Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Akıbet önemli



“Ne oldum dememeli, ne olacağım demeli” insan. Din ve dünya, hangi konu olursa hakikat bu. Nice fakirin zengin, zenginin fakir olduğu bir dünyada, nice sarhoş, günahkâr kimsenin hidayete erdiğine, namazlı niyazlı bazı insanların da yoldan çıktıklarına şaşmamak lâzım. İstikameti yakalayabilmek kadar onu muhafaza edebilmek de önemli.

Bişr-i Hafî sarhoşluktan, Fudayl bin İyad eşkıyalıktan kurtularak evliyalığa yükselmemişler miydi? Bişr-i Hafî’yi, çamura batmış Besmele yazılı kâğıdı çamurdan alıp hürmetle temizlemesi, Fudayl bin İyad’ı da dürüstlüğü kurtarmıştı.

Cevher çamura düşse de yine cevherdir. Cevher ruhlu insanlar, er geç hak ve hakikatlerde buluşurlar. İyi niyet ve güzel ahlâktır insanı kurtaran.

Kimin ne olacağı belli olmaz. Onun için ne insanları bir kısım kusurları sebebiyle hor ve hakir görmeli; ne de insan yaptıklarını beğenip yükseklerden uçmalıdır. İbn-i Mes’ud Hazretleri der ki: “Biz bir kimsenin ne durumda öldüğünü görmeden hakkında hüküm vermezdik. Eğer güzel bir yaşayış içerisindeyken ölürse, iyi bir Müslüman olduğuna hükmederdik. Kötü işlere devam ederken ölürse akıbetinden korkardık.” (Hılye, 4:205)

Su testisi su yolunda kırılır. İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür. Peygamberimiz (asm), “Nasıl yaşarsanız öyle ölür, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz” buyurmuyor mu?

İnsan belli bir yola girer ve zamanla kökleşir yaptıkları. Değişmesi zorlaşır. Akibet bir noktada yaşayışa göre şekillenir. Bu da genel bir kaidedir.

Bir fidana benzer insan. Fidanı dikmek yetmez, onun kökleşip büyüyünceye kadar korunması gerekir. Sulanacak, gübrelenecek, budanacak ve çeşit çeşit tehlikelere karşı muhafaza edilecektir. İnanç ve dinî duyguları zayıf, dini yaşamada lâkayt insanın, akıbetinin güzel olması zor. Dini hassasiyeti, helâl ve haramı tanıyarak sürülen hayat da insana sevindirici sonuçlar hazırlar.

Bütün mesele akibetin güzel olması için güzelce bir hayat sürme gayreti içinde olmak.

26.07.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İnandığımızı yazıyoruz



Seçimlerden evvel yazdıklarımızın tamamı, samimi düşünce ve kanaatlerimizdi.

Bu sebeple, bizim açımızdan değişen bir şey yok. Kimse hakkımızda başka türlü bir mülâhazaya kapılmasın. Fikriyatımızın arkasında dimdik ve merdane şekilde durmaya devam ediyoruz.

Netice şöyle olmuş, böyle olmuş. O bizim vazifemiz değil. Biz vazifemizi yapar, Cenâb–ı Hakk'ın vazifesine karışmayız. Muvaffak edip etmemek, O'nun vazifesi.

Ortaya çıkan neticenin de kader cihetiyle nice hizmetleri içinde bakladığına inanıyoruz.

Yazdıklarımızdan ve yaptıklarımızdan dolayı hiçbir menfaatimiz yok. Her şeyi, bilerek ve inanarak yaptık: Vazifemiz gereği istişareye uyduk ve "Demokratlara istinat noktası" olmaya çalıştık.

Onun için, bizi beğenmeyenler de, bu noktadaki samimiyetimizi, tutarlılığımızı teslim etmeli.

Şayet, menfaatçi ve samimiyetsiz olsaydık, bugün böylesine merdane bir duruşu sergilemek değil, zelilâne ve yaranmacı bir tavrı benimsemiş olacaktık. Hafazanallah...

* * *

Biz, çokça hakarete uğradık, ancak kimseye hakaret etmeye tenezzül dahi etmedik.

İnandığımız bir siyasî meslek ve meşreb doğrultusunda, düşünce ve kanaatimizi seslendirmeye devam ettik. Bu da bizim en tabiî hakkımız.

İktidar partisini desteklemek gibi hiçbir mecburiyet ve mükellefiyetimiz olmadığı halde, bu vâdide başımıza gelmeyen kalmadı. Küfür ve hakaretin bini bir paraya düştü...

Yine de, iktidar partisine düşman olmadık ve halen de değiliz.

Daha evvelki dönemde olduğu gibi, bu dönemde de yine iyi icraatine iyi, fena tarafına fena demek durumundayız.

Lütfen, hiç kimse seçim atmosferindeki aynı havayı dört–beş seneye yaymasın ve aynı tonlarda sürdürmesin.

Parti liderleri bile diyor ki "Meydanlarda söylediklerimiz, orada kalsın. Aynı tansiyonu, seçimden sonra devam ettirmeyelim" diye...

Şimdi herkesin bu anlayışı benimsemesi ve kendi dünyasında tatbik etmesi gerekiyor. Aksi tavrın kimseye herhangi bir faydası yok.

Bizim de dört yıl müddetle politika yazacak, günlük siyaseti konuşacak halimiz yok. Zira, daha mühim, daha ulvî işlerimiz, hizmetlerimiz var.

Yazılarımızda, lüzumuna binaen arada bir elbette ki siyaset de olacak. Esasen, siyasetle alâkadar olmayan hiçbir gazete yok.

Ne var ki, seçim süreci ile diğer normal zamanları birbirinden ayırd etmek gerekir. Aradaki farkın idrakinde olunmalı.

Zaten, siz de biliyorsunuz ki, seçim zamanlarında artan siyasî yazı ve yorumlarımızın adedi, sair zamanlarda bir hayli azalıyor. Yine öyle olacak.

Şu var ki, yaptıklarımızdan ve yazdıklarımızdan dolayı herhangi bir nedamet duymadığımız gibi, bunca yıllık siyasî görüş ve istikametimizde de en ufak bir sapma, yahut kırılma durumu söz konusu değil.

Hasılı, özellikle ağır tenkit sahiplerine tekraren diyoruz ki: Lütfen, farklılıklara saygılı davranmaya, muhatabımızı kırmamaya ve bilhassa birbirimizi doğru anlamaya gayret edelim.

GÜNÜN TARİHİ 26 Temmuz 1908

Meşrûtiyet'te ilk "hürriyet nutku"

Meşrûtiyetin üçüncü gününde Sultanahmet’te düzenlenen mitingde halka hitaben Bediüzzaman Said Nursî, hürriyet ve meşrûtiyet kavramlarının İslâmiyet’e aykırı değil, bilâkis gayet uygun olduğunu anlattı.

Meşrûtiyet idaresinin ileri gelenleri tarafından da beğeniyle alkışlanan aynı hitabenin, İstanbul'un başka merkezlerinde ve hemen ardından Selânik'te de tekrarlanması istendi. Birkaç gün sonra bu isteklerin tamamı ayniyle yerine getirilmiş oldu.

Bu hususla ilgili olarak kendi ifadesi şöyledir: "Ayasofya’da, Bayezid’de, Fatih’te, Süleymaniye’de umum ulema ve talebeye hitaben müteaddit nutuklarla şeriatın ve müsemmâ-yı meşrûtiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim." (Divân-ı Harb-i Örfî, s. 22)

Üstad Bediüzzaman, tarihin bu dönüm noktasında bir yönüyle inisiyatifi ele alıyor ve ısrarla hürriyete, meşrûtiyete sahip çıkılmasını istiyordu.

Aynı zamanda, "Bu zafer bizim sayemizde kazanıldı" yaygarasını kopartan Ermeni, Rum ve Yahudi gibi gayr–i müslim çevrelerin de önünü kesiyor ve bu hizmetin onlara ait olmadığını bilfikir ve bilfiil ispat ediyordu.

"Hürriyete hitap" başlığını taşıyan bu önemli nutuk, bilâhare Risâle–i Nur Külliyatına da dahil edildi.

İşte o nutuktan bazı bölümler:

"Ey hürriyet-i şer'î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile bağırıyorsun. Benim gibi bir Şarklıyı tabakât-ı gaflet (gaflet tabakaları) altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasa idin, ben umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum (müjdeliyorum.)

"Eğer aynü'l hayat (hayat kaynağı) Şeriatı menba-ı hayat yapsan ve o Cennette neşv-ü nemâ bulsan, bu millet-i mazlûmenin de eski zamana nisbeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse, ağrâz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse...

"Ey mazlum ihvan-ı vatan! Gidelim dahil olalım! Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı külûb; ikincisi, muhabbet-i milliye; üçüncüsü, maarif; dördüncüsü, sa’y-i insanî; beşincisi, terk-i sefahettir. Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum...

"Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde laübaliliklerle (hürriyeti) tekrar öldürmeyiniz.

"Ey hamiyetli ihvan-ı vatan! İsrafat ve hilafat-ı şeriat ve lezaiz-i nameşrûa ile tekrar ihya etmeyiniz! Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve meşrûtiyet ile rahm-ı madere geçtik. Neşv ü nemâ bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden inşaallah mu’cize-i Peygamberî ile, şimendifer-i kanun-u şer’iye-i esasiye amelen ve burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri kısa zamanda tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine (medeni milletler) ile omuz omuza müsabaka edeceğiz.

"Talebeliğin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin ferman-ı mezuniyetiyle ihtar ediyorum ki: Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyeti su-i tefsir etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın." (Divân-ı Harb-i Örfî, s. 73)

26.07.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Her gelecek yakındır



Eskiler buna “Külli âtin karîb” derlermiş. Yani “Her gelecek yakındır”

Yıllar gelir, yıllar geçer, günler gelir, günler geçer, aylar gelir, aylar geçer.

Saatler ve dakikalar birbirini kovalamaya devam eder.

Aslında her şey bir mânâda, uzak görünse de yakındır.

“Ölmeden önce ölünüz” hadisi aklımızda bazı çağrışımlar yapar.

Ne demek “ölmeden önce ölmek”?

Bu, bitkin, miskin ve bedbîn bir hayat emretmiyor.

Dünyanın bir misafirhane ve her şeyin geçici olduğunu bize hatırlatıyor.

Dünyayı kalben terk etmektir. Çalışmayı ve gayreti elden bırakmak değildir.

“Aklı başında olan ne dünya malından kazandığına sevinir, ne de kaybettiği şeye üzülmez” diyor Bediüzzaman.

Zira dünya durmuyor. Biz de yolcuyuz, ihtiyarlık şafağındaki beyaz kıllar bir geleceğin habercisidir.

Hazret-i Ömer kendisine bir ihtar edici tutmuş. Demiş ki:

“Bana her gün gel, ölümü hatırlat”

O görevli, gelip her gün ölümü hatırlatmış.

Sonra bir gün kendisine şu cevabı vermiş:

“Artık her gün, her gün gelme. Bak artık şakaklarıma beyaz kıllar düştü”

Kimse yaşarken hayatı azaba çevirmemeli.

Ama başımıza gelecek akibeti ise her an düşünmeliyiz, zevkler gelir, zevkler geçer, günler gelir, günler geçer.

O beklenen an geldiği zaman, kimse ecel celladının elinden kurtulamaz.

Şüphesiz dünya bir fani mekândır. Kimisi ona “yalan dünya” der. Hayır, dünyanın hiçbir yalanı yoktur. Her şey kontrol altındadır. Bizim zaman ile unuttuklarımız bile unutulmaz. Hep kayıt altına alınır. “Her gelecek yakındır”. Gelmeden önce hazırlıklı olmamız bizim vazifemizdir.

26.07.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Semâda melekler ve ruhlar



Cizre’den okuyucumuz:

*“Üstad Hazretleri semayı şenlendirenin melekler ve rûhâniyât olduğunu buyuruyor. Bu rûhâniyât dediği bizim dünyaya gelmeden intizar salonu denilen yerde bekleyen ruhlarımız mıdır? Yoksa bizim ruhlarımız haricinde, ruhanî diye isimlendirilen Allah’ın başka mahlûkatı mıdır?”

Meleklere iman, İslâmiyet’in iman esaslarından ikincisidir. Yerler ve gökler meleklerle doludur. Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle; yeryüzünün küçüklüğüyle birlikte hayat ve şuur sahibi mahlûklarla cıvıl cıvıl doldurulmuş âdeta bir canlılar mahşeri hüviyetinde olması, ulvî ve yüksek burçlar sahibi olan gökyüzünün de hayat, şuur ve idrak sahibi mahlûklarla dolu olduğunu bize gösteriyor.

Üstad Hazretlerine göre, adına ister melâikeler diyelim, ister ruhanîler diyelim; o şuur, idrak ve hayat sahibi mahlûklar, insanlar ve cinler gibi şu âlem sarayının seyircileri, okuyucuları ve Rubûbiyet saltanatının dellâllarıdırlar. Çünkü kâinat denilen bu âlem sarayı had ve hesaba gelmeyen güzellikler, süslemeler ve nakışlarla donatılmıştır. Böyle bir kâinat; mütefekkir, takdir edici ve kadir kıymet bilen varlıklar tarafından sonsuz şekilde tefekkür edilmeye lâyıktır. Öyle ya, güzellik elbette âşık ister. Yemek de aç olana verilir.

İnsanlarla cinler ise bu sonsuz vazifenin, şu görkemli tefekkürün ve bu geniş ibadetin hakkını verememekte; milyondan ancak birisini yapabilmektedirler. Demek bu sonsuz ve çeşitli vazifelere ve ibadetlere sonsuz melâike nevileri ve ruhânî sınıfları lâzımdır. Nitekim yıldızlar, gezegenler ve göktaşlarından, tâ yağmur damlalarına kadar tüm varlıklar, çeşit çeşit melâikenin ve rûhânî mahlûkların bineği ve meskenidirler. Onlar bu bineklere Allah’ın izniyle binerler ve şehâdet âlemini seyredip gezerler. Yeşil kuşlar ve Cennet kuşlarından sineklere kadar her bir hayvan, cins cins ruhanî varlıkların tayyareleridirler. Onlar bunların içinde Allah’ın emri ve izni ile cismanî âlemleri gezerler, o cesetlerdeki duyguların pencereleriyle cismanî fıtrat mu’cizelerini izlerler ve tefekkür ederler.

Öyleyse anlaşılmalıdır ki, şu yeryüzünün karanlık toprağından ve bulanık suyundan, hiç durmadan letafetli hayatı ve nurlu idrak sahibi mahlûkları yaratan Hâlık Teâlâ’nın, elbette ruha ve hayata münasip göklerdeki şu ışık denizinden ve şu karanlık okyanusundan, çok muhtelif şuur sahibi varlıkları vardır; hem çok yoğun biçimde vardır. Gökler, burçlarına, yıldızlarına ve peyklerine varıncaya kadar şuur sahibi, hayat sahibi ve ruh sahibi mahlûklarla doludur.1

Göklerin ve yerlerin meleklerle dolu olduğunu Peygamber Efendimiz’den (asm) dinleyelim: “Ben sizin görmediklerinizi görüyorum, işitmediklerinizi işitiyorum. Gökyüzü gıcırdadı! Gıcırdamak onun hakkıdır! Çünkü gökyüzünde dört parmaklık bir yer yoktur ki, bir melek alnını koyarak orada secdeye kapanmamış olsun!”2

Cisimlerin muhtelif cinsleri ve karakterleri gibi, cinlerin, meleklerin ve ruhanî varlıkların da çok farklı cinslerden olduklarını ve çok değişik karakterler sergilediklerini beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, meselâ bir damla yağmura bakan meleğin, güneşte görevli melek cinsinden olmadığını kaydeder. Hazret-i Üstad, ateşten, ışıktan, nurdan, nardan, zulmetten, karanlıktan, havadan, sudan, sesten, kokulardan, esirden, elektrikten ve sair latîf ve akıcı maddelerden yaratılmış olan hayat, şuur ve ruh sahibi mahlûkları Kur’ân’ın, “melâike, cin ve rûhânî” olarak adlandırdığını bildirir.3

İnsanın dünyaya gelmezden önce sonsuzluk tarafında zerreler âleminde ruhlar veya zerreler halinde yaratıldığı ve Cenâb-ı Hakkın “Elestü birabbiküm?” (Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?) sorusuna muhatap olduğunu ve “Belâ!” (Evet; Rabb’imizsin ya Rabbi!) diye cevap verdiğini bize Kur’ân söylüyor.4 Yolculuğuna ruhlar âleminden başlayan insan ruhunun5, dünya hayatından sonra uğradığı ve mahşer için bir bekleme salonu hükmünde olan berzah âleminde—eğer sâlih ruhlardan ise—Allah’ın izniyle göklerde ve yıldızlarda gezdiği de doğrudur.6

Diğer taraftan Kur’ân’da Hazret-i Cebrail’in (as) bazen “ruh”7, bazen “rûhu’l-emin”8 ve bazen “rûhu’l-kudüs”9 sıfatlarıyla anıldığı da bir gerçektir.

Binaenaleyh, “rûhâniyât” tabirinden yalnız insanların ruhlarını değil; insanlarla birlikte dumansız ateşten, ışıktan, nurdan, karanlıktan, sesten, kokulardan, elektrikten, havadan, esirden ve bilmediğimiz akıcı ve hoş maddelerden yaratılan ve cismânî olmayan mahlûkları anlıyoruz. Bu kavramın içine insan ruhu girebileceği gibi, muhtelif cinsleriyle melekler ve cinler de girmektedirler.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 162, 163, 467, 469. 2- Tirmizî, Zühd, 7. 3- Sözler, s. 469. 4- A’râf Sûresi, 7/172 (Tefsîri için bakınız: Sözler, s. 105). 5- Sözler, s. 35. 6- Lem’alar, s. 230. 7- Kadr Sûresi, 97/4. 8- Şuarâ Sûresi, 26/193. 9- Nahl Sûresi, 16/102.

26.07.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Üss-i inkilap



Mahmut Övür gibi (Sabah) kimi yazarlar 22 Temmuz seçim sonuçlarını bir ‘sivil devrim’ olarak ilân ettiler. Öyle veya değil, ama bu sivil devrimin mahiyetini biraz irdelemek gerekiyor. Kime karşı ve nasıl bir devrim? Herhalde bu sorunun en şık cevaplarından birisini veren Rus ‘PRS Haber’ sitesi oldu. Adını bulmuş: Turuncu devrim! Nuh Gönültaş’tan sonra bu tespiti yapan ikinci kaynak.

Turuncu devrimlere talimli olduklarından bu konuda en iyi derecede koku alanların Ruslar olmasından daha tabii bir şey olamaz. Onlar da yeni Türk zaferinden turuncu devrim kokusu almışlar. Milliyet konuyla ilgili haberinde şu satırlara yer veriyor: “Yabancı basın, Türkiye’deki seçimlere ilişkin haber ve analizlere dün de geniş yer ayırdı. Rus PRS Haber sitesi, seçim sonucunu AKP amblemindeki renge atıfta bulunarak ‘Türkiye’de turuncu devrim’ başlığıyla okuyucularına duyurdu...”

Bu devrimin Hudson manevralarına veya mühendislik kurgularına da bir cevap teşkil ettiği söylendi. Bilindiği gibi, Hudson Enstitüsü Likudniklerin toplandığı merkez olarak biliniyor. Zeyno Baran da bu yorumlara katıldığını ve tartışmalı toplantı ile ilgili pişmanlık ve eseflerini dile getirdi. Bunlar doğru. Yani Amerika’daki neoconlar pek de AKP’den hazzetmezler. Taraflar arasındaki ilişkiler inişli çıkışlı. 1 Mart tezkeresi ve Halid Meşal gibi Hamaslı temsilcilerin ziyaretlerini hazmedemiyorlar. Bundan ötürü ilişkiler gel git hali yaşıyor. Bununla birlikte AKP her defasında bu ilişkileri tamire yelteniyor. Bu bağlamda Cüneyt Zapsu’nun Enterprise Institute’da neocon liderlere ‘Başbakanı süpürge deliğine süpürmeyin, yararlanmayı tercih edin’ şeklinde ifadeler kullandığını hatırlıyoruz.

Gerçekten de neoconların Türkiye’deki tabii müttefikleri, ulusalcılar. Bunda şüphe yok. AKP’den de hazzetmedikleri su götürmez bir gerçek. Ama neoconlara yaranamamak AKP’nin oturduğu çizgiyi haklı kılar mı? Soros’un değirmenine su taşımayı tecviz eder mi?

***

Neoconlarla Soros veya Turuncu Devrim arasında rol dağılımı olduğu bir gerçek. Neoconlar silâhla, sopayla ve darbelerle değişim yapıyorlar. Soros ise tanksız topsuz harekâtlarla birlikte işi kotarıyor. İçten dönüştürüyor. Sivil toplum örgütleriyle işi kotarıyor. Bundan dolayı sivil devrim ifadesi de Soros’a işaret eder. Bu itibarla, “Bu kimin zaferi?” sorusunun cevabı şudur: Bu olsa olsa Soroscuların, Neoconların müttefikleri Ulusalcılara karşı bir zaferidir. Zaten Soros ikinci döneminde Bush’u devirmek için kampanyaya 15 milyon dolar sermaye koymamış mıydı?

Soros tarzının farkına bile varmıyorsunuz, ruhunuz bile duymuyor. Dolayısıyla neoconların pençesinden kaçarken Sorosgillerin ipine tutunmak bir çıkış yolu değil. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmaktır. Bu itibarla, günlerdir bahsedilen devrimin temeli veya üss-i inkılap boşluktan ibarettir. Bu, rafine bir devrimdir. Neoconların gönlünü yapamayanların Soros’lara dümen kıvırmasından başka bir şey değildir. Kanatların birinin altından çıkarak diğerinin altına girmektir. Daha önce İsrailli müsteşar Alon Liel’in Erdoğanizm tabirini hatırlatırcasına turuncu devrimden hemen sonra The Christian Science Monitor gazetesi Recep Tayyip Erdoğan’ı Türkiye’nin yeni Atatürk’ü ilân etti. Eminim Türkiye’de ve İslâm aleminde yeni Mustafa Kemal’ler arayan neoconları bu seçenek tatmin etmemiştir. Ama o da varsın neoconların değil de neoliberallerin Atatürk’ü olsun. İster neocon isterse neoliberallerin olsun, ortak noktası dine mesafedir. Başbakan Erdoğan geçmişteki konuşmalarında “İslâmı referans almayacağız’ şeklinde değerlendirmelerde bulunmuştu. Bunu teyiden Belçika gazetesi Le Soir: “Erdoğan ılımlı da olsa İslâmcı etiketini atıyor, orta sağın başına geçiyor” diye yazıyor. Amerikan gazetesi The Christian Science Monitor, Erdoğan’ı yeni bir Mustafa Kemal olarak takdim ettiği sırada Şarku’l Avsat gibi gazeteler de seçim zaferinden sonra onun kontra bir sözünü sayfalarına taşıdılar: “Atatürk’ün yolundan sapmayacağım (23/7/2007, Şarku’l Avsat gazetesi)”. Aslında bunu teyid eden çarpıcı bir fotoğraf AKP’nin önünde çekilmişti. İki başörtülü kız başörtülerinin üzerinde ‘Atam izindeyiz’ bandanası taşıyorlardı. Aslında ona yönelik bu iltifatların tamamı eski referansını terketmesine mukabil rüşvet-i kelamdan ibarettir. Bu lakapların hiçbir aslı ve derinliği ve hakikatta karşılığı yoktur. Üss-i inkılap, boştur.

***

Arap dünyasındaki kafası karışıklar için bir zamanlar adı Ürdün Kraliçesi Raina ile çıkan Şarku’l Avsat’ın eski yayın yönetmeni Abdurrahman Raşid kılavuzluk yapıyor: “AKP’nin durumu bizim Arap yakasının bildiği gibi değil. Bizdeki dinî partilere hiç benzemiyor. Dinî bir parti veya cemaatten ziyade olsa olsa tez ve uygulamalarıyla liberal bir oluşumdur (25 Temmuz 2007, Abdurrahman Raşid: İslamiyyu Türkiye: Liberaliyyun).”

Ama birileri ne yaptığının farkında değil. Mevlânâ’nın dediği gibi: Hacı burası Türkistan yolu ve sapağı, bu yol Hicaz’a çıkmaz... Çıksa çıksa şimdi Washington’a çıkar. Hanya ile Konya farkını anlamadan birileri hac niyetine Washington yollarına düşmüş durumda.

26.07.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Milleti suçlamak olmaz



22 Temmuz’daki milletvekili genel seçimlerinde istediği neticeyi alamayan bazı ‘aydın’lar ve parti yöneticileri, kendi ‘hata’ ve kusurlarını görmek yerine; yine kolay olanı tercih ettiler. Onlara göre ‘millet’ suçlu.

Siyasî parti mensuplarının değerlendirmesi şöyle özetlenmiş: CHP’li Öymen: (Neticeler) Mantıklı değil. MHP’li Çakmak: Halk küçük paralara satıldı. (Yazar) Atabek: Seçmenin kaçının aklı ipotekli? (Yazar) Pulur: Bravo aziz millete, güle güle laiklik. (Radikal, 25 Temmuz 2007)

Elbette fert(ler) de, cemiyet(ler) de ‘yanlış’ yapabilir. Ancak bunun için topyekün milleti suçlamak çare ve çözüm değildir. ‘Aydın’lar ve siyasî parti mensupları, en başta ‘suç’u kendilerinde aramalıdır. Düşündükleri ‘doğru’ olabilir ama bu ‘doğru’ları uygun lisanla insanlara anlatabildiler mi?

Seçimler öncesi yaptığı anketlerle sonuçları tahmin eden Tarhan Erdem’in KONDA Şirketi, ‘seçmenin rontgeni’ni de çekmiş. Buna göre seçmenin parti tercihini, ekonomiye bakışı belirliyor. Seçmenin oy vereceği partiyi belirlerken dikkate aldığı faktörler şöyle sıralanmış: Ekonomik durum ve beklentiler (yüzde 78), yolsuzluk meselesi (yüzde 38), asayiş problemleri (yüzde 14), demokrasiye ilişkin kaygılar (yüzde 13), laikliğe yönelik yaygılar (yüzde 10).

Hangi partinin seçimi kazandığı meselesinden daha önemli olan mesele, bu sıralamadır. Ekonomik durum ve beklentilerin, oy vermek için seçilen partiyi belirlemesi maddesinin açık ara önde olması tesbit olarak doğrudur, ancak bir o kadar da düşündürücüdür. Buna karşılık, demokrasiye ilişkin kaygıların dördüncü sırada yer alması, demokrasi nimetinin farkına varamadığımızı, işin özünü tam kavrayamadığımızı gösterir.

Gerek Türkiye’yi idare edenler ve gerekse idare edilenler olarak şunu bilmeli ve iyice anlamalıyız ki; demokrasi olmadan gerçek anlamda ‘ekmek’ de olmaz. Demokrasi, hak, hukuk ve adalet ne kadar parlarsa; ‘ekmek’ de çoğalır. Partilerin bunun tam aksine bir anlayışı canlandırması gerçekten üzücü. “Demokrasi karın doyurmaz” gibi ucuz, fakat kulağa doğru ve hoş gelen ‘yanlı’ sloganlar da var. Siyasî partiler sürekli bu anlayışı pompalayarak aslında kendilerine haksızlık ediyorlar.

Her şeyi maddede ve ‘para’da arama anlayışı, 12 Eylül 1980 ihtilâlinin Türkiye’ye bir hediyesidir. O tarihten sonra hızlanan ‘dünyevîleşme’ hastalığı cemiyeti tehdit ediyor. ‘Seçmen’lere “Ekmeksiz yaşarım, hürretsiz asla” anlayışının ‘doğru’ olduğunu anlatabilmek önemli. Bu görev de en başta ‘aydın’lara ve siyasî partilere düşüyor. Bu gerçek, topluma anlatılamadığı sürece, ‘demokrasiye ilişkin kaygılar’ sebebiyle ‘tercih’ yapanların sayısı her zaman alt sıralarda olur. Oysa Türkiye’nin menfaati, ‘demokrasi kaygısı’ ile tercih yapanların sayısının artmasındadır.

Milleti suçlamadan önce, bu gerçekleri anlaşılır şekilde anlatamadığımız için ‘Suçlu biziz!’ diyebilmeliyiz.

26.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Bedeli ağır hata



Aşağıdaki satırlar, Mecliste cumhurbaşkanı seçiminin ilk tur oylamasının yapılacağı gün bu köşede çıkmıştı. Birlikte hatırlayalım:

“Türkiye’nin geldiği noktada sert ve keskin tavır, söylem ve politikalar artık prim yapmıyor. Muhalefetin de yapıcı, pozitif bir anlayışla yapılması bekleniyor.

“Bunun anlamı, elbette ki kendi fikir ve tezlerinden taviz vererek iktidara teslim olmak değil. Herkes kendi orijinal kimliğini korumalı. Ama uzlaşma gerektiren noktalarda da uzlaşabilmeli.

“Nitekim bu uzlaşma sınavlarından biri bugün Mecliste verilecek. (Bu sınavın başarılması halinde) hem ‘367’yi bulamasınlar da Anayasa Mahkemesine gidelim’ hesabı yapan antidemokratik zihniyetin hevesi kursağında bırakılmış, hem de ülkenin gereksiz ve anlamsız tartışmalarla zaman kaybetmesi önlenmiş olur.

“CHP’nin bu konudaki uzlaşmaz ve inatçı tavrıyla millet nezdinde yeni prestij kayıplarına uğradığı bir ortamda bilhassa DYP ve ANAP’la bağımsız milletvekillerinden beklenen, yapıcı ve olgun bir tavırla, seçimin bugünkü ilk turda neticeye ulaşmasına katkıda bulunmak olmalı.

“Aksi bir tavır, sahiplerini küçük hesaplarla CHP’nin kuyruğuna takılmış konuma düşürür. Öte yandan, cumhurbaşkanı seçimine muhalefetin sağlayacağı yapıcı katkı, AKP’nin süreçte bugüne kadar izlediği dışlayıcı ve hatalı politikalara da anlamlı bir cevap oluşturabilir.” (27.4.2007)

27 Nisan oturumunda ortaya çıkan tabloyu ise iki gün sonra yine bu köşede şöyle yorumlamıştık:

“Meclisteki ilk tur oturumunun saçma sapan 367 argümanıyla CHP tarafından Anayasa Mahkemesine götürülmesi, siyasetteki iflâsını mahkeme kararıyla bertaraf etmeye çalışan zavallılığın son derece tipik ve ibretli bir örneği.

“Mahkeme bu başvuruyu baştan reddetmeliydi. Umarız, ilk toplantısında bu kararı verir.

“Vermez, işin esasına girer ve dahası CHP’nin talebini haklı bulursa, askerden sonra yargının da siyasallaştığını gösteren vahim bir örnekle karşı karşıya kalmış oluruz.

“Böyle bir sonuç, buna meydan vermiş olan CHP’yi ve DYP ile ANAP başta olmak üzere ilk tura katılmayarak dolaylı destek sağlamış olan herkesi çok ağır bir vebal altında bırakır.

“DYP ve ANAP, Gül’e oy vermeseler dahi, ilk turda hazır bulunsalardı, Meclise ve demokrasiye kurulan 367 tuzağını bozabilirlerdi. Olmadı.

“Ağar ve Mumcu kendi tabanlarına da, millete de bu tavırlarını kolay kolay izah edemezler.”

29.4.2007 tarihini taşıyan bu değerlendirmenin üzerinden yaklaşık üç ay geçti. Bu arada 22 Temmuz seçimini yaptık. Seçim mâlûm şekilde sonuçlandı. CHP hüsrana uğradı. ANAP seçime dahi giremedi. DYP ise DP olarak girdiği seçimde 5.4’te kaldı ve bu hazin sonuçta rol oynayan en önemli sebebi Ağar şöyle açıkladı:

“TBMM’de cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında salona girmeyerek büyük bir hata yaptık. Vatandaş bu tavrı benimsemedi. Bu hatayı bütün seçim kampanyası boyunca tamir edemedik. Sonuç ortada. Öyle 24 saat düşünmeme gerek yoktu. Milletin iradesi böyleyse karşısında durulmaz. ’Başarısız olursam derhal giderim’ demiştim. Bu sözümün arkasında durdum.” (Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 25.7.2007)

26.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004