Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Cendere



AKP’nin, seçim öncesi gösterişli törenlerle vitrinine kattığı solcu akademisyen Zafer Üskül’ü, seçimden hemen sonra yaptığı “Atatürk ilke ve inkılâpları anayasadan çıkarılsın” çıkışında yalnız bırakması “Tipik bir ilkesizlik ve omurgasızlık örneği daha” şeklinde yorumlanıyor.

Düşünce ve ifade özgürlüğüne öncelikle ve herkesten fazla sahip çıkması gereken bir partinin, evvelce Atilla Yayla olayında sergilediği tavrı burada da tekrarladığına dikkat çekiliyor.

Peki, bu tavrın arkaplanında neler var?

Bir iddiaya göre, AKP içerisinde Üskül’e “Nusayrî, Mersin’de rektör yardımcısı iken başörtülülere çok zulmetti, imam hatiplere de karşı çıkıyor” gibi gerekçelerle soğuk bakanlar mevcut.

Ancak bu gerekçelerin konuyla ilgisi yok.

Asıl sebep, anayasa ve ona bağlı olarak hazırlanan siyasî partiler kanunu ile, partilere de Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı olma zorunluluğunun getirilmesi. Partilerin, hapsedildikleri bu yasal çerçeveyi eleştirmeye kalkmaları ise, başlarına dert açabilir. Hele AKP gibi, seçim öncesinde bile hakkında kapatma dâvâsı açılacağı spekülasyonları uçurulan ve ihtiyaç duyuldukça, aleyhindeki dosyaların her geçen gün daha da kabardığı iddiaları ortaya atılan bir partinin bu meselede cesur olabilmesi çok zor.

İşin bir boyutu bu. Diğer boyutunda ise AKP’nin Atatürk ve Atatürkçülüğe sahip çıkan tavrı var.

Erdoğan başta olmak üzere parti yöneticilerinin Atatürk’ü dillerinden düşürmeyen, başörtüsünde bile onu referans gösteren ve Atatürk ilkelerini bir mutabakat zemini haline getirmeye çalıştıklarını açıkça deklare eden tavırları meydanda.

Yani, bu konuda partinin çizgisini mevcut yasal cenderenin getirdiği korkularla, partililerin Atatürk’ü içtenlikle sahiplenme yönelişi tayin ediyor. Bu sebeple, AKP’den Atatürk ve Atatürkçülük konusunda objektif, tutarlı, gerçekçi ve eleştirel bir yaklaşım beklemek mümkün değil.

Aynı durum, bilhassa yasal çerçeveye bakan yönüyle diğer partiler için de geçerli. Onun için, Atatürk ve Atatürkçülüğün tabu olarak devamının demokrasi açısından oluşturduğu derin çelişkiyi ortadan kaldırmak için şu anda partiler tarafından yapılabilecek hiçbir şey yok.

Çünkü bu meseleyi tartışmaya açmak dahi, partiler açısından büyük bir risk.oluşturuyor.

Dolayısıyla, demokrasinin bu çelişkiden kurtarılması için gereken altyapı, ancak sivil toplum zeminlerinde yapılacak dengeli, yapıcı, ama cesur eleştiri ve tartışmalarla hazırlanabilir.

Bu noktada akademisyenlerin katkısı da çok önemli. Ama ne yazık ki, Türkiye’de üniversitenin de 28 Şubat’ta aynı cenderenin içine alınması bu katkının sağlanmasını imkânsızlaştırdı.

Bu itibarla iş tamamen sivil inisiyatife kalmış durumda. Ama orada da hiçbir mecburiyet olmadığı halde zihinlerin çoğunun, resmî ideolojinin işine yarayacak tarzda yönlendirilmesi ve bunda özellikle Atatürk’ü dindar gösterme tevillerinin etkili olması, çok ciddî bir handikap.

Ertuğrul Özkök’ün, Üskül’e karşı çıkarken, dindar kitlelere seslenen bir gazeteyi ziyaretinde gördüğü büyük boy Atatürk tablolarını referans göstermesi, tipik bir örnek (Hürriyet, 3.8.07).

Statükonun ömrünü, bu örneklerde ifadesini bulan tavır uzatıyor. AKP’nin büyük katkılarıyla.

24.08.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Ne sev, ne terk et!



Birinin zaten çoğunlukla eski yazılarının aynısının tıpkısını günü gelince arşivinden çıkarıp yayınlatan yazar olduğu söylenir. Sözgelimi Menemen-Kubilay kutlamalarının her yıldönümünde geçmiş yıllarda yazıp sakladığı yazıyı, sadece kaçıncı yıldönümü olduğuna dair değişiklik yaparak bildik klişeleşmiş “Gerici edebiyatı”ıyla geçinip giden biri diye tanınır. Ötekinin sövüp sayarak, hakaret ederek, fıkramsı yazılar yazarak bir takım medenice tartışacak fikirden yoksunların gönlünü ferahlatan biri olduğu medya okur-yazarlarımızın ortak görüşüyle ifade edilir.

Mezkûr yazarlar bir kaç gündür muktesebatlarının çok fevkinde bir ilgi odağı haline geldiler. Sebebi mağdurları oynamalarına malzeme oluşturmaları. Sayın Gül ve Erdoğan’a hakaret dolu yazılar yazarak onların sabırlarını taşırmaya muvaffak oldular. Onlar da bu öfke ile mukabil cevaplar vererek adeta bitmiş tükenmiş değirmen çarkına su taşımaya vesile oldular. Bildik taktik. Rakibini öfkelendireceksin. Öfkelenen rakip haliyle hata yapacak. Hata yapınca da sana malzeme çıkacak, sana gün doğacak. Ondan sonra buyurun burdan yakın.

Medenî toplumlarda karşı tarafın fikirlerine katılmasanız da katlanırsınız. “Fikirlerinize katılmıyorum, ama katlanıyorum” dersiniz. Bizimkilerin yaptığına gelince, “Benim gibi nasıl düşünmezsin lan, ulan!” diye ilk tepkiyi verdikten sonra başlarız hakarete. Buna da yazarlık, fikir adamlığı, kalem efendiliği deriz. Ne güzel!

Başbakan hakaretlerin verdiği hızla ve ilhamla “Başka bir yere git” deyince, sazan gibi daldılar artık. Başbakanın sözleri maksadını aşan bir konumda. Hatalıdır, dememesi lâzım. Doğru. Ama Nasrettin Hocanın bir fıkrasında geçtiği gibi, “Hırsızın hiç mi suçu yok?” Gidecek yeri yokmuş da, Fransa’dan dâvet gelmişmiş, gitmemiş de. Bunların maskesi düşmüş de. Hani Erdoğan herkesi kucaklayacağını söylemişmiş de. Şimdi neden böyle yapıyorlarmış da. Bir sürü duygusallık ve istismar kokan, kendi kusurunu gizleyen taktikler. İş artık şirazesinden değil zıvanasından çıktı. Kaç gündür bekliyordum bu basit tartışmanın kapanmasını, ama hâlâ Leyla-Mecnun hikâyesi gibi sürdürülünce gel de yazma.

Bir başka muhterem yazar da kızdırmaya muvaffak oldukları AKP’li bir milletvekilinin “Sana ne lan benim hanımımın başörtüsünden?” diye patlaması üzerine, “Sana ne lan benim haberimden?” karşılığını vererek suyun üstüne çıktığını zannetti. Oysa ki, mantık aynı mantık, misilleme aynı misilleme değildi. Üstelik sorumsuzluğa kapı açacak bir misillemeydi diyebiliriz. Aklı başında saygın bir yazarın kıracağı pota benzemiyor bu cevap. Bu mantıkla bakınız nerelere gidilir

“Beyefendi sarhoşsunuz. Bu şekilde trafiğe çıkmayın.”

“ Sana ne lan benim sarhoşluğumdan?”

“Oğlum, sınavda kopya çekme. Atarım seni sınıftan!”

“Sana ne lan benim kopya çekmemden.”

“Beyefendi dün midenizden ameliyat ettim sizi. Bu gün kayınvalidenizin getirdiği zeytinyağlı dolmayı nasıl yersiniz?”

“Sana ne lan benim dolma yememden?”

Devamını siz getirin.

Ya sev, ya terk et yok. Ne sev, ne terk et. Otur efendice yazını yaz, başka ihsan istemez.

24.08.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Kur'ân'a muhatap olmak



Bir gün Ebu Zer (r.a.) Resûlullah’a (a.s.m.), “Bana öğüt ver” demiş, Efendimiz de (a.s.m.), “Sana Allah’a asi olmaktan sakınmanı tavsiye ederim. Çünkü o her şeyin başıdır” buyurmuştu.

“Ey Allah’ın Resûlü (a.s.m.) daha ne tavsiye edersin?”

“Kur’ân oku, Kur’ân dünyada yolunu aydınlatır. Kıyamette de sana faydası dokunur.” (Tergib, 3;8.)

Bir dünya büyüğünün hizmetinde bulunmanın insana kazandırdıkları düşünüldüğünde Cenâb-ı Hakkın kelâmını okuma, öğrenme, anlamı üzerinde durmanın sağladığı faydalar saymakla bitmez. Hani hatim duâlarından okunan meşhur duada, “Allah’ım Kur’ân-ı dünyada dost, kabirde candaş, Kıyamette şefaatçi, Cennette arkadaş, Cehenneme karşı perde ve örtü, sıratta burak ve her hayırlı işte önder kıl” diyoruz ya. Gerçekten Kur’ân’ın bunca faydalarını görünce ona nasıl aşk ve şevkle yönelmemiz gerektiği kendiliğinden anlaşılıyor.

Kur’ân Allah’ın kelâmıdır. Ezelden gelip ebede gitmekte, bütün asırlara ve insanların bütün ihtiyaçlarına hitap etmektedir.

Bu hitaba mazhar olma insan için baha biçilmez bir payedir.

Allah bize değer vermiş, adam yerine koymuş kitabını göndermiştir.

Yıllarca İslâm düşmanlığı yapıp bu duyguyla dünyasını terk eden Ebu Cehil’in oğlu İkrime İslâmla müşerref olunca aradaki boşluğu kapatabilmek için bütün hızıyla İslâma sarılmış, gerekli feyzi alabilmek için Kur’ân’a yönelmişti. Mushaf-ı eline alıp saygıyla alnına kor, ağlar ve “Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitabı!” der. (Müstedrek, 3; 243.) öyle okurdu.

“Kalplerimiz temiz olsaydı Rabbimizin kelâmını okumaya doymazdınız” diyen Hz. Osman’ın da Kur’ân’sız günü geçmezdi. Şehid edilirken Kur’ân’la başbaşaydı. “Onlara karşı Allah sana yeter” mealindeki âyeti okuyordu.

Hz. Ömer’in “Gece ve gündüz en sevdiğim şey Kur’ân okumaktır” dediğini, bir gün Ebu Musa’ya, “Bize Rabbimizi hatırlat ki onu gönülden sevelim” dediğini de, onun da Kur’ân okumaya başladığını biliyoruz.

Kur’ân’sız günleri, saatleri olmayan Sahabenin en önemli rehberleri de Kur’ân’dı. Kur’ân-ı ruhlarına sindirerek okur, onu hayat programı edinirlerdi. Allah’ın rızasının bunda olduğunu biliyor, emirlerine dört elle sarılıyor, yasaklarından şiddetle kaçınıyorlardı.

Bugün sıkıntılar içerisinde kıvranan İslâm âleminin kurtuluş reçetesi de Kur’ân’a yönelmekten başka birşey değildir.

24.08.2007

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Karanlıkta nur geceler



Geceler ve gece anlayışı çok farklı. Büyük dünya ailesinin her ferdinin gece anlayışı ve yaşantısı çok değişik. Fakat bir gerçekte buluşuyoruz, o da şudur; her kişinin bir gecesi vardır, harflerin hecesi gibi. Kıyas yapıldığında elbette her gece Cenâb-ı Allah’ın, fakat bazı geceler Onun özel geceleri; bağış, merhamet, lütuf, ihsan ve hediye geceleri. Onları da gönderdiği mukaddes kitaplar ve peygamberlerle kullarına bildirmiş.

Bir nuranî silsile halinde, bir amud-u nuranî şeklinde bakıldığında Hz. Allah’ın gecelerinin hemen ardındaki geceler Hz. Muhammed Efendimizin (asm) geceleri. Yani takdir edilmiş ve beyan buyrulmuş gecelerin daha fevkalâde olması için neler yapılmasını, bir muallim-i ekber olarak vaaz ediyor ve akabinde, kendileri bütün ümmetinden daha fazla tatbik ve geceyi ihya ediyorlar ve onu oruçla süslendiriyorlar.

Berat’a giriyoruz, yakınlaştı onu tutmaya koşuyoruz, Hz. Peygamber (asm) bu gece için “Şaban’ın 15. gecesi geldiğinde, geceyi kaim, gündüzü de oruçlu olarak geçirin. O gece güneş battıktan sonra Allah rahmetiyle dünya semasına iner ve şöyle seslenir. ‘İstiğfar eden yok mu? Afv ve merhamet edeyim. Rızık isteyen yok mu? Hemen rızıklandırayım. Belâya uğrayan yok mu? Selâmet ve afiyete kavuşturayım ve hakeza, fecrin doğmasına kadar devam eder.’”

Berat kelime mânâsıyla “Kurtulmak, kurtulma, güzellik ve parlaklık” mânâlarına gelmektedir. İnsan kendi kendine sormalı; kim istemez güzellik! Kim istemez maddî-manevî kurtuluş! Kim istemez parlaklık! Aydınlık, selâmet ve gelecekten emin olmak? Gittiğim yerlere önceden sorarım, oralar soğuk mu, sıcak mı? Havalar nasıl? İşte bu karanlık gecelerde istikbaldeki günlerimizin nur olmasını ve onlardan emin olmamızı kim merak etmez?

Sıra silsilesinde büyük zatların geceleri bizlere yine nur ve ışıktır ve rehberdir. Hangi mübarek zata baktım ise geceleri öldürmemişler, çok az yatmışlar, bazıları yatsı abdestiyle sabah namazını kılmışlar. Ne muhteşem gece ihyaları ve bereketi. Hz. Şeyh Abdülkadir-i Geylani’nin, Hz. Mevlânâ’nın, Hz. Bediüzzaman’ın, Hz. Hayat-ı Harrani’nin, Hz.Ma’ruf-u Kerhi’nin ve emsali nuranî ve kâmil insanların geceleri hep böyle olmuş ve böyle geçmiş. Ah o geceler! Feryadın da keşke onların bir gecesini yakalasaydık ve onlarla nurlansaydık. Karanlık gecelerimizi onların nuruyla nurlandırsaydık. Fakat gece ve yol kapanmadı.

Çok suallere ve çok sıkıntılara müjdeler var. Nefis, şeytanın da vesvesesi ve aldatmasıyla hafızayı da yanına alarak çok girdaplar ve suallere giriyor. Karşılaştığım insanlar ve medyada görünen ve söylenen sınırsız ve kontrolsüz sözler karşısında bütün gecelerin ve bütün müjdelerin sahib-i zişanı Hz. Allah müjdeden, nurdan ve merhametten bahsediyor…

Berat Kandili gecesinin açıklamasında ve mânâsının bir vechesini anlatmasında büyük gönül sultanı Hz. Bediüzzaman Şuâlar eserinde diyor ki; “Bu gelen gece olan leyle-i Berat bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderat-ı beşeriyenin programı nev’inden olması cihetiyle leyle-i Kadrin kudsiyetindedir. Herbir hasenenin leyle-i Kadirde otuz bin olduğu gibi, bu leyle-i Beratta herbir amel-i salihin ve herbir harf-i Kur’ân’ın sevabı yirmi bine çıkar. Sair vakitte on ise, şuhûr-u selâsede yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyâli-i meşhurede on binler, yirmi bin veya otuz binlere çıkar. Bu geceler elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için, elden geldiği kadar Kur’ân’la ve istiğfar ve salâvatla meşgul olmak büyük bir kârdır.”

Buradan aldığımız özet. Elli yıllık bir manevî ömür. Kur’ân, istiğfar, salavat ve yüklü rakamlar. Şimdi bugünkü Türkiye’mize ve bu sıcak ve kurak mevsime ve hadisat-ı âleme bakıp, ciddî mânâda nefsimizi ve kendimizi kandırmadan soralım, istiğfarın, salâvatın ve Kur’ânın neresindeyiz ve neresinde olmalıydık? Ne kadar kolay bir müjde ve ilâhî lütuf geceleri üç aylar ve Berat. Çok çilelere muhatap olduğumuz sivil ve askerî mahkemelerde berat ettiğimiz gibi, inşallah yevm-i mahşer-i ekberde berat edenlerden olalım. Olanların eteklerinden tutalım. Karanlık gecelerin nuru olur inşaallah.

24.08.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kimin etkisinde kalıyor, kimi dinliyoruz?



Mevlânâ, Mesnevî’de şöyle bir sadakat imtihanı hikâyesi anlatır: Gazneli Mahmud birgün vezirlerinin, beylerinin emrini dinleme derecelerini anlamak için imtihandan geçirir. Elindeki değeri biçilmez mücevheri vezirlerine gösterdi ve değerini sordu. Hepsi, “Paha biçilmez!” olduğunu söyledi. Bunun üzerine teker teker:

“Bu mücevheri kır!” diye emretti.

“Bu paha biçilmez bir cevherdir, onu kırarsam sana kötülük etmiş olurum. Bu kötülüğü sana yapamam!” mealinde cevaplar verdiler ve cevheri kırmadılar. Sultan Mahmud hepsinin sözünü beğendi ve onlara hediyeler verdi. Sıra en sadık bendesi Ezar’a geldi. Ona da değerini sordu; çok değerli olduğu cevabını aldı. Bunun üzerine:

“Onu kır!” diye emretti. Hiç tereddüt etmeden mücevheri yere atıp kırdı. Herkes şaşkınlıkla ona baktı ve “Ne yaptın Ezar, bu kadar kıymetli bir cevheri nasıl kırdın?” diye sitem etti. O şöyle dedi:

“Evet bu mücevher çok değerliydi, ama padişahın emri daha da değerlidir. Onu kırmaktansa bu mücevheri kırdım.”

Bu cevabı çok beğenen Gazneli Mahmud şöyle dedi:

“Sadakat imtihanını Ezar kazandı ve en büyük hediyeyi hak etti!”

İster imanî, ister ibadetî, ister ahlâkî, ister içtima-î ve siyasî mesele olsun; acaba, ne kadar Risâle-i Nur’un sözünü dinliyor, onun etkisinde ne derecede kalıyoruz? Acaba, ne kadar kendi aklımızın ve kafa fenerimizin, madrabaz medyanın, sehhar televizyonun; çevremizin, partilerin veya liderlerin, nefsimizin, arkadaşlarımızın, dostlarımızın etkisinde kalıyoruz? Ve Hakkın hatırını ne kadar gözetiyoruz? Çok ciddî iki muhterem okuyucumuz, seçim sonunda beni arayıp aynı mealdeki düşüncelerini şöyle aktardılar:

“Demokratlar meselesi ve AKP’yi iyi değerlendirmemiz gerekir. Olayları isabetli okumalıyız. Biz oyumuzu demokrat misyona verdik. Ama, çoluk-çocuğumuzu ikna edemedik. Hanımlarımız sohbette Risâle-i Nur’dan okudu, biz de meseleyi akşam müzakere ettik, tartıştık, ikna oldular, sabahleyin AKP’ye oy attılar. Çocuklarımızı ise ikna edemedik!..”

Onlar hanımlarını ve çocuklarını etkileyemedi. Bu gayet demokratik bir durumdur. Elbette kimse kimseyi zorlayamaz. Hepimiz Risâle-i Nur’un etkisinde kalma gayretinde değil miyiz? Ancak, şu noktayı da düşünmeli:

Acaba, hanımlar ve çocuklar, beylerini, babalarını ne kadar etkiledi?

31 Mart Vak’ası’nda yatıştırıcı rol oynadığı halde, kendisinden önce on kişiyi astığı Divanı Harb-i Örfî Mahkemesi’nde Bediüzzaman şöy-le der:

“Hakkın hatırını kırmayacağım, hakikati söyleyeceğim. Zira Hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra feda edilmez. Kimin hatırı kırılırsa kırılsın, yalnız Hak sağ olsun.1 (Üstad, muhakeme sonucunda beraat ettiği gibi, onlarca kişinin haksız yere idam edilmesine de engel olur.)

Evet, kendimizi özeleştiriye tabi tutmalıyız. Kimin etkisinde ne kadar kalıyoruz? Milletin değerleriyle ters düşen, 28 Şubat’ın mimarları ve kotarıcıları, yasakları savunan jakoben laik çevreler, gazeteler, televizyonlar, köşe yazarları, yorumcular, anketler, internet siteleri, ajanslar, olumsuz kitle iletişim vasıtaları ve müstebit sistemin tesirinde mi kalıyoruz! Yoksa, Hakkın hatırını gözetip, sadakat imtihanını kazanabiliyor muyuz? Şu halde, hepimiz, onun, bunun hatırını değil, Hakkın hatırını gözetmeli değil miyiz?

Not: Üstad da “aklını Risâle-i Nur’a karıştırmamış!” başlıklı yazımızı okuyup arayan muhterem Mehmet S., “Üstad Risâle-i Nur’a fikrini karıştırmamış ve hata da etmediğini orada söylüyor. Meseleleri tam olarak yansıtmalıyız!” şeklinde bir hatırlatmada bulundu. İkazı için teşekkür ederim. Tekrar taradık; dikkat çektiği nokta, 121-122. sayfalarda aynen nazara verdiğimiz şekliyle geçiyor…

II. Not: Geçen Cumartesi günü bu köşede çıkan yazının dipnotlarında bir karışıklık olmuş; doğrusu şöyle: “1. Mektubat, s. 413.; 2. A.g.e.”

Dipnotlar: 1. Münâzarât, s. 43.

24.08.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Cehennem'den çıkarılma lütfu - 2



Van’dan Şehabettin ÖZTÜRKÇÜ:

*“Cehennem’den iman ehli kimselerin çıkışı ile ilgili hadis var mıdır? Varsa yorumunu yapar mısınız?”

Dün uzunca bir Cehennem hadisinde kalmıştık. Bu gün kaldığımız yerden devam edelim:

Allah’ın izniyle yakınlarına şefaat edip Cehennemden çıkaran kimseler en nihayet Cenâb-ı Allah’a:

“Ey Rabb’imiz! Cehennemde iman ve hayır sahibi hiçbir kimseyi bırakmadık!” derler.

“Bundan sonra Aziz ve Celil olan Allah: “Melekler şefaat ettiler. Peygamberler şefaat ettiler, mü’minler de şefaat ettiler. Şefaat etmedik bir Erhamü’r-Râhimîn kaldı!” buyurur.

Bundan sonra ateşten bir topluluğu toplar ve dünyada iken hiçbir hayır işlemeyip de Cehennemde kömüre dönmüş bir çok kimseleri çıkarır. Ve Cennetin yolları üzerinde olup hayat nehri adı verilen bir nehre onları daldırır. Bunlar selde çıkan yabanî reyhan tohumları gibi birden gürbüzleşirler… Artık hayat nehrinden boyunlarında halkalar olduğu halde inci gibi güzel olarak çıkarlar. Cennet ahâlisi onları o alâmetle tanırlar. İşlenmiş hiçbir amelleri, önden gönderdikleri hiçbir hayırları olmadığı halde Allah’ın Cennete aldığı azatlıkları işte bunlardır.”

Sonra Hak Teâlâ onlara: “Cennete giriniz! Gözünüzün görebildiği her ne varsa sizindir!” buyurur.

Onlar: “Ey Rabb’imiz! Sen âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini bize ihsan ettin!” derler.

Kendilerine: “Size bundan efdal bir hediyem var!” buyurulur.

Onlar: “Ey Rabb’imiz! Bundan efdal ne vardır ki?” derler.

Allah Teâlâ: “Benim rızam! Artık bundan sonra ebediyen size gazap etmem!” buyurur.75

Bu hadiste geçen, “işlenmiş hiçbir iyi amelleri ve önden gönderdikleri hiçbir hayırları olmadığı halde Allah’ın Cennete aldığı azatlıkların” kimler olduğu meselesine gelince:

1) Cenâb-ı Hak, şirk, küfür ve inkâr bataklığına bulaşmamış, fakat kalbinde zerre kadar iman ve hayır da bulunmayan kimselerden dilediklerini affeder.

İşte âyetler:

*“De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.76

*“Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.”77

Öyleyse, Cenâb-ı Allah’ın, her zaman yegâne ümit kapısı olduğunu; her zaman, her yerde, her darlıkta ve her olumsuzlukta mahlûkatının ve kullarının mutlak ümidi bulunduğunu; bütün ümitlerin tükendiği her kör noktada O’nun rahmet kapısının hep açık olduğunu ve Kendisine ilticâ edenlere şefkatle ve merhametle hep yardım ettiğini asla unutmamalıyız.

Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre, Allah’ın emrine muhatap olan insanlar her zaman korku ve ümit ortasında bulunurlar ve Allah’ın azabından kurtulmayı umarak Rab’lerine yönelmeyi hiçbir zaman ihmal etmezler.78

2) Cenâb-ı Hak, Peygamber göndermediği kavimleri veya kendisine Peygamber tebliği ulaşmamış kimseleri kalbinde zerre kadar iman ve hayır bulunmasa da affeder, azapta bırakmaz. Kendisine Peygamber tebliği ulaştığı halde inanmamış, Allah’ın âyetleri ve dâveti kendisine bildirildiği halde yalanlamış ve inkâr etmiş kimseleri ise Cenab-ı Allah azaplandırır. Şu âyetleri inceleyelim:

*“Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygambere karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.79

*“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir! Muhakkak ki biz, günahkârlara, lâyık oldukları cezayı veririz.”80

*“Biz, bir Peygamber göndermedikçe kimseye azap edici değiliz.”81

İnsanlık tarihinde çok az da olsa, peygamberlerin hiçbirisinin ulaşmadığı fetret devirleri vardır. Fetret devirlerinde kendilerine peygamber dâveti ulaşmadığı için makbul bir imân getirmemiş olan, semavî musibetlerle günahlarından da arınan mazlûmlar ve masumlar, hangi dinde olurlarsa olsunlar, “Biz, bir Peygamber göndermedikçe kimseye azap edici değiliz.”82 Âyetinin şemsiyesi altına girmeye ve Cenâb-ı Hakk’ın şefkat ve merhametiyle Cehennemden kurtulmaya namzettirler. Doğrusunu Allah bilir.

Dipnotlar: 75. Müslim, Îmân, 301, 76. Zümer Sûresi: 53, 77. Nisâ Sûresi: 116, 78. İşârâtü’l-İ’câz, s. 154, 79. Nisa Sûresi: 115, 80. Secde Sûresi: 12-22, 81. İsrâ Sûresi: 15, 82. İsrâ Sûresi: 15.

24.08.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Dinamik çeşitlilik



Geçtiğimiz Salı günü Millî Güvenlik Kurulu toplantısı vardı. İlginç bir tablo yaşandı toplantıda. Kurul üyelerinin yarısına yakını bir sonraki toplantıda olamayacaklardı. Onlar için vedalaşmaydı.

Belki diğer vedalaşmalardan farklı kılan, üç temsil ayağında olup, ayrılacak üyeler vardı. Üç ayrı kurumun üye/üyeleri değişiyordu.

Anlayacağınız Millî Güvenlik Kurulu yenileniyor. Askerî cenahtan iki komutan değişiyor. Benzer şekilde 59. Hükümetten kesin olan şimdilik dört üyenin bir sonraki toplantıda olamayacağı. Bu sayı daha da artabilir.

Ayrıca cumhurbaşkanının son kurul başkanlığı. Sezer de bundan sonra emekliliğin tadını çıkaracak.

Böylece üç boyutlu bir yenilenme kurulda yaşanıyor. Hem hükümet, hem cumhurbaşkanlığı, hem de asker kanadında gerçekleşen nöbet ve görev değişimi ile birlikte iki seçimin bir biri ardına gelmesi, dinamik bir değişimi tetikledi.

İnsanlar, makamlar ve görevler, hızla değişiyor. Dört rol belirginleşiyor: Gidenler, gelenler, sonrası için önü açılanlar ve yolları kapananlar.

Ümitle hüzün bir arada. Coşku ile hazımsızlık aynı sürecin parçaları gibi.

Siyasette de ciddî anlamda hareketlenme var. Parlamentonun yarısından fazlası yenilendi.

MHP, bir dönem nadasa kaldıktan sonra geri döndü. Vitrin değişikliği yaptı.

DTP, uzun bir aradan sonra bağımsız adaylarla seçilip grup kuracak sayıyla tekrar mecliste.

ÖDP başkanı, sosyalist tabanın temsilcisi olarak bağımsız oylarla ilk defa Meclise girmeyi başardı.

BBP’de bağımsız adaylıkla Meclise girdi. Yazıcıoğlu, olağanüstü kongre ile yeniden genel başkanlığa geldi.

Maalesef, mağdur taban ve kitle, merkez sağın demokratları oldu. Onlar hüzünlü ve buruk. Toparlanmanın uzun yolculuğuna kararlı bir şekilde devam edecekler.

Bu arada başbakanlık yapmış, ANAP’ın eski genel başkanı Mesut Yılmaz, barajı aşıp gelemediği Meclise bu defa bağımsız olarak girdi. Grubunu ve partisini kaybederek. Ordusunu hüsrana uğratmış bir yalnız adam portresi ve başarısız komutan olarak.

1965 parlamentosundan bu yana ilk defa bu kadar renkli, bu kadar çeşitli ve çatışmaya müheyya bir Meclis aritmetiği var. Eğer sükûnetin ağız tadı ve sağduyunun tahammülü kendini gösteremezse, ciddî gerginlikler yaşanabilir.

Pimi çekilmiş CHP’nin, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde meclisi boykot etmesi, ardından tek başına orta yerde kalması, kriz çıkarma şansını elinden aldı.

Bir de Baykal’ın tatlı belâsı “Sarıgül”ü var ki, evlere şenlik.

Bu yetmiyormuş gibi bir sarısı daha var Baykal’ın. Bu da püsküllü belâsı, “Sarıoğlan Sezer.” DSP’nin rüştünü ispatlamaya çalışan yeni genel başkanı.

Solu iğdiş edecek, CHP’nin fiyakasını bozacak ve kendine göre politika üretecek büfe parti DSP, dolaylı yoldan yeniden Mecliste.

Gelelim AKP’ye. O da eskisi gibi tek yumruk değil. Parçalı siyasetin yamanmış merkezi gibi. Tek kutuplu değil. Merkez olma amacıyla farklı çevrelerden kavşaklara inen güzergâhlardan temsilci topladı.

İleriki yıllarda, kavşakta kargaşa yaşanır mı? Bilinmeyen sürprizler ve farklılaşmalar oluşur mu? Trafik keşmekeşliği olur mu? Bir kısmı kısa yoldan eski yoluna avdet eder mi? Kavşak tenhalaşır mı? Bunları zaman gösterecek. Bir de demokratik refleks kapasiteleri zayıf.

Bütün bu satır başlıkları, kendi içinde ayrıca yorumlanmaya, analize muhtaç. Bunlar; dinamik süreçlerde yaşanan kırılmaların siyasî ve sosyal değişimden ülke yönetimine yansıyan kareleri.

Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Dünden farklı bir dönemdeyiz. Vatandaşın, yenilenen ve değişen beklenti profili karşısında; kamunun, sivil toplumun ve özel sektörün gündemleri değişiyor. Ezberleri bozuluyor. Hükümeti de sıkıştırıyor. AB süreci ile birlikte yapısal reformlar, beraberinde yenilenme sürecini hızlandırıyor. Temsil çeşitliliği, farklılıklar ve kendini ifade serbestisi arttıkça, demokrasinin dinamikleri güçlenecektir.

24.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Baykal’ın üzerine aldığı ihale



AKP, MHP ve DSP adaylarının yarıştığı cumhurbaşkanlığı seçimi ilk turunda Meclise girmeyen tek parti CHP olmuştu. Bugün ikinci tur oylama yapılacak. Ve CHP yine yerinde olmayacak.

CHP meclise gelmediği gibi ikinci tur öncesi muhalefet partilerine yönelik “Meclis’e girmeyin” çağrılarına hız verdi. Baykal ve sözcüleri hem MHP’yi hem de DSP’yi ayartmaya çalışıyor.

Seçimde CHP listelerinden giren ve 13 milletvekili bulunan DSP, Tayfun İçli’nin adaylığı için son anda müracaat etmişti. Aslında DSP de CHP gibi Meclise girmeme eğilimindeydi.

DSP lideri Zeki Sezer, Baykal’dan farklı olarak daha gerçekçi ve tutarlı söylemlere sahip. Buna rağmen eğer MHP Meclise girmeseydi onlar da ne aday belirleyecek ne de genel kurulda yerlerini alacaklardı. MHP’nin seçimden hemen sonra genel kurulda olacağını açıklaması ile bozulan 367 gerekçesi üzerine, akıllıca davranarak CHP’den ayrı politika izlemek durumunda oldular.

Baykal’ın MHP’yi tahrik eden konuşmaları üzerine parti sözcüleri sert karşılık verdi. Genel kurula girmemenin neticesini iyi hesap eden MHP, bu anlamda oyunu bozan parti konumunda.

Meclise girmemenin lüzumsuzluğunu herkes görüyor da bir tek Baykal görmüyor. Görmek de istemiyor. Kabullenmek de istemiyor. Onun için bütün partilere sataşıyor. Kriz edebiyatını sürdürmeye, bir anlamda tehdit etmeye devam ediyor.

Peki, Baykal’ın bu tavrının sebebi nedir?

Kulislerdeki son söylentilere göre Abdullah Gül cumhurbaşkanı olduğu zaman Baykal’ın koltuğu temelden sallanacak.

İddialara göre Baykal’ın omuzlarına “eşi başörtülü birini Çankaya’ya çıkartmama ihalesi” yüklendi. Ve Baykal da ihaleyi tamamlamak için çabalıyor. Son ana kadar mücadelesini sürdürüyor.

28 Nisan’a kadar son kozlarını oynayacak. Ama nafile. Gül köşke çıktığı zaman Baykal’ın da koltuğundan inme süreci başlayacak.

24.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Şifre: 28 Ağustos



Bugün cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci tur oylaması yapılacak. Ancak ilk turda olduğu gibi, bu turda da 11. cumhurbaşkanın seçilemeyeceği görülüyor. Salı günü yapılacak üçüncü turda Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün Köşk’ün yeni sakini olacağına kesin gözle bakılıyor. Son aylarda yaşanan sıkıntılara, gerginliklere, tartışmalara bakıldığında yine de temkinli olmakta fayda var. Ancak, 22 Temmuz seçimlerinden önceki hava pek gözlenmiyor. En azından ilk turda 367 krizi yaşanmadı, diğer turlarda bu krizin yaşanmayacağı görülüyor.

Cumhurbaşkanlığı seçimin ilk tur oylamasındaki heyecansızlık gözlerden kaçmıyordu. Bir ülkenin en yüksek makamına seçim yapılırken, Meclis’te basın, dinleyici locaları, askerî ve yargı organları ile yabancı diplomatların ilgisizliği ve heyecansızlık dikkat çekiciydi. Sadece bir diplomat ilk tur oylamayı izlerken, seçim sonuçları bitmeden onun da ayrılması enteresandı. Meclis bahçesindeki “medya çadırları” bu heyecansızlığı bir nebze olsun renklendiriyor. Ancak önümüzdeki Salı yapılacak üçüncü tur oylama hayli heyecanlı geçeceğe benziyor.

16 Mayıs’ta görev süresi dolan Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer, yaklaşık 100 günden fazladır bu görevini sürdürürken, bu sürece nasıl gelindi kısaca hatırlamakta fayda var. Tarihî olaylara sahne olan bu süreçte, AKP’nin süreci iyi yönetememesi ve CHP’nin gerginlik üzerine kurduğu politikalar sıkıntılı günlerin yaşanmasına sebep oldu. 27 Nisan’da yapılacak ilk oylama öncesi Yargıtay eski Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, o güne kadar kimsenin aklına gelmeyen bir 367 meselesi icat etmiş, CHP de buna mal bulmuş mağribi gibi sarılmıştı. 352 milletvekili bulunan AKP, başta buna itibar etmezken, CHP konuyu Anayasa Mahkemesi’ne taşımış, Mahkeme de ilk tur oylamayı iptal etmişti. Aynı gece Genelkurmay’ın internet sitesindeki e-muhtıra olayları geri dönülemez bir boyuta taşımış ve erken seçim kararı alınmıştı.

Şimdi, gelinen noktada geçmişten az da olsa ders alan CHP, bir yandan seçimleri boykot ederken, diğer yandan cumhurbaşkanı seçimlerinin “meşru” olduğunu söylüyor. Baykal, “Köşk seçimi meşrudur, sonuca saygı duyacağız” sözünün ardından, Gül’ün–seçildiği takdirde-bazı programlarını boykot edeceğini şimdiden duyuruyor. Yani, gerginlik üzerine kurduğu politikalarını devam ettirme niyetini ortaya koyuyor.

MHP, Meclis Başkanı seçimindeki uzlaşmacı tavrını-kendi adayına oy verse de-Meclis’e girerek devam ettirirken, CHP listelerinden Meclis’e giden DSP, CHP’nin tepkisine rağmen aday gösterip oylamaya katılıyor. DTP ise, ilk turda boş oy kullandı, ancak bugünkü oylamada sürpriz yapıp Gül’e oy verebilir. DTP’nin oy vermesi halinde dahi Gül’ün bugün de seçilmesi zor görünüyor.

27 Nisan bildirisini internet sitesinde yayınlayan Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, 12 Nisan’ın arkasında olduğunu söylüyor, ancak 27 Nisan e-muhtırası ile ilgili sorulara esprili cevaplar veriyor. Gönlünde askerin müdahalesini isteyen çevrelerin aksine sessiz kalmayı tercih ediyor ve “Konuşmuyorum. Dükkân kapalı! İşim vardı, dükkânı kapadım” diyerek esprili bir şekilde soruları geçiştiriyor.

Gül’ün adaylığına karşı çıkıp meydanları dolduran sivil toplum kuruluşları, bugün böyle bir hareket içinde olmayacaklarını duyuruyorlar. Cumhuriyet mitinglerinin düzenleyicilerinden Türkan Saylan, “Amacımız ortalığı karıştırmak değil” diyor ve ekliyor “Son derece sabırlı, anlamlı, makul ve bilimsel düşüncenin egemen olduğu bir bekleyiştir bu. Şu anda yapılacak bir şey yok. Asarım, keserim, diyecek halimiz de yok. Akıllı insanlar olarak sabırla bekleyip göreceğiz” derken, geçen dönemde yapılanların akıl dışı mı olduğunu akıllara getiriyor.

Şu anda görülen manzara böyle… Böyle bir ortamda bugünkü 2. tur oylama yapılacak.

İlk aday olduğunda 353 oyla cumhurbaşkanı seçilemeyen Gül’e, şimdi 341 oy almasına rağmen cumhurbaşkanı gibi davranılıyor. Yani, 353’le cumhurbaşkanı seçilememişti, şimdi 276 oy alsa dahi Köşk’e çıkacak gibi görünüyor. Kendini “Terhis beklerken askerliği uzayan askere” benzeten Sezer’in veda turları da bunu gösteriyor.

Seçim sonuçları halkın iradesini ortaya koydu. Bu tarihten sonra da halkın seçtiği milletvekilleri cumhurbaşkanını seçecektir. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra da herkesin ona saygı duyması gerekiyor. Bu demokrasinin gereğidir. Yeter ki, her şey demokrasi içinde gerçekleşsin.

Her zaman söylediğimiz gibi, her durumda demokrasi kazanmalı…

24.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Dereceden derekeye



Mümtazer Türköne Türkiye’de sağ merkezin çöktüğünü yazdı. Bu yanlışlanamayacak bir gerçektir. Gerçekten de maaalesef tam da böyle olmuştur. Sağ merkezin temsilcileri zamanla misyonlarını taşıyamaz olmuşlar ve bu vesile ile halkın teveccühüne mazhariyeti kaybetmişler ve merkez de çökmüştür. Aslında, merkez sağın çöküşü siyasetin topyekün çöküşüdür. Bediüzzaman ‘bu memlekette dört parti veya cereyan var’ derken aslında dengeli bir formül ortaya koymuştur. İttihad-ı İslâm mânâsını tazammun eden partilerin iktidardan ve merkezden uzak kalmalarını tavsiye etmiş; buna mukabil merkez sağa müzahir olmalarını istemiştir. Merkez sağ o dönemlerde ‘milliyetçi mukaddesatçı’ kalıbıyla anılmaktadır. Ayrıntılar genel mecraya engel olamamış ve siyaseti atomize edememiştir. Ama 27 Mayıs ihtilalinin akabinde sağ giderek bölünmeye başlamıştır ve 12 Eylül darbesinin bir ürünü olarak da ikilem içine düşmüştür. İlk defa 12 Eylül’den itibaren merkez sağ neredeyse ortadan ikiye bölünmüştür. İhtilaller tabiî mecrayı bölmüş ve sağı atomize ederek siyasi mühendislikle Türk siyasetine hükmetmenin yollarını ve çarelerini aramıştır. Gerek merkez sağdaki liderlerin hatalarıyla gerekse İslâmî kesimde yer alan bazı liderlerin ihtirasıyla 1960’lı yılların sonlarından itibaren İttihad-ı İslâmcı çizgi ile merkez sağın yolları ayrışmaya başlamıştır. Bu da Türkiye’de sağ solun dışında tali kamplaşma ve kutuplaşmalara sebep olmuştur. İttihad-ı İslâmcı hat veya çizgi ilk defa 1974 yılında Ecevit’le birlikte hükümete gelmiştir. Kısa süren bu beraberlikten sonra Milliyetçi Cephe adı altında iki defa merkez sağ ile İttihadı İslâmcı çizgideki parti koalisyona gitmiştir. Ülke hızlı bir şekilde 1980 ihtilâline doğru sürüklenirken aynı parti, kerhen desteklediği AP’ye karşı verilen sivil muhtıra denilebilecek olan gensoru lehinde oy kullanarak hükümeti yıkmıştır. 1980’e kadar İttihadı İslâm mânâsı tazammun eden parti hep anahtar parti konumunda kaldı. Kaderin bir remzi olorak kendisini de anahtar ile sembolize ediyordu. Sözkonusu Milli Görüşçü çizginin birinci parti haline gelmesi ise ihtilâlden sonradır. *** 1994 yılına gelince 12 Eylül’ün açmış olduğu rahnelerden birisi olarak merkez sağın iki partisi birbiriyle sürtüşmenin bir bedeli olarak ve temsil yeteneğindeki bir takım eksiler sebebiyle çöküşe geçti. İlk defa bu süreçte Milli Görüş çizgisi önce belediyelerde ardından da merkezi hükümette belirleyici hâle geldi. Birinci parti oldu. 30 yıllık sürecin tepe noktasına gelinmişti artık. Belediyelerde hizmetler devam ederken 11 aylık iktidar döneminden sonra 28 Şubat muhtırası yiyerek ve bunun getirdiği sarsıntı ile Refahyol hükümeti yıkıldı. 12 Eylül öncesi ve sonrasıyla mukayese edildiğinde merkez sağ büyük ortaklıktan küçük ortaklığa düşmüştü. Fakat dikkat edici bir şekilde İttihadı İslâmcı parti iktidara yaklaştıkça ehlileşiyor ve merkezin yerine oturdukça bazı fikri bağlılıklarından kurtulmaya çalışıyordu. Merkeze koşarken iktidar ile ilkeler arasında sıkışmıştı. Fikri ricat yaşıyordu. Sanki safralarını ve ağırlıklarını atıyordu. Merkez sağ ile merkezî sağın yerine (geçen değil) yerleşen İttihadı İslâmcı partiye baktığımızda çıkış ve varış noktaları itibarıyla bir çizgi kırılması görüyoruz. Yarın devam edelim...

24.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri