Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Seçim sonuçlarını bilmeden yazılmış bir yazı



Bu yazıyı, seçim sonuçlarını bilmeden yazıyorum. Ama ne olmuş, futbol kurallarını bilmeden maç yorumu da yazabilirdim. Yahut yurtdışına hiç çıkmadığım halde, “Dünyanın hiçbir yerinde” diye başlayan yazılar yazmam da mümkündü.

Hukuktan bahsedip, işine gelmeyince “Ama ben hukukçu değilim ki” diyecek kadar Nasreddin Hoca fıkralarına aşina bir yazı da kaleme alabilirdim.

Türkiye anayasasını bile bilmediğim halde, “karşılaştırmalı anayasa hukuku” dersi verebilirdim okuyucularıma.

Yakın tarihi bilmeden, yakın tarih hakkında atıp tutabilirdim de.

“Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi” dersinde okuduklarımı, duayen seviyesinde tarih bilgisi diye pazarlayabilirdim.

Edebiyatı, lisedeki “Türk Dili ve Edebiyatı” dersinden aklımda kalanlar kadar bilmeme rağmen, dil bilgisi dersi verebilirdim okuyucularıma. Roman uyarlaması filmleri romanın kendisi zannederek, edebiyat eleştirisi yapabilirdim. Yerine göre meteoroloji uzmanı kesilir, yerine göre deprem uzmanı; gelecek günün hava, gelecek senenin deprem durumunu bildirebilirdim.

İslâmın şartlarından bile bihaber olduğum halde, “Yüce dinimizde asla yeri yoktur” gibi cümleler kurmakta hiçbir sakınca görmeyebilirdim.

Gözüm namazda olmadığı halde, kulağım ezanda olup; “Ne gerek var bu kadar alarmlı cep telefonu varken ezana” diye bir makale yazmak da zor olmazdı.

Ekonomiden anlamasam da, ekonominin son derece iyi gittiğini söyleyebilirdim.

Borsa bilgimle, kardiyoloji bilgim arasında bir fark olmadığı halde, borsanın iniş çıkışlarını yorumlamaya kalkmayı normal karşılayabilirdim. Mücadele gördüğüm hayata dair, aşk ve sevgi düzleminde dokunaklı denemeler yazabilirdim.

SMS göndermekle ibaret bilişim bilgime dayanarak, teknoloji üzerine kalem oynatabilirdim.

Ama sadece ve sadece seçim sonuçlarını bilmeden bir yazı yazıyorum.

Ve üstelik seçim üzerine de yazmıyorum.

23.07.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Emaneti teslim



Hz. Enes’in babası vefat edince annesi Ümmü Süleym dul kalmıştı. Ebû Talha ona talip oldu. Ne var ki müşrikti. Zengin olmasına rağmen kalbi imanla dolu Ümm-ü Süleym, ancak Müslüman olursa evlenebileceğini söyledi. Ebû Talha Müslüman olmak üzere Resûlullaha (asm) gitti. Allah Resûlü (asm) daha onu görür görmez, “Şu gelen Ebû Talha! Gözlerinin arasından İslâmın yüceliği okunuyor” buyurdu. Ve Ümm-ü Süleym’le evlendiler.

Cenâb-ı Hak onlara bir erkek evlâdı verdi. Ebû Talha onu çok seviyordu. Yürüme çağına gelmişti. Birgün hastalandı. Ebû Talha dışarı çıkmıştı. Çocuk o esnada öldü. Ebû Talha eve geldiğinde heyecanla “Oğlun nasıl oldu?” diye sordu. Ümm-ü Süleym çok merhametliydi. Bu üzücü haberi bir anda kocasına söylemek istemedi. “Her zamankinden daha iyi. O şimdi rahatladı. Yemek yemeyecek misin?” dedi ve ona akşam yemeğini hazırlayıp karnını doyurdu. Sonra da yatıp kalktılar. Ümmü Süleym bu acı haberi şöyle bir örnekle vermeye çalıştı: “Bir topluluk, bir ev halkına birşeyi âriyet (emanet) olarak verseler, sonra da onu geri almak isteseler, ev halkının onu vermeme hakları olur mu? Bunu doğru bulur musun?”

“Hayır” dedi Ebû Talha. Ümm-ü Süleym, “Öyleyse oğluna mukabil Allah’tan sevap bekle” diye karşılık verdi.

Kızan ve üzülen Ebû Talha, hemen Resûlullah’a (asm) gelip durumu anlattı. Resûlullah (asm) gaybî bir mucizeyle onu teskin etti. “Allah sabretmesi sebebiyle rahmindeki çocuğunu da erkek yaratmıştır” buyurdu.

Ebu Talha hanımıyla birlikte bir sefere katılmışlar, Medine’ye yaklaştıklarında doğum belirtileri görülmüş ve Ümm-ü Süleym hiçbir ağrı sızı duymadan çocuğunu doğurmuştu.

Çocuk doğar doğmaz göbeği kesilmiş ve hiçbir süt emmeden Resûlullah’a (asm) getirilmişti. Ağzına aldığı hurmaları çiğneyip iyice ezdikten sonra çocuğun ağzına koymuş, çocuk da emmeye başlamıştı. Allah Resûlü (asm) bir müjde daha vermişti: “Annene git. Mübarek olsun. Allah çocuğunu salih ve müttakî kıldı.” (Buharî, 2:822; Riyazü’s-Sâlihîn Terc. 1:78-79; Tabakat, 8:316.)

İşte bu Ebû Talha, “Sevdiğiniz şeylerden bağışta bulunmadıkça iyiliğe ulaşamazsınız” (Âl-i İmran: 92) meâlindeki âyet nâzil olunca göz kırpmadan altı yüz hurma ağaçlık en değerli bahçesini fakirlere verebilen bir insan. Eve vardığında, “Haydi bu bahçe artık bizim değil” dediğinde, “Kendi nâmına mı, yoksa ikimiz nâmına mı bağışladın?” diye soran kadın da, hanımı Ümm-ü Süleym’di.

23.07.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Adem-i kabul ve kabul-ü adem



Hasan Bey: “Adem-i kabul ile kabul-ü adem’i îzah eder misiniz? Ayrıca adem-i tasdik ne demektir?”

İmanla küfür, hidayetle dalâlet, doğrulukla yanlışlık, Hak ile bâtıl Hazret-i Âdem’den (as) beri iki ayrı kutup hâlinde, hep bir biriyle mücâdele ede gelmiştir.

Bunlardan iman, hidayet, doğruluk ve hak tarafı, hakikati esas almış; muhtelif ispat, ikna, tesbit, burhan ve delil yolları ile her defasında hakkaniyetini ortaya koymuştur. Meselâ Peygamberlerin her topluma göre farklı biçimlerde tezahür eden mucizeleri saf hakkın, sâfî hakîkatin ve dosdoğru îmânın ehl-i küfre ispatından başka bir şey değildir. Sözgelişi, Hazret-i Salih’te (as) o günün insanlarının fehmine göre “kaya’dan kırmızı deve çıkarmak” şeklinde tecelli eden hakkın ispatı, Hazret-i Muhammed’e (asm) geldiğimizde mucize olarak geleneksel olağanüstü tezahürlerin de devâm etmesiyle birlikte, âhir zaman ümmetinin fehmine uygun olarak kelâmda, sözde, edebiyatta, ilimde, ahlâkta, akılda ve çıplak hakîkatin kendi içinde muhtelif ispat ve delîl yolları tecellî etmiştir. Meselâ Kur’ân’ın hâlâ aşılamayan kelâmî, edebî ve ilmî mucizesi, İslâmiyet’in hâlâ önüne geçilemeyen; bununla beraber, tazeliğinden hiçbir şey kaybetmeyen ve gün geçtikçe gençleşen medenî değerlerinin, insanî ölçülerinin ve evrensel kriterlerinin her zamanda, her mekânda ve her toplumda “geçerliliği ve üstünlüğü” mucizesi, İman hakikatlerinin akıl, burhan, ilim, tahkik ve tetkik ile gün geçtikçe kendisine daha zengin ve daha yeni ispat ve delil yolları geliştirmesi ve her geçen gün milyarların temayülüyle hakkaniyetinin “doğrulanması” mucizesi bunlardan sadece bir kaçıdır.

İmanın elinde bulunan bunca delile karşı, karşı cepheyi teşkil eden küfrün ve dalâletin elinde ne vardır? Delil var mıdır? Hayır!

Daha açık söyleyelim: İslâmiyet’in dâvâ ettiği ve savunduğu “iman esaslarının” zıddı olan “küfür ve dalâlet fikirleri” henüz aklın, ilmin (bilimin), izânın, insafın vicdanın sağ duyulu ve sâlim ölçüleriyle ispat edilebilmiş değil. Meselâ “Allah’ın varlığı” dâvâsının doğrulanması binlerce deli ile sağlanmış iken; bazı felsefî görüşlerin öne sürdüğü ve bir kısım insanları küfre sürükleyen “Allah’ın yokluğu” iddiâsı bunca yıldan beri zandan, vehimden, şekten, şüpheden, adem-i kabul veya kabul-ü ademden öteye geçebilmiş değil. Yani “küfür, inkâr ve dalâlet” hâlâ ispat ve delil bekleyen bir “kör iddiâlar serisi” niteliğinde.

Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri küfrün inkârın ve dalâletin “keyfiyetini” tahlil ediyor ve iki ana kısma ayırıyor: 1- Adem-i Kabûlcüler. 2- Kabûl-ü Ademciler.

1- Adem-i kabûl: Adem-i tasdiktir. Yani yalnız kabulün, imanın ve tasdikin olmamasıdır. İmansızlıktır. İman hükümlerini nefiy ve reddetmekten ibârettir. İnanmamaktır. Hakkı kabul etmemektir. Hakikati görmemektir. Doğrudan yüz çevirmektir. Hidayeti terk etmektir.1 Bir Iâkaytlıktır. Bir göz kapamaktır. Cahilâne bir hükümsüzlüktür. Aklen hakla uğraşmamaktır.2

Bu yol kolaydır. Çünkü gözünü haktan çevirdin mi, zaten sefahati görürsün. Sefâhet ise nefse hitap eder, ispat ve delil istemez ve çabuk aldatır.

2- Kabûl-ü adem ise: Dünyada en zor şeydir. Hatta önü çelik halatlarla kapatılmış bir çıkmaz sokaktır. Çünkü bu, sadece “inanmamak” değil; “yokluğun kabulüdür.” Îtikâdî ve fikrî bir hükümdür. Yani imanın aksine hükmetmektir. İmanın zıddına bir yol açmaktır. Hakkın aksini ispat etme dâvâsıdır.3 İnkârdır.4

İşte bu yol ispat ve delil ister. Yokluğun ispatının yapılması ise mümkün değildir. Yani “Allah’a inanmıyorum” demek başka; “Allah yoktur” tarzında hüküm vermek başkadır. Birincisi ispat istemez. Kişinin kendi tercihidir. Onun için kolaydır. Ya da kolay gibi gözükür. Ama ikincisi bir hükümdür, bir fikirdir; ispat ister. Binaenaleyh, bu ikinci yoldakiler “yokluğu” ispat edemedikleri zaman “varlığa” inanmak zorundadırlar!

Dipnotlar:

1-Lem’alar, s. 82.

2-Mektûbât, s. 302.

3-Lem’alar, s. 82.

4-Mektûbât, s. 302.

23.07.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Siyaset, hizmet, çalışma ve sonuç



Bu yazı, gazeteye girdiği saatlerde oy verme işlemi devam ediyordu. Dolayısıyla sonucun ne olacağı belli değildi. Biz çapımız miktarınca, Bediüzzaman Said Nursî’nin Risâle-i Nur’da bol miktarda ve yoruma meydan vermeyecek netlikte Kur’ân ve Sünnetin, zamanımızdaki içtimâî/siyasî ölçü ve prensiplerini anlatmaya, yazmaya, nazara vermeye çalıştık.

Bu Yeni Asya’nın ve bizim de Yeni Asya’da olmamızın sebeb-i vücutlarından biridir. Bunu da “cihad/çalışma ve tebliğ” çerçevesinde yapmaya gayret ettik. Sonuç—milletimize, memleketimize hayırlı olsun—almak bizim görevimize dahil değildir.

Çünkü, ehl-i hizmetin vazifesi, Allah yolunda mücahede etmek, yani, çalışmak, güzelce mücadele etmektir. Netice beklemek, galibiyet vazifemiz değildir. Hak bildiği ve doğruluğu tecrübelerle sabit metotta sebat ve metanetle “cihad edenler/çalışanlar”, “Bu kadar zamandır uğraştık, çabaladık, ne elde ettik?” gibi bir karamsarlığa da düşmemelidir.

Zirâ, bizim vazifemiz Allah yolunda “cihad” etmektir. Galip etmek, mağlûp etmek, netice almak Cenâb-ı Hakkın vazifesi, yani işidir, takdiridir. Onun takdirine karışılmaz, müdahale edilmez.

“Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı/vezirleri ve etbâı/ona tabi olanlar, adamları ona demişler:

“Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.”

“O demiş: ‘Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.’

“İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.

“Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî/hür irade ile işledikleri ef’allerinde/fiillerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici/sonuçları, takdiri düşünmemek gerektir... Halbuki, Üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber-i ekmel (her meselede, mükemmel uyulacak Üstad) olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ‘Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir’1 olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y/çalışıp ve gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü ‘Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir’2 sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir; Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı.”3

Mu’cizelerle donatılmış olan peygamberlerin bile bu hususta bir imtiyazları olmadığına göre, asla netice almamaktan dolayı, karamsarlığa, ümitsizliğe düşülmez. Çünkü, bu hizmetler maddî olmadığı için, neticeleri de elle tutulmaz. Kimbilir, ne zaman, nerede, nasıl bir şekilde sümbüllendikten sonra meyve verecekler!

Evet, Allah yolunda mücâdele edenler, imân, Kur’ân için çalışanlar, maddî bir karşılık, ücret veya mânevî dünyevî makam, mevki, övgü istememelidirler. Zaten insan olmak, hidâyete ermek, böyle bir ni’mete vasıl olmakla ücretlerini peşin aldılar.

Ayrıca, herkesin görevi “emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker” olduğuna göre, “görevden” ücret alınmaz.

NOT: Bir açıklama yapma zarureti var: Çağımızın muhteşem bir tefsiri olan Bediüzzaman Said Nursî’nin telif ettiği Risâle-i Nur Külliyatı’nın Kur’ânî ve Sünnetî siyasî ölçülerini, görüşlerini, prensiplerini, metodunu, tavsiyelerini, anlatmak, yazmak ve o istikamette hizmet vermek siyaset değildir. İmana, Kur’ân’a, Sünnet’e hizmet etmektir. Siyaset; hizmetin yalnız siyasetle olacağını düşünmek, hizmet için, “güç-iktidar ve kontrol”—bunun ihlâsla ilişkisini ele alacağız—için siyasî parti kurmak veya mevcut olan partilere girip her kademesinde fiilen çalışmaktır. Yoksa, “haklı tarafa ve hürriyetçilere yardımcı olmak, destek olmak, ihtiyat kuvveti olmak” siyaset değildir.

“Bediüzzaman’ın çizdiği siyaset stratejisini ve içtimâî prensiplerini nazara vermek siyasettir!” diyenler, Risâle-i Nur’daki siyasî ve içtimâî (Sözler, Lem’alar, Mektubat, Şuâlar ve bunların bölümleri olan lâhikalar, Münâzarât, Divan-ı Harb-i Örfi gibi) yüzlerce sayfa tutan eserlere ne diyeceklerdir?

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Nur, 54. 2. A.g.e., Kasas, 56. 3. Lem’âlar, s. 135.

23.07.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Nimetullah AKAY

Alternatif yol yok



Gaflet karanlığı içine dalmış olan duygularımızı aydınlık dünyalara açabilmek için her an uyarılma ihtiyacı içinde bulunmaktayız. Bizleri ikaz eden uyarıcılara karşılık, basiretimize perde çeken, gözlerimizi gerçeklere kapatan kışkırtıcılar oldukça fazla bir miktarda bulunmaktadır dünyamızda ne yazık ki...

İmanın hava-i nesimi içinde huzur bulan ruhumuzu karanlıklarla ve çirkinliklerle buluşturmak için büyük çaba gösteren gayretkeş şeytanlardan insanlığımızı kurtarmak hiç de kolay olmamaktadır. Büyük bir manevî buhran içinde olan toplumun kalpleri karartan yaşantılarından etkilenmemek çok zor olmuştur zamanımızda...

Nefsin, cazibesine kapıldığı günah görüntülerle hayatımıza hâkimiyet kurmaya çalışması karşısında büyük bir sebata ihtiyacımız bulunmaktadır. Büyük bir çekişmeye sahne olmaktadır yaşantımız. Bir taraftan bizleri dünyaya var güçleriyle çeken geçici güzellikler, diğer taraftan dünyanın fani olduğunu bize hatırlatan gelişmeler...

Sabır göstermeyip de nefsimizin bütün arzularını dünyanın fani lezzetleriyle tatmin etmeye çalışırsak, günü kazanmış gibi görünsek bile, geleceği kaybetme yolunda talihsiz bir adım atmış oluruz. Hazır lezzetlerin cazibesi geleceğimizin önünü kesmekte, asıl güzelliklere kavuşma imkânımızı ortadan kaldırmaktadır.

Bir insan olarak dünyaya gönderilişimizin yüce maksadını sıkça düşünmekle kendimizi Rabbimize teslim etmek zorundayız. Bizlerin emaneten bu dünyada yaşadığımızı, hayatımızla birlikte bütün duygularımızın ve maddî-manevî bütün değerlerimizin aslında bizim olmadığını, var olan her şeyin bizlere emanet olarak verildiğini düşünmeye başladığımız zaman, insanlığı büyük bir tehdit altında bulunduran tehlikelerden kurtulmamızın mümkün olabileceğini anlayabileceğiz.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Resûlün (asm), bizleri huzur iklimlerine çağıran hayat düsturlarını görmemek veya gafletli hallerden dolayı görmezlikten gelmek kadar insan için acı bir kayıp olamaz şüphesiz.

“Eğer dünyanın Allah yanında bir sinek kanadı kadar değeri olsaydı, kâfirleri bir an bile dünyada yaşatmazdı” mânâsına gelen, bizlere önemli bir ikaz olan bu ifadeler, ne kadar da ehemmiyetsiz metaların peşinde ömür tükettiğimizi bizlere hatırlatmaktadır. Dünyanın fani değerlerinin kalbin alâkasına değmediğini en güzel bir şekilde ve bizzat yaşayarak insanlığın medar-ı iftiharı olan Habibullah (asm) bizlere göstermiştir.

Peygamber Efendimiz ki, (asm) yaratılış ağacının hem çekirdeği, hem de meyvesidir. Hakikat-ı Muhammediye (asm), kâinatın yaratılış sebebidir. Rabb-i Rahim, o Yüce Resûl’e “Sen olmasaydın bu kâinatı yaratmazdım” şeklinde seslenmesine rağmen, o en mükemmel varlık (asm), dünyayı sevmemiş, dünyanın zevk ve lezzetlerinden uzak kalmış ve bizlere de bunu tavsiye etmiştir.

Makam-ı Mahbubiyet’in nurundan faydalanmak isteyen bütün kâmil insanlar dünyaya beş para ehemmiyet vermemişlerdir. Bu dünyada sadece dünyanın fani değerleri için hayat sürenlerin madde ve mânâlarıyla bu dünyada anılmamaları, diğer taraftan dünyanın maddî değerlerini, zevk ve lezzetlerini, makam ve mevkilerini elinin tersiyle reddeden insanların hatıralarının insanlar nezdinde yaşanması bizlere bir şeyler anlatması lâzım değil mi?

Düşündükçe hayıflanmamak mümkün değildir. Bizler ne kadar da çok mânâsız şeylerle kıymetli zamanlarımızı geçirmekteyiz. Her vakit karşılaşabileceğimiz vefiyâtların bize anlattığı gerçeklere kulaklarımızı tıkamanın şaşkınlığıyla hayatımızı gaflet içinde geçirmekteyiz ne yazık ki...

Nerede, daha dün veya önceki günlerde onlarla birlikte hayat sürdüğümüz sevdiklerimiz? Onların ölüm vakıasıyla bu dünya hayatına “elveda” demeleri, bizlerin de bir gün aynı şekilde bu dünyadan ayrılacağımızın kesin bir delili değil midir? O halde neden Rabbimizi razı etmeyi, hayatımızın en ehemmiyetli gayesi yapmıyoruz? Ondan başka bize kurtuluş nasip edebilecek güç yoktur ki...

Onun rızası dairesinde yaşamaktan daha insanca bir yaşayışın olmadığı kesin değil midir? Eğer, başka bir insan olma ve insan gibi yaşama alternatifi olsaydı, dünyalarını cehennem haline getirenler mutlaka o yola baş vururlardı. Rabb-i Rahimin bizlere, rızası dairesinde yaşama şuurunu vermesi temennisiyle...

23.07.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Millet iradesi ve İlâhî murad



Beynin her bir niyet ortaya konurken işleyişi esnasında devreye giren milyonlarca nöron ve bu hücreler arasındaki bağlantıyı sağlayan nörotransmiterler, sayısız peptitler, niyetin yaratılıyor olduğuna dair çok güçlü veriler. Kulun iradesi tam bir serbestiyet içinde ortaya çıkmakla varlığın maddî boyutta işleyişi için bir du-â anlamına gelmektedir. Bir niyetin ortaya çıkışı ile ilgili olarak beynin fonksiyonlarına ve işleyen mekanizmalara baktığınızda niyetin yaratılıyor olmasından en ufak bir şüphe duymazsınız.

Aslında varlığın karmakarışık gözüken yapısında doğruyu bulabilmenin yolu, samimî kalple Rabbi’ne yönelmek ve kalbinde doğru mânâların ve doğru niyetlerin ortaya çıkması için duâ etmektir. Bu duâ topyekün yapıldığında ve samimiyet ile Rabb’e yönelindiğinde isabet ihtimali çok yükselecektir. Bunun için de samimi niyet ve başkalarının iradesine cerbeze ya da benzeri yollarla müdahele etmemek gereklidir. Muhabbet ortamında herkesin irade beyanının serbest bırakıldığı zeminlerde topluluğun eğilimi yani çoğunluğun reyi isabet ihtimali ve doğruyu bulma ihtimali daha yüksek bir sonuç ortaya çıkarır. Bu anlamda kamu vicdanı ve icma-ı ümmet kavramları birbirine yakın düşmektedir. Aynı zamanda İlâhî murada en yakın olma ya da onunla örtüşme anlamında en isabetli sonucu ortaya koyma ihtimali çok yüksektir. Bu anlamda millet iradesinin kalplerin Rab’lerine yönelmiş ve O’ndan doğruyu kalplerinde hissettirmesi duâsı ile talepte bulunan topluluğun genel eğiliminde vicdanlar bir bütün teşkil edecek ve bu alanda Kâinat Sultanı’nın ne talep ettiğini anlamamız açısından daha berrak bir mânâ ortaya çıkacaktır. Bu yönü ile meşveret ve meşrûtiyet usulü ile doğruyu yakalayabilme ve karmakarışık bir sosyal alanda olması gerekeni toplum olarak tesbit edebilme imkânı artacaktır. Burada temel şart iradelere ipotek konulmaması ve herkesin farklı fikrinin hür olması ile ortaya çıkacak mânânın isabete daha yakın olacağının kabul edilmesidir. Bu millî iradesinin kudsî kaynaklara yakınlığı yani İlâhî iradeyi hissetme potansiyelinin yakınlığı ile bir anlamda kudsiyet kazanması demektir.

Uzun zamanlar üzerinde yoğunlaşılmış olmasına rağmen hürriyet ve cumhuriyet konusu tam olarak çözülmüş gözükmüyor. Cumhuriyet, cumhurun yönetimde ve kendi geleceğinde söz sahibi olduğu rejimin adıysa, cumhurun başında olanlar, bu topluluğun değer yargılarını yönetime taşımakla ve kamu oyunun genel eğilimlerini idareye yansıtmakla yükümlü olmalıdırlar. Bu noktada idarecinin kendi inançları, inandığı değer yargıları ve zevkleri bir tarafa bırakılmalıdır. Temsil makamında olanlar, temsil konumlarında şahıslarını değil, temsil ettikleri topluluğun değer yargılarını yansıtmalıdırlar. Bu her şeyden önce sağlam bir demokrasi kültürünün gelişebilmesi için elzemdir. Toplumun genel eğilimlerinin idareye yansıtılması problemine ise seçim formülü bulunmuştur. Bu formülün uygulamada olan şekli beğenilebilir ya da beğenilmeyebilir. Ancak, yine demokratik kurallar çerçevesinde değişimi yolunda gayret gösterilirken yürürlükte olduğu sürece herkesi bağlamalı ve sonuçları saygı ile karşılanmalıdır.

Bütün bunlar ve demokrasi ile ilgili sıralanabilecek pek çok şey aslında herkesçe bilinmekte ancak uygulama alanına gelindiğinde oyun bozanlıklar başlamakta ve buna türlü bahaneler uydurulmaktadır. Bu durumda adı cumhuriyet olan baskı rejimleri uygulanmaktadır. Toplumun değerlerinden çok belirli konumları ele geçirmiş fertlerin ve çeşitli zümrelerin diktatörlüğü cumhuriyet adı altında yürütülmektedir.

Milletimizin genel kültür mozaiğini teşkil eden unsurlar içinde manevî ve dinî değerler çok önemli bir yer tutmaktadır. Bayrağımızı teşkil eden kırmızı renk hürriyet, namus, iffet, şeref gibi değerler uğruna akıtılmış kanı sembolize etmektedir. Bu durum söz konusu olduğunda herkesin zihninde çağrışan isimler ise Nene Hatun’lar, Sütçü İmam’lar, yani namusu ve manevî değerleri için hayatını ortaya koyabilmiş insanlardır.

Şunu artık anlamamız gerekiyor: Farklı düşüncede, farklı kültürel yapılarda, farklı felsefeleri olan insanlar olarak bir arada ve huzur içinde yaşamamızın tek yolu herkesin meşrûti idare anlamına gelen demokrasiyi samimi olarak yaşatmaya çalışmasıdır. Şahsi değerlerini veya mensubu olduğu grubun değerlerini dayatmak yerine, milletin genel iradesine boyun eğmesidir. Bunu neden yapamadığımızı, neden aziz milletimizin hep problemlerle yüz yüze bırakıldığını anlamak mümkün değil.

Tesettürlü-tesettürsüz, Alevi-Sünni, Türk-Kürt hep birlikte el ele şu azametli ve bahtsız memleketin eski ihtişamını kazanmasına ve bahtının açılmasına çalışalım. Artık ortak bir zeminde ve sadece memleketin meselelerine çözüm bulma arayışı içinde kavgaları bir tarafa bırakmalıyız. Artık memleketimizin bahtının açılması ve eski azametini yakalamasının yollarını aramalıyız.

Milletimiz bir kez daha iradesini sandıkta ortaya koydu. Oy pusulasının başına geçen her vatandaşımızın beyninde o iradenin ortaya çıkması için akıl almaz mekanizmalar işledi. Aslında memleketimizin idaresinde en iyinin tesbiti için kalplerimizi İlâhî iradeye yöneltecek bir arayış içine girdik. Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç olabilecek ihtimaller içinde en iyisiydi diye kabul etmemiz gerekiyor. Milletimizin her ferdinin gönlünde farklı bir samimiyet ve çoğunluğun kalbinde güçlü bir Allah inancı bulunmaktadır. Bu samîmi kalplerin ortak eğilimi ve o kalplerin toplamından hasıl olan zeminde doğan mânâlar memleketimiz için en hayırlısı olacaktır inşallah. O samimî kalpler vasıtası ile kader memleketin kaderi ile ilgili hükmünü beyan etmiştir.

O yüzden herkesin bu safhada hesap, kitap, tarafgirlik ve olumsuz bütün duygularını bir tarafa bırakıp bu sonucun millet açısından en hayırlısı olduğuna ve her şeyin kontrolünün Kâinat Sultanı’nda olduğuna inanması gerekiyor. İnşallah gelecek günler daha aydınlık hem ülkemiz hem de dünya insanlığı açısından çok daha mutluluk verici olacak.

23.07.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Siyasetçiler vebal altında



Dün sandık başına gittik ve ‘vatandaşlık görevi’mizi yerine getirdik. Bu yazıyı, sandıklar açılmadan yazdığımız için, seçim neticeleriyle ilgili bir değerlendirme yapmamız imkânsız. Dün de ifade ettiğimiz gibi, seçimlerin neticesinin milletimiz için hayırlı olması en büyük temennimiz.

Seçim günü sabahın erken saatlerinde sandıklara koşup reylerini izhar edenleri görünce, siyasetçilerin ağır bir vebal ve sorumluluk altında olduğunu bir defa daha hatırladık. Seçim meydanlarında konuşup, vatandaşa umut veren ve oy alabilmek için çeşitli vaadler sıralayanların; seçimden sonra bu sözlerini unutması, çok büyük bir sorumsuzluk örneği olur.

Sandık başlarına koşan vatandaşların gözünde bir umut ışığı, bir kararlılık okunuyordu. Hangi partiye oy veriyor olursa olsun, vatandaşların tercihlerinde liderlerden duyulan vaadlerin elbette büyük bir payı vardır. Siyasi parti liderlerin bu umutları boşa çıkarması, milleti hayal kırıklığına uğratması elbette üzücü olur.

Dün sabah saatlerde; oy kullanma mekânları olarak seçilen okulların önü, ‘ana-baba günü’ne dönmüştü. Genellikle Pazar sabahları geç saatlerde uyanan ve ilk fırsatta ‘piknik’ yolunu tutmaya çalışan İstanbulluların, kahvaltı dahi yapmadan çoluk çocuk sandık başlarına koşması görülmeye değerdi. Yaşlısı, hastası, genci; sanki oy kullanmaya değil de ‘bayram’ yerine gidiyordu. Oy kullandığımız okulun önünde karşılaştığımız bir arkadaşımız, “Ablam, yeni doğum yaptığı için hastalığını hatırlatarak sandığa gelmek istemiyordu. ‘Ben götürürüm’ diyerek ikna ettim. Şimdi onun oyunu kullanmasını bekliyorum” diyordu. İnsanların bu ilgisi, bu kararlılığı boşa gitmemeli...

Yaşlısı, hastası, sakatı velhasıl bütün bir millet sandık başına koştu. Niçin? ‘Oy kullanmayan para cezası öder’ diye değil. Belki o düşüncenin de bir payı vardır, ama asıl mesele milletin eline geçen fırsatı değerlendirme arzusu. Türkiye’de geçmiş yıllarda yapılan bütün seçimler de, benzer görüntülere sahne olmuştur.

Şehirlerimiz böyle de, köylerimiz farklı mı? Köylerimizde, bazen kilometrelerce yol yürüyerek ulaşınan sandıklarda oy kullanılıyor. Hastalar ve yaşlılar, bazan at sırtında, bazan insan sırtında sandıkların kurulduğu mekânlara taşınıyor. İşte bu arzu ve heyecan, siyasetçilere; sorumluluklarını hatırlatması lazım. Meydanlarda verilen sözlerin, seçim sonrası unutulması ya da inkâr edilmesi hoş olmaz.

Yapılıp yapılamayacağı son haftaya kadar tartışmalı olan 22 Temmuz 2007 milletvekili genel seçimlerini hayırlısı ile geride bıraktık. Milletimiz dünkü seçimde kararını verdi. Ortaya çıkan neticeyi çok iyi okumak ve gereğini yapmak da, başka siyasetçiler olmak üzere Türkiye’yi ‘idare edenler’e düşüyor.

Ankara’ya gidecek olan bütün vekiller, seçim günü heyecanla sandık başına koşan millet ekseriyetini lüften unutmasın...

23.07.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Seçimin hatırlattıkları



Bu satırlar yazılırken, sandıkta oy kullanımı devam ediyordu. Huzurlu ve sıcak bir gündü. Demokrasi tadında, rekabet içinde güvenli sandık ortamı ve oyunu rahat kullanmanın keyfi vardı. Vatandaş, sakin ve sevecendi. Başkentte, Çankaya’da erken saatlerde seçmen hareketliliği diğer seçimlere nazaran dikkat çekiyordu.

Seçim, bir tercih inisiyatifidir. İnsanımızın beş yıllık bir süre için yeni iktidarı ve parlamentoyu belirleyeceği önemli bir karar sürecidir.

Bu yazıyı okurken, artık sonuçlar elinizde. Herkesin saçı önünde, taşları eteğinde. Milletçe bir kez daha demokrasi sınavından geçtik. Beğenelim beğenmeyelim, sevinelim sevinmeyelim, bir realitede anlaşmak zorundayız. Daha doğrusu kabullenme noktasındayız.

O da, seçim sonuçlarını hazmetmek, başarılı olanları kutlamak, başarısız olanlara geçmiş olsun demek. Asgari medenilik ve demokrasi kültürü bunu gerektirir.

Oyun kuralına göre oynanmışsa, herkes önceden aynı yarışma şartlarına razı olup halkın önüne görücüye çıkıp maratona hazırlanmışsa, neticelerini içine sindirmelidir.

Seçim sonuçları, mutlaka her kesime öğretici dersler vermektedir. Önemli olan halkın mesajını, sağduyu sinyalini doğru okumak ve kendimize yeni ödevler çıkarmaktır. Kazananların sorumluluk ve görev şuuru içinde daha dikkatli olmaları, müsamahakâr bir tevazu içinde şımarmamaları gerekir. Kaybedenlerin de, nerede hata yaptıklarını tekrar düşünüp ona göre kendilerini gözden geçirmeleri icap eder.

İktidar kadar muhalefet de anlamlıdır.

Burada ilkeli siyaset şunu gerektirir;

Oyunu gerileten liderlerin görevlerinden ayrılmaları ve yeni bir yönetime fırsat vermeleri, demokrasinin erdemi açısından önemlidir. Benzer şekilde, kazananların da, milletle sözleştikleri konulara tekrar açıklık getirip taahhütlerinin arkasında durmaları ahlâkî bir vecibedir.

Görünen o ki bu dönemMecliste daha fazla temsil edilme hakkı bulacaktır. Bu durum, farklılığa tahammüllü, demokrasiye inanmış ve halkın değişik görüş ve yansımalarına saygılı bir yeni dönemi de beraberinde getiriyor.

Artık çok sesli, temsil kıymeti daha fazla tabana yayılmış ve demokratikleşmenin aykırı tonlarına bile alışacak bir parlamento görünüyor. AB sürecinin hazırladığı yeni zemin, şeffaf toplum ihtiyacı ve demokratik taleplerin artan baskısı karşısında, artık eskisi gibi “ört ki ölem” mantığı ve kapalı devre tezgah hazırlıkları deşifre olmaktadır.

Toplum hafızası, siyasette kendini yenilemeyeni ve seçmeni doğru okumayanı tasfiye etmektedir. Partiler, seçim sonrası yeni bir sorgulama ve doğrulama testine tabi tutulduklarını unutmamalıdırlar.

Bize düşen, tercihimizin şuurunda olmak. Arzumuza hitap etmeyen sonuçlara da, tevil getirmeden saygılı olmak ve demokrasi uzlaşmasında, farklılıkları ayrışmaya ve çatışmaya dönüştürmemektedir.

Seçim sonuçları, hükümet kurma süreciyle birlikte cumhurbaşkanı seçimini de dondurucudan çıkaracaktır. Seçim öncesi sertleşen siyasi iklim, uzlaşma gerektirecek bir yeni üslubu beraberinde getireceğinin ümit ediyoruz.

Çatışmacı, uzlaşmaz, sivilleşmeye uymayan ve demokrasiyi yaralayan söylem ve tutumların, fazla rağbet görmediği ortadayken, sağduyunun sesi olacak yeni Meclis, görevlerinin farkında olma sorumluluğu ile baş başadır.

Öncelikle ödevler; Çankaya’yı doldurmak, akabinde AB sürecinde yavaşlayan programları hızlandırıp, Türkiye’nin demokrasi çıtasını yükseltmektir.

Terörü sosyal çözümlerle beraber geriletmek ve kökten halletmenin yanı sıra istihdam ve istikrar gündemli değişmeyen maddeler önümüzde duruyor.

Belki de bu günden başlatılması gereken en önemli konsensüs yolculuğu ve ana gündem, sivil bir anayasanın toplumun bütün katmanlarında ve kamunun bütün taraflarında tartışmaya açılması ve gerçekleştirilmesidir.

Maalesef geçen dönemin en büyük handikabı, anayasal kaosları aşacak yeni bir sivil anayasayı çıkaramamasıdır. Diğer süreçlerin tamamı buna bağlıdır.

Seçim sonuçları milletimize hayırlı olsun.

23.07.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Seçim sonrası



Proje ve çözüm tekliflerinden ziyade polemik ve şahsî atışmaların öne çıktığı bir seçim dönemini geride bıraktık. Partilerin seçim beyannamelerine yansıyan bir takım vaadleri olsa da bunların çoğunun pratikte uygulanabilir gözükmediği seçmen tarafından da teyid edildi.

Biz gazete olarak, bu seçim döneminde dengeli ve yapıcı bir yayın anlayışı ile geçmiş iktidarın genişletemediği hak ve özgürlük alanları ile düşünce ve inanç hürriyeti önündeki yasaklara vurgu yaptık. Seçimlerde iddialı olan bazı partilerin programlarında yer vermedikleri insan hakları, demokratikleşme, kanunsuz yasakların kaldırılması ve AB gibi konuları ısrarla gündeme getirdik. Bediüzzaman’ın muhteşem ifadesiyle “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” dedik. Yapacağımız tercihlerin bu mânâya hizmet etmesi tavsiyesinde bulunduk.

Türkiye seçimini yaptı ve bir kez daha millî irade tecellî etti. Bu yazı yazıldığı sırada sandıklar henüz açılmamıştı. Sonuçların ülkemize hayırlar getirmesini diliyor, yeni kurulacak hükümetten, öncelikle, bir demokrasi projesi olan AB üyeliği için daha fazla çaba harcamasını ve özgürlüklerin önündeki engelleri kaldırmasını bekliyoruz.

***

Külliyat kampanyası uzatıldı

Yeni Asya Neşriyat tarafından yeni bir tanzimle yayına hazırlanan renkli büyük boy külliyattaki yaz kampanyası yoğun talep üzerine 31 Temmuz’a kadar uzatıldı.

Her eve bir külliyat mânâsından hareketle düzenlenen kampanyanın bir de hediyesi var. Bu kampanya ile külliyat alanlara Risâle-i Nur cd’si hediye ediliyor. Şok fiyat indirimlerinin uygulandığı kampanyanın şartları gazetemizde yayınlanan ilânlarla duyuruluyor. Lügatçenin aynı sayfada yer verildiği, indeks, dipnot ve kronolojik bilgiyle zenginleştirilerek anlaşılması daha da kolaylaştırılan külliyata bu kampanya ile en hesaplı ve en kolay şekilde sahip olabileceksiniz. Bu fırsatı kaçırmayın.

Kampanyamız İzmit başta olmak üzere, Adana, İstanbul, Tokat, Kdz. Ereğli, Diyarbakır, Şanlıurfa, Denizli, Ankara, Bursa, Kastamonu, Muş ve Van’da büyük ilgiyle karşılandı.

***

Kampanyada fırsat kaçmadı

Birbirinden değerli eserlerin hediye edildiği promosyon kampanyamız İstiklâl şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un Safahat adlı muhteşem eseriyle taçlandı.

Eser, araştırmacı M. Ertuğrul Düzdağ’ın kontrolünde neşre hazırlandı. Safahat’ı teşkil eden yedi kitabın tam metni ile, Safahat dışında kalmış bir kısım şiirlerinin de derlendiği eserin giriş kısmında, İstiklâl şairinin Ertuğrul Düzdağ tarafından kaleme alınmış geniş bir hayat hikâyesi yer alıyor.

Kupon neşrine geçen hafta başladığımız şaheserde fırsat kaçmadı. Kampanyadan geç haberdar olanlar için yeni bir imkân daha sunuyoruz. Millî şairimizin bu unutulmaz eserini kütüphanelerine kazandırmak ya da dostlarına hediye etmek isteyenler kupon neşri bitiminde yayınlanacak yedek kuponlarla eksiklerini tamamlayabilecekler.

Örnek kitapların kendilerine gönderildiği temsilcilerimiz de ‘saha çalışmaları’nı hız kesmeden sürdürüyorlar.

***

www.mehmetkutlular.com yayında

Gazetemiz imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular sanal âlemde sizlerle buluşuyor. www.mehmetkutlular.com adresinde yayına başlayan sitede Kutlular’ın biyografisi, başyazıları, seminer ve konferanslardaki konuşma metinleri ve videoları yanında, medyada kendisine atfen çıkan yazı ve haberlere ilişkin değerlendirmeleri de yer alacak.

Yeni Asya okuyucuları ile kendisi arasında yeni bir iletişim kanalı olacak sitede, gündeme ilişkin sorular da cevaplandırılacak.

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz...

23.07.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Churchill düzeni



İkinci fetret devrinde (1789-1826/1991-2026) iki kördüğüm veya Gordium düğümü vardı. Bunlardan birisi 1917 yılında kurulan Lenin-Stalin düzeniydi. Bu birinci fetret devri; Ortaçağ’daki Moğollara tekabül etmekteydi. Ve ikinci kapan veya kördüğüm ise yine aynı tarihte 1917’de Kudüs’ün düşmesiyle birlikte başlayan Haçlıların mirasını tevarüs eden Churchill düzeniydi. Ve 1917 yılında Stalin ve Churchill düzenleriyle birlikte iki yüz yıllık ikinci fetretin de ikinci yarısına gelinmiş oldu.

1991 yılına gelindiğinde çok önemli iki hadise oldu. Bunlardan birisi Churchill’in kardeşi Stalin düzeninin çökmesi ve onun altında inim inim inleyen Müslümanların kurtuluşuydu. Böylece 1991 yılında İslâm medeniyet güneşinin tutulması kısmî olarak aşıldı. Ve aynı yıl baba Bush, Saddam’ı Kuveyt’ten çıkartarak ve İslâm dünyası üzerinde mutlak bir hakimiyet sağladı ve Amerikan İmparatorluğu kemale erdi. 10 yıllık kemal zirvesinin ardından da 2001 yılında zeval devresi başladı. Afganistan ve Irak işgalleriyle birlikte zeval devresi hızlandı.

Bununla birlikte, nasıl Sarkozy kendisini küçük İskender gibi küçük veya sahte Napolyon olarak görüyorsa, Bush da kendisini hep Churchill yani Ortadoğu düzencisi olarak görmüştür. Hep onu taklit etmektedir. Baba Bush kendisini Yeni Dünya Düzeninin mimarı olarak görüyordu, ama hevesi kursağında kaldı. Oğlu ise kendisini Churchill düzeninin yenileyicisi veya müceddidi ve bekçisi olarak görüyor. Dolayısıyla bugün Bush yönetimindeki hakim anlayış Churchillizm’dir. Churchill Fransız Devriminden ödünç almış olduğu kavramlarla Osmanlı’yı ve Ortadoğu’yu atomize etti. Ulus devletlerine böldü. Ama hiçbir zaman Şiî-Sünnî faktörünü kullanmadı. Aklına gelse de buna tevessül etmedi. Yenileyicisi Bush ise, Ortadoğu’da mezhep savaşlarını başlattı. Bu konuda kendisine İran ve Kaide gibi iki yardımcı da buldu.

***

Churchillizm Bush’la devam ediyor. Bu defa sadece Fransız devrimiyle birlikte kurumsallaşan Şuubistan formülüyle değil İran devriminin de katkılarıyla Taifistan üzerinden sistemini kurmak istiyor. Bunun için de Neron olarak anılan Blair’i Ortadoğu Dörtlüsünün koordinatörlüğüne terfi ettirdi. Bush BOP iflâs etse de yine de Churchillizm ideolojisini bırakamıyor. Zira, ezberi bu. Amacı İsrail’in de emelleri doğrultusunda Churchillist sistemi onarmak, yenilemek. Fakat bunu başaramadan ikinci dönemine de, hayallerine de veda etmiş olacak. Zira artık fetret döneminden çıkmak üzereyiz. Fetret devrinde Müslümanları boyunduruk altına alan sistemlerden birisi olan Stalin düzeni çöktü. Sırada şimdi Churchill düzeni var. Bush bunu ihya etmek için son çırpınışlarını yapıyor. Bir taraftan Bağdat’ta İranlılarla görüşüyor, diğer taraftan Blair ile Ortadoğu Konferansını toplamak istiyor. Bütün gulyabanilerini de devreye soksa nafile, tarihin seyri ve hükmü değişmemeyecektir. Zorlamaları İslâm âlemini ileriye, ABD ve İsrail’i geriye götürecektir. Süreci takip edenler de zaten bunu yakından görüyorlar. Bush zamanı tersine ve suları yokuşa akıtmaya çalışıyor. Daha Birinci Cihan Harbi başlamadan önce İtalyanlar, Fransızlar ve İngilizler Osmanlı terekesini paylaşmak için anlaşmışlardı. Keza bu anlaşma 1916 yılında Sykes-Picot olarak yeniden revize edilmişti. Kudüs’ün düştüğü 1917 yılında İngilizler Belfaour Deklarasyonu diye bir ilân yayınladılar ve bununla Yahudilere Napolyon’dan sonra ikinci kez millî vatan vaadinde bulundular.

***

Bush da işgallerini pekiştirebilmek için Filistinlilere benzer bir vatan taahhüdünde bulundu ve bunun için de Bush Deklarasyonu dediler. Ona göre 2005 yılında hatta öncesinde bir Filistin Devleti kurulması gerekiyordu. İngilizler sözlerinde durdular, ama Bush durmadı. Zira, Bush Filistinlilerin değil Yahudilerin adamıydı. Churchill kapalı kapılar ardında Yahudileri ırkçı ve bencil olarak tanımlasa da onlara sonuna kadar sadık ve bende kaldı. Hizmette kusur etmedi. Bush da böyle. Bundan dolayı Churchillist liderlerden bir Filistin Belafaur’u çıkmaz. Churchill 1922 yılında yeni Ortadoğu haritasını çizdi ve hâlâ 80 yıl sonra da bölge bu haritanın sınırları içinde mahpus yaşıyor. Bu harita ile birlikte Otadoğu da yeni bir mülük-ü tevaif ve derebeyler dönemine girdi. Bölge, Churchill sistemini kaldıramadan Bush karabasan gibi Churchill’in ikinci düzenini kurmak istiyor. Ama bırakın oğul Bush’u torun Bush bile gelse artık bu sistemi ihya edemez. Sırada, Stalin sisteminin parçalanmasından sonra Churchill sisteminin parçalanması var. 2022 gelmeden Churchill sistemi paçavra olup tarihin çöplüğünde yerini çoktan almış olacaktır. Bush o günleri görürse herhalde kahrından çatlar.

23.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004