Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 03 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Cennetin anahtarı



Cennetin anahtarı imandır. Salih ameller ise, o anahtarın dişleri hükmündedir. Kelime-i Şehadete bütün gönlüyle inanan herkes günahkâr da olsa er geç Cennete gidecektir.

Kâfirler, bir kısım Müslümanları Cehennem’de görünce şaşkınlıkla, “Hayrola, imanınız size fayda vermedi de mi, siz de bizim gibi buraya girdiniz?” derler. Onlar, “Hayır” diye cevap verirler. “Bir kısım günahlarımız vardı. Bundan dolayı buradayız.” Günahkâr da olsalar sonuçta Allah onları çıkarır. Çünkü zerre kadar da olsa imanı olan herkes cezasını çektikten sonra Cennete gidecektir. Onların Cehennemden çıktıklarını gören kâfirler, “Keşke” derler, “Biz de vaktiyle Müslüman olsaydık” derler. (Hicr Sûresi, 1-2’den)

Şu âyet de onların azaptan kurtulabilmek için neleri fedâ edebileceklerini gösterir: “İnkâr edip de kâfir olarak ölenler, azaptan kurtulmak için dünya dolusu altın verecek olsalar, hiçbirinden kabul edilmez. Onlar için pek acı bir azap vardır. Onların hiçbir yardımcısı da bulunmaz.” (Âl-i İmran Sûresi: 91) Kâfir bu kadar fedakârlıkta bulunsa da kabul edilmez. Bir hadisi şeriften öğrendiğimize göre, “Dünyadayken senden bu kadar büyük birşey istenmemişti” buyurulacaktır.

Hayatta insanın en önemli meselesi imandır, Sultan-ı Kâinat’ı tanımak, O’na bütün gönlüyle inanmaktır. Mektubat’ta denildiği gibi; “Katiyyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır.” (Mektubat, s. 218)

Demek insan, Yaratıcıyı tanımak için yaratılmıştır. Yerlere, göklere ve içlerindeki herbiri birer san'at harikası olan yaratıklara bakıp Yaratıcılarını tanımak, O’nun varlık ve birliğine iman etmektir. En küçük bir zerreyi dahi yaratamayan insanoğlu, kendini sayısız organ, duygu ve yeteneklerle donatan Yaratıcısını nasıl tanımayıp O’na inanmadan durabilir?

03.08.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah bizden neden ibadet istiyor?



AC–981 rumuzuyla soran okuyucumuz: “Allah kimseye muhtaç değildir. Âmenna. O zaman bizim yaptığımız ibadete de ihtiyacı yoktur. Peki, bunu bizden neden istiyor? İnsan belli bir noktadan sonra bu ve buna benzer birçok soru ister istemez soruyor. Bunun hikmetli bir açıklaması var mıdır?”

Allah hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi, hiç şüphesiz bizim ibadetimize de muhtaç değildir. Ama biz Allah’a, ona kulluk yapmaya, onun emirlerine uymaya ve ona ibadet yapmaya muhtacız. Bediüzzaman Hazretleri’nin örneğiyle örnek verecek olursak; doktor hastasına reçete yazıyor ve “Bunu mutlaka kullanmalısın” diyor. Şimdi hasta, doktora “Senin buna ne ihtiyacın var? Bunu benden neden istiyorsun?” demeye hakkı ve yetkisi var mıdır? Aynen bu misâlde olduğu gibi, Allah bizim mutlaka ibadet yapmamızı istiyor. Çünkü hasta olan biziz, ibadete muhtaç olan biziz, bizim ibadete şiddetle ihtiyacımız vardır. Bizim her derdimizi Allah’a arz etmeye şiddetle ihtiyacımız vardır. Bunu ancak ibadetle yapabilmekteyiz.

Diğer yandan; ibadetler, dünya saadetinin görünmeyen güçleri ve gizli kuvvetleridirler. Mutlu ve huzurlu bir dünya hayatı için ibadetlerin sayısız getirileri ve sınırsız faydaları vardır. Şöyle ki: İbadetler, fikirleri Cenâb-ı Hakk’a çevirir. Kulun Allah’a olan teveccühü, emirlerine boyun eğmeyi gerektirir. Allah’ın emirlerine boyun eğmek ise, kulu mükemmel bir biçimde intizam altına alır. Kul hareketlerinde intizam altına girmekle ve kâinatın umumî nizamına tâbi olmakla hikmetin sırrını anlar. Hikmet ki, kâinat sayfalarında parlayan san'at nakışlarıyla kendini göstermektedir. İşte hikmetin sırrını anlayan insan, işinde ve çalışmalarında başarılı olur. Başarılı olan insan ise, her zaman ve her yerde mutlu ve huzurlu olur.

İnsan cismen küçük, zaîf ve aciz olmakla beraber; pek yüksek bir ruhu taşıyor, pek büyük bir istidada maliktir, hasredilmeyecek derecede meyilleri vardır, sınırsız emellere sahiptir, hesapsız fikirleri vardır, hadsiz şeheviye ve gazabiye gibi kuvvetleri vardır ve öyle acâib bir yaratılışı vardır ki, yaratılmış bütün türlere ve âlemlere fihriste hükmündedir.

İşte böyle bir insanın o yüksek ruhuna genişlik veren, ibadettir; istidadlarını inkişaf ettiren, ibadettir; meyillerini temyiz ve tenzih ettiren, ibadettir; emellerini tahakkuk ettiren ibadettir; fikirlerini nizam ve intizam altına alan, ibadettir; şeheviye ve gazabiye kuvvelerini had altına alan, ibadettir; görünen ve görünmeyen uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden, ibadettir; insanı mukadder olan kemalâtına yetiştiren, ibadettir; kul ile Yaratıcı arasında en yüksek ve en lâtif olan nisbet, ancak ibadettir. Evet, insanlığın kemâl ve olgunluğunun en yükseği, şu nisbet ve münasebettir.1

İbadet bizi doğrudan Allah’a bağladığından, her belâ ve musibet ânında sığınacak sonsuz kudreti tanımamızı kolaylaştırır. İbadetle, bizi sevinçli ve mutlu kılan her nimet için şükredeceğimiz tek mercîin Yüce Allah olduğunu kavrar ve şükrederiz. İbadet bütün canlılara, varlıklara ve insanlara bakışımızı müsbet yönde değiştirir. Her şeyi kendimize düşman değil, kardeş hissederiz. Ne hiçbir şeyi olduğundan büyütürüz. Ne de kendimizi herhangi bir şeyden üstün tutarız. İbadet, hayatımızda plân ve programı hâkim kılar. Plânlı bir hayat ise işlerimizi düzene koyar. İbadet geçim genişliğine, bolluğa, berekete ve duâlarımızın kabulüne vesile olur. Zor günlerimizde Allah’ın yardım ve inayetini kolaylaştırır. İbadetler, bizi kötülüklerden alıkoyarlar. Kötülüklerden uzak kalanlar herkesçe sevilirler, işlerinde muvaffak olurlar ve hayatlarında huzur bulurlar.

İbadetlerin sosyal yönü de vardır ve girdikleri toplumu topyekûn ihyâ ederler. İnsan ibadet saikasıyla bütün Müslümanlara karşı bir münasebet kazanır, kuvvetli bir irtibat ve bağlılık elde eder, herkesi kendisine kardeş bilir. Bu irtibat ise kuvvetli bir uhuvvete ve hakikî bir muhabbete kapı açar. Toplum hayatının terakkîsi ve kemâli için en birinci basamaklar ise uhuvvet ile muhabbettir.2

Allah’ın emirlerine uyması ve yasaklarından kaçması sâyesinde bir kul, toplum hayatında çok mertebelere yükselir. Öyle işler başarır ki, bir fert iken, umumî faydaları temin ettiği ölçüde tek başına bir millet hükmüne geçer. Ve büyük bir himmetle topluma hizmet eder. Topluma böyle hizmet edenler çoğaldıkça, toplum topyekûn huzur ve refah seviyesine yükselir.3

İbadetler âhiret saadetinin de temel taşlarıdırlar ve ana direkleridirler. Her bir ibadetin, âhirete dönük sayısız faydaları ve hikmetleri vardır. Ezcümle: İbadetler, âhiretteki her sıkıntıda yüz akımız olurlar ve Allah’ın yardımına, mağfiretine, rahmetine ve rızasına nail olmamıza vesîle olurlar, günahlarımızın bağışlanmasını ve Peygamber Efendimiz’in (asm) şefaatine nâil olmamızı kolaylaştırırlar. İbadetler, Cehennem azabından korunmamızı ve kurtulmamızı netice verirler; sırat köprüsünü geçmemizi, Cennetin sahillerine ve Allah’ın cemaline ulaşmamızı müyesser kılarlar. İbadetler, Allah’ın sonsuz lütuf, ihsan ve ikramlarına sayısız kapılar açarlar ve âhirette ebedî mutluluğa ulaşmamıza vesile olurlar.

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 142 2- a.g.e., s. 142 3- a.g.e., s. 141

03.08.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Eleştiri, adalet, sandığa saygı ve özür



Nemrut ateşi yakar ve İbrahim Peygamberi (as) ateşe atmak için hazırlıklarını yapar. Bu arada bir karınca, ağzına su almış, canhıraş bir şekilde var gücüyle koşuşturmaktadır. Arkadaşları ve diğer hayvanlar karıncaya sorarlar: “Nedir bu hal, ne oldu, nereye gidiyorsun böyle?”

Karınca der ki; “Nemrut zalimi, İbrahim Peygamberi yakmak için ateşi tutuşturmuş, ben de ateşi söndürmek için ağzımla su taşıyorum oraya.”

Bu sözü duyan diğer karıncalar ve hayvanlar gülüşürler ve “Yahu senin taşıdığın sudan ne olacak, bu ateşi söndürmeye hiç kâr etmez ki!”

Bunun üstüne karınca şu cevabı verir: “Ben de biliyorum, işe yaramayacağını, ancak görevimi yapıyorum. Bu arada safım da belli olur.”

Yaklaşık iki ay boyunca akıldan ziyade hislerin galip olduğu, siyasetin hassas, netâmeli yönlerini ele almaya çalıştık. Belki de kimi zaman, dozajı aşan şiddetli eleştirilere yöneldik. Kimi zaman haklı, kimi zaman da haksız, şiddetli olumsuz eleştiriler de aldık; olumlu tepkiler ve tebrikler de…

Meselâ, Muhammed A. isimli muhterem bir okuyucumuz; “Ali kardeş, bugünkü mevzuna 10 üzerinden 10 veriyorum; tebrik ve duâ ediyorum. Kimseyle uğraşmak ve akıl vermek—hele Risâle-i Nur şakirtlerine—hakkım ve haddim değil. Madem yazmışsın ve bir yaramıza parmak başmıssın, bu vesile ile sizinle derdimi paylaşayım” diyerek gerekçeler sıralıyor, Risâle-i Nur’dan örnekler veriyor, tecrübelerini aktarıyor.

Kezâ, Yeni Asya’yı yıllardan beri dikkatle takip eden Yusuf C. şöyle diyor: “Sizlerin ve diğer yazar kardeşlerimizin sürdürmüş olduğu yayın politikasını ve çizginizi büyük bir iftiharla takip ediyoruz. Sizleri cân-ı gönülden destekliyor ve tebrik ediyoruz. Sizlerin şerefli ve tutarlı bir şekilde ortaya koymuş olduğunuz bu isabetli tutumunuzdan rahatsız olanlar olabilir… İnşallah onlar da, hata yaptıklarını geçen zaman içinde anlayacaklardır. Aynı şevk, gayret ve heyecanla yolunuza devam etmenizi diliyor, Allah yardımcımız olsun diyorum.”

Gerek e-mail, gerekse telefonla olumsuz tepki gösterenler daha ziyade “Yazma, niye yazıyorsun, böyle yazılır mı, doğruyu sadece siz mi biliyorsunuz, söylediklerin doğru ama her yerde söylenmez, bu konulara girme!” diyor, çok azı gerekçelerini sıralıyordu.

Elbette bir köşe yazarının herkesi memnun etmesi imkânsız. Böyle bir vazifesi de olmaması gerekir. Aksi halde, düşünce üretilebilir, ilerleme sağlanabilir mi? Ali Dayı veya Nasreddin Hoca’nın oğlu ve işleği hikâyesine döneriz: Biliyorsunuz, teker teker işleğe binince bir grup; yaşlı adamı “Şefkatsiz!”, çocuğu “Saygısız!”; ikisi binince, ikisine de “Zalim, merhametsiz”, hiçbiri binmeyince “Enayi!” demişler. Onlar işleği (eşeği) omuzlayınca, herkes gülmüş!

Öyle ise kendimizi kime göre ayarlayacağız, mihengimiz nedir? Biz kendi kafa fenerimizle hareket etmemeye; yorumlarımızı dahi delillendirmeye, belgelemeye çalıştık. Beşeriz, hata yapabiliriz. Elbette, bizim eleştirme hakkımız olduğu gibi, başkalarının da bizi eleştirme hakları vardır. Haklı, gerekçeli, isabetli, aklî, mantıkî eleştirilerden ders almaya mecburuz.

Ama, önce “Hakkın hatırı âlîdir/yüksektir, hiçbir hatıra feda edilmemek gerekir!” vecizesince, “Ey imân edenler! Adalet üzere olun ve Allah için şahidlik edin. Kendi aleyhinize veya anne ve babanızla akrabalarınızın aleyhine olsa bile. Hakkında şahidlik ettiğiniz kişi, zengin de olsa, fakir de olsa doğruluktan ayrılmayın. Çünkü ikisini de Allah sizden daha iyi gözetir”1 meâlindeki âyet mucibince söz, fiil ve değerlendirmelerimizde de âdil olmakla, hakkın hatırını gözetmekle mükellefiz. Şu temel noktayı unutmamaya çalıştık:

* Hepimiz her halimizle imtihandayız. Çeşitli ve şiddetli eleklerden geçiriliyoruz. Birbirimizle imtihan oluyoruz.

* Bir mücadele içindeyiz: Başta nefsimizle, deccalizmle, müstebit sistemle, dessas zalimlerle, insî ve cinnî şeytanlarla!.. Elbette, bu dehşetli ve karmaşık devirde, silâhların mukabil olmadığı cihadda kusurlar olur, kalbimiz incinir, duygularımız yaralanır! Kaderin payını unutmamalıyız.

Daha önce iki sefer yine yazdık: 22 Temmuz seçimlerinde, öyle veya böyle AKP yüzde 46.7 oy alarak birinci parti oldu. Halkın iradesi böyle tecellî etti. Sandığa saygı duymak, hepimizin boynunun borcu. İktidarın başarılı olabilmesi için duâ etmeli ve teşvikçi olmalıyız. Ancak, eleştiri de görevimizdir. Zira, insaflı ve ölçülü, olumlu tenkidin dayanağı Kur’ân’dır. Orijinal ifâdesi, “emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker”dir. Bilindiği gibi “ma’ruf”, iyiliği emretme, öğütleme, yayma; “münker”, kötülükten alıkoyma, çirkinliği yasaklama, eksiği tamamlama, yanlıştan sakındırma, fenâlığı menetme anlamlarındadır. Dolayısıyla “eleştiri”, hem mükellefiyet, hem ibâdettir: “Sizden iyiye, güzele çağıran, doğruyu emreden ve yanlışı engelleyen bir topluluk/grup olsun. İşte başarıya ulaşan yalnız onlardır.”2 Âyetteki, “başarıya ulaşan yalnız onlardır” cümlesinden de, “başarı ve verimin” tahkik, araştırma ve tenkide/eleştiriye bağlı olduğuna hükmedebiliriz.

Kimsenin şahsî kusurlarını, özel hallerini sergilemedik. Bununla birlikte, üslûpta, zamanlamada, değerlendirmede bazı hatalar ve kusurlar işlemiş olabiliriz. Ancak, kastetmediğim, yanlış anlaşılabilecek ifadelerim olmuşsa, nazar-ı müsamaha ile değerlendirmenizi istirham ediyorum. Umarım, “Nefsini itham eden, kusurunu görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiâze eder (Allah’a sığınır.) İstiâze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusurdur. Ve kusurunu itiraf etmemek, büyük bir noksanlıktır. Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar. İtiraf etse, affa müstehak olur”3 prensibince muâmele edersiniz.

Dipnotlar:

1- Nisâ Sûresi: 135; 2- A.g.e., Âl-i İmrân, 110; 3- Lem’alar, s. 91.

03.08.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Halil USLU

Türkmenoğlu ailesinden mektup



Bundan üç hafta önce, büyük İslâm mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin önemli iki talebesi aynı günde vefat ettiler. Biri merhum Kâmil Acar, diğeri merhum Mustafa Cahit Türkmenoğlu. Her iki mümtaz ağabeylerimiz için iki makale yazdım. Türkiye’nin bir çok yerlerinden tebrik telefonları aldım. Isparta’dan Kocaeli’ne, Konya’dan Van’a kadar. Merhum Mustafa Cahit Türkmenoğlu Ağabeyimizin damadı, can dostumuz Dr. Recep Bey’den mail kanalı ile bir teşekkür mektubu aldım. Üç madde üzerinde durmuş. Bu güzel mektubu, makalemin içine alıyorum.

“Pek kıymetli ağabeyim,

“Cuma günkü makalenizi okudum. Allah gönlünüze ve kaleminize güç ve kuvvet versin. İlgili makalede aşağıdaki hususlara da vurgu yapmış olsaydınız münasip olur mu diye takdirlerinize havale ediyorum:

“1- Merhumdan ben mükerrer defalar işittim ki: ‘’Ben Cenâb-ı Hak’ka duâ ediyorum: Ya Rabbi, benim ruhumu talebe-i ulûm olarak değil, nur talebesi olarak al. Son altı aylık hastalığı bu duânın kabulünün bir tetimmesi olarak düşünülebilir. Hizmet ile geçen bir ömre rağmen 6 aylık tam tasaffî sürecini Allah tekmil ettirdi ve inşaallah duâsını kabul etti.”

Daha önceki makalemde de, “Bu zatlar makalelere sığmaz şahsiyetlerdir, bunlar mevhibe-i Rabbaniyeye mazhar zatlardır” demiştim. Evet bu sözüme damatları doktor bey açıklık getiriyor. Esasında Emirdağ Lâhikası shf. 338’de onların hem talebe-i ulum, hem de Nur talebesi olduğu Hz. Bediüzzaman tarafından beyan edilmektedir. Son altı aylık dönemde ise ehl-i tahkikin rivayetine göre manevî âlemdeki makâmâtının yükselmesine medar ve şehadet-i maneviyeye mazhar olmuştur.

Devamında doktor bey diyor ki:

“2- Hayatında nasıl iman ve İslâm hakikatlarını lisan-ı hâl ve kâli ile anlattı; hastalık döneminde Cenâb-ı Hak lisan-ı kâli susturdu, ancak lisan-ı hâli ile lisan-ı kalden daha kuvvetli bir sada ile insan ömrünün ne kadar kısa, insan cesedinin ne kadar zevale maruz ve mübtelâ olduğunu, dünya hayatının ise bütün bütün geçici, devamsız, aldatıcı, bîkarar olduğunu, bu hayat için izzet-i diniyeden taviz vermeye değmediğini, bu kısacık zevâle maruz hayat için münakaşa etmeğe, dargınlığa, adavet ve husûmet beslemeğe değmediğini ziyaretine gelen herbir insana çok kuvvetli bir dil ile telkin ederek hatırlatıyordu.”

Doktor kardeşim, hem damatları, hem doktoru olarak 6 aylık zaman diliminde bu manzarayı, müşahedesini yakînen, yani Hz. Bediüzzaman’ın tâbiriyle “hakkalyakîn” olarak satırlara döküyor. Onun için Hz. Bediüzzaman, çok eserlerinde mükerrer yerlerde talebelerine “Hastaneleri, hapishaneleri ve mezaristanı ziyaret etmeyi, ibret dersleri ile dolu olduğunu” beyan ediyor. Ayrıca Merhum Türkmenoğlu Ağabeyimizde “Münakaşa, dargınlık, adavet ve husumet” yoktu. İşte model şahsiyet..

Doktorumuz mektubunu şöyle bitiriyor: “Kendisine verilen bu imtihan ile hem kendisinin, hem de birinci derece yakınları olmak üzere kendisini tanıyan insanların da dolaylı imtihanları olmuştur. Kendisi, hastalığından râzı ve memnun idi, tam teslimiyet hâli her halinden okunuyordu. Yakınları ise hem insaniyeten fitrî şefkat, hem İslâmiyeten vazifelerini yerine getirebilmek ile imtihanlarını verdiler. Asrımızda aile içindeki manevî bağlar maalesef yıpranmaya yüz tutmuş. Hususan şefkat, merhamet, hürmet ve sadakat sıfatları—ki her birisi ailenin temel yapı taşları ve sütünları sırlar—felsefi telkinlerin tesiri veya asrî mecmua gazete vs. gibi neşriyat vasıtaları ile cemiyetin temel taşları olan aile saadeti ve manevî ve hukukî bağlarda zaafiyet başlamış.”

İsmini yazmamı istemeyen merhum ağabeyimizin hanımı ve bütün aile, bir çok ailelere ders olacak nitelikte bir “refika-i hayat” görevini yapmışlardır. Hz. Bediüzzaman’ın tabiri ile “merhamet ve muhabbet”in icrâsı ile “aile hayatı küçük bir cennet yuvası” olur, aksi halde zindandan farksızdır. Yazılı ve görsel basın bunu göstermektedir.

Türkmenoğlu Ailesi olarak, makaleme vesile oldunuz, size de binler teşekkür ve tebrikler.

03.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kuruyan manevî ve fizikî iklim



Önümde bir fotoğraf var. Her şeyi özetliyor. Görmek, işitmek gibi olmadığından yakîn hasıl oluyor, yorum düşüyor. Arapların re’yü’l ayn, yani görürcesine dedikleri şey hasıl oluyor. Milliyet gazetesinin birinci sayfasında bir kare. Büyük Menderes nehrinin zemini bomboş, kurumuş. Ankara ve İstanbul’daki su kesintilerine son çare olarak nehirler aklımıza geliyordu. Ya nehirler de kurursa? O zaman son bir ümit olarak denizler aklımıza gelecek. Denizlerden tatlı su elde etmek hem külfetli, hem de küresel ısınmayı daha da tetikliyormuş. Hiçbir seçenek sağlıklı değil. Diyelim ki nehirleri taşıdık ve denizleri arıttık, ama bu sadece günlük ihtiyaçlarımızı karşılayacak. Bahçelerimizi serinletmeyecek. Bitkilerimizi ve yeşil örtüyü canlandırmayacak. İki şehrin belediyesi, “böyle giderse onlarca yıl su kesintiyi olmayacak” diyorlardı. Kendi namlarına konuşmuşlar, büyük konuşmuşlar. Durumumuz 1994 yılından daha beter görünüyor. Gönlümüz ve gönül iklimimiz çoraklaştığı ve kuruduğu ve katılaştığı oranda yer de, gök de kurudu. Manevî iklimimizdeki kuruluk maddî iklime yansıdı ve kuraklık oldu. Zaten “Onlara ne gök, ne de yer ağladı” derken herhalde bu kastediliyor. Burada göğün ve yerin ağlamalarından birisi göğün yağmurunu boşaltması, diğerinin de yağmurunu tutmasıdır. İkisinde denge aştığı zaman Nuh tufanı gibi tufana gark olabiliriz. Bunun vasatı ise, yağmurun yağması ve arzın yağmuru tutmasıdır. Halbuki şimdi tam tersi, gökler suyunu sakınırken, yerdeki su da çekiliyor. Konya ve benzeri yerlerdeki yeraltı sularının giderek derinleştiklerini ve suyun tuzlanma oranının da arttığını biliyoruz. Toprak kuruyor. Kur’ân bize yekten soruyor: “Suyunuz çekilse main (temiz) ve berrak ve safî suyu size kim temin edebilir?” Kimse temin edemez. Kocaman yeryüzü Yemen’deki iki cennet timsali bahçenin durumuna döner. Çoraklaşır. Toprak suya aç. İklim uzmanlarından Prof. Orhan Şen, yağmur yağsa bile kısa vadede çözüm olmayacağını ve toprağın suya doymayacağını ve yapay yağışın şart olduğunu söylüyor. Durum gizlemeye çalışılacak gibi değil. Bunun elbette bir nedeni olmalı?

***

Allah’la aramız açık. Bundan dolayı O’nun taht-ı tasarrufunda olan sema ile de aramız açıldı. 1994 yılında ağzı duâlılar sema ile aramızı düzeltmişlerdi. Ama o ağzı duâlılar da zamanla ya duâyı unuttular, ya da icabete lâyık olmaktan çıktılar. Duânın Sahibi de onları unuttu. Sanki bulutlara bile kabızlık hali arız olmuş. Yağmur bulutları toplanıyor, ama bir türlü yağmurlarını boşaltamıyorlar. Bulutlar bir araya geliyorlar ve kaşlarını çatıyorlar, ama bir türlü çiftleşmelerinden beklenilen yağmur tomurcukları hasıl olmuyor. Bazen kaş çatma öfkeye, öfke de nikmete dönüşüyor. İngiltere’de tufana benzeyen sel felâketinde olduğu gibi… Göğün dengesi bozulmuş durumda. Tabiî ki bizim yüzümüzden. Hem madden, hem de manen onu kirletiyoruz. Yağmur inse bile, bu nimetin değil, nikmetin habercisi oluyor. Ya, Türkiye’de olduğu gibi, kuraklık oluyor, ya da İngiltere’de olduğu gibi milyonluk insan kitlelerinin etkilendiği seller. İngiltere’deki bir Angliikan Kilisesi mensubu papaz bu felâketlerin isyanlarımıza bir karşılık ve mukabele olduğunu ifade etmektedir. Maalesef bizde hakim olan pozitivist pradigma nedeniyle bunu bile söylemekten aciziz. Diyanet İşleri Başkanlığı veya benzeri kurumlar halkı yağmur duâsına çağırması gerekirken, onlar pozitivistlerden utandıkları için mi bilinmez, ama neticede böyle bir çağrı akıllarına gelmiyor. Maalesef artık bu hizmetlerde işin felsefesi veya akademik yönü davet yönünden ileride gidiyor. Ona ağır basıyor. Estetik yönü varlık nedenine ağır basmış. Bundan dolayı duâ bile edemiyoruz. Pozitivizmin bizi kurtarması mümkün değil. Buna dair bir âyet-i celilede ‘Ve lillahi mülkü’s semavati ve’l ard vallahu ala külli şey’in kadir’ buyuruluyor. Yani göklerin ve yerin mülkiyeti O’na aittir, dilediği gibi tasarruf eder. Her şeye Kadirdir. Kadir olandan niye istemiyoruz? İstemekten utanıyor muyuz acaba? Pozitivist ezberin bozulmasından mı korkuluyor? Bu korkumuzun ecele faydası yok. Ve ‘Onlar levmedicilerin levminden ve kınayanların kınamasından korkmazlar’ buyuruluyor. Demek ki, biz laim ve levvamların levmine aldırmayacağız. Aksine Peygamberimiz, ‘Allah’ım korkmayan ve haşyet duymayan kalpten Sana sığınırım’ buyuruyor.

***

Bu küresel kuraklık denilen küresel afetin en önemli nedenlerinden birisi, günahın tufan gibi yayılması ve buna mukabil pratöner nevinden emr-i bi’l maruf ve nehyi ani’l münker görevinin yapılmamasıdır. Duâlarımız da sular gibi daha diplere ve derinlere çekildiği gibi İslâm ümmetinin pratöneri ve mümeyyiz vasfı olan emr-i bil’l maruf da neredeyse ortadan kalkmıştır. Kardeşlik görevi olan teşvik veya ikaz görevimizi yapmıyoruz. Mısırlı hocalardan Muhtar Nuh’un dediği gibi, günah ve isyanlar medeniyetlerin güvesidir. Bunun sonucu ikinci bir Nuh tufanı mesabesinde olan küresel ısınma ve kuraklık afetiyle karşı karşıyayız. Bu da ahirzaman tufanıdır. Neden küresel ısınma soğuk savaş sonrasında patlak verdi ve neden buna karşı ABD tedbir almamakta diretiyor? İşin siyasî boyutu da budur. Gönül iklimimiz kuruduğu gibi, fizikî iklim de kurudu. Gözlerimizden yaşlar, dünyadan da sular çekildi. Artık sema yakarışlarımıza karşılık vermiyor. Zira masumların dudakları ad kurudu. Ya da içimizdeki masumların sayısı ve oranı giderek azalıyor. Gizlice ve toplu halde Allah’a yakaralım, bu musibetten bizleri ve canlıları kurtarmasını isteyelim.

Allah hepimize soruyor: Duânız da mı yok? Yoksa ne işe yararsınız?

03.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Zeki Sezer, Baykal'a da anlatsın!



CHP’de sular durulmuyor. Baykal muhalifleri kazan kaldırdı. Baykal geri adım atmadı. Parti içi ve dışı mücadele giderek sertleşiyor.

Ancak ne parti yönetiminde, ne de muhaliflerde başarısızlığın ana sebepleri irdelenmiyor. Karşılıklı suçlamalardan ileriye gidilemiyor. Sorgulama şahsî eleştirilerden kurtulamıyor.

“Seçmen CHP’ye niye yönelmedi? Söyleme neden itibar etmedi? Niçin inandırıcı bulmadı? Seçim vaatleri nasıl karşılık buldu?” gibi soruların cevapları araştırılmıyor.

Tam aksine, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in yaptığı gibi, halk CHP’ye oy vermediği için suçlandı, azarlandı.

CHP’de bunlar olurken, DSP’den daha makul yorumlar geliyor. DSP Genel Başkanı Zeki Sezer son zamanlardaki açıklamaları ile meydanları ve seçim sonuçlarını doğru okuduğunu ortaya koyuyor.

Meselâ, “Karnı aç insanlara ‘laiklik’ diye gittiğinizde, o vatandaşımız bunu hakaret gibi algılıyor. Sadece laiklik propagandasıyla oy almak mümkün değil” diyerek CHP’nin ezberini bozuyor.

“Çözüm üreten, doğru yapılanı destekleyen, iyi bir muhalefet partisi olacağız” diyerek yapıcı muhalefet işaretini veriyor.

“Solculuğu fildişi kulede yapmayacağız. Gecekondularda, tarlada yapacağız. Sıkıntıdaki vatandaşa birebir ulaşacağız” diyerek solun müzmin yarasına parmak basıyor.

Bu anlayış sol partilerin halkı daha iyi tanımasına, doğru politika üretmesine yardımcı olacak. Zeki Sezer böyle devam ederse, CHP’nin pabucu dama atılacak.

**

TBMM Başkanının eşi niçin başörtülü olmayacak?

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, cumhurbaşkanlığı konusunda “meydanları görmezden gelemem” diyerek adaylığının sürdüğünü ima etti. 367 meselesinin kimlerin başına nelerin açtığını gören MHP, oy vermese de genel kurulda bulunacağını açıkladı. DTP de aynı görüşte.

Hal böyle olunca 367 sayısının bir önemi kalmıyor. Bu sefer de iş Abdullah Gül’ün eşi Hayrunnisa Hanımın başörtüsüne getiriliyor.

Bu meseleye takılanlar, Özal ve Demirel’den sonra köşke oturan Sezer ile başlayan, Türkiye’nin içte ve dışta içine kapanması, krizlerin birbiri ardına çıkması, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışamamasını görmezlikten geliyor.

Onlar için varsa yoksa “Köşk’te düzenlenecek resepsiyonlarda cumhurbaşkanının eşinin başörtülü olması.” Eğer first lady başörtülü olursa “resepsiyonlara gelmeyen olur”muş.

Gelen gelir gelmeyen gelmez! Sezer’in cumhurbaşkanlığından sonra dâvetliler ince elekten geçirilip çağrılmadı mı? Nicelerine Köşk kapısı kapanmadı mı?

Neyse...

Konu buradan açılmışken kulislerde AKP’nin, “Başbakan, TBMM Başkanı ve Cumhurbaşkanının eşleri başörtülü” eleştirilerini hafifletmek için yeni dönemde adım atacağı ifade ediliyor.

O adımda şu: Bülent Arınç TBMM Başkanlığına aday olmayacak. Kabinede yer alacak. Yerine eşi başörtülü olmayan biri seçilecek.

“Devletin zirvesindeki üç önemli makamda başörtülü eşler olacak” sözleri de boşa çıkarılacak.

03.08.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Alkol duvarına toslamak



‘Bütün kötülüklerin anası’ olan alkollü içkilerin, hâlâ ‘korunup kollanıyor olması’ insanı üzüyor. Hemen her gün, alkollü içkilerin verdiği zararları anlatan haberler duyuyor ya da okuyoruz. Buna rağmen, bu ürünlerin tam sayfa reklâmları gazeteleri işgal ediyor.

Çarşamba günkü gazetelerde alkollü içkilerle ilgili dikkat çekici haberler vardı. Bir habere göre, alkollü olarak otomobil kullanıp 4 kişinin ölümüne sebep olduğu iddiasıyla tutuklanan bir kişi hakkında, yeni yasaya göre 100 yıla kadar hapis cezası isteğiyle dâvâ açılmış. (Sabah, 2 Ağustos 2007)

Aynı gazetede yer alan başka bir haber de, bir ‘şehir efsanesi’ni yerle bir ediyor. Alkolseverlerin, yıllardan beri dile getirdikleri bir propaganda vardır. Bu iddiaya göre, ‘az miktarda içilen şarap’ zararlı değil, faydalıdır! Son araştırmalar, bu ‘şehir efsanesi’ni yıkıyor: “Günde iki kadeh şarap bağırsak kanseri riskini artırıyor. İngiliz Kanser Araştırmaları Derneği tarafından yapılan araştırmaya göre günde 2 kadeh şarap içenlerin hastalığa yakalanma riski yüzde 10 oranında artıyor, 4 kadehe kadar içenlerin riski ise yüzde 25 oranında artıyor. (...) Şarap miktarının artmasıyla kanser riskinin de arttığına dikkat çekti.” (agg.)

Araştırma sonuçlarını açıklayan ‘uzman’lar da, ‘az miktar’a kendilerince izin veriyorlar, ama gelişmelere bakılırsa sonraki yıllarda yapılacak araştırmalarda ‘bir damlasına dahi müsaade yok’ kararı çıkacaktır. Çünkü araştırmayı yorumlayan uzmanlar, ‘az’ miktarda alkol almayı sürdürenlerin uzun dönemde ‘çok miktar’a alıştığını itiraf ediyorlar.

Zamanında yapılan yanlışlar sebebiyle, gençliğini alkol bataklığına sürükleyen ülkeler, çıkış yolu ararken, Türkiye’de ısrarla yanlış yolda gitmeye çalışılmasını anlamak mümkün değil. Bakınız, meselâ Avusturya ‘genç’lere alkollü içki satışını engellemek için çareler arıyor, kampanyalar açıyor. Aynı şekilde, Almanya’da Berlin Belediyesi alkol satışlarını engellemek için denetimleri sıklaştırma kararı alıyor. (Yeni Asya, 2 Ağustos 2007) Türkiye’de ise bu yönde bir adım atılmazken, aksine alkollü içki reklamları gazete sayfalarını ve sinema salonlarını süslemeye devam ediyor.

Gençliği alkol ve benzeri zararlı alışkanlıklardan korumak, anayasanın da ‘idarecilerimize’ verdiği bir görevdir. Buna rağmen hiç bir tehlike yokmuş gibi davranmak, tehlikenin farkına varmamak, üstelik bu zararlı alışkanlıkları teşvik etmek, edilmesine seyirci kalmak mümkün değildir.

Her fırsatta ifade etmeye çalışıyoruz, bir defa daha hatırlatalım: Alkollü içki reklâmları nasıl ve niçin hâlâ gazete sayfalarını işgal edebiliyor? Buna kim dur diyecek? Türkiye’yi ‘idare’ edenlere göre bu bir problem değil mi? Problem olarak görülüyorsa, niçin engellenmiyor?

Bir nokta daha var: Bilhassa Avrupa’da alkollü içkiler ‘süt’ten daha ucuz satılıyormuş. Türkiye’deki durum da pek farklı değil. “Bira”lar su gibi ucuz ve her yerde ulaşmak mümkün. Avrupa gibi, yaş sınırı kararı olsa bile bunun uygulandığını söylemek de zor. Bu da ‘ifsat şebekeleri’nin başka bir tuzağı olmalı.

Lütfen tehlikenin farkına varalım!

03.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Dördüncü aşama



Bir ay önce emekli 28 Şubatçılardan Erol Özkasnak’ın “postmodern darbe” sözünün tartışıldığı günlerde Milliyet yazarı Güneri Cıvaoğlu şöyle bir yorum yapmıştı:

“28 Şubat tartışmaları, hem zamansız, hem de bir değerlendirme için henüz erken mi? 28 Şubat konseptinin dördüncü aşamasının on yıllık bir süreci kapsadığını ve henüz yarısına bile varılmadığını unutmayalım.”

16 Ocak 2001 tarihli Milliyet’teki yazısında 28 Şubat tartışmalarının erken olduğunu bu ifadeleriyle ima eden Cıvaoğlu, “28 Şubat konsepti”nin öngörülen “geçerlilik süresi”ne dair ipucu verirken, herhalde özel olarak kendisine gösterilmiş “harekât planları”na dayanıyor olmalı. Gerçi bu ipucu da net ve açık değil. Cevap bekleyen yeni soruları davet ediyor. Bunların başında, “dördüncü aşama” sözü geliyor. Yazıdan anlaşıldığına göre, şu anda bu aşamadayız. Bu durumda, önceki aşamalar neydi?

Bunlardan biri, büyük ihtimalle Refahyol’un çekilmek zorunda bırakılması. Bir diğeri, RP’nin kapatılması olabilir. Üçüncü aşamayı sekiz yıl kanununun çıkarılması ile imam-hatiplerin ve Kur’ân kurslarının budanması olarak tanımlarsak dördüncü aşama için şunu söyleyebiliriz:

Göründüğü kadarıyla bu son aşamada, dinî hayatı devletin belirlediği sınırlar çerçevesinde yeniden tanzim etme, Diyanet’e buna göre bir şekil verme, devletten “icazetli” kimi “modern ilâhiyatçı”larla bu süreci takviye etme ve bunu yaparken cemaat, tarikat v.b. oluşumları etkisizleştirme hedeflerine dayalı bir proje uygulanmakta.

Başörtüsü yasağının sivil alanlara da nüfuz edecek şekilde yaygınlaştırılması, bu projede önemli bir yer tutuyor. Devletin cemaat-tarikat bağlantılı kadrolardan “arındırılması”nı öngören “tasfiye” kanunlarının çıkarılması da. Fethullah Gülen, Adnan Oktar, Cübbeli Ahmet Hoca gibi, her biri ayrı bir kitleyi temsil konumundaki isimleri hedef alan DGM operasyonları ve Esad Hocanın evvelâ yurt dışına gitmek zorunda bırakılması, sonra kabriyle ilgili tartışmalarda ortamın tekrar “tekke-tarikat” odaklı bir gerginliğe sürüklenmesi, yine aynı projeyle bağlantılı.

Keza bu çerçevede Yeni Asya’ya yönelik tazyiklerin yoğunlaşması da, zincirin önemli bir halkasını oluşturuyor.

Projenin bu ayağı ağırlıklı olarak 312’nin, yeri gelirse 313’ün ve hattâ Fethullah Hoca için açılan dâvâda olduğu gibi Terörle Mücadele Kanununun DGM zeminlerinde kullanılmasına dayalı olarak yürürken, diğer ayağı ekonomi alanında yapılan operasyonlarla gerçekleştirilmekte. Jetpa ve İhlâs Finans örnekleri bunlardan sadece ikisi.

Burada dikkat çeken noktalardan biri, bu operasyonların öncelikle ve özellikle 28 Şubat’a yaranmak için taviz üstüne taviz veren, bu uğurda kendi aslî çıkış noktasından fersah fersah uzaklaşan, hattâ yer yer işi inanılmaz bir dejenerasyon noktasına kadar götüren kesimleri hedef almış olması. Herkes için ibret dersleriyle yüklü bir tablo bu. Çöküş sürecindeki bir zihniyetin can havliyle sürdürmeye çalıştığı dördüncü aşama, hepimizi çetin ve zorlu bir samimiyet ve dirayet imtihanıyla karşı karşıya getiriyor. (17.2.2001)

03.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri