevrilir; gecenin geç saatlerinde ışıkların yanık olup olmadığına bakılarak darbe kehanetlerinin isabeti ölçülmeye çalışılırdı.

Şimdi ise havayı ölçmek için kullanılan “barometre” Genelkurmay’ın internet sitesi oldu.

Geceyarısına doğru siteye konulan ve yeni sürece adını veren 27 Nisan bildirisinde ana tema, bazı kutlu doğum haftası etkinlikleriyle “delillendirilme”ye çalışılan irtica iddiaları idi.

8 Haziran gecesi daha geç bir saatte yayınlanan son bildiride ise terör meselesi işlendi.

Terörün, barış, özgürlük ve demokrasi gibi insanlığın yüksek değerlerini paravan olarak kullandığı, ulusal ve üniter yapıyı hedef aldığı gibi aşina olduğumuz değerlendirmelerin yer aldığı bildiride, halk teröre karşı “kitlesel refleks” göstermeye davet edildi. Ve bu çağrı tartışmalara sebep oldu.

Bunun üzerine, ertesi gün sabah saatlerinde Genelkurmay siteye bir tavzih açıklaması koyma gereği duydu. Teröre karşı gösterilmesi istenen toplumsal tepkinin şiddet içermemesi ve demokratik kurallar içinde ortaya konulması gerektiğini bildirdi.

Böyle bir tavzih gereğinin ortaya çıkması dahi, özellikle dikkatlerin kendi üzerinde yoğunlaştığı bir ortamda Genelkurmay’ın, adına yapılacak açıklamaları farklı yorumlara ve yanlış anlamalara meydan vermeyecek şekilde, çok ciddî kontrol ve süzgeçlerden geçirerek şekillendirmesi gerektiğini bir defa daha göstermekte.

Son örnekteki “kitlesel refleks” ifadesinin, sonraki açıklamada yer alan ölçülerle sınırlandırılmadan kullanılış şekli, ister istemez zihinlerde farklı istifhamlara yol açtı. Peş peşe kalkan şehit cenazeleriyle gerilen bir ortamda bu söze farklı anlamlar yüklenerek, işin kontrolü imkânsız noktalara taşınabileceği kaygısı dile getirildi.

Aslında Türkiye’nin şimdiye kadar çoktan, tıpkı İspanya gibi, teröre karşı yekvücut halde toplumsal bir reaksiyon ortaya koyması, milyonların katıldığı sessiz yürüyüşlerle terörü lânetlemesi gerekir ve beklenirdi. Ama olmadı.

Buna karşılık, teröre karşı yapılamayan mitingler, 14 Nisan’da ve sonraki günlerde “cumhuriyet ve laiklik tehlikede” iddiasıyla yapıldı.

Bu mitinglerin organizatörleri, teröre karşı da benzer açık hava toplantıları yapmak için nihayet harekete geçmiş bulunuyorlar. Ve galiba ilk miting 24 Haziran’da İstanbul’da tertiplenecek.

Eğer bu hazırlıklar Genelkurmay bildirisinden önce, tamamen sivil inisiyatifle ve sivil toplumun tepkisini dile getirme mesajıyla başlatılmış olsaydı, her türlü takdir ve desteği hak ederdi.

Ama şimdi istifhamlar var. “Hükümet bir de terör üzerinden mi sıkıştırılmak isteniyor? Kuzey Irak operasyonu için kamuoyu yığınağı mı yapılmaya çalışılıyor?” sualleri, bunlardan ikisi.

12.06.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Seçimler yaklaşıyor



Seçimler yaklaşıyor. Bombalar yaklaşıyor. Mayınlar yaklaşıyor.

Partiler adaylarını belirlerken bir bomba patlıyor.

Listeler Yüksek Seçim Kuruluna verilirken bir mayın patlıyor.

Kurul bazı adayları elerken bir başka ölüm haberi geliyor.

Elenen adaylar itiraz ederken bir başka feryat duyuyoruz.

İtirazlar kesinleşirken bir başka acıyla yüreğimiz sızlıyor.

Bir parti bir slogan atıyor. Bir yerlerde bir bomba atılıyor.

Bir parti miting düzenliyor. Bir yerlerde kalabalıklar çığlıklarla koşuyor.

Bir yerde seçim anketi, bir yerde ölen ve yaralananların istatistikleri yayınlanıyor.

Seçimler yaklaşıyor. Açıklamalar sıklaşıyor.

Seçim kararı alınıyor ve sabah gözümüzü ovarak okuduğumuz gazetede bir gece yarısı bildirisi görüyoruz.

Seçim takvimi açıklanıyor ve bir başka sabah bir başka açıklama okuyoruz.

Takvim ilerledikçe yeni bir duyuruya tıklıyoruz.

Sandığa attığımız her adımda yeni bir “höt” sesi duyuyoruz.

Yeni “yapamazsın”lar, yeni “olamaz”lar, yeni büyük ve kuvvetli harflerle yazılmış yüksek sesli açıklamalar.

Seçimler yaklaşıyor. Korkular artıyor. Bir yerlerde güvercinlere mermiler isabet ediyor. Bir yerlerde birilerinin üstüne güvercinler düşüyor. Bir yerlerde bir feryat yükseliyor. Bir yerlerde gözyaşları sel oluyor.

Seçimler yaklaşıyor ve birileri haklı çıkıyor. “Provokasyonlar artacak” diyenler haklı çıkıyor. “Türkiye yol ayrımında” diyenler yanılmıyor. “Yeni gelişmelere dikkat” diyenler “ben demiştim” der gibi bakıyor.

Yaptığınız siyasî analizler, yazdığınız demokratik endişeler, üstüne titrediğiniz bilimsel uyarılar birileri için hiçbir anlam ifade etmiyor.

Ve o birileri için döktüğünüz gözyaşları, yaktığınız ağıtlar, okuduğunuz lânetler, ettiğiniz te’linler hiçbir anlam taşımıyor.

Ama yine de sokaklara dökülmemiz, bağırıp çağırmamız, yakıp yıkmamız, sövüp saymamız isteniyor.

“Haydi ne duruyorsunuz” diye emir geliyor, gece yarıları.

Bir içtima emri geliyor. Biraz kulak kabartsanız, “Sağdan say” diyen bir başka ses duyacaksınız. Biraz dikkatli dinleseniz, “Tüfek omza” diyen bir ses daha işiteceksiniz. Ama bu kadar dikkatli olmasanız da, kulağınız bu kadar hassas olmasa da, kara bulutları göreceksiniz.

Seçimler yaklaşıyor…

Belki “her şeyde bir hayır var”a sığınıp, “Mevlâ’m görelim neyler” deyip, “Neylerse güzel eyler” inancıyla pencereden izleyeceksiniz olup bitenleri.

Seçimler yaklaşıyor… yaklaşıyor… yaklaşıyor…

12.06.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Yaş 3... Yolunbaşı



Ne diyordu şair:

“Yaş otuz beş yolun yarısı eder.

Dante gibi ortasındayız ömrün.” (Cahit Sıtkı Tarancı)

Bu söz ünlü oyuncu, manken ve aktör Yaşar Alptekin için şöyle söylenir:

“Yaş üç...

Yolun başı.”

Peki bu söz Alptekin için niçin farklı söylenir?

Çünkü Alptekin’in, Merhum Sakıp Sabancı’nın cenazesinin hemen ardından yaşadığı “dönüşüm”ün tarihidir bu...

*

Önceki gün manken, aktör Yaşar Alptekin’in yeni çıkan kitabının tanıtımındaydım. Bu kitap yeni bir “doğuş”un ürünüydü:

“Namazla Yeniden Doğdum.”

Bildiğiniz gibi birkaç ay evvel evvel Alptekin’i kendi programıma konuk etmiş (Medya Masal, Hilal TV) ve bu sütundan sizlere neler konuştuğumuzu ana başlık halinde aktarmıştım.

Daha sonra onunla yapılan birçok radyo ve televizyondaki söyleşileri takip ettim.

Alptekin, “Namazla Yeniden Doğdum”da bahsettiği gibi şöyle diyordu:

“Üç yaşındayım. Namazdan önceki yıllarımı yaşanmış saymıyorum. Eski hayatımdan bugüne pişmanlıklar, günahlar ve acılar kaldı...”

“Hidayet yolunda ilerlemek, Rabbimin bana bağışladığı ne büyük lütuf...”

“Namaz muhteşem bir ibadet... En Büyük Sevgili’yle buluşma.”

Kitapta;

Çocukluğundan, yaramazlığına, İstanbul rüyasından, şöhrete ve oradan “intihar “ girişimine kadar... bir çok özel konu satırbaşlarıyla yer almış.

Ve ardından:

“Hidayet.”

Geçmişini çöpe atan adam, böylelikle camiden camiye koşan adam oluyor.

Lafı uzatmadan:

Bu kitap özellikle gençler tarafından okunmalı diye düşünüyorum.

Namazla bir “insan”ın tekrar nasıl doğduğuna şahit olacaksınız.

“MY WAY...” HERKES KENDİ YOLUNA

“My Way” ünlü Amerikalı şarkıcı Frank Sinatra’nın ünlü şarkısı. “Benim Yolum” bu günlerde Habertürk’te sık çalınıyor. Çünkü Habertürk’ün sahibi Ufuk Güldemir ölmeden önce “My Way”ın kendisi için çalınmasını istemiş.

Habertürk günboyunca onunla ilgili “özel yayın” yaptı. Cumhurbaşkanından, siyasi parti liderlerine kadar birçok önemli isim, “taziye”lerini sundu ekrandan.

Onu tanımıyorum. Yüzyüze hiç görüşmedik. Bir medya patronu olan Güldemir’i en iyi, kendi anlatır düşüncesiyle onun söylediklerine bir baktık:

“Ben ahireti bu dünyada yaşadığımıza inanırım. Öleceğim diye dindar olmadım, olmam. Son dört ayda da korkmadım, büyüdüm.

“...Samimi hissim şu: Ben, ne zaman öleceğini bilen şanslı insanlardan biri olarak kabullendim kendimi… Hazırlıklarımı ona göre yapabilirim, yaptım. Hayatta her şeyi mücadeleyle kazandım. Ölümü de böyle karşılayacağım.”

“İnançlı insanlar, sanırım bu devreyi daha kolay geçiriyor. Benim gibi pozitif bilimlere inananlar içinse, daha zor.”

“Ölünce ne olacağım?” diye merak etmiyorum. Cenneti de cehennemi de yaşadım. Sadece ölümün kendisini merak ediyorum. Jurnalistik bir merak bu, uhrevî değil...” (Ayşe Arman, Hürriyet)

Güldemir “kendi yolunda” ölüme yürüdü.

12.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Geleceğin fotoğrafı



Güneydoğu bağlamında artan terör olaylarının arkasında Türkiye seçimlerine dair mühendislik planlarının yattığı çok yaygın bir söylem ve kanaat. Amaç, milliyetçi dalgayı köpürterek önümüzdeki dönemdeki Meclis dağılımını tayin etmek veya etkilemek. Esasında 27 Nisan’dan sonra Başbakan Tayyip Erdoğan teşhisi koymuştu: Blokaj...

Blokaj mühendislik ve kurgular üzerinden devam ediyor. Çok başarılı olduğunu söylemek de mümkün değil. Asıl soru şu: Ya mühendislik hesapları tutmazsa, o zaman ne olacak? Yandı gülüm keten helva mı? Mühendislik hesapları tutmazsa AKP’ye bir dönem daha iktidar şansı tanırlar mı? Önümüzdeki dönem için cevabı aranan soru budur. Mehmet Ali Birand ve diğerlerinin bu yöndeki analizleri kaygı verici. Akşam yazarı Serdar Turgut da yaşadığımız buhran dönemine ilişkin kimi AKP’lilerden aktardığı analiz tablosu da hiç iç açıcı değil. Buna göre, sözkonusu AKP kurmayları yaşanılan dönemi 28 Şubat sürecinden daha ağır buluyorlarmış. Bence de öyle. 28 Şubat süreci bunun yanında hafif kalır. Seçimler aceleye getirilmeseydi siyasî mühendislerin siyaseti yeniden tanzim etmek için yeterince zamanları olacaktı. Baskın seçimler siyaseti daha da karıştırdı ve bulandırdı. Kimse yeteri kadar hazırlık yapamadı. Herkes kolu kanadı kırık bir şekilde seçimlere giriyor. Bu da süreci daha bilinmez ve dolayısıyla daha tehlikeli hale getirdi. Bununla birlikte kimi analizciler PKK saldırıları sonucunda kabaran dalgaların MHP’nin yeni Meclise girme şansını artırdığı görüşünde. Aksi takdirde, Meclis iki partili olabilirdi. MHP’nin pozisyonunu güçlendiren ikinci sebep ise DYP ve ANAP’ın yaşadıkları birleşme sürecidir. Katılmamakla birlikte, piyasada MHP’nin önünü açmak için bu yola gidildiğini öne sürenler de var. Bu bağlamda, kimi yazarlar son sıralarda artan PKK saldırılarının hükümeti terör konusunda sıkıştırmaya yardımcı olduğunu ifade ediyorlar. İktidar, Kuzey Irak ve terör üzerinden sıkıştırılıyor. Ve özellikle de MHP’li ve Ulusalcı kesimler bu tırmanıştan bizzat hükümeti sorumlu tutuyorlar. Bu hesaplar sonuç verirse, AKP dışlanarak bir CHP-MHP koalisyonu kurulacak. Bu gerçekleşirse de 28 Şubat süreci bu haliyle de yeniden yaşanmış olacaktır. Ama ben buna pek ihtimal vermiyorum.

***

Ama blokajın siyasî ayağı mânâsında Bahçeli ve diğerleri şimdiden AKP’ye 28 Şubat sürecindeki suretiyle RP modeli uyguluyorlar. Bahçeli yine AKP’ye de dinlenmesini tavsiye ediyor. Seçimler sonucunda millet kimi nadasa bırakır bilinmez, ama MHP şimdiden blokajdaki yerini almış oldu. 28 Şubat’ı andıran gelişmelerden birisi de “ismi lazım olmayan bir askerî yetkili veya rütbeli dedi ki”nin yerini, şimdi yine kimin dediği pek belli olmayan internet açıklamalarının almasıdır. Demek ki, yine AKP sonrası için bir siyasî mühendislik çalışmasıyla karşı karşıyayız. Bütün bunların sonucunda Meclis aritmetiği koalisyona mecbur ederse, AKP, RP veya cüzzamlı muamelesi görecektir. AKP yeterli oy alırsa bu takdirde krizin rengi değişecektir.

***

Bu süreçte bizim de kendimizle hesaplaşmamız lâzım. Bizim de yanlışımız var mı ve varsa nerede yanlış yaptık? AKP daha baştan beri Hasan Celal Güzel veya benzerleri gibi darbesavar güçlerle veya ittifaklarla kendisini sürpriz olmayan gelişmelere hazırlamadı veya kendisini sağlama alamadı. Onları Meclise dahi taşıması, katkı olurdu. En azından bu görüntünün caydırıcılık vasfı olurdu. Aksine yeni dönemdeki light adaylarla bünyesini daha da kırılgan hale getirmiştir. Caydırıcılık yerine şirin görünme veya ayartma seçeneğini tercih etmiştir. Kendilerine hayırlı olsun diyoruz. Demokratik katılım dedikleri herhalde bu olsa gerek. Bundan dolayı başkalarına çuvaldızı batıralım, ama kendimize iğne batırmasını bilelim. O zaman süreç sağlıklı yürür.

Bir iki gün önce bir kanalda Meral Akşener’i dinledim. İki gazete patronundan bahsetti. Birisi malum Aydın Doğan. Diğerinin ismini vermedi. Ama hepimiz biliyoruz. Halbuki Türkiye’de bir görünüre mukabil, iki de görünmez basın patronu var. Bu oligarşiden şikâyet edenlerin kendi güç merkezlerini oluşturduklarının ifadesidir. Öyleyse bu kavganın ekseni hak-batıl kavgası değil, cihangirlik veya taht kavgasıdır. Güç hesaplaşmasıdır. Yüzeyde laik-anti laik görünse bile, derinlerde devlet içinde şu veya bu şekilde yapılanmış veya palazlanmış grupların otorite kavgasıdır. Burada taraf olmayanlara hakkı hayat yoktur. Bu da göstermektedir ki, burada hakkı temsil ettiklerini söyleyenler niyetlerinin pek uzağına düşmüşlerdir. Hakikat peşinde koşarken süreç içinde aracı, hakikatın veya hedefin yerine koyarak onun peşine takılmışlardır. İlkeleri yerine kendilerini hakikat yapmışlardır. Hakkaniyetin yerine gücün peşine düşmüşlerdir. Böylece ilkeler berrakiyetini ve şeffafiyetini kaybetmiştir. Ve zamanla Hürriyet’e karşı çıkartılan gazeteler ‘gizli Hürriyet’ veya Cumhuriyet’e karşı çıkan gazeteler tersi Cumhuriyet haline gelmişlerdir. Bu itibarla, ömürlerini serap peşinde tüketenlere tokmak gibi bir gerçeği hatırlatalım: Paradigma değişmedikçe, siz bütün basını ve organları da ele geçirseniz yine de mağlupsunuz. Çünkü mücadeleyi ilke ekseni üzerinde yürütmüyorsunuz. Bunun için de gerçek dostlarınızı düşmanlarınız gibi dışlamaktasınız. Ahlâkı ihmal ettik, ama gücü ihmal etmedik ve bu ihmal etmediğimiz güç, güç olmadığı için başımıza iş açıyor.

12.06.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Sosyal/siyasî projeksiyonlar - 1



Risâle-i Nur’un yüzyılları saran sosyal projeksiyonlarını kısmen sıralamak istiyorum. Tamamı için daha uzun ve yoğun bir çalışma gereğini anlayışla karşılamanızı diliyorum: Özetle;

1- Risâle-i Nur, Kur’ânîdir ve hiçbir şahıs ve zümreye tahsis edilemez. Onu okuyanlar, inananlar ve yaşayanlar, derecesine göre “dost, kardeş, talebe” olarak tanımlanmıştır. Bu yüzyılda Kur’ân’ın çağdaş izahını, farklılaşan şartları dikkate alarak analiz etmektedir. Tesbitlerden sonra çözüm öneren bir tefsirdir.

Referans değeri vardır. Dayanakları onu güçlü ve vazgeçilmez kılmıştır. Son 95 yılın en dikkat çekici ve etkisini gittikçe arttıran, her yaş ve seviyeye hitap eden İslâmî bir ekolün inşasıdır.

2- Sosyal hayata dair günümüzü dikkate alan bir yaklaşımı vardır. “Muktezâ-yı hâle mutabık” olma disiplinini verir. Yeni şartları, ortamları, gereklerini duruma ve muhataba göre değişen sonuçları, değişmez bir feraset ve prensiple ortaya koyar.

3- Tahkik ehli olmak, vazgeçilmez ölçüsüdür. “İlme istinat” ile yol alır. Yani araştırmadan, “mihenge vurmadan”, ölçüyle tartmadan hiçbir “malı” almaz. Sathî, hissî ve şahıs merkezli oluşum ve dönüşümlerden uzak durur. Sosyal hayatın dinamizmine, “Ben merkezli” oluşumların ve siyasî ihtirasların dürbünüyle bakmayacak kadar mesafelidir. Konjonktürel rüzgârların yelkenlerini şişirmez. Kendi aslî ruhuyla daha derin bir mânâ ile kendine sabitlenir.

4- Cemaat/şahs-ı manevî/kurumsallık/ortak hafıza ile hadiseleri okur ve mütalâa eder. Ferdîliğin yanıltıcı, zamanın öğütücü zorlamaları ile sosyal değişkenlere göre rotasını değiştirmez ve etkilenmez. Toplum hukuku gereği, ânî reflekslerden kaçınır.

Hızlı ve fevrî etkilerin kucağına ve sathîliğine düşürmez. Akl-ı selimin kalbî kotlarına ve ölçülü duruşun kalıcı izlerine sahiptir.

5- Din adına siyaset, ticaret ve manevî nüfuz temin etmez. Bunu ne “oy”a, ne “koy”a, ne de “soy”a tahvil edecek bir niyet ve yaklaşımın en ufak bir ihsasında bile bulunmamayı şiar edinmiştir.

Mukaddeslerin tartışma konusu olmasından, münakaşaya dönüşmesinden ve boğuşmaların menfîliğinden uzak durur. Hikmetle ve cesaretle mânâyı tâçlandıracak bir ihlâsın şahsiyetli duruşunu sergiler. “İstiğna mesleğinin” gönül zenginliğine adanmıştır. Dünyevî beklentilerin ve talepler hiyerarşisinin zarûret bahanelerinden kurulu tuzaklarından uzaklaştırır, korur.

Dünyaya kalben bağlanmamayı, kesben de terk etmeme dengesini verir. Hırslarımızdan ve faydacı ortamların işbirliklerinden azade bir ruh haletinin ulvî zevkini tattırır. Bu yönüyle bağlantısızdır, bağımsızdır, hususîdir ve evrenseldir. Bağlandığı nokta Kur’ân’ın mânâ ve kudsiyetidir. Doğu ve batının düşünce hareketlerini aşmıştır. İnsan merkezli bir hususiliğin iman tabanıdır. Beşeriyet anlamında da İslâm’ın evrensel mesaj dokusunu taşır.

6- Sonuç odaklı değildir. Süreç odaklıdır. Vazife merkezlidir. Sorumluluk altında mükellefiyet esaslıdır. Yani “Vazifemizi yapmak, vazife-i İlâhiyeye karışmamak” yaklaşımını temel ölçü alır.

Kazanan veya kaybeden taraf düşüncesinin politik aklıyla ve beşerî zaafların “durumdan vazife” kıvraklığıyla hareket etmez. Kazanılması gerekenin rıza dairesi ve Risâle-i Nur prensipleriyle buna ulaşmak olduğunu gösterir. Akla ispat ettirir.

Çoğunluk baskısına, duyguların feveranına ve radikal dönüşümlerin aklı kısa süreli tatile çıkaran “haklı mazeretler”ine ve gerekçelerine, ihtisasın ve itikadın kurban edilmemesi gerektiğine inanır.

Bunun adı, mutedil iklim ve sağduyulu tercih ile meşrûiyeti sağlayacak zemini korumaktır. Geri adım atmamaktır. Tavizlere sığınmamaktır. Pozitif etkiyi genişletmektir.

İdarî ve siyasî gel-gitlere maruz kaldıkça sarsılmayacak bir noktaya kilitlenecek değerlerle donanmış olmaktır. Böyle olunca sükûnetin ve diyaloğun tebliğ geçişleri hızlanır. Akla avdet başlar. İlkeli kavrayış, bundan sonra hakkın hatırını yüceltir.

12.06.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Terörün ekmeğine yağ sürmek



Ülkemizin gündemi, ‘terör’e kilitlenmiş durumda. Hemen her gün ‘şehit cenazeleri’nin kaldırıldığı bir yerde böyle olması da tabiîdir.

Tartışılan konulardan biri de, ‘terörün ekmeğine yağ sürmek’ şeklinde ifade edilen davranışlardır. Böyle bir hadise yaşanıyor ve birileri terörün ekmeğine ‘yağ’ sürüyor, ama kim ya da kimler? Bir hareket ya da tavrın değerlendirilmesi, niyetlere de bağlıdır. Hepinizin bildiği meşhur bir menkıbe vardır, özeti şudur: Bir yolcu, atıyla beraber yolculuk yaparken bir pınar başında mola verir. Yorgunluk sebebiyle uyuya kalır. Uyandığında atının uzaklaştığını anlar ve başka bir yolcu aynı durumla karşılaşmasın diye pınarın başına / yanına bir ‘kazık’ çakar. Ta ki, yolcular ‘at’larını oraya bağlayıp rahat etsin... Başka bir yolcu, başka bir vakitte aynı pınarın başına gelir. Önceki yolcunun çaktığı ‘kazık’, ayağına dolanır ve yere yuvarlanır. Pınar başına gelen başka yolcular da aynı akıbete maruz kalıp yere yuvarlanmasın diye o ‘kazığı’ çekip uzaklara atar.

Buradaki ‘kıssa’dan alınacak ‘hisse’ bellidir: Ameller, hareketler ve tavırlar; kişinin ‘niyet’ine göre değerlendirilir, kıymet alır. Bu kıssada her iki yolcu da birbirine tam zıt fiiller sergeledikleri halde her ikisi de ‘doğru’ hareket etmiştir. Çünkü niyetleri insanlara ‘faydalı’ olmaktır.

Sosyal hadiseler de, bu örnekte olduğu gibi değerlendirilebilir. Birileri, belli bir ‘iş’i yapmak ister ya da yapar; o ‘iyi’ olur. Bir başkası aynı işi yaptığı halde ‘kötü’ olur. Çünkü ‘niyet’ler farklı olabilir.

Normal şartlar altında ‘terör’e karşı mitingler düzenlemek de, teklif edilebilecek davranışlar arasında sayılabilir. Ancak bunun yeri ve zamanı kadar, kim tarafından teklif edildiği, kim tarafından ‘organize’ edileceği de önemlidir. Gerçek anlamda sivil toplum kuruluşları ya da siyasî partiler böyle çağrılar yapabilir. Nihayetinde bu tavırların ‘siyasî’ bir yönü de bulunmaktadır. Ancak siyasî tavırlar sergilememesi gereken kişilerin benzer çağrıları şık karşılanmaz. “İkisi de aynı şeyi yapıyor, niçin biri yanlış, biri doğru olsun?” denilmez. ‘Kıssa’mızda olduğu gibi ‘aynı’ fiil, farklı değerlendirmelere tâbî tutulabilir.

Üzerinde ısrarla durulması gereken bir nokta da, ‘terör’ün, ancak tam mânâsıyla uygulanan demokratik bir sistemle sona erdirilebileceğidir. Daha fazla demokrasi, daha fazla hürriyet, daha fazla özgürlük, daha fazla insan hakları sözlerinden kimse başka mânâ çıkarmamalıdır. Hele hele, demokrasi ve hürriyetleri Türkiye’de yaşayanlar için ‘fazla / lüks’ görme yanlışına kimse düşmesin. Hem, niçin bütün dünya için hürriyet, adalet ve özgürlük çağı olsun da Türkiye için olmasın?

‘Terör’ün ekmeğine hiç kimse ‘yağ’ sürmesin...

12.06.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Cemaat ruhu



Dünkü makalemizde de belirttiğimiz gibi Resûlullah (asm) cemaatle namaza çok büyük önem veriyordu. Şüphesiz bunda birçok sır ve hikmetler vardır.

Herş eyden önce imandan sonra en büyük hakikat, ibadetlerin özü ve hülâsası olan namazın cemaatle kılınması çok önemlidir. Fatiha’da, “Ancak Sana ibadet eder ve ancak Senden yardım dileriz” tarzında çoğul çekimiyle yaptığımız duâyla omuz omuza vermiş, kenetlenmiş, tek vücut haline gelmiş bir cemaatin bütün samimiyetleriyle yaptıkları duâyı bir düşünün. “Ben” yok, “biz” var. Kendi duygu ve hissiyâtımız yok, hepimizin hissiyatı söz konusu. Birimizin derdi hepimizin derdi. Birimizin arzusu hepimizin arzusu.

“İki kişi veya daha fazlası cemaattir”1 buyuran Allah Resûlü (asm) her hâlükârda cemaate teşvik etmiş, köyde veya çölde oturanlardan üç kişi bir araya gelip de cemaatle namaz kılmazlarsa, şeytanın onlara galebe çalacağını bildirmiş, “Cemaate devam ediniz. Çünkü sürüden ayrılanı kurt kapar”2 buyurmuşlardır.

Yalnızlık Allah’a mahsustur denilmiştir. Yalnız insanla şeytan daha çok uğraşır. Cemaati şaşırtması ise daha zordur.

Namazda olsun, diğer vakitlerde olsun cemaatin tavsiye edilmesinin en önemli hikmetlerinden birisi, cemaat ruhunun canlandırılması, sürekli canlı tutulması, mü’minlerin dayanışma ve kaynaşma içinde bulunmalarını sağlamaktır. Namaz ise hiç şüphesiz bunun için en önemli bir vesiledir.

Kur’ân olsun, Peygamberimiz (asm) olsun hep Müslümanları birliğe, beraberliğe, kardeşliğe, dayanışmaya, yardımlaşmaya dâvet eder. Kur’ân, “Allah’ın dinine ve Kur’ân’a hep birlikte sım sıkı sarılın, sakın ayrılığa düşüp dağılmayın”3 buyurur.

Dinin, Kur’ân’ın etrafında onun emirlerine uyarak bütünleşen, kenetleşen mü’minler artık bir binanın üst üste binip bütünleşen taşları gibi dayanışma içerisine girerler. Lem’alar’da belirtildiği gibi dört tane dört, ayrı ayrı kaldığı zaman on altı kıymet ve kuvvetinde olduğu halde, omuz omuza verip yan yana geldiklerinde 4444 ederler.4 Aynı inanç ve duygular içerisinde bir araya gelen insanların kuvvetleri de o ölçüde artar.

Dayanışma içerisinde olan bir toplum neler başarmaz ki? Mehmed Âkif ne güzel anlatır:

“Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;

Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;

Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar,

Taşıp da kaplasa âfâkı bir kızıl sarsar;

Değil mi cephemizin sînesinde îman bir;

Sevinme bir, acı bir, gâye aynı, vicdan bir;

Değil mi sinede birdir vuran yürek… Yılmaz!

Cihan yıkılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz!”

Dipnotlar:

1- İbni Mâce, ikame: 44. 2- Müslim, Mesacid: 251; Tirmizî, Salât: 48; Ebû Davud, Mesacid: 17. 3- Âl-i İmran Sûresi, 103. 4- Lem’alar, s. 155.

12.06.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti- 1



İttihad ve Terakki Cemiyeti’nden Osmanlı aydını çok şeyler beklemiş, ama diktatörlüğe yönelince beklentileri boşa çıkarmıştı. “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyen, istibdatla mücadele eden; haksız davranışlarından dolayı Jön-Türkleri de her zaman ikaz eden Bediüzzaman, “Siz dîni incittiniz, gayretullaha dokundunuz, Şeriatı tezyif ettiniz; neticesi vahim olacaktır” diye onlara şiddetli muhalefet etmekten çekinmiyordu. 1

Bir kısım aydınlar İttihad ve Terakki’den koparak, çeşitli fırkalar kurar. İşte 1870’lerde başlayan İslâmcılık, 1908’lerden sonra İttihad-ı Muhammedî ile “siyasal İslâm”a, dönüştürüldü. 31 Mart Vak’ası’ndan 10 gün önce, “Hadis ehli’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki muadili, halkın fikirlerine tercüman olan ikinci bir ulema grubu, 1909’da” İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’ni kurdu.2 Hedefi, milleti dini düşünceler etrafında toplamaktı. Bir kısım tarihçiler, İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti kurucuları arasında Bediüzzaman Said Nursî’yi de gösterir.3

Bunun gerçeği yansıtmadığını bizzat kendisi, hem o günkü Divân-ı Harb-i Örfi’de (Sıkı yönetim Mahkemesi) sözlü; hem de aynı ismi taşıyan eserinde yazılı olarak beyan etmişti: İşittim; İttihad-ı Muhammedî (asm) namıyla bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki, bu mübarek ismin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim: Bu ism-i mübareki bazı mübarek zevât, (Süheyl Paşa ve Şeyh Sâdık gibi zatlar) daha basit ve sırf ibadete ve Sünnet-i Seniyyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o siyasî cemiyetten alâkalarını kestiler, siyasete karışmayacaklar. Lâkin tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez.4

Din adına ortaya çıkıp mukaddes değerleri tekeline almayı tâ o zamandan tasvip etmediğini, kamuoyuna duyurmuş ve din adına “siyasî parti veya teşekkül”e meydan verilmemesi gerektiğini belirtmişti. Ancak, Bediüzzaman, İttihad-ı Muhammedî “cemiyet veya fırkasına” değil de, ismine mânâsına intisap eder. Takip edelim: O mübarek isme intisap ettim. Lâkin tarif ettiğim ve dahil olduğum ittihad-ı Muhammedînin (asm) tarifi budur ki: Şarktan garba, cenuptan şimale uzanan bir silsile-i nuranî ile merbut (nuranî zincirlerle bağlı) bir dairedir. Dahil olanlar da bu zamanda üç yüz milyondan (bugün bir buçuk milyardan) ziyadedir. Bu ittihadın birlik yönü ve irtibatı, tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini, imandır. Müntesipleri, kàlû belâdan dahil olan umum Müslümanlardır.5 Bediüzzaman, birliğin çok geniş mânâda tahakkuku için çalışmaktadır. Tekrar orijinal ifâdelerine müracaat edelim: Yoksa, sebeb-i iftirak (ayrılık sebebi) olan fırkalardan, partilerden değilim... Amma, İttihad-ı Muhammedî (asm) ki, umum mü’minlere şamildir; cemiyet ve fırka (parti) değildir.

Merkezi ve saff-ı evveli (ilk saffını, öncülerini) gaziler, şehitler, âlimler, mürşidler teşkil ediyor. Hiçbir mü’min ve fedakâr asker-zabit olsun, nefer olsun-haricinde değil ki, tâ intisaba lüzûm kalsın. Lâkin bazı hayır cemiyeti, kendine İttihad-ı Muhammedî diyebilir. Buna karışmam.6 Yâni, birisi, bu ismi veya mukaddes mefhumları suistimal ile âlet edip kullanırsa; başkasının cezalandırılamayacağını söyler.

“Umumun mukaddes malı olan” din ve mefhumların, siyasete âlet edilmesine şiddetle karşıdır. Dâireyi de gayet geniş tutarak, sâir grupları dışarıya atılmaktan kurtarmış ve onların o isime duyulacak alerjinin altında, İslâmiyete olan hücumları durdurmayı başarmıştır. Ve İttihad-ı Muhammedî ismine itiraz etmesinin iki sebebini de muğlak bırakmaz, açıklar: O ismi sınırlandırma ve tahsisten (birine özel saymaktan) halas etmek ve umum mü’minlere şâmil olduğunu ilân etmek; ta ki, tefrika düşmesin ve evham çıkmasın. Bu geçen büyük musibete (31 Mart Vak’ası’na) sebebiyet veren fırkaların iftirakının (ayrılmalarını), tevhid (birliğini temin etmekle) ile önüne set olmaktı.7 Bir yandan da, “İslâm birliğinin” hedefinin de “sevgi”, düşmanlığının da “cehalet ve zaruret ve nifaka” karşı olduğunu beyan etmiştir.8

Dipnotlar: 1. Tarihçe-i Hayatı, s. 46.; 2. Prof. Dr. Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim, İst., 1998, s. 22.; 3. Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c.12, s. 80.; 4. Divân-ı Harb-i Örfî, s. 27.; 5. age.; 6. Tarihçe, 59-60.; 7. age, s. 59.; 8. Divân-ı Harb-i Örfî, s. 6.

12.06.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bir tuhaf ilân



Kısa adı TGTV olan bir vakıf tarafından hazırlanan ve önce büyük tirajlı gazetelere verilen, ardından da bilbordlara asılan bir "siyasî ilân" var.

"Demokrasinin yıldızları" başlıklı ilân panosunda, sırasıyla Menderes, Özal ve Erdoğan'ın resimleri yanyana dizilerek konulmuş.

Bu tuhaf ilânın metninde ise, aynen şu ifade yer alıyor: "Onlar, Atatürk'ün açtığı demokrasi yolunda bayraklaşan liderler!"

Çizilen tablo ve kullanılan şu ifadeler, sizce de bir garipliği, bir tuhaflığı açıkça sergilemiyor mu?

* * *

Arkasında çok büyük bir finans desteğinin olduğu anlaşılan bu ilânlı propaganda hakkındaki mülâhazamızı kısa maddeler halinde sizlerle paylaşmak istiyoruz.

1) Atatürk zamanındaki demokrasi denemelerinin tamamı "muvazaa" karakterli olup, iş tam bir çıkmaza sokuldu. Demokrasi (çok partili sistem), tümüyle devre dışı edildi.

2) 1945'te demokrasiye geçiş yapan Türkiye, gerçek anlamdaki demokrasiyi ancak 1950'den sonra teneffüs edebildi. Bu gerçeği ilân sahipleri de zımnen kabul etmiş olmalı ki, ilân kompozisyonuna Atatürk'ün resmini koyamadıkları gibi, onun zamanında başbakanlık yapmış herhangi bir siyasinin resmini koyma cür'etini de gösterememişler. Demek ki, işin içinde bugüne yönelik olarak maksatlı bir mesaj var.

3) Ortaya konulan "Menderes–Özal–Erdoğan" şeklindeki tablo, ne tarihî, ne siyasî, ne de iktisadî realiteyle bağdaşır. Dolayısıyla, ortada kelimenin tam anlamıyla bir çarpıtma var; hem de kasten çarpıtma. Tarihî silsiledeki kasdî kopukluk da işin cabası.

4) Ne Özal, ne de Erdoğan, hiçbir zaman çıkıp da siyaseten Menderes'in, dolayısıyla başkanı olduğu DP'nin devamı olduklarını söylemediler. Hatta, böylesi bir misyonu reddettiler ve "Biz, geçmişteki hiçbir partinin devamı değiliz" diyerek, redd–i misyon ettiler. O halde, şu zoraki yamama ve yapıştırma gayretkeşliği neden?

5) Türkiye'nin seçim atmosferine girdiği şu günlerde, vakıflardan müteşekkil bir vakfın siyasete bu derecede angaje olmasını fevkalâde yadırganır buluyoruz.

6) Bu arada, bazı gazeteciler (meselâ Hürriyet'ten Yalçın Bayer ve Vatan'dan Ruhat Mengi) dünkü köşelerinde aynı konuya değinerek şunu soruyor: "'Menderes'ten bugüne' tablosu içinde Demirel'in ismi, resmi neden yok? Bu ne biçim bir bağlantı böyle?"

7) Bir soru da bizden: Bir gönüllü teşekkül, yani bir vakıf kuruluşu, böylesine riskli, hatalı ve son derece masraflı bir işi yapmaya niçin gerek duyar? Hem, üzerine vazife midir?

GÜNÜN TARİHİ 12 Haziran 1945-66

"Dörtlü takrir"den Keban Barajına

12 Haziran 1945

Türkiye Cumhuriyeti demokrasi tarihinde bir ilk adım olarak kabul edilen "Dörtlü takrir" isimli önerge, parti (CHP) meclisine verildi.

Bu önergenin altında imzası bulunan milletvekilleri ise şunlar: İzmir milletvekili Celal Bayar, İçel milletvekili Refik Koraltan, Kars milletvekili Fuat Köprülü ve Aydın milletvekili Adnan Menderes.

Aynı gün içinde görüşülmeye ve tartışılmaya başlanan önerge, oy çoğunluğuyla reddedildi.

Ancak, parti meclisi bunu yapmakla da kalmadı, önergeye imza koyan milletvekillerini en ağır şekilde cezalandırmaya yöneldi.

Cezalandırmalar zıtlaşmayı, ardından topluca kopmayı ve bir süre sonra da yeni bir parti kurmayı netice verdi.

Dörtlü takrire imza atanların CHP'den ayrılıp yeni bir parti kurmaları hiç de kolay olmadı. Çok ağır ithamlara ve çok büyük tehditlere mâruz kaldılar.

Ancak, yılmadılar ve herşeyi göze alarak 7 Ocak 1946'da Demokrat Partiyi kurdular.

DP, ynı yılın 21 Temmuzunda yapılan genel seçimlerde 61 milletvekili ile Meclis'e girdi.

Ancak, bu 61 milletvekilin yarısına yakın—ama özellikle dindar—kısmı, 1950 seçimlerinden evvel Millet Partisine geçti.

Buna rağmen DP, 14 Mayıs 1950'de yapılan genel seçimlerde kesin bir zafer kazanarak tek başına iktidara geldi.

Fahrî başkanını (Fevzi Paşa) seçimden bir ay evvel kaybeden Millet Partisi ise, büyük bir hezimet yaşadı.

12 Haziran 1966

Fırat Nehri üzerinde inşa edilecek olan Keban Barajının temeli atıldı.

Başbakan Süleyman Demirel tarafından temeli atılan bu baraj, Türkiye'deki barajlar zincirinin en önemli bir halkasını teşkil ediyor.

Keban hidroelektrik santralı, enerji üretimi konusunda da, büyük bir ihtiyacı karşılamaya halen devam ediyor.

12.06.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Makamların tehlikeli yönleri



Dünyevî makamlara çıkıp da, uhrevî görevleri ihmal etmemek oldukça zor görünmektedir. Bu sebeple bu dünyanın faniliğini düşünerek yaşayan ve ebedî hayat ve saadeti kazanmanın insan için önemini kavrayan insanlar kolay kolay dünyevî makam ve mevkilere talip olmazlar. Bu sebepten dolayı Allah’ın rızasının dışına çıkma tehlikesinden korkan büyük zatlar hiçbir zaman dünyanın makam ve mevkilerini arzu etmemişlerdir.

Günümüzde insanların dünyaca değerli bazı mevkilere çıkmak için büyük çaba sarf etmesi, asrımızın dünyevîleşme hastalığının bir sonucu olmalıdır. Bilhassa siyaset cânibinde bu anlamda bizleri yanıltan çok gelişmelere şahit olabilmekteyiz. Meselâ önceleri dinin bütün gereklerini yerine getirmeyi kendine hayat prensibi edinen bir kısım kişilerin, siyasete girdikten sonra bazı durumlarda inancından taviz vermesi ve hatta devlet geleneği gereğince iki yüzlülük yapmak zorunda kalması, bizi düşündürmesi gereken vakıalardır.

Bu çerçevede çoğu zaman acımamız gereken insanların hallerine gıpta etmekle yanlış yaptığımızı düşünüyorum. Zira bir insan eğer manevî hayatını feda etmek zorunda kalacağı bir mevkie çıkıyorsa, o gıpta değil acınacak bir durumdadır. Ama günümüz şartlarında, bazı makamların da zararlı olabilecek insanlara bırakılmaması gerçeği de dile getirilebilir.

Bu duruma göre niyet, insanların bir yerlere çıkmaya talip olmalarında çok önem kazanmaktadır. Eğer gerçekten millete hizmet düşüncesi ön planda ise, eğer gerçekten olması muhtemel zararların önüne geçmek hedefleniyorsa, “fedakârlık” olarak ifade edebileceğimiz bir vaziyet karşımıza çıkar ki, bu durumdaki şahıslara duâ etmek gerekmektedir.

İnsanların gerçek niyetlerini okuyabilmek bizim için mümkün olmadığı için, hizmete talip olduğunu söyleyen insanların en ehvenine yardımcı olmak elbette insanî bir görevdir. Eğer bir makam insan istiyorsa ve eğer birileri mutlaka oraya çıkacaksa, bu durumda bizler de hayırlara vesile olacağına inandığımız tercihlerde bulunuruz. Bu durumda belki isabet eder, belki de etmeyiz. Eğer meşveret sünnetine riayet ederek hareket etmişsek isabet etmezsek bile yaptığımız tercihden dolayı sorumlu olmayız şüphesiz.

Uhud Muharebesinin Müslümanlar için zararla sonuçlanmasına sebep olan sahabilerin, bu durumdan dolayı Rabbimiz ve Peygamberimiz (asm) tarafından sorumlu görülmemesi bu iddiamızı ispat etmektedir. Bu hadiseden, önemli olanın meşveretlerin gereğini yerine getirmek olduğu sonucunu çıkarabilmekteyiz. Bazen alınan meşveret kararının isabetli olmaması, meşverete katılan insanları mesul duruma düşürmez. Ancak meşveretlerin büyük çoğunlukla hayırlara vesile olduğunu da unutmamamız gerekir.

Şüphesiz günümüz siyaseti için meşveret sünnetine uyarak hareket etmek de bizim için en selâmetli yoldur. Çünkü birer fert olarak gerçekten doğru olanı tek başımıza yapmamız oldukça zordur. Olaylar çok girifttir. Kimin ne derece doğru söylediğini, kimin halis niyetle hareket ettiğini bilmemiz kolay olmamaktadır. Bu durumda bazı oluşumlar için “kesin hayırlıdır” sonucuna varıp, cansiperane onları savunmak, yanlış hareketlerini tevil etmek ve bunun için de çevredeki insanların kalplerini kıracak hareketlerde bulunmak oldukça tehlikeli görülmektedir.

Bilmiyorum meramımı ifade edebildim mi? Demem o ki, siyasetteki ölçüye çok dikkat etmemiz gerekir. Bu alanda ölçüyü kaçırdığımız ve aşırıya gittiğimiz takdirde bazılarının günahına ortak olabilme tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz. Bizlerin problemini çözecek olan, makam mansıp sahibi olan insanlar değildir. Bunlar ancak birer hizmetkâr olabilirler. Bizler problemlerimizin çözümünü ancak Allah’tan talep edebiliriz. Başka türlüsü yanlış ve tehlikeli yoldur.

12.06.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Özürlülere müjdeler yok mu?



Şükran Metin:

*“İnanıyorum, dinimiz müjdeler dinidir. Özürlü çocuğu olan ailelerin içinde bulundukları sıkıntılara karşı manevî huzuru bulabilecekleri müjdeler var mıdır?”

Özürlülere veya özürlüye şefkatle yardım eden yakınlarına, sabretmeleri ve Allah’a sitem etmemeleri şartıyla, büyük müjdeler vardır. Hastalıkların, doğuştan getirilen sakatlıkların, sonradan meydana gelen özürlerin ve muhtelif yaratılış eksikliklerinin görünen acı ve ıztıraplı yüzüne bakıp hüzne kapılmamalı, kusurlu bir biçimde dünyaya geldiğine pişmanlık göstermemeli; perde arkasındaki büyük mükâfat cihetine, eşsiz güzelliğine ve Allah’ın rızasını kazanmaya elverişli yüzüne bakıp sabretmelidir.

Üstad Bediüzzaman Hazretlerine göre, musibet ve hastalıklarda, özür ve engel durumlarında insanın üç yönden şikâyete hakkı yoktur:

1- Cenâb-ı Hak insana giydirdiği vücut elbisesini san'atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış; o vücut elbisesini o model üstünde kesiyor, biçiyor, değiştiriyor, muhtelif isimlerinin cilvelerini gösteriyor. Şafi ismi hastalıkları istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı ve susuzluğu gerektiriyor. Ve hakeza… Mülk sahibi Allah’tır. Mülkünde dilediği gibi tasarruf etmeye elbette hakkı vardır.

2- Hayat musibetlerle ve hastalıklarla arınır, olgunlaşır, kuvvet bulur, yükselir, netice verir, mükemmele ulaşır ve hayatî vazifesini yapar. İstirahat içinde monoton, tekdüze ve hastalıksız bir hayat, mutlak hayır olan vücuttan ziyade, mutlak şer olan yokluğa daha yakındır ve yokluğa bakar.

3- Bu dünya bir imtihan meydanı ve bir hizmet yurdudur. Lezzet, ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem hizmet yurdudur ve ibadet mahallidir. Hastalıklar, sakatlıklar ve musibetler—dinî olmamak ve sabretmek şartıyla—o hizmete ve o ibadete çok uygun düşüyor ve kuvvet veriyor. Ve her bir saati, bir gün ibadet hükmüne getirdiğinden, şikâyet değil, şükretmek gerektir.

Saîd Nursî Hazretlerine göre ibadet iki kısımdır:

1- Müsbet ibadet. Bu kısım, bildiğimiz namaz, oruç, zekât ve hac gibi irademize bağlı olarak yaptığımız ve yapılması Cenâb-ı Hak tarafından emredilen ibadetlerdir.

2- Menfî ibadet. Bu kısım ibadet, hastalıklar, sakatlıklar, musibetler ve âfetler gibi insanın iradesi dışında gelip, insana Allah’ın aciz ve zayıf bir kulu olduğunu tam bildiren tecellîlerdir. Bu yol ile musibete uğrayan, sakat kalan, hasta olan ve sıkıntı çeken kul zayıf olduğunu, aciz olduğunu tam hisseder, Rabb-i Rahîm’ine tam yönelir, tam sığınır. Yalnız O’nu düşünür, yalnız O’na döner, yalnız O’ndan yardım ister, yalnız O’ndan medet bekler, yalnız O’na yalvarır. Böylece halisane ve masumane bir ibadet dairesi içine girer. Allah’ın kulu olduğunu, Allah’ın yardımı, merhameti ve inayeti olmasa bir hiç olduğunu tam hisseder. Bu tür ibadete riyâ girmesine imkân yoktur. Onun için halistir.

Musibete uğrayan, hasta olan, sakat doğan veya sakat kalan kişi eğer sabretse, musîbetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o zaman her bir saati bir gün ibâdet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hatta öyle hastalar, özürlüler, sakatlar ve musîbetzedeler var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçmektedir.

Üstad Bedîüzzaman’a göre, Cenâb-ı Hak hadsiz kudretini ve sonsuz rahmetini göstermek için insanı hadsiz derece âciz ve sonsuz derece fakir yaratmıştır. Hem isimlerinin hadsiz nakışlarını göstermek için insanı hadsiz elemlere ve lezzetlere mazhar kılmıştır. Nitekim insanın mahiyetinde yüzlerce duygu ve lâtife vardır ki, her birisinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfatı ayrıdır. Âdeta büyük insan olan kâinatta tecellî eden bütün isimlerin, küçük kâinat olan insanda da cilveleri vardır. Sıhhatte ve âfiyette olmak, lezzetleri hissetmek, güzel tatları tatmak ve mutlu olmak gibi nimetler nasıl şükür gerektirir ve şükür dedirtir, o vücut makinesini çok cihetlerle vazifesine sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olursa; musibetler, hastalıklar, özürler, sıkıntılar, dertler, elemler ve muhtelif arızalar da o vücut makinesinin diğer çarklarını harekete getirir, heyecan verir. İnsanın mahiyetine konulmuş olan acz, zaaf ve fakr madenini işlettirir. Böylece insan yalnız bir dil ile değil, her bir azanın dili ile Allah’a sığınır, duâ eder, Allah’tan ister ve Allah’a niyaz eder. Güya insan o arızalar dili ile ayrı ayrı binler kalem hükmünde hareketli bir kalem olur. Hayat sayfasında misal âlemine giden levhalarda hayatının şükürlerini, zikirlerini ve tesbihlerini durmadan yazar. Allah’ın isimlerini böylece ilân eder, Allah’ın isimlerinin manzum bir kasidesi hükmüne girer, fıtrat ve yaratılış vazifesini tam yapar.1

Duâ

Ey kalplerin gizlediklerini bilen! Ey toprakların gizlediklerini bilen! Ey âlemlerin gizlediklerini bilen! Ey yerlerin ve göklerin gizlediklerini bilen! Ey geçmiş zamanların gizlediklerini bilen! Ey gelecek zamanların gizlediklerini bilen! Ey mahlûkatın hepsinin ayrı ayrı duâsını, dileğini, ihtiyacını, gayesini, niyetini, amelini, içinden geçenleri bilen! Ey her şeyi bilen! Ey Alîm-i Külli Şey! Özürlerimizi, hastalıklarımızı, kederlerimizi, korkularımızı, sevgilerimizi, bilgilerimizi, görgülerimizi, amellerimizi seninle aramızda perde kılma, pencere kıl! Sana ulaşmaya engel kılma, kolaylaştırıcı kıl! Seni bilmeye, Senin rızana nail olmaya, Senin rahmetine ermeye, Senin Cennetine varmaya, Senin Cemalini görmeye vasıta kıl! Âmin!

Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 16-19

12.06.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004