Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Desteklediğimiz parti iktidara gelirse…



Gündem: siyaset

Kim, nerede, hangi şartlarda, nasıl yaşıyor olursa olsun; son günlerde normal olarak konuşulan tek gündem, siyaset. Köyde, şehirde, işyerinde, otobüste, evde, okulda hazır konuşma malzemesi siyaset.

Gerçi artık konuşmaların da neredeyse bir hükmü kalmıyor gibi. Milletin konuşmasını beğenmeyen bir takım odaklar, kendileri konuşmayı yeğliyorlar. On yıllardır hiç değilse görüntüde savunulan demokrasi, ilk kez bu kadar zor durumda bırakıyor zorbaları. Ama havayı ne kadar bulandırırlarsa bulandırsınlar, millet karamsar bir tablo da çizmiyor. Bu, demokrasinin uyandırdığı insanlardaki olumlu etkilerinden en önemlisi. Bir de siyasî kanat şu demokrasi denen düşünceye inanabilse ve uygulayabilse, vatandaş dünden hazır. Vatandaşın demokrasi hevesini, iktidar kursağında bırakıyor. Kuyruğuna dokununca da, neden halk tepki göstermiyor diye dert yanıyor. Bu çelişki pek anlaşılır değil. Demokrasi herkes için lâzım bir nimettir.

Tabiî siyaset konuşulurken kimse prensip derdi taşımıyor, herkes kendi çıkarına uyan yoruma destek veriyor. Yani destekler kişisel menfaatten öteye gidemiyor. Siyasetin yönünü değiştiren gezen oylar, onun için her an her şeyi yapabiliyor.

Prensip bazında bakmayınca işler birbirine karışıyor. Güncel yorumların sıkıntısı içerisinde insanlar kafayı dağıtıyorlar. Oysaki prensip, daha uzun ömürlü ve daha tutarlı sonuçlar içeriyor. Prensip dünü içine aldığı gibi, yarına da bu çerçevede projektör görevi üstleniyor.

Yıllardır görüşmediğimiz hekim dost telefonda. Hal hatır faslından sonra beklendiği gibi konu geldi siyasete dayandı. Tabiî bir şey sormaya gerek yok, zaten her şeyi bir güzel anlatıyor. Demediğini, etmediğini bırakmıyor. Ve tam da konunun uzmanı gibi konuşuyor. Öyle ki, gören, hükümet yetkilileri yarın yapacakları işleri kendisine soruyor zannedecek. Yapılması gerekenleri bir güzel sıralıyor. Hatta desteklenmesi gereken partiyi, neden desteklenmesi gerektiğini bir güzel izah ediyor. Kimin daha demokrat olduğuna çoktan karar verilmiş bile.

Epey bir brifingden sonra, konuyu fazla uzattığını düşünerek, ‘Siz bu konuda ne düşüyorsunuz?’ demeden geçemedi.

Bu kadar bir brifing ardından, kim ne diyebilir ki.

Sadece, ‘Hayırlı olsun.’ dedim. Bu da onu rahatsız etmiş olmalı ki, ‘Yani bütün bu olup bitenler karşısında senin de diyeceğin bir şeyler yok mu?’ diyor dost.

‘Size ne denilebilir ki efendim! Siz zaten kararınızı vermişsiniz. Hayırlı olsun.’ dedim ve kapattık.

Dün siyasetten kaçanlar, bu gün

tam siyasetin ortasındalar

Bu kıymetli dost, bir zamanlar beni, ‘siz siyasetle çok ilgileniyorsunuz’ diye tenkitler ederdi. Biz de pek bir değişiklik yok, ama o aktif siyasetin orta yerine düşmüş. Şimdi yenice öğrendim ki, bir yakını -düşüncesiyle alâkasız bir partiden- siyasete atılmış da, ilgisi-alâkası ondanmış. Ne diyelim, ifrat tefriti, tefrit ifratı doğuruyor.

İnsan bir cümle kurarken, kurduğu cümlenin kendisini nasıl gösterdiğine de bir dikkat etmeli. Siyasette ölçü, bu gün hangi noktada olduğunuza bakmıyor. Dün ile bugün arasındaki durduğunuz yerin ne kadar farklılaştığına bakıyor.

Siyaset ile ilgili bahisler şimdi okunmalıdır

Gençler, ‘Hocam, bu siyasî partilerle ilgili ne düşünüyorsun?’ diyorlar. Ben de, açıyorum kitaplardan ilgili bahisleri okuyorum. ‘Sorusu olan var mı?’ diyorum. Hiç soru yok. Yani satırların samimiyetine inanan için hiç kafa karışıklığına sebep olan bir şey yok ortada.

Yine geçenlerde bir nur dersinde okunan mektup siyasî bir tahlili içeriyordu. Dinleyenlerden birisi, ‘Efendim, siyasete girmeyelim lütfen.’ diyor. ‘Hayır efendim’ diyorum, ‘Şimdi siyaset derslerini okumanın tam zamanıdır. Her şeyin bir mevsimi vardır, şimdi de siyasetin mevsimidir.’ dedim, çoğunluk kabul etti ve dersimizi tamamladık. Risâle-i Nurlar prensip ortaya koymaktadır. Bir parti adı vermeye bile hiç gerek yok. Bu prensiplere hangi parti uyuyorsa, ibre onu gösteriyor demektir.

Yani ‘Siyasete pek bulaşmayalım’ diyenlere bakıyorsunuz, öyle içten içe bir siyaset yürütüyorlar ki, sormayın gitsin. Aslında o şunu söylüyor, ‘Siyaseti siz yapmayın, ben yapayım.’

Aynı hedefe doğru gidenlerin, aynı

yönde kürek çekme zorunluluğu var

Yine bir dostla konuşuyoruz. Nereye oy vereceğimizi soruyor. Ona diyorum ki, ‘Elbette bu konuda benim de şahsi görüş ve düşüncelerim var. Ama bir camia insanı olarak ben bu konuda, kendi şahsi görüşlerimden ziyade, camiamın ne dediğini dikkate alırım. Zaten benim görüşüm ile camiamın görüşünde bir zıtlaşma olmaz. Çünkü ortak ideal içerisinden bulunan insanların, ortak hareket etme mecburiyeti bulunmalıdır.’, ‘Aynı yöne gidenlerin, aynı yönde kürek çekme mecburiyeti var.’ diyorum.

Ama tabiî yaşanan hayat siyasetten de ibaret değildir.

Desteklediğimiz parti iktidara gelse…

Gençlere şunu söyledim, ‘Eğer şimdi bizim desteklediğimiz parti ciddî bir yüzdeyle iktidara gelse, ne yaparız biliyor musunuz?

Tabiî gençler hevesle ve heyecanla ne yapacağımızı çoktan düşünmeye başladılar ve merak etmeye başladılar bile. Hatta hemen yoruma başlayanlar bile oldu.

Evet, desteklediğimiz parti tek başına iktidara gelse; liseli ve üniversiteli yirmi tane genç olarak, yine Risâle-i Nur derslerimizi yapıp, çiğköftemizi yoğurup, bir güzel yeme faslından sonra, ardından da haftalık abone olduğumuz halı sahamızda maçlara aynen devam edeceğiz.

Bizim siyasetimiz, bir gencin daha imanının inkişafına veya imana kavuşmasına hizmet etmektir. En yüksek siyaset de budur. Çünkü diğerleri bu gün var, yarın yoktur.

Tabiî gençler şaşırdı. Onlara dedim ki, ‘Bizim işimiz siyaset değildir, ancak Risale-i Nurların da siyasete bakan mevzularını bilmek ve ona uygun adım atmak durumundayız. Bunu da bireysel olarak değil, cemaat olarak düşünmek ve ele alarak yapabiliriz.’

Nasıl ki, ahirete iman konusunda birbirimizi uyarıyor ve ölçülü yaşamaya çağırıyorsak; aynı derecede siyasete ilgi ve alaka konusunda da ölçülü olmaya, tutarlı davranmaya ve ifrat ve tefritten kaçınmaya özen göstermeliyiz.

Bediüzzaman’da ölçü var

Dikkat edin, ‘Aman siyaset yapmayalım’ diyenler, en fazla siyasetin içindeki kişilerdir. Fiilen içinde olmasalar bile niyeten, kalben, fikren içindeler. Risâle-i Nurlardan siyasetle ilgili bahisler okunduğunda, ‘Niye bunları okuyorsun?’ diyenler, siyaseten ferdi olarak kararını vermiş kişilerdir. Ferdi kararını çoktan verenler de kalkıp kitap okuma ihtiyacı hissetmiyorlar. Çünkü ola ki verdiği karara uygun olmayan bir takım cümlelerle karşılaşabilir.

Oysaki Bediüzzaman’ın ölçüler içeren eserleri okunsa, çok ciddî şekilde; siyasetin niçin varolduğu, niçin belirli bir fikriyatın desteklenmek zorunda olduğu, desteklenen siyasetçilerden de nelerin beklendiği çok açık bir şekilde görülecektir. Burada kişisel menfaat ve ilişkiler değil, Kur’ân hesabına ve menfaatine yaklaşımlar dikkatleri çekecektir.

İstişare gibi bir nokta-i istinat varken, ondan çıkan sonuca rağmen, ‘Ben böyle düşünüyorum, ben şöyle düşünüyorum.’ gibi cümleler kurmak, şahs-ı manevinin sarsılmaz gücüne inanmamaktır. Başı öne eğilecekler birlikteliği terk edenler olacaktır.

Dün bu böyle oldu, muhtemeldir ki yarın da böyle olacak.

23.06.2007

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Bir kıvrımlık “s”dir hayat



Haziran’da hayat sanki hemen her an “s” gibi gözüküyor bana. Karşılaştığım, duyduğum veya hatırladığım hemen her şey Âşık Veysel’in insanoğlunun meşhur yol tarifi için söylediği, “uzun ince bir yol” tabiriyle “s” olup çıkıyor karşıma. Evet, Âşık Veysel “Uzun ince bir yoldayım/Yürüyorum gündüz gece” derken, bizim iki kapılı dünya hanında yaşadığımız serencamı veciz bir şekilde anlatmış anlatmasına; ama bence bu uzun ince yol biraz da “S” görünümünde bir yol gibi gözüküyor. Kolay değil; karnelerin verilmesi, OKS ve ÖSS’nin yapılması ve hele bir de bu ayın sonunu müteakip yapılacak KPSS, aslında insanoğlunun sürekli bir imtihan hâlinde olduğunu gözler önüne serer.

OKS ve ÖSS’de ter döken öğrencilerin hâlini izlemek, anlatmak, aslında bir bakıma kendi serencamımızı izlemek ve anlatmak imkânını da verir. Formlarda hayat basamaklarını andıran cevap şıklarının bulunduğu yuvarlakları karalamak, karşılaşılan soruları kesik kesik anlamaya çalışmak, kalemin ucunu geleceğe doğru oynatırcasına çok bilinmeyenli denklemleri çözmeye çalışmak, bir bakıma hayatta karşılaşılan sorunları aşmaya çalışırken gerçekleştirdiğimiz çabaya benzemiyor mu? Bazen telâşlı, bazen sevinçli, bazen karamsar, bazen umutlu ve bazen de çekimser tavırların sergilendiği bu sınavların benzeri, anbean hayatta karşılaştığımız sınavlarda da yaşanmıyor mu? Evet, hayat bir “s” tadında yaşanıyor; yeri gelir kıvrılır, yeri gelir çekilmez seviye denen kıvrımın son noktasına gelir, yeri gelir düzgün kıvrımlar hâlinde rahat, mutlu ve huzurlu bir yol içinde ilerler; ama daima ilerler…

Haziranın son haftasına girerken, söz konusu düşüncelerin hayattaki yansımalarını bir bir görürken, aklıma sadece tek sonuç geliyor: Örgün eğitimin bir nev’î hasat ayı olan Hazirana yığılan sınavlar hayatta daima bir hesap ve muhasebenin varlığını gösteriyorsa, insana düşen de bu hesap ve muhasebeyi yerinde ve zamanında başarılı bir şekilde gerçekleştirebilmek için topyekûn bir bilinçlilik hâlinde bulunmaktır. Zira fırsatlar insanın önüne haberli bir şekilde gelmez; hayatın bir anında kapısını çalar. Maharetse, beklenen o fırsatları yerinde ve zamanında bilinçli bir şekilde anbean hesap-muhasebe ilişkisi içinde gerçekleştirilen hazırlıklarla içeriye dâvet etmektir. Bunun aksi durumunda; karne gününde kırık not dolayısıyla sınıfta kalan öğrenciler gibi ağlamak, OKS, ÖSS ya da benzeri sınavlarda karşılaşılacak başarısızlık sonucunda bir şekilde mahcup olmak ve belki de bir kısım hayallerden mahrum kalmak gibi olumsuz sonuçlarla karşılaşmak demektir.

Yakın çevreme tatil planlarını sorduğumda, bir yıllık eğitim serencamının muhasebesini görememek, en azından tatil sürecine bir hesap-muhasebe ilişkisi içinde girememelerini görmek, bana söz konusu düşüncelerde anlatageldiğim noktaları çoğu kez fark edemediğimizi gösteriyor. Oysa bir dönemlik eğitim-öğretim yılı, idrak edilecek tatil dönemi içinde attığımız her adımın bir sonucu olduğunu âşikâr bir şekilde nice dersler verecek mahiyettedir. Bütün iş; hayatın her anında akıl, kalp ve ruh bütünlüğü içinde birbirini destekler mahiyette şuurlu olabilmekte.

Tatile girerken, hayatı hem dünyevî hem de uhrevî yönden anlamlandırmak ve şuurlu bir şekilde yaşamak için, etrafımızda olup biten sınavları çevreden merkeze doğru bir bakış açısıyla değerlendirmekte fayda var vesselâm…

23.06.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Gençliği bekleyen tehlike



Yaz dizileri hem çıplaklığı hem de “flört”ü özendiriyor.

“Kavak Yelleri”, “Zoraki Koca” (Kanal D), “Duvar”, “Selena” (atv) bunlardan bir kaçı...

Bu çağda bu kafa diyenlere bir çift sözümüz var:

Kontrolsüz ve denetimsiz hayat çocuklarımızın geleceğini kararttığı gibi, istenmeyen sonuçları beraberinde getirdiğini biliyoruz.

Gelişmiş ülkeler “çiçek devrimi”nden çok çekti. Biz ise bu çağda, Batı’nın sefih yüzünü almaya çalışıyoruz.

Evlilik dışı ilişkiler, insanları çığırdan çıkardığı gibi, gayr-ı meşrû lezzetin sonucu elemli bir gelecek.

Dahası, yaz sezonu girer girmez televizyonda “çıplak”lığı özendiren reklâmlar çoğaldı.

Dondurma, kredi kartı, giysi, araba, banka... Aklınıza ne tür ürün gelirse gelsin, çıplaklık ön sırada yer alıyor.

Yazar Balçiçek Pamir’in yazısı ise bu sözlerimi pekiştiriyor.

Özellikle yaz sezonu boyunca düzenlenen “mezuniyet törenleri” ilginç bir hal almaya başladı.

Küçücük kızların kuaförde süslenerek en ağır makyajı yaptığını ve birer küçük kadına dönüştüğünü anlatan Pamir’in şu satırlarını sizlere aktaralım:

“17-18 yaşındaydılar. Mezuniyet partileri için hazırlanmışlardı. Son günlerin yeni modası, ünlü gece mekânlarından birinde yapılan törenlerden biri için özenmiş, süslenmişlerdi. 34 yaşındayım, inanın benden büyük gösteriyorlardı. Formalarını üzerlerinden sıyırıp genç kızlıktan yetişkinliğe ani bir geçiş yapmışlardı. Ben onlara ‘Küçük kadınlar’ diyorum.

“Bakın çevrenize, mutlaka bir ikisine rastlayacaksınız. Gittikçe çoğalıyorlar. Televizyondan gördükleri sahte magazin dünyasına ait olmaya çalışıyor, ortada bir yerde kalıveriyorlar. Akılları fikirleri dış görünüşte.

“...Tek dertleri bu. Biraz daha paralı olanları marka düşkünü, parasız kesim ise markanın taklidi peşinde. Hani bir zamanlar varoşlarda estetik patlaması yaşanmıştı ya, herkes Ajda burun istiyordu, bu da o hesap işte. Şimdilerde hepsi ince gözükmek, ünlü olmak ve mümkünse pek yorulmadan çok para kazanmak peşinde. İki gün önce hayalleri çalınmış bir gençlikten bahsetmiştim ya... Bunlar ise farklı bir kesim. Bunlar da öteki Türkiye aslında. Sadece hedefler farklı. Ama aynı kaybolmuşluk, aynı amaçsızlık.

“Asıl tehlike gençlik cephesinde bence, ama kimsenin umurunda değil.” (Sabah 22.06.2007)

Pamir’in yazısına aynen imzamızı basarız.

Fıtrat yalan söylemez. İnsanlar yaradılışına uygun hareket ettikleri an “doğru yol”u bulacaktır.

KUTLUYORUZ

Öte yandan sevindirici ve şaşırtıcı bir haber, bir internet sitesinde yer aldı. Hürriyet gazetesinin internet sitesi (hürriyet.com.tr) sayfalarında “erotik kadın fotoğraf”larını kaldırdı.

Yanlış okumadınız!

Fatih Çekirge imzasıyla yayınlanan bildiride “Kadın teşhirinin rekabetini reddediyoruz. Artık çıplak kadın fotoğraflarından oluşmuş foto galerileri kaldırıyoruz” diyor.

Kutluyoruz. Bu sevindirici gelişmeyi diğer sitelerin özellikle takip etmesini temenni ediyoruz.

Hattâ Hürriyet gazetesi kendi bünyesinde de böyle bir uygulama başlatsa yerinde bir karar vermiş olacak.

23.06.2007

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Ekmeksiz yaşarım...



Hükümet son 5 yıl içerisinde ekonomik alanda bazı başarılar elde etti. Enflasyon düştü, kişi başına düşen gelir ve ihracat arttı. Bu başarının altında bütün gelişmekte olan ülkelerde esen olumlu rüzgârların etkisi de büyük olmuştur.

Ticaretle uğraşan arkadaşlarım ekonomideki başarıların gerçeği yansıtmadığını, gelir dağılımının bozulduğunu ve işlerin kötüye gittiğini söylüyorlar. İlginçtir, bu arkadaşlarımın neredeyse tamamı seçimlerde hükümete oy veren kişiler. Söylediklerini yabana atmamakla birlikte makro düzeyde elde edilen ekonomik başarıları küçümsememek gerekir diye düşünüyorum.

Bununla birlikte hak ve özgürlükler alanında çok büyük kayıplarla karşılaştık. Din ve vicdan özgürlüğü konusunda o kadar büyük sıkıntılar yaşadık ve halen de yaşıyoruz ki neredeyse geçmişi arar hale geldik.

Gerçi Cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi dayatma ve baskılar olmasa da demokrasinin nimetlerini tatmış olan bizler için ciddî gerilemelere şahit olduk.

Başörtüsü yasağı hem okullarda, hem de bürokraside hâlâ devam ediyor. Orduda inançlarını yaşayarak görev yapmaya çalışan subay ve astsubaylar re’sen emekli ediliyorlar. Yargı kurumları hakperestlikten ayrılmış, devlet ideolojisini korumaya çalışıyor. Hükümetin ekmeğine yağ sürmekle meşgul ana muhalefet partisi yerine cumhurbaşkanı ciddî bir muhalefeti görev süresi dolmasına rağmen devam ettiriyor.

Kısaca hak ve özgürlükler konusunda bir arpa boyu yolu bile kat edemedik. Devamlı olarak geriye gidiyoruz. Bu gerileme nereye kadar devam edecek buna son seçimlerde halkımız karar verecektir.

Eğer kamuoyu anketlerine yansıdığı gibi bu hükümet yeniden seçimden zaferle çıkarsa daha kötüye gideceği açıktır. Zira özgürlükler konusunda yapılan küçük bir girişimde dahi en ufak bir tepkiden korkup geri adım atmaya alışmış hükümetten ne beklenebilir ki…

Mecliste anayasayı değiştirme sayısına ulaşabilmiş olduğu halde o kadar çekingen ve korkak bir tavır sergilediler ki milletimiz büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Bu hükümet önceki fikir babaları olan Erbakan kadar olmasa da ona yakın derecede beceriksizlik gösterdi. Yok yere yaşanan gerginlikler ve sıkıntılar sonucunda özgürlük alanları daha da küçüldü ve en az 30 yıl geriye gidildi.

Bediüzzzaman, aç canavara karşı çekingen bir tavır gösterildiği takdirde, iştahının artacağını hatta dönüp dişinin kirasını isteyeceğini söyler. Bu sebeple dindarlara hayat hakkı tanımayan bu güruha taviz vermenin doğru olmadığını ifade etmektedir. Halbuki bu hükümet zamanında din düşmanları kılıçlarını daha da keskinleştirmiş dindar insanların yıllarca büyük emek vererek elde etmiş oldukları hak ve özgürlükleri devamlı surette doğramışlardır. Öyle ki son zamanlarda bir okulda kızların namaz kılmasına dahi lâf söylemekten çekinmemişlerdir.

Kara Harp Okulundaki camiden habersiz bu insanlara cevap vermekten aciz hükümetten bir hayır bekleyenler yine hayal kırıklığına uğrayacaktır. Hükümet tepkisiz kaldıkça laikliği dinsizlik olarak algılayan bu güruh daha da şımararak hak ve özgürlükleri katletmeye devam etmektedirler.

Eşleri örtülü diye ordudan ayrılmak zorunda bırakılan askerlere en küçük bir yardım dahi yapılmamıştır. İşin kötüsü bu insanlar “Size yapılan haksızlığı durduracağız” denilerek aldatılmışlardır. Bana kimse “Yüksek Askeri Şûrâ Kararlarına şerh konuluyor” diye bir izah yapmasın sakın. Bunun kime ne yararı var ki. Zulüm acımasızca devam ediyor. Tehdit ve baskı azalmamış artmıştır.

Şimdi “Efendim artık eskisi kadar çok insan ordudan atılmıyor” diyenler çıkabilir. Be adam “Dindar adam kaldı mı?” diye sorsana.

Askerî okullara giren öğrencilere bile büyük baskılar uygulanıyor, tehditle ibadetleri yapılması engelleniyor. “Bak atılırsın ha! Canına okunacak, iyisi mi denileni yap inancının gereklerini yapmaktan vazgeç” tehdidi savruluyor.

Hükümetin beş yıllık icraatını göz önüne alırken ekonomideki bazı olumlu gelişmelere takılıp hak ve özgürlükler alanındaki gerilemeleri dikkate almamak büyük bir hata olacaktır. Unutmamak gerekir ki Bediüzzaman “Ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam” diyerek önceliğin hangi konularda olması gerektiğini çok veciz bir şekilde açıklamıştır.

23.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Yalan rüzgârı



Zeyno Baran cümleten ve tafsilen Hudson Enstitüsü’nde simülasyona benzeyen savaş veya darbe oyunlarını veya Kuzey Irak ile Türkiye’nin karıştırılmasıyla ilgili senaryoları ele almadıklarını ve sahnelemediklerini söylemiş. Peki bugüne kadar niye bekledi? Hudson Enstitüsü Bin Ladin’in vurucu timi veya efsanevî 19 sessiz adamın pilotluk dersi aldıkları simülasyon üssüne ve merkezlerine benzemiyor mu?

FBI’ın Türk asıllı çevirmeni Sibel Edmonds keşke bu gibi durumlarda konuşabilse. Ama artık Washington’dakiler birbirleriyle kanka olmuşlar ve bir kabile gibi yaşıyorlar. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Zeyno Baran’ın geçmişine doğru kısa bir yolculuk yapalım. Hürriyet’in ilkin Moskova ardından da Atina temsilciliğini yapan Ahmet Uran Baran’ın kızı olur. Annesi de gazeteci Füsun Mutlu. Babasından ayrıldıktan sonra anlaşılan Zafer Mutlu ile evlenmiş. Bu itibarla, Zafer Mutlu kendisinin üvey babası olur. Bundan dolayı adları aile boyu darbe senaryolarıyla anılır olmuştur. Kimilerine göre, Zafer Mutlu darbe totocusudur. O da darbe totocusunun üvey kızı olmalı. Kariyerinde şunlar yazıyor: Neocon düşünce kuruluşu Hudson Institute uzmanı. Nixon Center’dan transfer oldu. Güvenlik, enerji, Avrasya ve Türkiye uzmanı. Gazeteci Ahmet Uran Baran’ın kızı. Annesi ise gazeteci Füsun Mutlu. Gazeteci Zafer Mutlu’nun da üvey kızı. Kemal Derviş’in Dünya Bankası’ndaki ekibi arasında yer aldı. 1996’dan beri Washington’da çeşitli kuruluşlarda görev aldı. 2003’te Nixon Center’da çalışmaya başladı. 2006 Nisan ayından beri de Hudson Institute’da görevli. Ve 2007 falında fifty fifty darbe çıkmıştı.

Daha bitmedi: Zeyno Baran aynı zamanda Amerikan Dışişleri Bakan Yardımcısı Matt Bryza ile de yakın arkadaş. Şu ‘girl friend’ dedikleri cinsten. Bu da başka bir arkadaşlığı akla getiriyor. Wolfowitz ile sevgilisi Şaha Rıza ilişkisini. Acaba Washington’daki şahinler veya Neoconlar dünyaya yataktan mı nizamat veriyorlar?

***

Bu gibi hâllerde söylenen ‘kendi kendini gerçekleştiren kehanet’, otomosyona alınmış gibi. Fasıl fasıl gerçekleşiyor. Bu bağlamda Fehmi Koru kehanetin İstiklâl Caddesi değil de Ankara Ulus’taki Anafartalar Çarşısı’nda zaten çoktandır start aldığını ileri sürüyor. Kim bilir? Ama Baran cümleten ve tafsilen bunu reddediyor. Bununla birlikte kimileri de Hudson Enstitüsü’nün misyonunu senaryonun ötesinde görüyor. Ciddî ve gerçekçi bir rolü olmalı. Bu bağlamda, Nasuhi Göngür ‘Hudson darbe üssü mü?’ diye sorarken Fehmi Koru simülasyon üssü olduğunu ima ediyor. 19 sessiz Adam’ın 11 Eylül’den önce bu tür simülasyon üslerinde çalıştıklarını biliyoruz. Güngör ile Koru’nun tesbitlerini birleştirecek ve harmanlayacak olursak Hudson Enstitüsü’nün Darbe Simülasyon Merkezi olduğu ortaya çıkar veya bu sonuca ulaşırız. Fakat Zeyno Baran bu iddiaları yalanlarken o kadar gerçekçi ki; insanın Zeyno da yalan Hodson Enstitüsü de yalan diyesi geliyor. Ortada bir yalan rüzgârı var ama sızdıranlar mı yalancı yoksa yalanlayanlar mı, belli değil.

***

Ama işe Rufailerin karıştığı kesin. Ve en iyisi bu yalanlamayı bir tekerleme ile izah etmek:

-Komşu, komşu!

-Hu, hu!

-Oğlun geldi mi?

-Geldi.

-Ne getirdi?

-İnci, boncuk.

-Kime, kime?

-Sana, bana.

-Başka kime?

-Kara kediye.

-Kara kedi nerede?

-Ağaca çıktı.

-Ağaç nerede?

-Balta kesti.

-Balta nerede?

-Suya düştü.

-Su nerede?

-İnek içti.

-İnek nerede?

-Dağa kaçtı.

-Dağ nerede?

-Yandı, bitti kül oldu.

Aynen tekerlemede olduğu gibi...

23.06.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

3 Kasım öncesi



Kısa bir süre birlikte olamayacağız. Ama köşe boş kalmayacak. Bu kısa arayı, güncelliğini hâlâ koruyan eski yazılarla kapatacağız.

***

RP’nin 1995 seçiminden birinci parti çıkması, ülke için hayırlı neticeler getirmedi. Hiç şüphe yok ki, bunları RP yöneticileri ve kadroları da istemezdi. Ama bilerek veya bilmeyerek verilen kozlarla öyle bir fırtına estirildi ki, ne RP yerinde kalabildi, ne hükümeti, ne de lider kadroları.

Aslında Refahyol hükümeti icraatta başarılıydı. Bu başarı ekonomik göstergelerde de, ülkenin genel gidişatında da kendisini gösteriyordu.

Ama kimi RP’lilerin keskin ve tahrikkâr söylemleri ile zaman-zemin iyi hesaplanmadan yapılan bazı şeyler, ‘iyi saatte olsunlar’ı harekete geçirdi; medyanın kullanıldığı irtica ve tarikat odaklı ardı arkası gelmez provokasyon senaryoları ile iş kızıştırıldı; dehşetengiz bir ‘Laiklik elden gidiyor, irtica devleti ele geçiriyor’ havası estirildi; RP hakkında, daha iktidardayken kapatma dâvâsı açıldı ve Erbakan istifa etmek zorunda kaldı.

Sonuçta Refahyol’un icraat olarak ortaya koyduğu başarı, bu gürültü içinde kaynayıp gitti. Dahası, başlatılan irtica kampanyası ile, dinî ve manevî hizmetlerde elli yıllık bir birikime çok ağır darbeler vuran 28 Şubat sürecine girildi.

Refahyol’un ve kimi Refahlı belediyelerin icraat noktasındaki mevziî başarıları ile bu kayıplar terazinin iki kefesine konulsa hangisi daha ağır basar?

Bahanesi olarak kullanıldığı 28 Şubat sürecinde RP de çok ağır bedeller ödedi. İki defa kapatıldı, lideri ve öncü isimleri siyasetten yasaklandı. Bu âkıbetten kendisini kurtarmak için çırpınırken ‘İmam-hatipleri de biz açmadık, 163. maddeyi de biz kaldırmadık’ gibi savunmalar yaparak onur ve haysiyetini ayaklar altına almaktan geri durmadı; ama bunların hiçbiri işe yaramadı. İkinci kapatılışı sonrasında ise ikiye bölündü.

Şimdi bu parçalardan biri olan AKP, aynı macerayı bir kez daha tekrarlamaya niyetli görünüyor. İşin garibi, 1995 seçimi öncesinde RP’yi öne çıkaran rüzgâr, bugünlerde AKP’nin yelkenlerini şişiriyor. Anketler, kamuoyu yoklamaları ve nabız tutmalar AKP’nin önde olduğunu gösteriyor.

Bu tablo bizatihî AKP kurmaylarını dahi tedirgin ediyor olmalı ki, bir parti yöneticisi geçenlerde—derin mahfillerle ilişkisi olduğu düşünülen—Radikal yazarı İsmet Berkan’a ‘Bizim hükümet olmamız rahatsızlığa yol açar mı?’ diye sormuş. (İsmet Berkan, Radikal, 20.8.02)

Böyle bir ürkeklik, çekingenlik ve tedirginlikle AKP faraza tek başına iktidara gelse ne olur ki?!

Demek, AKP de görüyor ki, 28 Şubat’ın arkasında duran odaklar pusuda. Önümüzdeki günlerde emekliye ayrılacak olan Genelkurmay Başkanından, göreve devam etmekte olan MGK Genel Sekreterine ve Newsweek dergisiyle konuşurken “AKP iktidara gelirse eski gündeme dönülür” diyerek 28 Şubat’a tekrar ivme kazandırılacağını ima eden rektöre kadar birçok kişi, AKP ile ilgili tavırlarını açıkça belli de etmediler mi?

(23.8.02, “AKP’nin işi zor” başlıklı yazı)

23.06.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ümmet-i merhume



“Sen Allah’ı seversen / Allah seni sevmez mi?”

Bir İlâhîde geçen bu beyit, emirlerine uyup yasaklarından kaçınarak Allah’a olan sevgi ve saygısını gösteren kulu, Allah’ın da seveceğini belirten çok net ifadelerden birisi.

Bu emre uyuş ve yasaklardan kaçınmalar, kulun günahlarını silme, derece ve makamını yükseltmeye vesile olur. Kul çeşitli fırsatlarla kendini affettirir.

İnsan bu! Zaman zaman bilerek veya bilmeyerek hatalar işleyebilir, günahlara ve bunları affettirmeden de kabre girebilir. Ama o bir kısım yardımlarla kurtulur. Resûl-i Ekrem (a.s.m.), “Ümmetim, Allah’ın rahmetine ermiş bir ümmettir. Kabre günahlarıyla girerler. Fakat hayattaki mü’minlerin kendilerine yapmış olduğu istiğfarla temizlenmiş olarak çıkarlar”1 buyururken bu gerçeğe dikkat çekerler.

Evet, ümmet-i merhumedir; merhamete, affa uğrayan bir ümmettir bu ümmet. Bir kısmı daha dünyadayken affa uğrar. Bir kısmı kabirde, bir kısmı Mahşerde, bir kısmı Cehenneme de girmeden, bir kısmı da Cehennemde cezasını çektikten sonra. Zaten imanı olan kişi—zerre kadar da imanı var ve onu yitirmeden ölmüsse,—ne kadar azap görse de sonuçta Cennete girecektir.

Tabiî ki hadis-i şerifte verilen müjde farzları terk, haramlardan kaçınma konusunda vurdumduymaz kimseler için değil. Kabirde ufak tefek hataları sebebiyle affa uğrayan insanlar için söz konusu.

Peki, böyle insanlar durup dururken kabirde nasıl affa, merhamete uğramaktadırlar?

O kişi adına yapılan ibadetler, hayırlar, ruhlarına bağışlanan Kur’ânlar, Yasinler, Fatihalar, yapılan duâlar kabirde onun imdadına yetişirler.

Bunlar bir kısım kimselerin günahlarının affına vesile olduğu gibi makamı iyi olan kullara da manevî hediyeler şeklinde takdim edilirler.

Büyük Allah dostu Beşşar, vefatından sonra da diğer büyük bir Allah dostu olan Rabiatü’l-Adeviye’ye çok duâ edermiş. Bir gece rüyasında onu görmüş, yaptığı duâların nurlu tabaklarda ipek mendillere örtülü olarak kendilerine sunulduğunu, kime veya kimlere hediye edilmişse onlara takdim edildiklerini, ‘Bu falan kişinin size gönderdiği hediyedir’ denildiğini söylemiş.2

Diyelim ki siz vefat etmiş bir yakınınız, dostunuz için sevabını ona bağışlamak üzere bir hayır yaptınız, sadaka verdiniz. Bunun bir melek tarafından, “Bu sana falan dostun tarafından hediyedir” denilerek sunulacağını belirten Sevgili Peygamberimiz (asm), böylesi bir hediyeden mahrum kalan komşularının da üzüleceklerini bildirir.3

Demek kabirde de yardımlaşma devam ediyor.

Dipnotlar: 1- Feyzü’l-Kadîr, 2:185; Suyûtî, Kabir Hayatı, s. 513; 2- A.g.e., s. 513. 3- A.g.e., s. 516.

23.06.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Meşveret sisteminin işleyişi



Kimi arkadaşlarımızın, “Siyasî konularda kimse benimle meşveret etmedi!”, kimisinin, “Aslında cemaat filancanın etkisinde kalıyor; dolayısıyla hatalı kararlar alıyor!” iddiasında bulunmasının sebebi; meşvereti, sistemini ve işleyiş tarzını bilmemesi veya kabul etmemesidir. Asr-ı Saadet meşveret sistemini çağımıza taşıyan Bediüzzaman’ın tarifiyle meşveret sistemimiz şöyle işler:

Her hizmet mahalli, her belde, her il, “gizli oy, açık tasnif” ile hizmetleri yürütecek meşveret heyetini seçer. Her ilin meşveret heyetleri, senede iki defa toplanan Türkiye—ve dünya—çapındaki genel meşveret üyelerini seçer. Fertler, düşüncelerini, tekliflerini hiyerarşiyi takip ederek en yüksek heyete ulaştırır ve gündem oluşturulur. Meseleler tartışılır ve oy çokluğuna göre karara bağlanır. Alınan kararlar, en küçük mahallere kadar sözlü ve yazılı olarak ulaştırılır. Olağanüstü bir durum çıkarsa, sanırım dört bölge meşveretin ortak çağrısı ile genel meşveret toplanır. Ayrıca, meşveret heyetine bağlı çeşitli kurullardan birisi de yayın kuruludur. Gazete ve dergilerdeki yazıları değerlendirir. Prensiplerle çelişen bir durum çıkarsa, ikazlarını yapar. Bu arada, okuyucularımız da zaten her an otokontrolde. Çünkü Bediüzzaman, Nur talebelerini, “Herbiriniz herbirisine birer tesellici ve ahlâkta ve sabırda birer nümune-i imtisâl ve tesanüd ve taltifte birer şefkatli kardeş ve ders müzakeresinde birer zekî muhatap ve mucîp (cevap veren) ve güzel seciyelerin in’ikâsında birer ayna”1 şeklinde tanımlar.

Daha önce işledik, aslında dahilde tenkit/eleştiri yerine, “emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker” gereğince, eksikler tamamlanır, yardım edilir, kusurlar örtülür, ihtiyaçlar karşılanır.2 Ve ikazlar yapılır. Şayet ikazlar haklı, eleştiriler isabetli ise, zaten meşverete yansır. Yansımıyor ve sonuç alınamıyorsa; yapılacak şey ihlâs gücüne dayanarak sayılan hususların gerçekleşmesine çalışmaktır.

“Cemaat fertleri, bir kişinin etkisinde kalıyor” demek, hem fertlere, hem cemaate bühtandır. Yıllarını okuyarak, müzakere ve mütalâa ederek ve anlatarak Risâle-i Nur hizmeti içinde geçirmiş insanlara, “Filanın etkisi altında kalıyorlar!” demek en azından sû-i zandır. Bu, “Çarıklı ve kasketli halk sürüdür, anlamaz!” diyen müstebit zihniyetin ürünüdür. Ve öyle bir düşünce Risâle-i Nur’a terstir. Zira insanlar cahil de olsalar, akıllıdırlar, meseleleri tartarlar. İşte Bediüzzaman’ın bu husustaki ölçüsü:

“Suâl: Nasıl anlayacağız? Biz câhiliz, sizin gibi ehl-i ilmi taklit ederiz.

“Cevap: Çendan (gerçi) cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil... İşte, müştebih (birbirine benzeyen) ağaçları gösteren semereleridir (meyveleridir). Öyleyse, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız. İşte birisinde istirahat ve itaattir. Ötekisinde ihtilâf ve zarar saklanmıştır.”3

Diğer taraftan, meşverete katılan veya katılmayan cemaatin fertlerini, Nur talebelerini Üstad’a göre değerlendirirsek, şöyle bir bakışa sahip olmalıyız: “Bir sene bu risâleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risâle-i Nur şakirtlerinin bir şahs-ı mânevîsi var; şüphesiz o şahs-ı mânevî bu zamanın bir âlimidir.”4

Şahsen, risâleleri anlayarak bir senede zamanın mühim âlimi olan pek çok ağabey ve kardeş tanıyorum. Haydi farz edelim ki, bir kısmı, risâlelerin tümünü 10 senede anlayarak okumuş olsun. Böyle binlercesi de vardır. Dolayısıyla cemaati ve fertlerini “Başkalarının etkisi altında kalıyor!” diye itham etmek, küçümsemek, haksızlık olmaz mı? Risâle-i Nur’u okuyan, Üstad’ın etkisinde kalır; neden başkasının etkisinde kalsın ki! Ayrıca, Üstad kendisini mihenge vurdurduğuna ve bu dersi verdiğine göre; cemaati etkileyenleri de mihenge vurabiliriz:

Acaba hangi seviyede Üstad’ın, Risâle-i Nur’un etkisinde kaldılar, hangi seviyede başka olayların etkisinde kaldılar? Yoksa, bu ithamda bulunanlar, “başkasının etkisinde kalıyor” da içe bakış metoduyla ve kendi aynasının müşahedâtına tâbi olarak mı öyle söylüyorlar?

Öte yandan, Üstad, “şeriatin usûlüne göre yapılan meşveret; baskı ve tahakkümün belâsından kurtarır”5 demiyor mu? Bu meselenin psiko-sosyal boyutlarını etraflıca ele alacağız; burada etkinin iki sebebine işaret edelim:

Ya onun gibi düşünülüyor veya daha iyi bilen ve ifade edene güven duyuluyor.

Her iki durumda da yapacak bir şey yok. Senin benim etkimde kalmaktansa, bilenin, güvenilenin ve şahs-ı manevînin etkisinde kalmak yeğ tutulmalı değil mi?

Dipnotlar: 1- Şuâlar, s. 272.; 2- Lem’alar, s. 164.; 3- Münâ azarât, s. 50.; 4- Lem’alar, s. 171.; 5- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 59.

23.06.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Karanlık senaryolar



Karanlık işlerle uğraşanlar, zararlı, zehirli mikroplara benzer. Yerleştikleri bünyeyi tahrip ederler.

Muzır unsurlar, fert bazında olsun, devlet bazında olsun, her zaman için yakın tehlikedir. Fırsat buldukları anda harekete geçerler.

Harekete geçme zamanları ise, bünyedeki kuvvetin, takatin en zayıf, en düşük olduğu durumlara endekslidir.

Aynen, şimdilerde olduğu gibi...

* * *

Gerek yurt içinde ve gerekse hariç memleketlerde Türkiye aleyhine döndürülen dolapların gıcırtı sesleri kulakları iyiden iyiye tırmalamaya başladı.

Sağda solda görünen cephane gibi silâhlar, orada burada patlayan bombalar, etrafa yayılan pis kokular, şahit olan hemen herkesi rahatsız etmeye başladı.

Ama, gelin görün ki, bu ürpetici tabloya rağmen, medyaya yayın yasağı getiriliyor.

Medyaya adeta üç maymun oyunu oynatılıyor: Görmedim, duymadım, bilmiyorum...

* * *

Evet, işte bütün bunlar, aslında birer zaaf işareti.

Ülkenin, milletin mukadderatını alâkadar eden her türlü dolap çevrilecek, karanlık senaryo taslakları işportaya kadar düşecek; ama, bunlar hakkında hiç konuşulmayacak, yazılmayacak, yorum yapılmayacak...

Bu vahim durum, bir devlet krizinin, bir otorite boşluğunun ve bir hükümet zaafının göstergesi değil de, nedir...

Ortada neden bir şeffafiyet yok?

Devletin kurum ve kuruluşları, niçin bu sıradışı ve illegal manevraların üzerine gitmiyor?

Hükûmet yetkilileri, iç ve dış odakların heveslerini kursaklarına hapsedecek izahları, açılımları neden yapmıyor? Neden, bu karanlık odakların üzerine gidecek mekanizmayı çalıştırmıyor da, gelişmeleri geriden takip ediyor?

* * *

Gelişmeler gösteriyor ki, orta yerde bir zaaf ve acziyet durumu var. Bu da, habis ruhlu odakların iştahını kabartıyor. Cesaretlerini artırıyor.

Ama, bu böyle gitmez ve gitmemeli. Meşrû devlet, meşrû hükümet, iradesini mutlaka ortaya koymalı ve her türlü mazarratın önüne geçmeli, hızını kesmeli.

Temenni edelim ki, mevcut boşluk ve laçkalık hali daha fazla sürmesin, meşrû organlar galip gelsin ve gelişmelere bir an evvel hâkim olsun.

Değiş(me)mek üzerine

Yeni Asya'nın yayın politikasını beğenmeyerek, şiddetle, hatta hiddetle tenkit edenler var.

İyi de kardeşim, Yeni Asya'nın (İttihat'la birlikte) tam 40 yıldır değişen, başkalaşan bir yayın politikası yok ki.

Beğenirsin beğenmezsin, ayrı mesele. Ama, Yeni Asya zaten 40 yıldır, yani 1967'den beri aynı çizgi, aynı istikamet üzere gidiyor.

Bir değişiklik varsa şayet, o da zamanla Yeni Asya çizgisinden ayrılan veya fikren farklı düşünür hale gelenlerde var.

Bu durumda kızmak niye, hiddet niye? Lütfen, kızmayı bırak, düşünmeye bak.

Evet, böylesine kızmayı haklı çıkaracak bir sebep yok.

Zira, ben hiç değişmedim ki kardeşim. Geçmişte nasıl idiysem, şimdi yine öyleyimdir.

Değişen varsa, o da sensin.

Dolayısıyla, ancak kendine kızabilirsin... Ama yok, illa da bize kızacaksan, o takdirde bize tam 40 senedir kızıp duranlar zincirine, sen de yeni bir halka olarak kendini eklemek durumunda kalırsın.

İşte bakın, görün bu zincirin pörsümüş halkalarını.

* 1970'lerde, Yeni Asya neden Selametçi/Erbakancı olmuyor diye kızanlar vardı. Hem de ne kızmaktı o...

* 1980'de, Yeni Asya 12 Eylül ihtilâlcilerini neden desteklemiyor, darbe Anayasasına niçin oy vermiyor diye hiddet edenler vardı. Hem de ne hiddetti o...

* 1983'ten sonra neden Özal'cı/ANAP'çı olmuyor diye Yeni Asya'ya hücum edenler vardı. Hem de ne hücumdu o...

* 1991'de Yeni Asya bu kez neden Kutsal İttifakçı/Türkeşçi/Erbakancı olmuyor diye öfkelenenler vardı. Hem de ne öfkeydi o...

* 1995'te Yeni Asya neden Refahçı/Erbakancı olmuyor diye kızgınlık gösterenler vardı. Hem de ne kızgınlıktı o... (Gözdağı vermek için Yeni Asya'nın binasını yıkmak üzere gelen Refahçı yıkım ekibinin ellerinde levye, balyozla çekilmiş öfkeli resimleri arşivimizde duruyor.)

* 2000'li yıllarda ise, bu kez Yeni Asya Erbakan'ın yetiştirmeleri olan AKP'lileri niçin desteklemiyor diye taarruza geçenler var. Hem de ne taarruz, bir bilseniz...

Evet, bazılarına kırk yıldır anlatamadık gitti: Kardeşim, bana niçin kızıyorsun? Benim rengim, çizgim, istikametim belli ve hiç değişmedi ki?

Gidişatımız, kırk yıldır, altmış yıldır (1946), hatta yüz yıldır (1908) aynı minval üzredir.

Demek ki, değişen sensin kardeşim. Dolayısıyla, biraz olsun kendine kızsan, kendinden şikâyet etsen, ihtimaldir ki rahatlarsın.

Şayet bize kızmaya ve öfkelenmeye devam edersin, inan ki rahatlama şansını da büyük ölçüde kaybedersin. Zira, bizim bunca yıllık meslek ve meşrebî istikametimizi değiştirmek gibi bir niyetimiz hiç, ama hiç yok.

İyisi mi, siyasette sen yoluna, biz yolumuza kardeşim.

23.06.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Yarın mahşerde, ‘Annem dinimi öğretmedi’ diyeceksin!



Hüseyin Bey:

*“Üstad Hazretlerine âit olan, ‘Mevlânâ’nın zamanında yaşasaydım Mesnevî yazardım’ sözünü açıklar mısınız? Bu söz nerede geçiyor?”

Zamanın gidişâtına ve ihtiyacına göre din hizmetlerinin de değişik metotlar istediğini Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu vecîz ifâdesiyle bildirmiştir. Bu ifâdeyi Son Şahitlerde, Ermenek eşrafından Ahmet Gümüş Ağabeyin hâtıralarında buluruz. Rahmet duâsı olur ümidiyle, bu sözü bir ölçüde yaşadıklarıyla tefsîr eden Ahmet Gümüş Ağabeyin hâtıralarından bir bölümünü kendisinden dinleyelim:

“Bir gün sabah namazı vakti annem beni sabah namazına kalkmam hususunda zorladı. Ben ise, tembelliğimden gelen müdafaa ile:

“‘Bana ne öğrettiniz de namaz kılayım? Kur’ân okumasını bilmiyorum. Namaz sûrelerini de tam öğrenemedim ki, doğru namaz kılayım’ dedim.

“Annem namazı bitirdi. Duâsını yaptı. Bana dedi:

‘Benim günahım başımdan aşkın. Yarın mahşerde, ‘Annem bana dînimi öğretmedi’ diyeceksin. Ben senin dînî bilgilerini öğretmedikten sonra hiçbir okula göndermem. (Ben o zaman ilk okulu yeni bitirmiştim.) Ben yarın öldüğümde mezarımın başında bir fatiha da okumasını bilmeyeceksin.’

“Annem beni medrese tahsili yapmış ehl-i hal bir kimse olan eniştesi Molla Mehmet Efendi’de okumam için teyzeme teslim etti.

“1952-1953 yılı Ermenek Ortaokuluna devama başladım. Boş derslerimizin birisinde arkadaşlarla dışarıda çalışırken, eski bir Kur’ân sayfası gördüm. Onu aldım. Kitabımın içine koydum. Zil çalınca sınıfa girdik. Dersimiz yine boştu. Muavin sınıfa girdi. Benim sıraya yaklaştı. Kitabımın arasında o eski Kur’ân sayfasını görünce:

‘Bu Arap yazısı sende ne arıyor? Sen Türk’sün!’ dedi. Ben de:

‘Bu Kur’ân sayfasıdır. Kur’ân okumasını biliyorum. Ona sonsuz hürmetim vardır’ diye cevap verdim.

“Bir gün, İbrahim Koynuk bana Risâle-i Nur’dan ve Bedîüzzaman Hazretlerinden bahsetti. Ben de hürmeten dinledim. Arkadaşlığımız devam etti. Bir gün beraber ders çalışırken, İnebolu baskısı teksirle basılmış, Bedîüzzaman Saîd Nursî’nin Tarihçe-i Hayat’ı elime geçti.

“Risâle-i Nûr’u okumak ve müellifini görmek için bende şiddetli bir arzû uyandı. Hayalimde, ‘Aradığım zat budur, arzu ettiğim Kur’ân tefsîri budur’ diye tahmin ettim.

“1954 yılında Üstad Saîd Nursî Hazretlerinin Barla’da olduğunu öğrendim. Kurban Bayramına bir gün kala Üstad’ın Barla’daki evine vardım. Zübeyir Abi çıktı. Isparta’dan Bayram Abinin bana emanet ettiği emanetleri verdim. Kendimi tanıttım. Abdestli olduğumu, fakat henüz namaz kılmadığımı söyledim. ‘Kardeşim, Üstadımız mescitte tesbîhâtını yapıyor. Sen yanına yaklaşma’ dedi.

Ben müezzin mahfelinde namazımı kılarken Üstad mescitten ayrıldı. Namazı bitirdim. Zübeyir Abi ile Ceylan Abinin odasına girdim. Çağırdı.

‘Hoş geldiniz!’ dedi. Babamı, annemi ve Zübeyir Abinin babasını, annesini sordu.

“Yatsı namazını Üstad’la birlikte mescitte kıldık. Sabah namazını da öyle. Bayram namazı için Büyük Câmiye Ceylan Abiyle gittim. Sonra Üstadımızın yanına geldim. Üstad Hazretleri benim İmam Hatip Okuluna devam edeceğime çok memnun oldu.

‘Ben o okulları, eski zamanın mübârek medreseleri olarak kabul ediyorum’ dedi. ‘Hazret-i Mevlânâ benim zamanımda gelseydi, Risâle-i Nûr’u yazardı. Ben de Hazret-i Mevlânâ zamanında gelseydim, Mesnevî’yi yazardım. O zaman hizmet Mesnevî tarzındaydı. Şimdi Risâle-i Nûr tarzındadır’ dedi.”1

Evet, Kur’ân’a hürmetin kırıldığı bu asrın hizmet metodu Risâle-i Nûr tarzında idi. Akılların ve kalplerin sağlam olduğu geçtiğimiz bin yıldan beri ise, Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’si gönülleri şâd etmeye yeterli oluyordu. Fakat gönüllerin sönükleştiği, akılların ve kalplerin de maddeye ve dünyaya çevrilmek istendiği ve îmânın şüphe ve vesveselerle susturulmak istendiği asrımız insanına tehlike oranında büyük çaplı, akla ve kalbe berâber hitap edebilen, düşüncede felsefeye meydan okuyan bir eser lâzımdı. İşte Risâle-i Nûr’un asrımızda icrâ ettiği hizmet tarzı bu idi.

Bu sözle, Hazret-i Mevlânâ’nın da, Hazret-i Bedîüzzaman’ın da taraf-ı İlâhîce istihdam edilmiş birer Müceddid olduklarını ve her birinin kendi zamanlarında yeri doldurulamayan dev-âsâ bir hizmet tarzı ortaya koyduklarını anlıyoruz.

Dipnotlar: 1- Şahiner, Necmettin, Son Şahitler, 1/318

23.06.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Alkol batağını kurutalım



“Bütün kötülüklerin anası” olan alkol ve uyuşturucularla gerektiği gibi mücadele edemediğimiz ortada. Yapılan son araştırmalara göre, alkollü içki kullanım yaşı gün geçtikçe düşüyor. Çocuklarımız ciddî tehdit altında.

Alkollü içki ve uyuşturuculara giden yol, ‘küçük’ gördüğümüz sigarayla başlıyor. Bilhassa büyüklere ‘özenti/taklit’ ile başlayan sigara kullanımının, zamanla bira ve diğer alkollü içkilere ve nihayetinde de uyuşturucu kullanımına kadar gitme ihtimali var.

Bütün bu kötülüklerle mücadele etmesi gereken medya, nedense ‘iyi’lerin değil de, ‘kötü’lerin safında yer alıyor. Bir yandan saydığımız kötü alışkanlıkları çeşitli şekillerde teşvik ediyor; öte yandan da bunları kullananların sebep olduğu hadiseleri eleştiriyor. Bu da tek başına derin bir çelişki değil mi?

Çanakkale’de yaşanan bir trafik kazası, ‘alkollü içki’nin sebep olduğu felâketleri bir defa daha gözler önüne serdi. 240 promil alkollü olan sürücü, (bir büyük şişe rakı içilmesi halinde bu derece alkollü olunuyormuş) 7 kişinin ölümüne, 40 kişinin de yaralanmasına sebep olmuş. Üstelik bu şahıs, daha önce de alkollü araç kullandığından dolayı ehliyetine 6 ay el konulmuş bir kişiymiş. Bir gazete, ilgili haberi “240 promilli canavar” manşetiyle duyurmuş. (Vatan, 22 Haziran 2007)

İyi de bu ‘manşet’, o kişiyi ya da benzer durumda olan alkol müptelalarını durdurabilir mi? Ayrıca, bu hadisede de görüldüğü gibi kişinin ehliyetine el koymak da çare olmuyor. Alkol müptelası olanlar ya ehliyetsiz araç kullanıyor, ya da el koyma süresi bitince kazalara sebebiyet veriyor.

O zaman çare, alkolün ‘haram’ olduğunu bilmek ve onu bildirmektir. Bu yapılamadığı sürece, geçici tedbirlerle ‘alkollü canavar’lara engel olmak kolay görünmüyor.

Bütün bu hadiseler yaşanırken, gazetelerde bira başta olmak üzere alkollü içki reklamlarının tam sayfa olarak yapılabilmesini anlamak mümkün değil. Bakınız, sigaranın reklamının yapılması yasak, ama ondan çok daha zararlı olduğu ayan beyan ortada olan alkollü içkilerin reklamı yapılabiliyor. Aslında bu konuda da yasak var, ama üreticiler kanundaki boşluklardan ve yönetmelik eksikliklerinden istifade ederek reklamlarını yapmaya devam ediyorlar. Meselâ, dün de bir gazetede (Hürriyet, 22 Haziran 2007) tam sayfa ‘bira’ reklâmı vardı. Bu konu ile ilgili olarak muhatap bulmakta da zorlanıyoruz. Aylar önce TBMM ‘sağlık komisyonu’ ilgililerine durum hatırlatılmış ve bu yanlışa bir son verilmesi talep edilmişti. “Tamam, hemen ilgileneceğiz” denilmiş, ancak aradan aylar geçtiği halde müsbet bir adım atılmamıştı. Bu günlerde de gündem seçim ve başka konularda kilitlendiğine göre, boşluktan istifade ile “Atı alan Üsküdar’ı geçmeyi” deneyecek...

Sigara ve alkollü içkilerle mücadeleyi görev bilen bütün kuruluşlar bir araya gelip bu yarayı tedavi etmek durumundadırlar. Sigarayla mücadele söz konusu olunca akla gelen kuruluşların başında Yeşilay geliyor. Tabiî ki Yeşilay’ın maddî imkânları böyle bir mücadeleyi tek başına götürmesine imkân tanımaz. Ama öncülük görevi yapıp, ilgili kuruluşları bir araya getirerek konunun gündeme yerleşmesi ve reklamların yasaklanması sağlanabilir. Bu arada, Yeşilay’ın maddî anlamda desteklenmesi gerektiği ortada.

Sigara, alkol ve uyuşturucu / öldürücü maddelerle mücadele, övünülecek bir durumdur. Büyük şirketlerin bu çalışmalara destek olması, onlara da prestij kazandırır. Ne edip etmeli, ‘ölüme dâvetiye’ anlamına gelen bu reklâmlar engellenmelidir.

23.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Cevabı olmayan sorular



Seçimler yaklaşırken, cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşanan “belirsizlikler” artarak devam ediyor. Son aylarda sıkça sorulan “Ne olacak şimdi?” sorusunun cevabını artık kimse bilmiyor.

“Uzatmalı” Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, önce 15 günlük süreyi sonuna kadar kullanarak, cumhurbaşkanını halkın seçmesini içeren anayasa değişikliği paketini veto etti. Paket TBMM’den ikinci kez geçirilerek geri gönderildi. Sezer virgülüne dahi dokunulmayan paketi, ikinci kez yine 15 günlük süreyi son saatine kadar kullanıp, referanduma götürme kararı aldı. Ayrıca Anayasa Mahkemesi’ne dâvâ açtı. (Burada şu ayrıntıyı da aktaralım. Sezer’in Meclis’e gönderdiği dosyanın üzerindeki tarih 8 Haziran, ancak Meclis’e geliş tarihi 15 Haziran olarak görünüyor. Yani, Köşk’ten 3-4 kilometre uzaklıktaki Meclis’e gelene kadar tam 7 gün geçmiş!..)

Hükümet, hem genel seçim sandığı, hem de cumhurbaşkanını halkın seçmesine ilişkin referandum sandığını 22 Temmuz’da halkın önüne koymak istiyordu. Bunu sağlayabilmek için de ayrıca referandum süresini 120 gün olarak belirlenen yasayı da değiştirerek süreyi 45 güne indiren bir yasa değişikliği yapmıştı. Söz konusu kanun değişikliği de veto edildi. AKP, şimdi bu yasayı da ikinci kez TBMM’den geçirmek zorunda, ancak bu aşamadan sonra imkânsız görünüyor.

Anayasa Mahkemesi henüz 367 kararının gerekçesini de açıklamış değil. Mahkeme, CHP’nin 27 Nisan’ın akşam saatlerinde açtığı dâvâyı üç günde karara bağlayarak, “cumhurbaşkanlığı seçiminin 1. turunda toplantı yeter sayısının 367 olması gerektiği” kararını vermiş, seçimin ilk turunu iptal etmişti. Mahkeme kararını CHP’nin başvurusundan 3-4 gün sonra, yani 1 Mayıs’ta açıklamıştı. Bu tarihin üzerinden 54 gün geçti, hâlâ gerekçe açıklanmış değil.

Hafta başında TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın basın toplantısına katılmıştım. Arınç orada bu belirsizliğe dikkat çekerek, Anayasa Mahkemesi’ne “yalvarmış” ve gerekçenin bir an önce açıklanmasını istemişti. “22 Temmuz milletvekili genel seçimlerinden sonra yeni Meclisin toplanarak Başkanlık Divanı ve Meclis Başkanlığı seçimini yapacak. O gerekçeleri bilelim ki, Meclis başkanlığı seçiminde ne yapacağız, bu karmaşa ve kaostan Türk demokrasisi nasıl kurtulacak bir an önce yararlanalım” diyerek kendine has üslûbu ile açıklamalar yaptı.

İşte, bütün bu gelişmelerden sonra “bundan sonra ne olacağı”na dair kimsenin bir bilgisi yok. Tam bir kaos ortamı gözlemleniyor. Gerçi, Anayasa Mahkemesi gerekçeyi açıklasa dahi, durumun normale döneceğini de kimse söyleyemiyor. Yani, her şey belirsiz.

İki kanunu da iptal eden Sezer, bir gazetecinin iki kez yönelttiği “Yeni Meclis’in yeni cumhurbaşkanını zamanında seçebileceğine inanıyor musunuz?” sorusuna cevap dahi vermiyor. Belki o da bilmiyor.

Türkiye’nin bu açmazdan nasıl çıkacağı konusunda kimse bir tahminde bulunamıyor. Herkes bir şeyler söylüyor, ama aslında söylenenler bir şey ifade etmiyor. Burada durumu anlatan iki gazete manşetini aktarsak durum özetlenebilir: “Ayıkla pirincin taşını”, “İpin ucu kaçmış”… Başka söze de gerek var mı?

Yeni Meclis açıldığında, Meclis Başkanı ve başkanlık divanı üyeleri nasıl seçilecek? Bunlar seçildi diyelim, peki cumhurbaşkanı hangi usullerle göre seçilecek? 11. Cumhurbaşkanını yeni Meclis mi seçecek, yoksa Ekim ayı ortalarında yapılacak referandumdan sonra halk mı seçecek? Yeni Meclis oluşacak tabloya göre cumhurbaşkanını seçemezse, 3 aylık bir sürede yeniden seçim olur mu? Sorular, sorular…

Bunca soru var, ancak kimse bu soruların cevaplarını bilmiyor. Tek bilinen 16 Mayıs’ta görev süresi dolan Sezer’in 3-4 ay daha cumhurbaşkanlığını yapacağı…

Cumhurbaşkanlığı seçimi, sürecin iyi yönetilememesi sebebiyle adeta bir kördüğüme dönüştü. Seçimler bu düğümü çözer mi? Zor görünüyor. Ama ümit ederiz ki, halkın ortaya koyacağı tablo bu zorluğu da aşar.

Ancak bütün bu karışıklıklara rağmen, demokrasi kazanmalı, Meclis ya da millet cumhurbaşkanını seçmelidir…

23.06.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004