Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 05 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Vehbi HORASANLI

Utanç Günü: 6 Eylül 1955



6 Eylül 1955’te Türk tarihinde eşine rastlanmadık acı bir olay yaşanmıştır. 6-7 Eylül olayları adı verilen ve başta İstanbul olmak üzere gayrimüslimlere ait birçok işyerinin yağmalandığı bu tarihler, üzerinde dikkatle durulması gereken günlerdir. O kadar çok ibret alınacak dersler vardır ki, bu sütunda ancak birkaç tanesine yer verebileceğiz.

Her şeyden önce tarihin hiçbir döneminde Türkler gayrimüslimlerin can ve mallarına dokunmamıştır. 1915 yılındaki Ermenilerin tehcirinde dahi bu şekilde yağmalama olayı meydana gelmemiştir. Kaldı ki Ermeniler sınırlara yakın bölgelerde kurdukları milis örgütleri ile Rus askerlerine yardım edecek şekilde baskınlar düzenliyor, Müslüman ahaliyi katlediyordu.

Fakat 1955 yılında yaşanan olaylar bambaşka bir şekilde cereyan etmişti. Amerikalıların kurup geliştirdiği bazı kurumlar çok çirkin olaylar tertipleyebiliyordu. Nitekim 5 Eylül 1955 günü Atatürk’ün Selanik’teki evinin bombalandığı haberi yayılmıştı. Bunun üzerine gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı eski ismi ile Pera, şimdiki adıyla Beyoğlu’nda yağmalama ve kundaklama olayları yaşanmıştı.

6-7 Eylül olayları bizzat tertip içinde olanların yıllar sonra yaptığı itiraflarla tam bir toplum mühendisliği hareketidir. Bir provokasyonla kitleler sokağa dökülmüş, azınlıkların malları yağmalanmıştı.

Çok ilginçtir ki, bu olaylar yüzünden Menderes Hükümeti Yassıada’da anayasayı ihlal maddesi ile yargılanmış ve mahkûm edilmişti. Halbuki bu olayların bir kamu kurumu tarafından planlandığı bizzat Em. Org. Sabri Yirmibeşoğlu tarafından yazmış olduğu hatıralarında açıklanmıştı.

Tetikçilik yapanların ödüller alıp rütbeleri yükseltilirken, Demokrat Parti yöneticileri idam edilmiştir. Böylesine garip bir olay, olsa olsa Türkiye’de olur zaten.

6-7 Eylül olaylarının neticesinde, başta Rumlar olmak üzere, azınlık olarak yüzyıllarca emniyet içinde yaşamış olan gayrimüslimler ülkemizi terk etmişlerdir. Bu utanç verici olay tarihin hiçbir döneminde tekerrür etmemiştir. Hatta İstanbul fethedilmeden önce Rumlar “Başımızda Latin (Katolikleri kastediyor) kalpağı görmektense Müslüman sarığını görmeyi tercih ederiz” diyebiliyorlardı.

Mora Yarımadası tek bir asker kullanmadan Türkler tarafından feth edilmişti. Adalet sistemi o kadar iyi işliyordu ki, derebeylerin zulmünden bunalan Rumlar, Türklerin hâkimiyetini alkışlıyordu.

Osmanlı Devletinin gerileme döneminde dahi azınlıkların mallarına dokunulmamıştı. Öyle ki, devlet borç içinde kıvranıyorken bile, zenginlik içinde yaşayan gayrimüslimlerin mallarına dokunulmuyordu. Peki, ne olmuştu da böylesine üzücü bir durum meydana gelmişti.

Bazıları “Milletimizin dinî ve ahlâkî değerleri dejenere olduğu için bu vahim olaylar meydana gelmiştir” diyebilir. Lakin ben öyle düşünmüyorum. Milletimiz, Batılıların ve içteki münafıkların onca emek ve tertibine rağmen değerlerini kaybetmemiştir. Fakat “devletin önemli mevkilerini işgal eden bazı kimselerin bir kısmı bilerek, bir kısmı da bilmeden alet olmuşlardır” diyebilirim. Zaten “merd-i Kıptî şecaat arz ederken sirkatini söylermiş” misali, yaptıkları yanlışlıkları övünç vesilesi olarak hatıralarında yayınlıyorlar. Gerçi Nokta dergisinin kapanmasına sebep olan olaylarda bir tanesi hatıralarını inkâr etti, ama inkâr etmeyenler de var.

Hızını alamayan tertipçiler 28 Şubat döneminde de eski alışkanlıklarını devam ettirerek “post modern darbe” yapmaya muvaffak oldular. Medyayı da kendilerine alet ederek güya “din adamı” kılığındaki yüzlerce provokatörü kullandılar. Sonunda Hükümet alaşağı edildi. Krizlerle, hortumlarla dolu çok değerli bir 10 yılımızı kaybettik. Artık bir ders almak zamanı geldi. Toplum mühendislerine “artık yeter” dememiz gerekiyor. Hiç olmazsa yıldönümü günlerinde kurulan bu tuzakları gözler önüne sermemiz lâzım.

İnsanlar bir parça dikkatli inceleseler Menemen olaylarının da bir provokasyon, yani kışkırtma olduğunu göreceklerdir. Serbest Fırka, cumhuriyet döneminin ilk yerel seçiminde önemli başarılara imza atmıştı. Menemen ilçesi de bunlardan biriydi. Ne yapıp edip halkın egemen olmasına tedbir almak gerekiyordu. Sonunda haşhaşiyi, yani eroin müptelası bir adamı bularak güya “isyan teşebbüsü” başlattılar. Sadece Menemen’de değil, ülkenin birçok yerinde mahkemeler kuruldu. Yüzlerce masum insan idam edildi. Tabiî, Serbest Fırka da kapatıldı.

Tarihimizde daha bunun gibi nice olay var. Yakın Tarih Ansiklopedisine müracaat ederseniz, bir kısmını detayları ile öğrenebilirsiniz. Cenâb-ı Allah’tan bütün Müslümanları fitnecilerden korumasını niyaz ediyorum…

05.09.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Rock'n Coke(ain)



Dünkü yazımda yaren gecelerinden bahsetmiştim. Oradaki gençlerin Anadolu oyunlarından derlediği oyunları oynadığını görünce, gerçekten ümitlendim.

Çünkü gençlerin hem kendi kültürünü, hem de bir sonraki nesle bırakabileceği nefis oyunları aktarmaları elzem.

Ancak Anadolu’da yaşayan veya metropol arasında sıkışıp kalmış gençlerin televizyonda izledikleri görüntülerden etkilenmemesi mümkün değil.

Çünkü orada “başka hayat”lar yaşanıyor.

Öteki Türkiye, televizyonda “göbek” atıyor.

Kültür hak getire.

Metropol gençliği “rock” ve “metal” tarzı müzik arasında sıkışmış, onunla tanışırken, kendi kültürünün değerlerini oluşturan kültürü “köylü” veya “gelişmemiş” kabul ediyor ve aşağılıyor.

Batı müziğine budalaca bir hayranlık beslerken, kültürün bir parçasını oluşturan enstrümanları dışlıyor...

Televizyon ve iletişim araçların bunda payı çok büyük. Reklamlarda bile çalınan enstrümanlar Batı müziği ile bezenirken, kendi müziğimiz bir köylülük abidesi gibi gösteriliyor.

Rock’n Coke reklamları günlerce televizyondan verildi… Spotlarda “hayatını yaşa,” “kendin ol,” “bu sensin” dendi.

“Hayatını yaşa”yan gençler ellerinde uyuşturucuyla yakalandı.

“Kendin ol” derken, kendinden uzaklaştı.

Elleri kelepçeli karakola götürülürken alay eder gibi “bu sensin” dendi...

Hezarfen Havaalanında yapılan Rock’n Coke Müzik Festivali’nde çok sayıda üniversiteli genç esrar ve kokain kullanmaktan gözaltına alındı, biliyorsunuz. Yaklaşık 50 bin kişinin katıldığı festivalin bu yıl beşincisi yapıldı. 17 üniversiteli uyuşturucu yüzünden elleri kelepçelenirken, geçen yıl da aynı sebeple 31 kişi gözaltına alınmıştı. Yani bu rakam geçen yıla oranla düşük gibi görünse de… Endişemiz; bu ve benzeri konserlerin adeta “uyuşturucu mekânı” haline getirileceği…

Bu endişeleri izale etmek için her konserde 340’a yakın jandarma görevlendirmek yetmiyor.

Gençlerimizin içi boşaltılıyor. Uyuşturucu müptelası haline getiriliyor. Peki ya yarın?

***

Sadece müzik alanında değil, diğer girdaplar da gençlerimizi bekleyen tehlikeler arasında.

Her televizyon kanalda magazin programların olması normal değil.

Magazin programlarında gençlerimiz öylesine çok yönlendiriyor ki... Yaz dönemi boyunca, kimin eli kimin cebinde, yahut “selülit” gibi son derece bayağı haberler mevsim boyunca ekranı işgal etti. Tek tek detaylarına girecek değilim, ama öylesine aptalca konular işlendi ki, insanın midesini bulandıran cinsten.

Genç dimağlar, sefih görüntülerin kaplandığı ekranlarda zehirlendi yaz boyu.

Bu “dünyevîleşme” girdabından gençlerimizi kurtarmak gerekiyor.

Ama nasıl? Önce kendimizden başlayalım... Magazin denen müptezel programları izlemeyerek. Gençlerimizi bu “özenti”den kurtarmak için “öz”ümüzü öne çıkararak... Yapılacak o kadar çok iş var ki... Ama artık bir yerden başlamalı.

05.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Tepki anayasası



Sivil anayasa taslağı konusunda ikinci kez konuşan AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat, hazırladıkları taslağın bir “tepki anayasası” olmayacağını söylüyor.

Böylece, ülkeyi büyük sıkıntılara sürükleyen ihtilâl anayasalarının en önemli özelliklerinden birine atıfta bulunarak, sivil anayasa hazırlanırken aynı hataya düşülmeyeceğini ifade ediyor.

Gerçekten de, özellikle 27 Mayıs ve 12 Eylül anayasalarına bakıldığında, bu metinlere vücut veren ihtilâllerin yıktığı demokratik sistemin işleyişini kendi kurallarına uydurmayı hedefleyen bir anlayışla hazırlandıkları açıkça görülür.

“Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” prensibine 1961 anayasası ile ilâve edilen “Millet bu egemenliği yetkili organlar eliyle kullanır” ibaresi bunun en tipik ve çarpıcı örneklerinden biri.

Millet iradesiyle oluşan Meclis ve onun içinden çıkan hükümet üzerinde fren mekanizması gibi çalışan kurumların dayanağı işte bu ibare.

Yasama ve yürütme organlarından tümüyle bağımsız bir sisteme oturtulan özerk kurumlar da.

27 Mayıs anayasasının getirdiği bu düzen, 12 Eylül anayasasında da korundu. Ve bu yapılırken, bireyin temel hak ve hürriyetlerine devlet adına son derece ağır kısıtlamalar getirildi. Sebep, ihtilâlin de yegâne gerekçesi olarak gösterilen terörden demokrasinin sorumlu tutulmasıydı. Bunun nasıl bir aldatmaca olduğu ise, hâlâ tam olarak anlaşılabilmiş değil.

Sonuçta, her iki ihtilâl anayasasının da ortak paydası, demokrasiye ve millet iradesine duyulan derin tepkiyi aksettirmeleri.

Şimdi Meclis iradesiyle ve sivil toplumun katılımıyla gerçekleştirilmesi umulan demokratik ve sivil bir anayasa projesi gündemde.

Elbette ki, bu projenin en ayırıcı vasıflarından biri, haklı olarak eleştirilen ve kaldırılmak istenen ihtilâl anayasasının arkaplanındaki tepki yaklaşımından uzak olarak hazırlanması olmalı.

Eğer illâ bir tepkiden söz edilecekse, bu tepkinin adresi darbeci ve dayatmacı tavırdan başkası olmamalı. Ve o tavrın, birtakım tabuları cansiperâne savunmak adına sergilediği direnişe papuç bırakılmamalı. Anayasada yer alacak her cümle ve kelime, fikir ve ifade hürriyetinin kemaliyle işlediği bir ortamda enine boyuna tartışılmalı ve herkesin içine sinecek ortak mutabakatlara bağlanarak metindeki yerini almalı.

Tabiî, ideal olan bu. Ama şu anki ortam ve şartların, bu ideale elverişli olmadığı da ortada.

Bu durumda, demokrasi, hak ve özgürlükler adına olabilecek en mâkul, gerçekçi ve dengeli formülleri üretmek ayrı bir beceri gerektiriyor.

Tamam, dengeler çok fazla zorlanmasın, ama dengecilik yapalım derken ipin ucu iyice kaçırılıp tamamen tavizkâr bir zemine de kayılmasın.

Bu arada, tepki bahsinde çok güncel bir örnek önümüzde duruyor. Mâlûm, 367 krizi patlayınca AKP, cumhurbaşkanını halkın seçmesini öngören bir anayasa değişikliği paketini alel acele Meclisten geçirdi. Ama bunu yaparken, konuyu etrafı erbaasıyla derinlemesine düşünme imkânı bulamadı, bazı önemli hususları da atladı.

Şimdi gelinen noktada, 21 Ekim’de bu paket için yapılacak referandum AKP için sıkıntı kaynağı haline gelmiş durumda. Mümkün olsa iptal edecek, ama vakit yok. Ve ok yaydan çıkmış.

Evet, tepkiyle kalkan zararla oturuyor...

05.09.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Hakikat incelse de kopmaz



23 Temmuz 1908 yılında ilân edilen hürriyet ve meşrûtiyet rejimi ile çok partili parlamenter yönetime geçildi.

O dönemin en bilinen partilerinden birisi İttihat ve Terakki, diğeri de Osmanlı Ahrar Fırkasıdır. İttihad ve Terakki Fırkası çok tenkit ettiği Abdülhamit Han’ın zayıf istibdadını, iktidarı ele geçirdikten sonra daha da şiddetlendirmiş, muhaliflerini fâili meçhul cinayetlerle ortadan kaldıracak kadar ileri gitmişti. Dehşetli bir komite istibdadı hükmediyordu. Osmanlının yıkılışından sonra kurulan cumhuriyet döneminde, İttihatçıların bozuk kısmı Halk Fırkasında toplanmış ve 1950 yılına kadar tek parti baskısıyla ülkeyi yönetmişti. Bu müstebit ruh, zaman zaman zayıflasa da, bugün Cumhuriyet Halk Partisi adıyla varlığını sürdürmeye devam ediyor.

Osmanlı Ahrar Fırkası, fikir ve ifâde hürriyetini, teşebbüs hürriyetini, vicdan ve din hürriyetini kendine temel felsefe yapan ve bunları parti tüzüğüne koyup samimî olarak savunan hürriyetçi bir partiydi. İttihat ve Terakkinin tam karşıtıydı. Ahrar Fırkası mensuplarından Kâmil Paşa iki defa kabine kurmasına rağmen, İttihatçılar çeşitli entrikalarla onun hükümetini yıkmışlardı. İttihat ve Terakki komitesinin dehşetli baskısıyla sindirilen Ahrar Fırkası bir daha toparlanamadı.

Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretlerinin “Hürriyetin başında mânen bizimle, yâni İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti ile mânen müttefik olan Ahrar Fırkası otuz beş sene sonra tekrar dirildi ve farmasonların zincirini kırarak Ezan-ı Muhammedî’yi (asm) ilân etti” diyerek, Ahrar Fırkasındaki hürriyetçi ruhun, Demokrat Parti ile yeniden canlandığını söylediğini görüyoruz. Ahrar Fırkasının devamı olan Demokratların, 27 Mayıs ihtilâlinden sonra Adalet Partisi olarak yoluna devam ettiğini, 12 Eylül 1980 ihtilâlinden sonra ise Doğru Yol Partisi olarak aynı ruhu muhafaza ettiklerini müşahede ediyoruz.

İhtilâl şartlarında seçime sokulmayan Doğru Yol Partisinin yerine oynayan ve liberal demokrat bir parti olduğunu söyleyen ve 12 Eylül ihtilâlinin ürünü olan Anavatan Partisi’nin, dört eğilimi bünyesinde barındıran yamalı bir bohça olduğu zamanla ortaya çıktı. Demokratikleşme ve hürriyetler adına onlara ciddî bir hizmet de yaptırmadılar. “Demokrat Misyon ANAP’a geçti” diyerek onu destekleyen bir kısım dindar kitleler hayal kırıklığına uğradı. Doğru Yol Partisi için buçuk parti diyen ANAP buçuk bile olamadı. Yüzde ikilik oy oranı ile yerlerde sürünüyor.

22 Temmuz 2007 seçimleri öncesinde Doğru Yol Partisi olan adını değiştirerek tekrar Demokrat Parti ismini alan Demokrat Misyon, kendi hatâları ile birlikte konjonktürel gelişmeler yüzünden ağır bir yara aldı. Merkez sağda birleşmenin gerçekleşmemesi, 27 Nisan akşamı genel kurmayın muhtırasına duyulan şiddetli tepkiler, Anayasa Mahkemesinin 367 şartı dayatması, Cumhurbaşkanlığı seçimi için meclise girilmemesi gibi meseleleri işlettiler. “Bize dindar bir cumhurbaşkanını seçtirmediler” propagandasının tutması gibi daha bir çok sebep mevcut tabloyu oluşturdu. Bu seçim, iktidar partisi ile değil, âdetâ milletin derin devletle bir hesaplaşmasıydı. Bizim tercihimiz, temel prensiplerimize göre doğruydu. Ama, neticeden sorumlu değildik. Çünkü, vazifesini yapmak, neticeye karışmamak da bir ölçümüzdü.

Şimdi, ANAP’lı yılları andıran bir durumla karşı karşıyayız. Cumhurbaşkanı, Meclis başkanı, başbakan ve hükümet aynı partiden. Demokrat Misyon felsefesinin mevcut iktidara geçtiği, bir kısım gruplar tarafından iddia ediliyor. Reankarnasyon bâtıl bir inanç. Bir insanın ruhu, başka bir insana geçmesi mümkün olur mu? Demokrat Misyon işte burada. Mevcut iktidar ise, Milli Görüşçülerden liberallere, sosyal demokratlardan CHP’lilere kadar her görüşten insanı bünyesinde barındırıyor. Bunlar, eski Millet Partisinin, İslâma hizmeti esas alan kanadı. Millet irâdesine saygılıyız. Ülkeye hizmette başarılı olmalarını dileriz. Demokratikleşmede atacakları adımları tebrikle karşılarız. Yanlış icraâtlarını müsbet anlamda tenkit eder yol gösteririz.

Bütün bunlarla beraber yerimiz ve tercihimiz Demokrat Misyondur. Zira, Üstadın duâsı onlaradır. İstibdâd-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olmak onlara nasip olacaktır. Üstadın dediği gibi: “Hak neşv ü nemâ bulacaktır, eğer çendan toprakta gizlense... Ve taraftar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır, eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar...” (Muhakemat, s.7)

Evet, hakikat incelse de kopmaz. Zamanı geldiğinde yeniden canlanır ve her tarafa kök salar. Mühim olan ağacı yeşil tutmaktır. Gelip geçici olaylar karşısında savrulmak ehl-i hakikate yakışmaz. İnandığı hakikatlerin arkasında dik durmak dâvâ adamlığının gereğidir. Uhud okçuları gibi yerinde sebat etmek ve ganimet kapmaya koşmamak güçlü bir irâdedir. Talut ve Calut muharebesinde nehirden su içip yere serilenler gibi olmamak için, devlet makamları ve imkânları bizi aldatmamalı ve resmî ideolojinin payandası ve taşıyıcısı yapmamalıdır.

Demokrat Misyon cephesinde görünüp de onun aldığı oy oranıyla ince ayar dalga geçen ve mevcut iktidara doğrudan veya dolaylı yoldan destek veren kalemşörlere bedel, er veya geç hak ortaya çıkacak ve taşlar mutlaka yerine oturacaktır. Geçmişte böyle oldu, gelecekte de inşallah yine öyle olacaktır. Bundan hiç şüphemiz yoktur.

05.09.2007

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

“Meczup Veli”



Bilgisayar ekranında o kadar çok belge birikmişti ki, artık temizlemem gerekiyordu. Tek tek yerleştiriyordum; şu dosya şu klasöre, bu dosya çöpe derken bir dosya çekti ilgimi… Açtım sayfayı, yazılanlar karma karışık, ama alıntı değil; “Biri teline vurmuş klavyenin” dedim. “Benim unuttuğum bir yazı mı?” diye aklımdan geçti ama bu şekilde hayallerim yoktu henüz. Derken yazının sahibi satırlar arasında yanlışlıkla yazılmış, bir isim ele verdi.

Liseyi bitiren, bu yıl yeniden üniversite sınavlarına hazırlanan, en küçük kardeşimin satırlarıydı bunlar. Hikâyeyi okurken duygularım karıştı; gülsem mi ağlasam mı derken.. Kim bilir neler hayâl ediyordu yazarken hikâyesini. O ‘Meczup Veli’yi anlatmıştı ama ben neleri gömdüm noktanın, virgülün arasına…

Öylesine yazılan bir ayrıntı üşüttü içimi. Çünkü her hikâye gibi güzel değildi sonu. Hep güzel bitmesini isterim yazılanların. “Hayat hep güzel şeyler sunmasa da, bari yazıda güzel olsun her şey” diyenlerdenim.

“Çok mutluydu meczup Veli. Her ne kadar istediği üniversiteyi kazanamamış olsa da, bu başarısızlık yıkmamıştı onu. Azmi kırılmadan, ‘yapabilir miyim?’ diye tereddüt etmeden çalışmış. Her çalışana verildiği gibi, istediği bölümü kazanmıştı.

Kazanmış kazanmasına ama sıkıntılar peşini bırakmamış. Maddî manevî birçok sorunla mücadele ederek geçmiş sınıfını. Yazın çalışıp, okul harçlığını çıkarmış. Hayatı erken tanımış meczup Veli. Biliyormuş herkese hayalleri kolay verilmiyormuş. Yaşadıkları kolay olursa, kazandıklarının kıymeti de o kadar olurmuş.

Sonra iş güç derken bir gün aşkı tatmış meczup Veli. Alev alev sarmış aşk bütün vücudunu, gözleri bir başka bakmış âleme, elleri bir başka tutmuş yaprakları… Yani aşk girince hayatına her şey değişmiş meczup Veli’nin gözünde.

Meczupluğu o aşktan geriye kalan tek anısıymış. Her istenenin verilmediğini o günlerde öğrenmiş. “Her şeyin hayırlısı istenmeli. Demek ki hakkımda hayırlı değil” diye tesellî etmiş kendini. Zor olmuş bu yangından çıkması, yaraları kalmış elbet.

Her genç gibi sonunda münasip bir hanımla evlenmiş meczup Veli. Derken çoluk çocuk da olunca dört elle sarılmış çalışmaya. Küçükmüş yavruları “O olmadan ne yaparlar?” diye didiniyormuş. Ailesine güzel bir gelecek sunmakmış derdi. Her şeyi ertelemiş, emekli olunca bütün ertelediklerini yaşayacakmış.

Güneşli bir günde, çocuklarıyla parkta oynarken, topları düşmüş caddeye. Meczup Veli koşmuş topu almak için, ama bir daha geri dönememiş. Çünkü sarhoş bir adam arabasına binmiş geliyormuş, Meczup Veli ise o sırada topu alıyormuş. Ve Meczup Veli’nin yapacağı her şey öylece kalakalmış bir anda.

Oysa ölüm sadece Meczup Veli’nin durdurmuş. Onun dışında hiçbir şey durmamış. Çocukları büyümüş, hanımı yokluğuna alışmış, her şeyi idare etmeyi öğrenmiş. Meczup Veli şunu hiç anlamamış: ‘Bensiz asla olmaz’ dediği her şey ama her şey onsuz da çok güzel olmuş. Yani kimse vazgeçilmez değilmiş hayat için. Meczup Veli bunu öğrenmek için baya geç kalmış.”

Hikâyenin ardından bana kalan, kısa bir sessizlik. Ve unuttuğum farklı pencereler.

Hepimiz Meczup Veli gibiyiz. Hiç ölmeyecek gibi yaşayan, ölenlere acıyan, biraz ağlayıp sonra unutan. Herkese değen ama bize değmeyeceğini sandığımız o gerçek. Ölüme değecekse dilimiz “Allah etmesin. Allah gecinden versin” sözleri düşer en başına sözün. Yani ölümün lâfı bile yakışmaz bize.

Her şey oluruz; avukat, doktor, anne, baba, dede, nine... bir ölüm gelmez kapımıza. Hoş durmaz yitip gitmek, unutulmak, sadece resimlerde hatırlanmak. Ancak istesek de istemesek de, ecel geldiğinde, sadece bizi alıp gidecek, sadece zaman bizim için duracak. Geride kalan sevdiklerimiz yaşayıp geçecekler zamanın içinden.

Her şeye seviniriz de, bir ölüm gelince şaşırırız. Sanki hiç duymamış gibi adını, sanki hiç uğramamış bizim semtimize. Öylece bakakalırız ardından, hiç tanışmamış gibi.

05.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Yemin bozmak



Gaziantep’ten Ahmet Şahin:

*“Kur’ân’a el basarak yemin etmek, sonra da bozmak günah mı? Böyle yemin edip bozan birisi nasıl kefaret ödeyecektir?”

En iyisi, dilimizi yemine alıştırmamaktır. Fakat her hâl ve şartta yeminle ilgili dinî hükümleri bilmemizde yarar vardır. Bilmeden yanlış yere yaptığımız yeminleri, sonradan doğrusunu öğrendiğimizde bozarak kefaretini ödemek daha doğrudur. Meselâ falanca kişiyle hiç konuşmayacağım diye yemin eden birisi, öfkenin gayzı ve garazı dindikten sonra mutlaka barıştırılmalı, yaptığı yemin için ise kefaret yolu gösterilmelidir. Çünkü Müslüman’ın Müslüman’a dargın durması gibi bir günaha, yemin yüzünden ölünceye kadar değil, bir gün bile katlanılmaz. Katlanılırsa daha büyük bir günah işlenmiş olur.

Gerek geçmişe dönük haberlerle ilgili yalan yere bilerek yapılan yeminler için, gerekse geleceğe dönük akit ve sözleşmelerle ilgili yalan yere bilerek yapılan yeminler için kefaret ödemek Allah’ın emridir, yani farzdır. Bu tür yeminlerle eğer birisine zarar vermişsek ve bir kul hakkını ihlâl etmişsek, yapmamız gereken işler daha da girift haline gelir. Bu durumda:

a) Önce, zararı telâfi etmeli ve kul hakkını ortadan kaldırmalıyız.

b) Sonra, hakkını ihlâl ettiğimiz kişiden helâllik istemeliyiz.

c) Daha sonra yalan yere yemin ettiğimiz için Cenâb-ı Allah’a tövbe ve istiğfar etmeliyiz.

d) Son olarak da, yaptığımız yeminle ilgili söz konusu kefareti ödemeliyiz.

Kefaretleri hükme bağlayan âyet şöyledir: “Allah, kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz, fakat bilerek yaptığınız yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Bunun da kefareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on fakire yedirmek yahut onları giydirmek yahut da bir köle azat etmektir. Bunları bulamayan üç gün oruç tutmalıdır. Yemin ettiğiniz takdirde yeminlerinizin kefareti işte budur. Yeminlerinizi koruyun (onlara riâyet edin). Allah size âyetlerini açıklıyor; umulur ki şükredersiniz!”1

Âyetin açık ifadesinden de anlaşılacağı üzere; yalan yere yapılan her bir yemin için öncelikle:

1- On fakiri yedirmek,

2- On fakiri giydirmek,

3- Mü’min bir köle âzâd etmek şıklarından herhangi birisi tercih edilir.

Eğer bunları yapmaya imkân bulunamaz veya bunlara güç yetirilemezse, yalan yere yapılan her bir yemin için üç gün oruç tutulur.

Bilerek yalan yere yapılan her bir yemin için ayrı ayrı olmak üzere aynı işlemler tekrar edilir ve her birinin kefareti ayrıca verilir. Çünkü her bir yalan yemin ayrı bir suç unsuru taşır ve ayrı bir günah konusunu teşkil eder. Yaptığı yeminin sayısını hatırlayamazsa, galip tahminine göre hareket eder.

Her bir yemini için on fakiri doyuran veya giydiren veya köle âzâd eden kimsenin, bundan başka oruç tutmak gibi bir yükümlülüğü yoktur. On fakiri doyurmaya, giydirmeye veya köle âzâd etmeye güç yetiremediği için zorunlu olarak oruç tutmayı tercih eden kimsenin de, “fakir doyurmak veya giydirmek” yükümlülüğü yoktur. Çünkü zaten kendisi de fakirdir.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, yemin eğer bir farzı terk etmeye, Müslümanlar arası barışı bozmaya, Müslümanların zararına, bir musibetin gelmesine veya bir menfaatin engellenmesine sebep olacak şekilde yapılmışsa; yemin bozulur, yani yemine uyulmaz ve yapılan yemin için kefaret verilir.

Meselâ, “Seni Pazartesi günü işe almayacağım” diye yemin eden birisi, arkadaşı eğer bu yeminin sonucundan zarar görecekse yeminini bozar, arkadaşının iş düzenini bozmaz, arkadaşını işe alır. Kendisi de yaptığı yeminin kefaretini öder. Böylece hem arkadaşına zarar vermekten kurtulmuş olur, hem de işi ibadete bağlamış olur, ibadet sevabı almış olur.

Çünkü yeminin kefaretini ödemek bir tür ibadettir. Nitekim Cenâb-ı Hak: “Allah adına yaptığınız yeminleri iyilik etmenize, günahtan sakınmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel kılmayın. Allah işitir ve bilir”2 buyurmuştur.

Dipnotlar:

1- Mâide Sûresi, 5/89

2- Bakara Sûresi, 2/224

05.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Simyası ve kimyası bozulanlar



Bu kavramı ilk kez literatürümüze Korkmaz Yiğit hediye etti. Banka alış verişlerinde karşısına çıkan bir takım güç odakları ve onlardan aldığı tehditler üzerine karşılaştığı durumu böyle izah etmek zorunda kalmıştı. O güne kadar aslında vücut kimyasının bu şekilde psikolojik araçlarla değiştiğine dair pek bir ifade duymamıştık. Ama daha sonra vücut kimyasının değişmesi bir deyim halini aldı. Bunda Korkmaz Yiğit’in de şüphesiz büyük payı ve katkısı var. Bir takım gayri tabiîliklerin vücut kimyasını bozduğuna dair veriler ortaya çıktı.

Şiddet, müzik, sevgi ve nefret gibi bir takım manevî haller de vücut kimyasını müsbet veya menfi olarak değiştirebiliyor. Manevî haller veya kalbî duygular da vücut kimyasını değiştirmekte birebir. Bu anlamda, son sıralarda yalanın da vücut kimyasını bozduğu anlaşıldı. Zira, yalan fıtrata ters ve söylenmekle birlikte vücudun fıtrî düzenini ve kimya dilini bozuyor. Böylece yalanın veya benzeri manevî hastalıkların fıtratı bozduğu ve gayrı fıtrî olduğu anlaşılıyor.

Bu anlamda, nifak gayri fıtrî bir haldir ve münafıklık da gayri fıtrî bir makamdır. Münafığın vücut kimyası bozuktur ve fıtratına yabancılaşmıştır. Bundan dolayı iflâhı neredeyse gayri kabildir. Halbuki inkâr eden veya küfre sapan birinin durumu böyle değildir. Fıtratı bozuk değildir. Nifak insanın kendisiyle uyumlu olmamasıdır ve fıtratını tahrip eder. Ne kendisiyle barışıktır, ne de çevresiyle. Bu anlamda, mü'min kişi ‘insan es seviyyi’ yani dümdüz ve normal bir insandır ve fıtratıyla barışıktır. Yalanın ve dolayısıyla insanın kimyasını ve dengesini bozduğu deney ortamlarında da ispat edilmiştir.. ABD’de bir şirket (kurucusu Harvey Nathan) yalan söyleyenlerin beyinlerinin belirli bölgelerinde kan toplandığını, bunun MR’la da rahatlıkla görüntülendiği ve belirlendiğini ifade etmiştir. Yani simyevî değişim kimyevî ifrazata yol açıyor.

Günümüzde kimi dindarların da kimyası bozulmuştur. Bunun en temel nedenlerinden birisi kavramların değişmesidir. Simyanın bozulması kimyanın da bozulmasını tetiklemektedir. Simya ile kimya birbirine bağlıdır. İkiz kardeştirler. Simya kimyanın metafizik boyutudur. Metafizik boyut tahrip olduğunda fizikî boyutta tahrip olur. İrade bir simyasal durumdur ve bunu kaybeden çalışma azmini ve savaşı da kaybeder. Bundan dolayı ‘tedavinin yarısı psikolojik faktörlere bağlıdır’ denmiştir. Dolayısıyla Müslümanların kimyalarının bozulmasının temel nedeni simyalarının yani metafizik yapılarının bozulmasıdır. Dolayısıyla tamirata simyevî boyuttan başlamak gerekiyor. Gazalî gibi manevî dinamikleri ayağa kaldırmadan maddî dinamikleri ayağa kaldırmak kabil ve mümkün değildir.

Günümüzde dindarların kimyasını bozan temel föktörlerden birisi dünyevileşmedir ve çeşitli kavramlarla da bunun içselleştirilmesi hadisesidir. ‘Hayatını yaşa,’ “insan yaşadığı çağa da ayak uydurmalı,’ ‘insan kendisini geliştirmeli’ gibi kavramlardan yola çıkan kimi dindarlar rahatlıkla dünyevileşiyorlar. Elbette dünya ile ilgilenmek gerekir, ama bu manevî dünyamızın namına ve aleyhine olmamalıdır. Kalbî boyutta değil, kesbî boyutta kalacaktır. Ve gerçekten de Cenâb-ı Hak lisan-ı Kur’ân ile zühd peygamberi olan Yahya Aleyhisselâm’a ‘Dünyadan da nasibini unutma’ buyurmaktadır. Elbette, ama bu dünyayı sevmek ve lezzet adına ona sarılmak anlamında değildir.

Yabancılar geniş ve derin etüdlerle birlikte, amaçlarına ancak Müslümanların kimyasını bozarak ulaşabileceklerini görmüşlerdir. Bunun için de simyalarının ve anahtar kavramlarının değiştirilmesi ve sulandırılması gereğini keşf ve tesbit etmişlerdir. Böylece paradigmalarını bozduğunuzda savunmasız hale gelecekler ve çökeceklerdir. İşte bundan dolayı ilk savunma hattı olan simyevî alanın yeniden imar ve tahkim edilmesi gerekiyor. Netice itibarıyla, dünyevileşme dindarların kimyasını bozuyor ve bu eğilim bizi yok etmeden onun üstesinden gelmeliyiz.

05.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Küçük ayrıntılar



İçeride ve dışarıda yaşanan ve medyaya yansıyan bazı haberler, ‘akıl için yol bir’ tesbitini doğruluyor. Haberlerin biri komşumuz Yunanistan’dan. Girit adasının ‘yerli’ halkı, ‘altın yumurtlayan tavuk’ olarak görülen turistlerden yana çok şikâyetçi ve bu şikâyetleri ‘isyan’a dönüşmüş.

Habere göre, “Girit’te holigan turiste isyan” başlamış. Girit bir yandan denizi, ata binme kursları ve meyhaneleriyle tanınırken, diğer yandan turistler sokaklarda yerel halka dehşet saçıyormuş: “Avrupa’da moda haline gelen ‘deşarj turizmi’, Yunanistan’ın Girit Adası’nda isyana yol açtı. Britanyalıların sabaha kadar içip açıkta (müstehcen hareketler) yapması üzerine adalılar ‘Artık yetti. Çocuklara kötü örnek oluyorlar’ sloganıyla sokağa döküldü.” (Radikal, 27 Temmuz 2007)

Aynı habere göre, Herakliyon (Kandiye) şehrine bağlı turistik Malia kasabasının sakinleri, sabahlara kadar alkol içip sokaklarda soyunan, yoldan geçenlere sarkıntılık eden ve sık sık kavga çıkaran turistlere ‘dur’ demek için sokaklara dökülmüş. Protestocular arasında otelciler, esnaf, yerel yetkililerin yanı sıra Malia belediye başkanının bulunması da dikkat çekmiş.

‘Artık yetti’ yazılı broşürler dağıtan protestocular, emniyet yetkililerini derhal tedbir almaya çağırırken, hükümetin yabancı gençlere Malia’da eğlence vaat eden turizm acentelerine demir yumruk indirmesini ve ucuza içki satarak aşırı alkol dozuna yol açan barların sıkı denetlenmesini de istemiş.

Bu haber şöyle ‘özet’lenemez mi: Alkollü içkiler bütün kötülüklerin anasıdır. ‘Para’ gelsin diye, her türlü ahlâksızlığa göz yummak doğru değildir. ‘Önce para’ diyenler uzun dönemde kaybeder ve kaybetmiştir!

Girit’de yaşananlar kadar olmasa bile, Akdeniz sahillerindeki şehir ve kasabalarımızda da benzer çirkinlikler olmuyor mu? Bugünden tedbir almak gerekmez mi? Korkmayın, içki ve benzer kötülüklere karşı çıkmak ayıp değil, erdemdir!

***

‘Taciz’e karşı tedbir

Cinsel mesajlar vererek insanları rahatsız etmek, en çirkin işlerin başında yer alıyor. Bilhassa kadınlar, fıtratları gereği; erkeklerin tacizinden kurtulmak için her yolu deniyor. İşte bununla ilgili olarak ‘içeriden’ bir haber: “Erkeklerin tacizinden kurtulmak için erkek oldu.”

Haberin özeti şöyle: “‘Erkek tacizinden bıktım usandım’ diyen Sona Polat, tam 48 yıldır erkek gibi giyinip erkek gibi yaşıyor!” (Radikal, 27 Temmuz 2007)

Tabiî ki “Sona Nine”nin bulduğu çözüm, kalıcı bir çözüm değil; ama ‘taciz’in çirkinliğini göstermesi bakımından ibret alınması gereken bir örnek. Peki, ‘taciz’ nasıl önlenir? Önce bu hareketin ‘çirkin’ olduğu insanlara anlatılmalı. Sonra da ‘potansiyel tacizci’lerin kalbine bir ‘görünmez/ manevî yasakçı’ koyarak!

“Bunlara gerek yok, biz medeniyiz!” diyenler, benzer haberleri okumaya devam ederler. Maalesef...

05.09.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Demokrasiye kapalılık



10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, görevi 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den devraldığı gibi devretmedi. Demirel, yedi yıl önce geniş katılımlı bir davet grubu huzurunda merasimle Çankaya Köşkü’nü yeni sahibine teslim etmişti.

Devletin bir işleyişi ve devir teslim nezaketinin kamuoyuna açık yapılması, basının haber alma hakkına açık davranılması, yaygın bir gelenektir. Bu defa öyle olmadı.

Sezer, hemencecik, basına kapalı bir görev teslim töreni yaptı. Tören dediysek, lafın gelişi. Tam on dakika sürmüş. Ne kadar heyecan verici bir görüntü.

Garip olan, tören basına kapalı gerçekleşiyor. Başörtüsüne gelince, kapalılık çağdaşlığa uymaz diyenler, demokratik bir devir teslim törenine gelince, kapalı devre devir yapmayı tercih ediyorlar.

Kapalı kapılar ardında, kapalı oyunlar, kapalı etkiler, kapalı yönetim, kapaklı pişirmeler davranış kotlarına işlenen zevat, beri tarafta kapalı görmek istemiyor.

Acaba Hayrünnisa Hanımın kapalılığı mı, yoksa basına kapalı tören mi daha garip? Biri şahsî tercih hakkı, diğeri ise açıklıktan ve ortak mutluluk töreninden hoşnut olmayan bir sistem kapalılığı.

Milletle paylaşmaya gelince kapalı. Sonra kapalı giyinmeye karşı.

Demokrasiden bahseden nutuklarda tam gaz, bunu davranışıyla göstermeye gelince tutuk, isteksiz ve içindekine kapanan bir ruh hali.

Dolaylı mesaj geleneğini sürdüren askerî bürokrasi, artık açık davranması, kapalı tutum ve imalı çağrışımlardan vazgeçmesi gerekir.

Zihnî ve yaklaşımı kapalı olup, halka kapalı, topluma kapalı ve hayatın değişim dinamiklerine kapalı olanlar, eş tartışmasından ve kapalı hanımların giyim tarzından uzak durmalılar.

Bir örnek daha. Yeni TBMM Meclisi Başkanı Köksal Toptan, eski cumhurbaşkanını ziyaret için randevu alıyor. Ancak sadece meclis başkan vekillerinin gelmesi isteniyor. Meclis idare amirleri, katip üyeler haliyle gitmiyor. Yine meclis üyelerine kapalı, ama dindarın kapalı giyimine gelince hazzetmeyen bir “çağdaşlık” örneği.

Kendisini seçen Meclis üyelerine, dönemin kabinesine, hatta başbakanına benzer soğukluğu ve kapalılığı hep sergileyen bir kapalı kafa.

Acaba kim topluma kapalı? Kim gerçekten kapalı, kim inancı adına kapalı?

Makamları, kendi müktesebatları gibi gören oligarşik yapı, maalesef siyasetin hakimiyet alanından hep rahatsız olmuştur.

Bürokrasiden gelen cumhurbaşkanları için tartışma yaşanmazken, siyasetten gelen dört cumhurbaşkanı da tartışmaların ve tahammülsüzlüklerin odağına oturtuluyor.

Bu tuzu kuru zevat, her halde kamu yönetimini kendi eğlence alanları zannediyorlar ki, göz zevklerine uymayan görüntülerden rahatsız oluyorlar. Demokratik sonuçlara tahammül edemiyorlar..

Şükür ki, bu egemen zihniyet tarihe karışıyor. Demokratlar, bu saldırgan muhalefetten ve azgın bürokrasiden çok çekti. Şehit bile verdi. İnşalllah imalı, dolaylı ve kabullenilemez tutumlarla kapalı devre ilişkiler ağının basından tazyikli gerginlikler artmaz..

Bu bağlamda, kamu erkinin, vatandaşa hizmet ağırlıklı kurumsal bir sorumluluğa dönüştürülmesi ve hizmet etkinliğinin arttırılarak, hesap verme pozisyonuna çekilmesi, hükümetin yapması gereken an acil gündemlerden biridir.

Artık bürokrasi diktatörlüğü, keyfîliği ve kayırmacı imtiyazlar, bir yerde frenlenmeli ki, kapalı devre kurum ve kural dışı baskı grupları azalsın.

Hükümetin en büyük hedeflerinden biri, bürokrasiyi hizmet odaklı, verimlilik esaslı bir noktaya çekmek olmalıdır.

O zaman yeni dönem, vatandaş merkezli bir keyfiyet ve yerinde yönetime dayalı bir hizmet kolaylığına dönüşür. Yoksa, kapalı hizmet alanları, geçilmeyen bölgeler ve kamusal alanın farklı versiyonları ile imtiyaza açık, normale kapalı alanlar çoğalıyor.

Demokrasinin bu tür bir açıklığa ihtiyacı var.

Bedenler korunmuş bir kapalılıkta olmalı, zihinlerse öğrenmeye ve gelişmeye açık olmalı.

05.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri