Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


M. Ali KAYA

Doğru ve güzel konuşmak



Doğruluk, İslâmın ana direğidir. Doğruluğun ölmesi ile insanlık da, İslâmiyet de yıkılır. Bizans İmparatoru Hirakl, Ebu Süfyan b. Harb’i huzuruna çağırarak Peygamberimizin (asm) insanları neye dâvet ettiğini sorduğu zaman Ebû Süfyan “Sadece Allah’a kulluk ediniz, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayınız. Atalarınızın iman ettiklerini söyledikleri şeyleri terk ediniz, diyor ve bize namaz kılmayı, sözde ve işte doğruluğu, iffetli yaşamayı ve akraba ile ilgilenmeyi emrediyor”1 demiştir.

İnsan olan insanın kalbi doğru olan şey konusunda huzura erer. Bunun için Hz. Ali (ra), “Peygamberimizin (asm) ‘Şüpheliyi bırak, şüphe vermeyene bak. Zira gönül, sözde ve işte doğrudan huzur, yalandan kuşku duyar’ buyurduğunu öğrendim” demiştir.2

Peygamberimiz (asm) “Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve iyiliğe yöneltir. İyilik de Cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk diye kaydedilir. Yalancılık, fıska ve fücura, yoldan çıkmaya sürükler. Fücûr da Cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı diye yazılır”3 buyurarak doğruluğun insanı cennete, yalancılığın da sonunda insanı Cehenneme götüreceğini ifade etmiştir.

Ebu Amr Süfyan b. Abdullah (ra), Peygamberimize (asm) gelerek “Yâ Resûlallah! Bana öyle bir şey söyle ki, onu yaptığım zaman başka bir şeye ihtiyacım kalmasın” buyurdular. Peygamberimiz (asm) de “Allah’a inandım de, sonra dosdoğru ol”4 buyurarak doğruluğun insanı kurtaracağını belirtmişlerdir.

Doğru olan insanın başka bir şeye ihtiyacı yoktur. Bu hususu da Peygamberimiz (asm) “İşlerinizde doğru ve istikametli olan orta yolu tutunuz. Dosdoğru olunuz. Biliniz ki ifrata varmakla, fazla amel ile kurtulamazsınız. Hiçbirinizin ameli kurtuluşuna vesile olmaz” diyerek belirtmiştir. Bu sözü işitenler “Siz de mi amelinizle kurtulamazsınız ya Resûlallah!” dediler. Peygamberimiz (asm) “Evet! Ben de kendi amelim ile kurtulamam. Şu kadarı var ki Allah rahmet ve keremiyle beni bağışlar da onun rahmeti ile kurtulurum” buyurdular.5

İnsan kalbinin doğruluğu, işinin doğruluğuna yansır. Kalbi ve işi doğru olanın da dili doğru olur. Dilin doğruluğu, kalbinin ve işinin doğruluğunun delilidir. Bunun için yüce Allah “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, doğru konuşun ve doğru söz söyleyin” buyurur. Doğru konuşmak sonuçta kalp ve işlerin de düzelmesini sağlar.

Doğruluk, insanın kalbinin ıslâh olmasını, işlerinin düzelmesini ve günahlarının bağışlanmasını netice verir. Bunun için yüce Allah “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, doğru konuşun ve doğru söz söyleyin. Tâ ki Allah sizi ıslâh etsin, işlerinizi düzeltsin, günahlarınızı bağışlasın” buyurur.

Peygamberimiz (asm) “Siz bana altı şey konusunda söz verin, ben size cenneti tekeffül edeyim. Bunlar; konuştuğunuz zaman doğru söyleyin, bir konuda vaatte bulunan va’dini ifa etsin, kendisine bir şey emanet edilen hıyanet etmesin, gözünü yumsun harama bakmasın, elini çeksin, iffetini korusun. Ben de onların cennete girmelerini garanti ederim”6 buyurdular.

Doğru konuşmak yeterli değildir. Konuşurken karşıdakini kırmak ve üzmek de doğru değildir. Mü’min tatlı dilli ve güler yüzlü olup konuşmalarında daima itidali gözetir. Yüce Allah “Kullarıma söyleyin, insanlara en güzel şekilde konuşsunlar. Çünkü şeytan söz ile aralarını bozar. Şeytan insanın en açık düşmanıdır”7 buyurarak acı ve kötü sözün, şeytanın araları açmak için bir tuzağı olduğuna dikkat çekmektedir.

Kalplerden nefreti gideren, katı kalpleri yumuşatan tatlı dil ve güleryüzdür. Atalarımızın “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” demelerinin sebebi budur. Yüce Allah, Hz. Musa’yı Firavun’a gönderirken bile, “Ona yumuşak söz söyle”8 buyurmuştur. Yumuşak söz, kalbi yumuşatarak kalbe tesir ederken, katı söz kalp katılığına sebep olur. Zira Peygamberimizin (asm) buyurduğu gibi “Yumuşaklık ve nezaket nereye girerse orayı süsler, şiddet ve kötü söz nereye girerse orayı kirletir ve çirkinleştirir.”9 Yine yüce Allah “İnsanlara güzel söz söyleyin”10 buyurur. Peygamberimiz de (asm) “Güzel söz söylemekle Cehennemden korununuz”11 buyurmuşlardır.

Sonuç olarak Peygamberimizin (asm) buyurduğu gibi “İnsan ya hayır söylemeli veya susmalıdır.”12 Konuşmanın hayır getirmeyeceği yerde susmak en güzel olanıdır. Lokman (as) oğluna nasihat ederken “Yavrucuğum! Sustuğum için asla pişman olmadım. Zira söz gümüşse sükût altındır”13 demiştir. Bediüzzaman da “Yol ikidir: Ya sükût etmektir; çünkü söylenilen her sözün doğru olması lâzımdır; veya sıdktır (doğruluktur). Çünkü İslamiyetin esası, sıdktır. İmanın hassası, sıdktır. Bütün kemâlâta isal edici, sıdktır. Ahlâk-ı âliyenin hayatı, sıdktır. Terakkiyâtın mihveri sıdktır. Âlem-i İslâmın nizamı, sıdktır. Nev-î beşeri kâbe-i kemâlâta îsâl eden sıdktır. Ashab-ı Kirâmı bütün insanlara tefevvuk ettiren, sıdktır. Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâmı merâtib-i beşeriyenin en yükseğine çıkaran, sıdktır”14 demiştir.

Bütün bunlardan dolayıdır ki yüce Allah “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, doğru konuşun ve doğru söz söyleyin. Tâ ki Allah sizi ıslâh etsin, işlerinizi düzeltsin, günahlarınızı bağışlasın. Kim ki Allah’a ve resûlüne itaat ederse, muhakkak ki o büyük bir başarıya ulaşmıştır”15 buyurarak bizlere yol göstermektedir.

Dipnotlar:

1- Buhari, Bed’ul-Vahy, 6; Salât, 1; Sadakat, 28; Müslim, Cihat, 74

2- Tirmizi, Kıyamet, 60

3- Buhari, Edep, 69; Müslim, Birr, 103–105; Ebu Davut, Edep, 80; Tirmizi, Birr, 46; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7

4- Müslim, İman, 62; Tirmizi, Züht, 61; İbn-i Mâce, Fiten, 12

5- Müslim, Münafıkun, 76, 78; Buhari, Rikak, 18; Merda, 19; İbn-i Mace, Züht, 20

6- Münzirî, Tergib ve Terhib, (1933-Kahire) s. 4:370

7- İsra, 17:53

8- Taha, 20:44

9- Tirmizi, Birr, 47

10- Bakara, 2.83

11- Müslim, Zekât, 20

12- Buhari, Edeb, 85

13- Sâvî, Sâvî ala’l-Celâleyn, 3:211

14- İşârâtü’l-İ’câz, s. 93

15- Ahzap, 33:70–71

27.07.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Her iyi iş, sadakadır”



Sadaka denilince akla daha çok, fakire verilen para, yapılan yardım gelir. Oysa sadaka kelimesi zekâttan tut, maddî-manevî her türlü iyiliği içerisine almaktadır. Kâinatın Efendisi (asm), “Her iyi iş, sadakadır”1 buyurmak sûretiyle her türlü iyiliğe teşvik etmektedir.

Din ve dünyamız için yaptığımız her iyi iş sadakaysa, o zaman her türlü iyiliğe aşk ve şevkle koşmalı insan. Sadakanın ise maddî ve mânevî bilemeyeceğimiz kadar çok faydaları vardır.

Diyelim ki yolda gidiyorsunuz. Birinin ayağına veya arabasına takılıp zarar verebilecek bir taş, çivi veya dal parçası görüyor ve onu yoldan kaldırıyorsunuz. Bu medenî ve insanî davranışınız size sevap kazandırıyor. Hatta yerine göre Cennete girmenize bile vesile olabiliyor. Çünkü Resûl-i Ekrem (asm), kişinin “yoldan bir dal parçasını, bir dikeni, insanlara zarar vermesin diye kaldırdığı için Allah’ın rızasını kazandığını, bağışlandığını, hatta Cennete girdiğini”2 buyurur.

Meselâ canla başla namaza koşuyor, beş vakit namazınızı kılıyorsunuz. Bu gayretiniz, büyük günahlara girmediğiniz sürece küçük günahlarınızın bağışlanmasına yetiyor.3

Diyelim ki bağınıza, bahçenize, yol boylarına ağaç diktiniz, çevreyi yeşillendirdiniz. Bu size sadece maddî yarar sağlamakla kalmaz, ayrıca sevap da kazanırsınız. Öyle ki bir hadis-i şerifte belirtildiğine göre, insan bir ağaç dikse, bundan insan yese, kurt yese, kuş yese, hayvan yese onun için bir sadaka olur.4

Bu anlayış, bu bakış açısı, mü’minin bütün hayatını ibadete dönüştürür. Yemesi, içmesi, yatması, kalkması, kısacası bütün davranışları, taşıdığı iyi niyet, sünnete tâbi olma, rıza-yı İlâhiyeyi düşünmesi sebebiyle ibadet olur. Böylece insan bütün ömrünü ibadete dönüştürür.

Şu, hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, mü’minin hayatı dünyasıyla âhiretiyle bir bütündür. Bu güzel niyet ve bakış açısıyla yaptığı iş, dünya işi dahi olsa âhiretine mal olur, sevap kazanır. Bu anlayışla mü’min, yirmi dört saatini dahi ibadete dönüştürebilir.

Dipnotlar:

1- Buharî’den (Riyâzü’s-Sâlihin Terc., 1:167); 2- A.g.e., 1: 264 (Buharî ve Müslim’den); 3- A.g.e., 1: 165 (Müslim’den) 4- A.g.e., 1: 168 (Müslim’den)

27.07.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hepimiz dikkat kesilmeli değil miyiz?



Beşeriz, şaşarız, hissî olabilir, yanlış düşünebilir, aldanabiliriz. Gerek telefon ve gerekse e-posta yoluyla gönderilen “insafsız ve sınırı aşan” bazı eleştiriler sebebiyle, siyasî sarsıntı ve çalkantının arkasında Risâle-i Nur’u anlama veya yorumlama farkının dışında, başka sâikler de bulunabilir mi diye düşündüm. Bunun özü, Bediüzzaman’ın şu tesbit ve ikazlarında saklı:

“Kur’ân-ı Hakîmin tilmizlerini-talebelerini ve hâdimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazılmıştır.”1 Demek ki, Kur’ân talebeleri ve hizmetkârları da aldanabilir! Hatta, nice İslâm âlimi, “ifsat komiteleri”nin oyununa geldi, niceleri deccale duâcı, destekçi oldu ve niceleri halen de oluyor! Acaba Risâle-i Nur gibi bir kaynaktan beslenen “talebe ve hizmetkârlar” aldanabilirse; tek kaynağı televizyon ve eyyamcı medya olan halk ne yapar? Takip edelim:

“Şeytan-ı ins, şeytan-ı cinnîden aldığı derse binaen, hizbü’l-Kur’ân’ın fedakâr hâdimlerini hubb-u cah vasıtasıyla aldatmak ve o kudsî hizmetten ve o mânevî ulvî cihaddan vazgeçirmek istiyorlar… Hubb-u cah, çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zayıf damarıdır. Yani, bir insanı yakalamak ve kendine çekmek, onun o hissini okşamakla kendine bağlar, hem onunla onu mağlûp eder. Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhâdın istifade etmek ihtimalidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakikî olmayan bazı biçare dostlarımı o sûretle çektiler, mânen onları tehlikeye attılar…

“İnsandaki tembellik ve tenperverlik ve vazifedarlık damarından istifade eder. Evet, şeytan-ı ins ve cinnî her cihette hücum ederler. Arkadaşlarımızdan metin kalbli, sadakati kuvvetli, niyeti ihlâslı, himmeti âlî gördükleri vakit başka noktalardan hücum ederler. Şöyle ki: İşimize sekte ve hizmetimize fütur vermek için, onların tembelliklerinden ve tenperverliklerinden ve vazifedarlıklarından istifade ederler. Onlar, öyle desiselerle, onları hizmet-i Kur’âniyeden alıkoyuyorlar ki, haberleri olmadan bir kısmına fazla iş buluyorlar, tâ ki hizmet-i Kur’âniyeye vakit bulmasın. Bir kısmına da dünyanın cazibedar şeylerini gösteriyorlar ki, hevesi uyanıp, hizmete karşı bir gaflet gelsin. Ve hâkezâ, bu hücum yolları uzun çeker.”2

Haberi olmadan verilen işler, cazibedar makamlar, imkânlar vs. karşısında, samîmî olan şöyle düşünmez mi? Üstad’a, “birlikte çalışmak” teklifi altında, aslında sus payı olarak neler teklif edildi? Milletvekillik, genel vaizlik, diyanet azalığı, Said Halim Paşa Köşkü ve 300 sarı altın lira (bir hesaba göre 40 milyar lira civarında!). O reddetti ve ehl-i dünyaya çalışmadı! Ve şöyle düşünmeli:

Üstada teklif edildi de, talebelerine teklif edilmiyor mu? Acaba kaçımıza neler teklif edildi, hangi cazibedâr şeyler gösterildi? Bana yapılan teklifleri siz bilemezsiniz. Haberim olmadan gösterilen cazibedar şeyleri ben de bilemeyebilirim, siz de! Bana sorsanız, söylemem! Size sorsam, siz de söyleyemezsiniz! Bir şeye daha dikkat kesilmeliyiz:

“Rahîm, hem Kerîm olan Cenâb-ı Hakkın rahmetini itham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir sûrette, gayr-ı meşrû bir tarzda yüz suyu dökmekle, vicdanını, belki bazı mukaddesâtını rüşvet verip, menhus, bereketsiz bir mal-ı haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir divaneliktir! Evet, ehl-i dünya, hususan ehl-i dalâlet, parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırsla, gazab-ı İlâhîyi kendine celb eder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır…”3

Siz “ifsat komitelerinin”, haberim olmadan beni nasıl aldatmaya kalkıp, cazibedar teklifler yaptıklarını; fütur vermek için ne türlü iftira, yakıştırma veya korkutmacalarda bulunduklarını bilemezsiniz… Allah selâmet versin; Nur dairesinde bulunan, ehl-i hizmet, çok yakın bir akrabama nasıl çengel attıklarını; onun da beni sürüklemek için etrafımda nasıl dolandığını; 1997 Müslim-Fadime provokasyonunda müridleri arasına karıştırılıp nasıl kullanıldığını siz bilemezsiniz; ben de söylemem! 1980 darbesi öncesinde yapılan hazırlıkları ve teklifleri birçoğunuz bilir. 1990 başlarında Körfez işgalini övmeleri için gazetecilere paralar (her yazara 20’şer bin dolar) yedirildiği yazıldı-çizildi.

Kimi zaman, “Hubb-u cah (mevkî, makam sevgisi), havf (korku) damarı, tama (aşırı açgözlülük, maişet noktasında hırs), asabiyet/milliyetçilik damarı, enaniyet” yönlerinden nasıl hücumlara hedef olduğumuzun farkına varmayabiliriz.

Hizmetimizin anahtar kelimelerinden en önemlileri “ihlâs, sabır, sebat, sadakat, fedakârlık ve tesanüd” olduğunu unutmayalım.

Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 401.; 2- A.g.e., Mektubat, s. 401, 414.; 3- A.g.e, Mektûbât, s. 406-407.

27.07.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Halil USLU

Son Şahitlerden iki aziz zat -2



Bundan iki hafta önce, büyük İslâm mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerin önemli iki talebesi aynı günde vefat ettiler ve Cuma namazına müteakip birisi Konya’da, diğeri Van’da ebedî yolculuğuna, kılınan cenaze namazlarıyla uğurlandı. Geçtiğimiz haftaki yazımda Vanlı merhum Kâmil Acar Ağabeyi yazdım. Bu hafta da Hz. Üstadın mümtaz talebelerinden merhum Mustafa Cahit Türkmenoğlu’nu bu dar makaleye sığdıracağım. Her zaman derim, yine diyorum, onlar makalelere sığmazlar.

Merhum Türkmenoğlu Ağabeyi 1964 yıllarında tanıdım. O tarihlerde bekârdı ve sık sık Konya’ya gelirdi. Dershane olarak kullandığımız Hz. Mevlânâ civarındaki dairede aynı heyecan, dikkat ve izahâtlarla Risâle-i Nur’dan dersler yapardı. Biz genç yaşlarımızda ondan utanırdık, yalnız dersle kalmaz, yemek yapar, çay pişirir, müthiş fiilî dersler verirdi. Gayet mütevazi idi. Onun kimse ile münakaşa ve kavga ettiğini görmedim. Okur, söyler ve giderdi.

Aradan yıllar geçmişti, onun ve benim başımda çok çileli günlerimiz olmuştu. Zindanlar, zulümler, tevkifler, takipler, işkenceler vs.’ler, vs.’ler... Fakat çile rekoru ondaydı, uzun yıllar… 2007’de yine onu dinledim, saçları ağarmıştı, yaş 77’ye dayanmıştı. Onu yine hayranlıkla dinledim, 1964’deki şevki, aşkı, üslûbu, ahlâkı ve cevvaliyeti aynı idi. Ağır hastalıklarına rağmen o dersten derse koşan bir kahraman ve mümtaz bir şahsiyetti. Yalnız Konya’da değil, Türkiye’nin bir çok beldesinde görüyordum onu.

Risâle-i Nur gruplarının bir çoğu ile görüşür, onlara gider ve daima Risâle-i Nur okurdu. Gruptan gruba, cemaatten cemaate, kişiden kişiye lâf taşımazdı. Nurun bir harfinin dahi sadeleştirilmesine karşı idi. “Risâle-i Nur bir iksir-i İlâhîdir” derdi. Onun vefatında bunu zahir olarak gördük, herkes ve her kesim orada idi, hazin ve muhteşem. Ellerde ve dillerde duâlar, fatihalar ve nurdan dersler vardı. Bu hâl bile hepimize ve çoklara bir ders-i ibrettir. Hz. Bediüzzaman’ın müçtehitliğine, müceddidliğine ve çağın imamlığına ve allâme-i cihanlığına toz kondurmazdı. Ona bakınca sahabe-i kiramları hep tahattur ederdim.

Son dönemlerinde, bir çok yerde verdiğim konferanslara teşrif edip birkaç tanesini dinlemişti. Onun Risâle-i Nur gözlüğüyle değerlendirmesi çok mühimdi ve intibalarını sordum. Aldığım cevap şu idi: “Kardeşim, bin barekâllah, bir istihdam-ı İlâhî. Hz. Üstad’ı ve Risâle-i Nur’u nazara vermen ve hâsseten müjdelerden bahsetmen çok önemli. Merhum Zübeyir Ağabey’den bir hatıra nakledeyim: Urfa’dan ayrılır, Hz. Üstad’ın yanına gelir. Fakat ilk günlerde iki de bir âhirzaman deccalını ve onun icraatlarını anlatır. Bunun üzerine Hz. Üstad ‘Kardaşım Zübeyir, elhak doğrudur, fakat o eşhası bir daha yanımda bahsetme, şevkimi kırıyorsun!’ demiş. Onun için sen de müjdeye devam et” demişlerdi.

Kendileri 1952 yıllarında İstanbul’da Üniversitede okurken, Halıcı Sabri merhumun yeğeni merhum Sefa Odabaşı vesilesi ile belediye otobüsünde Bediüzzaman Hazretlerinin ellerini öper, 1957 yıllarında Hz. Bediüzzaman’ı Isparta’da ziyaretine gider ve artık tamamen kendini nurun hizmetine vakfeder. Bilhassa Ankara’da Risâle-i Nur’un yeni yazı ile neşrinde merhum Atıf Ural ve diğer isimsiz kahramanlarla büyük emek ve gayretleri olmuştur. Mevhibe-i Rabbaniyeye mazhar ve mânen istihdama namzet olmuşlardır.

Merhum Türkmenoğlu’nun son dönemlerinde arkasında gizli kahramanlar vardı. Doktor damadı ve üç evlâdı ve özellikle son altı aydaki müthiş hastalığında ona bakan, bir defa dahi şikâyet etmeyen muhtereme eşi Fatma Azize yengemizdi. Hepsini tebrik edip taziyetler sunuyorum. Türkmenoğlu Ailesi adına, defin işlemi sonunda Konya Selimiye Camii’nde hatim merasiminde yaptığım konuşmamı Hz. Bediüzzaman’ın sözü ile noktalamıştım, yine o sözle noktalıyor ve çok yazılacakları başka zamana bırakıyorum. Ruhu şâd olsun.

“Acizim aciz olanı istemem. Faniyim fani olanı istemem. Ruhumu Rahmana teslim eyledim, gayrı istemem. İsterim fakat bir yâr-ı bâkî isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim.” (17. Söz, B. S. Nursî)

27.07.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Haramdan sakınan göz



Seyfettin Bey:

*“Sıcak yaz mevsiminde yaşıyoruz ve her yer günah dolu. Yolda, sokakta yüzlerce haram, gayr-i ihtiyârî nazarımıza çarpıyor. Bizim halimiz ne olur?”

Peygamberler döneminden beri kendisinden Allah’a sığınılan dehşetli bir asırda yaşıyoruz. Günahlardan ve haramlardan yana alabildiğine mücrim, alabildiğine talihsiz, alabildiğine saldırgan bir asır. Eski zamanda günah işlemek isteyen, bizzat kendisi meyleder giderdi. Bu zamanda ise yüzlerce günah yolda, sokakta ve hattâ evimizin içinde, tâ baş köşede, çoğu zaman–san’at gibi, edebiyat gibi, haber gibi—mâsûm bir kılıf içinde kalbimize ve îmânımıza saplanıyor. Günahların her çeşidinin böylesine meşrûlaştırıldığı, böylesine teşvik gördüğü, böylesine umumîleştiği ve böylesine kılıf değiştirdiği bir zaman dilimini tarih göstermiyor. Geçmiş peygamberler (as) döneminde Allah’ın gayretine dokunan ve İlâhî gazapla neticelenen günah ve isyanların hepsini birden günümüzde görmek bizi titretiyor. Ama bu bir vakıa!

Şüphesiz, ahir zamanda yaşıyoruz; haramlarla iç içeyiz; haramlara karşı sipere girmeyi ve takvayı esas almayı muhakkak öğrenmeli ve başarmalıyız. Bu konuda elimizden tutan hadisler vardır. Kısaca göz atalım:

* Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Üç kişi vardır ki, insanlar mahşerin sıcağında hesap verirlerken onlar Allah’ın Arşının gölgesinde sohbet ederler. Bunlar: 1- Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından etkilenmeyen kişi. 2- Kendisine helâl olmayan şeye elini uzatmayan kişi. 3- Allah’ın bakılmasını haram kıldığı şeye bakmayan kişi.”1

* “Şu altı şeyi kabul edin; ben de Cennete girmenize vesile olmayı kabul edeyim: 1- Konuştuğunuz zaman yalan söylemeyin. 2- Söz verdiğiniz zaman sözünüzde durun. 3- Size güvenildiğinde hıyanet etmeyin. 4- Harama karşı gözünüzü yumun. 5- Harama el uzatmayın. 6- İffetinizi koruyun.”2

* “Üç kişi vardır ki, gözleri, Kıyamet Günü Cehennem ateşi görmez: Bunlar: 1- Allah korkusundan ağlayan göz. 2- Allah yolunda nöbet tutan göz. 3- Allah’ın haram kıldığı şeylere bakmaktan sakınan göz.”3

* “Şu üç göz hariç her göz Kıyamet günü ağlayacaktır: Bu gözler: 1- Allah’ın haram kıldığı şeylere bakmaktan çekinen göz. 2- Allah yolunda uykusuz kalan göz. 3- Allah korkusundan bir sinek başı kadar da olsa yaş akıtan göz.”4

* “Benden sonra büyük şehirler fethedeceksiniz. Çarşılarında oturup sohbet edeceksiniz. Bu gerçekleştiği günlerde selâmı alınız. Gözlerinizi haramdan koruyunuz. Gözü görmeyenlere yol gösteriniz. Zulme uğrayanlara yardım ediniz.”5

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri diyor ki: Günahlardan ve haramlardan sakınmak takvadır; emir dairesinde hareket etmekse amel-i sâlihtir. Böyle günahların ve haramların hücum ettiği bir zamanda az bir amel-i sâlih çok hükmündedir. Esasen, takva içinde de bir nev'î amel-i sâlih vardır. “Çünkü bir haramın terki vaciptir; bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var.”6

Üstad Bedîüzzaman’a göre, böyle binlerce günahın hücuma geçtiği zamanlarda, az bir amel ile, yalnızca sakınmakla, sadece haramdan uzak durmayı kast etmek ve nazarı haramdan çevirmekle, yalnızca haramlara yüz vermemekle, meselâ; Yûsuf Aleyhisselâmın ifâdesiyle “maâzallâh!”–yani, günah işlemekten Allah’a sığınırım!—demekle7–ki, cezbeden günah Yusuf Aleyhisselâma da hücum etmişti ve Yusuf Aleyhisselâm yalnızca Allah’a sığınarak kurtulmuştu—binlerce günah ve haramdan yüz çevirmek, binlerce “vacip” işlemekle eş değer, Allah katında makbule şayan görülmektedir. Sadece niyetle, takva namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla harama bakmamak ve uzak durmak, menfî ibadet anlamında ehemmiyetli bir “Salih Amel” hüviyetindedir. Ve bu zamanda hücum eden yüzer günaha karşı “takva ile” ve sakınma niyetiyle hareket etmekle, yüzer amel-i salih işlenmiş olmaktadır. Bu büyük feyiz ve rahmet musluğundan manevî olarak istifade etmek, doğrusu milyonlarca günahı terk etmeye değer!

Harama bakmanın, kalbinizde rahatsızlık meydana getirmesi bir hidayet hâlidir. Bunun için Allah’a şükretmeli ve bizi haramlardan koruması için duâ etmeliyiz.

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sağîr, 3/888

2- Câmiü’s-Sağîr, 2/832

3- Câmiü’s-Sağîr, 2/878

4- Câmiü’s-Sağîr, 4/1336

5- Câmiü’s-Sağîr, 4/1406

6- Bedîüzzaman, A.g.e., s. 110

7- Yûsuf Sûresi, 12/23

27.07.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Sansasyonun püf noktaları



AKP çiçeği burnunda milletvekili Osman Yağmurdereli’nin “magazine seviye” açıklaması çok ses getirdi.

Rahatsızlığını dile getirenler olduğu gibi, destek verenler de vardı.

Şaşıracaksınız. Destek verenlerden bir tanesi Reha Muhtar’dı...

Yağmurdereli yaptığı açıklamada:

“Türk gençliğine zarar vermeyecek, kötü şeylere özendirmeyecek kalitede programlar yapılmalı ve insanların çok özelini yakaladık diyerek yarı çıplak olarak gösterilmeleri engellenmeli” diyor.

Devamında:

“Magazin programları arasında Türk sosyal hayatına yakışmayan haberler oluyor. Kimin kiminle flört ettiği kimseyi ilgilendirmiyor. Türk gençliği yanlış yönlendiriliyor.”

Yağmurdereli tekrarlıyor:

“Maksat magazine seviye getirmek.” (Star)

Magazine seviye getirmek, seviyesizliği kurtarır mı bilemem.

Türkiye’de magazin denen kavramın “tarif”i doğru yapılsa bile, acaba gerçekten “seviye” gelecek mi endişeliyim.

Bir kere “magazin”i oluşturan sansasyon kaynakların kesilmesi lâzım.

Önceki gün yapımcı Erol Köse’nin açıklamaları, adeta bir “suç itirafı” gibiydi.

Ne mi diyor?

Okuyalım:

“Albümleri satmayan san’atçıları gündeme getirmek için çeşitli yollara başvuruyoruz.”

Bakın bir de “püf noktaları” veriyor Köse:

-Polemik konusu belirlenir.

-Yıllardır patlamamış bir san’atçı, gündemdeki bir san’atçıyla kapıştırılır. (Örnek veriyor) Hande Yener ve Bengü arasındaki ‘bakkal şarkıcısı’ polemiği...

-Fantezi söyleyen san’atçılar, mutlaka İbrahim Tatlıses’le polemiğe sokturulur ve hemen ardından barıştırılır. Buna örnek Alişan ve Tatlıses arasındaki ‘veliaht’ polemiği.

-Her kadın san’atçı, klibinde mutlaka iddialı görüntüler verir. Böylelikle erkek hayranların ilgisi çekilir. Buna örnek ise iddialı pozlar veren; Bengü, Petek Dinçöz ve Gülşen. (Canlı Canlı, Kanal D)

Peki, Yapımcı Erol Köse’nin başına saksı mı düştü, bu açıklamayı daha doğrusu itirafı yapıyor?

Hani “bakkal şarkıcı” polemiği vardı ya. Güya Serdar Ortaç’a aitti bu sözler. Sonra bu sözlerin “Erol Köse”ye ait olduğu ortaya çıktı.

Yani bir nev’i Köse’nin Ortaç’ı gündemde tutma taktiği—hadi şöyle diyelim “yalan”ıydı—bu.

İşte Türkiye’deki magazinin özeti:

Yalan, müstehcenlik, sefahat ve dedikodu.

Yazımızı Reha Muhtar’ın yazısıyla noktalayalım:

“Sonuçta magazin haberlerinin yapılmasına kimse karşı çıkmaz, ben de hiç karşı çıkmadım ve ben de yaptım...

“...Toplumda ünlü ünsüz kimse bunlardan kaçamıyor ve sürekli kamera tehdidi ve şantajı altında insanlar tiril tiril titriyor...

“Birçok yalan magazin haberi, insan hayatını ayaklar altına alacak şekilde para ya da çıkar karşılığı yapılıyor ve hukuk bunlara karşı işletilemiyor...

“Olan ekranları başında yalan, sanal, çürümüş, rezil ilişkiler yumağından çıkan haberleri gerçekmişçesine ve özenti yaratan bir rol model çağrışımıyla izleyen gençlerin başına patlıyor... Bu sanal hayatları yaşamak için uyuşturucu satışları patlatılıyor...

“...O magazin programlarının içindeki bazı çıkar ilişkileri, bin tane Katharina Blum’u unutturacak ölçüde çirkin ve çirkeftir Osman kardeşim... Bütün gücümle destekliyorum, dikkatle takip edeceğim!..” (Vatan)

27.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Misyonun geleceği



Seçimin, dikkatle üzerinde durulması gereken sonuçlarından biri, DP’nin yüzde 5.4 gibi bir oy oranıyla parlamento dışı kalması.

Bilindiği gibi, DYP 2002 seçiminde de baraja takılmıştı, ama yüzde 9.54’lük oy oranıyla.

O zaman bu sonuçtan, partinin o dönemdeki genel başkanı olan Tansu Çiller sorumlu tutulmuş, o da bu sorumluluğu kabul edip başkanlıktan çekilmişti. Bilâhare yapılan kongreyi ise, Çiller partiden dışladığı için bağımsız aday olarak seçilip Meclise giren Ağar kazanmıştı.

Şimdi benzer bir durum Ağar’ın başında. Üstelik bu defa parti beş sene önceki oy oranının neredeyse yarısına kadar gerilemiş vaziyette.

Parti açısından son derece vahim bir noktaya gelindiğini gösteren bu “sürekli gerileme” trendinin artık çok ciddî ve dikkatli bir yaklaşımla masaya yatırılarak enine boyuna tahlil edilip sebeplerin teşhisi ve çarelerinin bulunması, misyonun geleceği açısından hayatî bir önem taşıyor.

Bu değerlendirmenin, dünden bugüne partiye emek vermiş bütün kadroların katılımıyla yapılmasını sağlayacak bir ortam oluşturulmalı.

Zira mesele, sadece yönetim değişikliğiyle ve genel başkanlığa bir başka ismin getirilmesiyle çözülebilecek olmaktan çıkmış gibi görünüyor.

Kökleri hayli derinlere uzanan bir kriz var.

Tabiî, bu krizin ortaya çıkmasında, genel başkanlık koltuğuna oturan isimlerin kadrolarını tesbit ederken kucaklayıcı olamamalarının da çok büyük bir payı var.

Yıllar evvel, 12 Mart öncesinde aynı hatayı yapan ve bedelini partisiyle birlikte ağır şekilde ödeyen Demirel, bilâhare 70’li yılların sonlarına doğru bu hatayı önemli ölçüde telâfi ederek, ayrılan kadroları tekrar yuvaya döndürmeyi başarmıştı; ama 12 Eylül ihtilâli herşeyi yeniden alt üst etti.

12 Eylül’ün tahripkâr sonuçlarıyla tam on bir yıl mücadele ettikten sonra 1991 seçiminde yeniden iktidar şansını yakalayan DYP, Özal’ın vefatıyla Demirel’in Çankaya’ya çıkması ve yerine Çiller’in gelmesi sonrasında, bugünkü dip noktaya gelişle sonuçlanan sürece girmiş oldu.

Çiller de, akabinde Ağar da genel merkezde ve teşkilâtlarda kendi ekiplerini kurarken, kucaklayıcı ve toparlayıcı olmayı başaramadılar.

Ve herşeyden evvel kendi tabanlarının beklentilerine cevap veremeyince dışarıdaki toplum kesimlerine ulaşmaları da mümkün olamadı.

Aslında 2002 seçimi öncesinde Çiller’in, son seçimde de Ağar’ın verdiği mesajlar doğruydu.

AKP’nin köşe bucak kaçtığı başörtüsü, imam hatip, Kur’ân kursu gibi konularda da özgürlükçü mesajlar hem Çiller’den, hem Ağar’dan geldi. Buna rağmen halktan destek alamadılar.

Bunun en önemli sebebi, önce kendi tabanlarından başlayan güven ve inandırıcılık sorunuydu. Ağar’ın cumhurbaşkanı seçiminde takındığı tavır bu güvensizliği had safhaya taşıdı.

Akabinde DYP-ANAP birleşmesi adı altında kurulan tuzağa düşülmesi işin tuzu biberi oldu.

Şimdi de misyonu kurtarma işini Mesut Yılmaz’a ihale edenler var. Yılmaz, kuruluşundan beri içinde ve başında olduğu ANAP’la uğraşsın. DP ancak kendi emektarlarının samimî dayanışması ve gayretleriyle ayağa kalkabilir.

Demokrat misyona gönül verenler için, şahs-ı manevî olarak silkinip dâvâya hep beraber sahip çıkmak dışında bir alternatif görünmüyor.

27.07.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Üss-i zafer



Şarku’l avsat yazarlarından Susan Abtah: “Bugünlerde kendime inanamıyorum. Gözlerimi ovalıyor ve kulaklarımı çekiyorum. Acaba düş mü görüyorum: Türk tarzı İslâmcılar umumun mahbubu ve sevgilisi oldular. Mahbub-u küll durumdalar. Dünya mı değişti ne? Bizim bildiğimiz İslâmcılara hiç benzemiyorlar. Böyle İslâmcılara can kurban’ mealinde bir yazı kaleme aldı (26 Temmuz 2007, Şarku’l Avsat)...

İsrail’in veya bazı batılı kimselerin 22 Temmuz zaferinin hacminden dolayı endişeleri vardı. Ama Mısır ve Ürdün Dışişleri Bakanlarının yeni İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile sarmaş dolaş olmalarından bir iki gün evvel Başbakan bu zaferin İsrail’in aleyhinde olmayacağına dair kendisine teminat vermiş. İsrailliler oldum olası pinpiriklilerdir. Nemden toz kaparlar bundan dolayı denediklerini bir kez daha sınamak isterler. Bu bâbtan AKP’nin zaferinden biraz huylandılar ama çabuk geçti. Onlar bunu bazen baskı namına da yaparlar ki muhatapları çıtayı yüksekte tutmasın.

Mahbub-u küll olmalarında bir bit yeniği yok mu? Herkes AKP’yi takdir ediyorsa o zaman bu zafer kimin zaferi veya kime karşı kazanılmış bir zafer? Susan Abtah da bunun cevabını vermeye çalışıyor. AKP’nin zaferine dışarıdaki laik ve seküler kesimler sevinirken içerideki laik kesimler üzülmüşler. Demek ki kaybedenler içerideki ulusalcılarmış. Bununla birlikte bu son tespit de dört dörtlük değil. Zira Der Spiegel dergisinin de yazdığı gibi AKP son seçimlerde oylarının en az yarısını ‘laik kesimler’den aldı. Bunların ötesinde üss-i zafer veya zaferin zeminine baktığımız zaman bu zeminin pek de metin olmadığını hatta çürük olduğunu görüyoruz. Din ve vicdan hürriyeti noktasında açılım yapılamadığını herkes teslim ediyor. Bu kesimler son bir hamle ile son umutlarını da sandıkta harcadılar. Tam tersine dinî direnci kıran AKP, fiiliyatta veya pratik olarak sefahatı arttırmıştır. 28 Şubat sürecinden sonra dindarlık özentisi kalmamış; aksine özentinin ibresi dünyevileşmeye kaymıştır. Bunda AKP’nin de görünmeyen bir payı ve katkısı bulunmaktadır.

***

Erbakan’ın muhtıraya tepki göstermediğini ve bundan dolayı yollarını ayırdıklarını söyleyen Yenilikçiler, o noktada haklıydılar. Erbakan’ın pasifliği dindarlığa bağlanan umutları söndürmüştür. Ama Yenilikçiler de benzeri bir yüzleşmeyle karşılaşmamak için kendiliklerinden dönüşüm geçirdiler. Bunun adını da “bedel ödememe” koydular. Dolayısıyla Erbakan’a itirazları vicdan rahatlatma derekesinde kalmıştır. Erbakan’a dik durmadığı için başkaldıranlar bu defa bedel ödememe siyasetini realize etmişlerdir. Demek ki; ‘dik durmadı’ gerekçesi AKP’nin varlık sebebi değil bahanesiymiş. Asıl maksat birilerini ürkütmeden ayaklarına kadar gelen şansı değerlendirmek ve iktidara gelmekmiş. 27 Nisan sürecinin rüzgarı da onların yelkenlerini şişirmiştir. Sağlık reformu ve döviz kurlarının sabitlenmesi gibi gerçekten de başarılı icraatları oldu. Bunda tek parti iktidarının da elbetteki payı ve katkısı var. Bunları inkâr edemeyiz. Ama küll olarak ekonomideki başarıları evhamdan ibarettir. Üretime dayalı bir büyüme değil tüketime ve borçlanmaya dayalı kalkınma modeli veya hamlesi gerçekleştirdiler. Dolayısıyla bu büyüme aldatıcıdır. Borç yiyen kendi kesesinden yer. Tek temayüz ettikleri inşaat alanı. Bunu da şişkin hale gelmiş İstanbul merkezli olarak yapıyorlar. Halbuki bu tansiyon hastasının fazladan tuz yemesi gibidir. Artık İstanbul inşaat noktasında istiap hacmini çoktan aşmış, ama varsın olsun; rantçı yandaş iş ve aş bekliyor! Bundan dolayı İstanbul’un gözünün yaşına bakmıyorlar ve talana göz yumuyorlar. Bir deprem olsa İstanbul’da barınacak açık alan kalmadı.

Bunun sonucunda tüketime dayalı fasit bir büyüme modeli gerçekleştirildi. Müteahhitler son model dabbetü’l arz tipli araçlara kurulurken ve üzerlerinde salınırken halk da tüketim kredileriyle ya daire alarak ya da araç alarak borçlandı(rıldı)lar. AKP’nin ekonomik modeli işte budur.

***

Milletin mazisiyle ve geleceğiyle bağını kestiler ve vizyonunu ve ensesini kararttılar. Bunu en iyi analiz edenlerden birisi El Arabia TV’nin Türkiye Temsilcisi Daniel Fettah oldu. Bakın ne diyor: “Çok yakın zamanda Fransa’da Segolene Royal ile Nicolas Sarkozy’nin seçim kampanyasını izledik. Sarkozy ve Royal’in Fransız seçmenlerine nasıl yaklaştıklarını; hangi vaatlerde bulunduklarını gördük. Cumhurbaşkanlığına talip iki lider, Fransız halkına ‘büyük bir halk gibi hitap etti’. Burada ise incir çekirdeğini doldurmayan konulardan, mazot fiyatlarından bahsedildi. Türk halkına çok ucuz vaatler verildi. Bunu Türkiye’ye layık görmedim. Ve çok kızdım...”

Fettah az bile söylüyor. Seçimlerin malzemesi mazot muhabbetine ilaveten birilerinin çocuklarının aldığı gemiler ve başbakanın taktığı saatin kıymetiydi. Ve bundan dolayı, seçimin üss-i zaferi bir illüzyondan ibarettir.

27.07.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Dünyevîleşmenin meyveleri



İhtilâllerin ülkeye verdiği maddî zararın yanında, insanlara verdiği ‘manevî’ zararlar da vardır. Maddî zararlar bir şekilde telâfi edilebildiği halde, sinelerde açılan manevî yaraların telâfisi daha zor olmaktadır.

12 Eylül 1980 ihtilâlinin Türkiye’ye verdiği maddî zarar ifade edilirken, “En az 30 yıl geriye gittik” denilir. Türkiye’nin maddî anlamda kalkınmasına en büyük darbelerin, sözkonusu ihtilâllerle vurulduğu genel kabul gören bir tesbittir. Öyle ki, ihtilâle imza atan ‘Netekim Paşa’ bile “İhtilâller çare olmadı” itirafında bulunmuştur.

Yaşanan açık ve gizli ihtilâller bir arada düşünüldüğünde, Türkiye’nin ilerleyememesinin sebebi anlaşılır. Buna rağmen, Türkiye ve dünya gerçeklerinden habersiz olan bazı ‘aydın’lar, bu gerçeği gizlemek pahasına; ‘inanç’larımızın maddî anlamdaki kalkınmamıza engel olduğunu söyleyebilmişlerdir.

İhtilâllerin ülkemize verdiği maddî zararı ölçmek, onları bir şekilde telâfi etmek mümkün. Peki, aynı ihtilâllerin insanlarımızın sinesinde sebep oldukları manevî yıkımı ölçmek kolay mı? Maddî yıkımı ölçmek, tartmak kolay; ama manevî yıkımı tartıya vurmak mümkün değil. Tahribatı ölçmek kolay olmadığı için, telâfi edebilmek de kolay olmuyor.

Uzun süre hazırlığı yapılarak sahneye konulan 12 Eylül ihtilâlinin manevî cenahtaki zararları, muhtemelen maddî cenahtaki zararlarından daha büyük olmuştur. Çünkü, maddî zararları 10-15 yılda kısmen telâfi edilebildiği halde; manevî tahribatı aynı ‘kolaylıkla’ telafi edilememiştir. Üstelik, sonraki yıllarda devam eden manevî tahribat sebebiyle yaralar daha da derinleşmiştir.

‘Dünyevîleşme’ olarak özetleyebileceğimiz bu ‘manevî tahribat/hastalık’ ihtilâl sonrası hükûmetlerce de sürdürüldü. Her şeyi maddede arayan, ‘para’ya gereğinden daha fazla önem atfeden anlayış, beraberinde manevî değer yargılarında aşınmayı da getirdi. Dünyevîleşme; ‘şeâir’leri savunamama ve her konuda taviz verme olarak cemiyet hayatına yansıdı. Dünyevîleşme tehlikesi, son yıllarda da artarak devam ediyor. Bunu görmek için, ‘alternatif tatil reklâmları’na bakmak yeterli olur. Öyle ya, dünyevîleşen ‘dindar zengin’ler; kazandıkları ‘bol para’yı başka türlü nerede harcayabilir ki?

İsimlerin değişmesiyle ‘hakikat’in değişmediğini unutmamak lâzım. “Zengin Müslüman”larımız, “fakir Müslümanlar”la aralarında ‘alternatif’ duvarları örmekten uzak durmalıdır. “Normal zengin”lerimizin yaptığı her işi, ‘alternatif’ adıyla başka bir şekilde yapmak “Müslüman zengin”lerimiz açısından doğru mudur?

Yakın zaman önce bir bakanın, “Başörtüsü meseleri, sadece yüzde 1.5’un sorunudur” meâlindeki tesbiti de bir yanıyla acı, bir yanıyla da ‘doğru’ bir tesbittir. Çünkü, dünyevîleşme anlayışının galip gelmesi sebebiyle, yasağa muhatap olanlar ‘şeâiri’ savunmak yerine, “Başını aç oku” ya da “Peruk takarak oku” fetvalarına sığındı. Bu şekilde güya ‘yasak’ aşıldı. Ama bu yapılırken yaşanan ‘aşınma’ göz ardı edildi. Neticede, kala kala “Yüzde 1.5” sağlam kaldı. (“1.5 müridim var” menkıbesini de hatırlayalım.)

Yeni dönemde de dünyevîleşme tam hızıyla devam etmeye aday. Allah’ım, bizi ‘dünyevîleşme’ tuzağından koru. Âmin.

27.07.2007

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Yunanlının dostluk eli



Yunanlının

dostluk eli

Son seferimde üzücü bir olay yaşadım. Gemicimiz bizim raspa dediğimiz boya öncesi temizlik yaparken bir alt güverteye düştü.

Olay olduğu sırada en yakın karadan 150 deniz mili uzaklıkta bulunuyorduk. Durumu haber alınca hemen yaralı denizcimizin yanına gittim. Henüz bir dakika geçmişti ve gemici kendisine ne olduğunu anlayamamış bir şekilde “Ne oldu bana” diye mırıldanıyordu. Kendisine düştüğünü söyleyerek yavaş bir şekilde yere uzattım. Başından ve kulağından kan geliyordu. Fakat vücudunun diğer bölgeleri sağlam görünüyordu.

Gerekli pansumanı yaptıktan sonra yaralımızı gemi revirine taşıdık. Bu esnada kusmaya başladı. İşte beni en çok endişelendiren şey bu idi. Zira kusma olayı en önemli beyin kanaması belirtisi idi.

Hemen uydu telefonu ile şirket doktorunu aradım. Görebildiğimiz bulguları aktarınca doktor yaralının acil olarak hastaneye kaldırılması tavsiyesinde bulundu.

Şirketimize gerekli bilgiyi verdikten sonra Yunanistan makamlarından helikopter talebinde bulundum.

Bulunduğumuz bölge İtalya’nın sorumluluk sahasında idi, fakat gemi rotası doğuya doğru olduğu için birkaç dakika sonra Yunan sahasına girecektik. Nitekim İtalyan ve Yunan makamları aralarında anlaşarak Yunanistan Arama Kurtarma Koordinasyon makamının yardım vermesi gerektiğinde anlaştılar.

Helikopter ile buluşma noktasını belirleyerek rotamızı bu yöne değiştirdim. Bahse konu makam ile devamlı bir şekilde uydu telefonu ile görüşüyorduk. Görevli doktorlar yaralı gemicinin durumunu soruyor bize çeşitli tavsiyelerde bulunuyorlardı.

Sonunda Yunan Hava Kuvvetlerine bağlı helikopter geldi. Önce iki kişiyi ve hastayı gördükten sonra da sedyeyi indirdiler.

Hastanın helikoptere çıkarılması en önemli safhalardan birisi idi. Eğer bu esnada hata yapılırsa yaralıyı kaybedebilirdik.

Helikopterin gemimize inebileceği bir mahal yoktu. Havada sabit durarak uygun bir noktadan tel halatla transfer yapabiliyorduk. Helikopter sabit olarak askı pozisyonunda duramadığı için hastanın sağa sola çarparak daha da kötü duruma düşme riski vardı. Çok şükür böyle bir şey olmadı ve yaralı gemicimizi emniyetli bir biçimde helikoptere nakledebildik.

Üzerimden büyük bir yükün kalktığını hissettim. Eğer gemicimizi İstanbul’a kadar getirmiş olsaydık üç gün geçecekti ve büyük bir risk almış olacaktım. Halbuki şimdi en azından bu sorumluluktan kurtulmuştum.

Evet, hayat hiçbir şeye değişilmez. Gemimiz batsa da yerine yenisini koymak mümkündür. Fakat can gitti mi bir daha geri gelmez. Sadece bir defa geldiğimiz imtihan dünyasında hayatımızı korumak veya canı emanet edilen gemicileri sahili selamete ulaştırmak, kaptanın en önemli görevlerinden bir tanesidir. Zaten Allah, korku duygusunu canımızı korumak için bize vermiştir. Yoksa hayatı evhamlar yüzünden zindana çevirmek için bu duygu verilmemiştir.

Sonunda yaralı denizcimiz hastaneye kaldırıldı ve birkaç gün içerisinde taburcu olduğu müjdesi geldi.

Bir gün sonra Yunan televizyonlarından kendimizi izledik. Kurtarma operasyonunu, helikopterin gemimize yaklaşmasını, hasta naklini devlet televizyonu ve bazı özel kanallar yayınladılar. Yaralı gemicimizin hastaneye sevk edildiği görüntüleri de seyrettik.

Yunanlılar ile birlikte gerçekleştirdiğimiz kurtarma operasyonu başarılı bir şekilde icra edilmişti.

Halbuki yıllar önce aynı Yunanlılarla Ege denizinde birbirimizi taciz etmek için elimizden geleni yapıyorduk. Bazı Yunan deniz karakol uçaklarının savaş gemilerimize 5 metreye kadar yaklaştığını görmüştüm. Şimdi ise birlikte hayat kurtarmaya çalışıyorduk. Aslında komşularımızla savaş tacirlerinin menfaati için çatışmak yerine dostluk ilişkilerini geliştirmeye çalışmak en akıllıca yoldur. Zaten bütün komşularımız ekonomik sıkıntı içinde. Bu yetmiyormuş gibi silaha para yatırarak kısıtlı bütçelerimizi israf etmek kime yarar ki. Allah bütün komşularımıza ve yöneticilerimize akıl ve fikir ihsan etsin…

27.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004